Etiket arşivi: eleştiri

Tenkid Edenlerin Eli Yetişmediği için..

risale“Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tardeder. O adam kendine teselli vermek için: “Tuh, ne kadar çirkindir” der. O güzelin güzelliğini nefyeder.

Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmağa eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla “Ekşidir” der. Gümler gider..” [1]

Malumdur ki insan on sekiz bin alemin kapısıdır. Bu sebeple insan tek düze giden monoton (tek ses) bir hayatı ve hayat anlayışı felsefesi olması münkün değildir. Monoton bir hayat yaşıyorum sözü ise gerçek bir söz değildir. Bu sözü söyleyen kimselerin aslında iç aleminde pırtınalar kopuyor demektir. Bunu kendisine itiraf etmese de edemese de veya farkında olmasa da bu böyledir. Çünkü insan aleminde tek düzen üzerine teşbihte hata olması otoban gibi bir şey yoktur.

İnsan iniş çıkışlarla çalkanan bir haleti vardır. Halık-ı K
ainat olan Rabbimiz Allahımızın esmalarının insanda tecelli etmesine göre insan haleti teşekkül eder. Bu hallerin toplamıyla haley ne neticede Siret teşekkül eder. “emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf u reca müvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-
bast haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” [2]
rabbimizin bizde celali ve cemali olmak üzere tecellilerine göre de bizim haletimiz değişmektedir. Üzüntü, keder, daralmak, ümitsizlik.. gibi haletler bu celali isimlerin tecellileridir. Neşe, sevinç, mutluluk.. gibi hisler ise cemali esmanın tecellisidir.

İnsanın böyle çetrefilli bir hayat var. Bu hayat içerisinde öneml bir yerini ise maneviyat tutar. Maneviyatta farklı usuller, tarzlar, m
etodlar tatbik edilir. Bu tatbikatta herkes bir derece muvaffak olur. Netice de farklı islami tebliğ metodları tezahür eder. Kimi aklen, kimi kalben..

Risale-i Nurun metodu ise aklın ve kalbin imtizacı iledir. Bu sebepledir ki tasavvuf ehli ve felsefeciler Risale-i Nurun hizmet tarzını tam olarak bir statü veremezler. Çünkü akıl + kalb = Risale-i Nur Hizmet metodunu teşkil eder. Sermayesi sadece kalb veya akıl olanlar bu denklemi çözmekte zorlanırlar. “azîm mana ve büyük hakikat, kasır-ül fehm olanlarca..”[3] Risale-i Nur Külliyatı gibi bir hizmet metodunun sistematiğini çözmekte sorunlar yaşamaktalar. Lakin Risale-i Nur Külliyatı okuyucuları ve talebeleri“nazarları o dereceye çıkmayanlara ve kasır-ün nazar olanlara, derecelerine göre birer basamakta o müezzin-i a’zamı gösteriyorlar..” [4] bu vesilelik ile aklı veya kalbi bu hakikatleri derk edebiliyor. Yoksa “Akıl ona yol bulamaz.” [5] çünkü bilmediği veya bildiğini zannettiği meselelerde farklı izahlar ve ikna ilzam tarzını gösteriyor.

Risale-i Nur Külliyatını bilmeyen veya üstün körü bakanlar ise “maatteessüf kasır-un nazar muhakemesiz bir kısım avam tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine halel geliyor.” [6]neticesinde ise imanını tahkim edip kuvvetlendirecek eserlerden uzak kalarak kendisi zarar eder. Bir de anlaşılmaz muğlak gibi gösterip kendi eserleri satılsın isterler. Hatta “Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.” [7] bu vakıa az değildir.

“Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır.. [8] bu sebeple Ehl-i Sünnet itikad ve amelini muhafaza ve müdafaa eden kim olursa olsun onu çürütmek yerine onu kuvvetlendirip müntesiplerini de ona teşvik lazımdır. Çünkü orasının itikaden ve amelen salabetli sağlam olması demek toplumsa olarak ehl-i sünnetin diri ve iri olmasına sebeptir. Aman onu birak bize gel bizimki cici o ise eheh gibisinden davranışlar ehl-i hamiyete yakışmayan bağnaz ve taassup taşıyan ve müstebidane davranışlar sergileyen kimselerin işidir.

Risale-i Nur Külliyatı da Türkiye’nin en zor zamanlarında Manevi Cihat sahasına atılmış ve 1750 defa amhkeme görmüş ve beraatler almış olup dünya hukuk tarihinde eşi benzeri olmayan bir hadise tahakkuk etmiştir.

Risale-i Nur Külliyatı okuyanlarına ve okudukça insanın dar olan havsalasını genişleterek “Dar nazarlı, kasır fikirli ve muhakemesiz akıllı, esbabperest insanın nazarını vahdaniyet-i İlahiyenin delillerine çevirip, güzel bir temsil üzerinde “Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh” der, tevhidi isbat eder.”[9] bu suretle Risale-i Nur Külliyatı metodolojisi teşekkül eder.

“Furkan-ı Mübin’in feyziyle Sözler’inin her birini herkese görmek müyesser olmayan gayet dakik ve amîk beyanat-ı hârikalarını röntgen makinesi ile temsil ediyorum. Nasıl o röntgen şuaı şu uzuvların içindeki en hafî ve ince hali görüyor, gösteriyor. Öyle de nurların hazinedarları olan Sözler dahi, hakaik-i eşyada en ufacık zerreleri bile görmek ve göstermek hâssasını haizdir.”

“Şimdiye kadar emsaline tesadüf etmediğim bu güzel ve yüksek Sözler’i birdenbire kavramak herkese müyesser olamayacağı için, afvımı rica ediyorum.” [10]

Anlaşılmıyor! gibi bir tabir ise mantıkça da aklende yanlış bir cümledir. Çünkü bir kaç kişinin anlayamaması başlangıçta normal bir şeydir. Anlaşılmıyor yerine ben anlamıyorum deyip kendi acizliğini itiraf etmek gerekir. Yoksa sen anlamdın diye anlaşılmaz, anlaşılmıyor demek akıl tutulmasından öte bir şey değildir. “bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmağa eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla “Ekşidir” der. Gümler gider..” [11] meselesi gibi olur.

“Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. [12]

“Dünyada çok kitablar vardır ve o kitabları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitabların hepsini de anladınız mı? Alâküllihal anlayamadığınız mes’eleler çoktur.” [13]

“.. herkes fehmeder. Her risalede herkesin hissesi var; fakat herkes her şeyini bilmek lâzım değildir.” [14]

“Ey ihvan! Risale-i Nur’un bütün cüzlerinde öyle bir kuvvet var ki, yalnız birini dinlemeye, okumaya veya yazmaya muvaffak olan kimse, Allah tevfik verirse, imanını kurtaracak hakikatları onda bulur. Çünki her cüz’ün diğerleri ile manen irtibatları vardır. Okuyana ve dinleyenlere sırran diyorlar ki: Bu okuduğun kitabda bizdeki hakikatların da uçları, kokuları, işaretleri var.

Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz’-i ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da muvaffakıyet verir. Bulur ve bilebilirsin.” [15]

“En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her Hakikattan hissesini alabilir. Çünki Hakikatlarda mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.” [16]

Burada ifade ettiğim ve edemediğim nice sebeplerle Risale-i Nur Külliyatına ilişmek yeni bir hadise değil. Mezkur sebepler ve kıskançlık, anlayamamak, taassub, bağnazlık, rekabet.. gibi sebeplerle tarih bize gösterdi ki “çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki: Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ilişenler, maskara olurlar. [17]

O halde hangi meslek ü meşreb olursa olsun Risale-i Nur Külliyatına ilişmemek veya nazarlardan düşürtmeye yani kıymetsiz gibi göstermek çabası yerine akıllı olup nurlardan istifade etmeye çalışmaları daha akıllı ve mantıklı bir iş olacaktır.

“Eskiden beri lafz ve mana, üslûb ve muhteva bakımından, edibler ve şâirler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûb ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.” [18] şimdi birisi çıksa şairane kafa ile Risale-i Nur Külliyatını anlayamadığını söylese “şiirde, hayal hükmettiği için hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir.” [19] şairane bir kafanın Risale-i Nur’u anlaması biraz müşkildir. Çünkü zihinde hayal hükmeder. Yani tahayyül dimağa hakim olmuştur. “şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar.”[20]

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL


[1] Sözler ( 68 )

[2] Kastamonu Lahikası ( 8 )

[3] Sözler ( 411 )

[4] Mektubat ( 337 )

[5] Sözler ( 245 )

[6] Lem’alar ( 85 )

[7] Mektubat ( 426 )

[8] Lem’alar ( 87 )

[9] Lem’alar ( 394 )

[10] Barla Lahikası ( 56 )

[11] Sözler ( 68 )

[12] Şualar ( 60 )

[13] Barla Lahikası ( 146 )

[14] Barla Lahikası ( 146 )

[15] Barla Lahikası ( 306 )

[16] Barla Lahikası ( 320 )

[17] Lem’alar ( 260 )

[18] Asa-yı Musa ( 269 )

[19] Barla Lahikası ( 334 )

[20] Mektubat ( 269 )

www.NurNet.Org

“Tost”lu Eleştiri

“Okuldan eve her gelişimde annemin kapıda hoş geldin deyip beni kucaklaması ve günümün nasıl geçtiğini sorması hayaliyle gelirim. Fakat daha eve adımımı atar atmaz annem: “Üstünü çıkar askıya as¸ çantanı ortalık yere atma¸ ellerini yıka.” Sonrasında ise; “Televizyonu açma¸ git dersine çalış¸ üstünü kirletme¸ beni bağırtma, eve zamanında gel …” ardı arkası gelmeyen cümleler kurar.

 Yine bir konu hakkında görüş söylediğimde ise; “Çok konuşma¸ kapat çeneni¸ senin aklın ermez¸ sen daha çocuksun¸her şeye burnunu sokma,  akşam yatmasını sabah kalkmasını bilmezsin git yat…” gibi ardı arkası kesilmeyen eleştiriler gelmeye başlar diye anlatıyor Emre adında bir öğrencimiz.

Bir anlık da olsa çocuğun yerine kendimizi koyduğumuz zaman düşüncesi bile insanı bunaltmaktadır. Peki¸ her gün bu eleştiri sürecini yaşayan çocuklara ne yapsın!

Eleştiri; daha çok eksikleri söyleme anlamında çağrım yapsa da aslında eleştiri bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ya da yanlış taraflarını göstermek amacıyla yapılan incelemedir.

Eleştiriler kişiden kişiye değiştiği gibi ortamdan ortama da değişmektedir. Eğer eleştirilecek kişini sosyal statüsü yüksekse yerine göre eleştirilmemekte ya da eleştirirken daha yumuşak ifadeler kullanılmaktadır.

Eleştirilecek kişinin yaşı ve sosyal statüsü düşükse eleştiride kullanılacak dil, sert bir o kadar da cömert davranılır. Eleştirdiğimiz kişi bir de kendi çocuğumuz ise cömertliğimizde daha fazla olur. Başka bir ifadeyle konu yemeyip yedirdiğimiz, giymeyip giydirdiğimiz çocukların hal ve hareketleri olunca bunu onların iyiliği için yaptığımızı düşünürüz. Bu düşünceyle de eleştirilerimizi sansürden geçirmeden ve çocuk üzerinde bırakacağı etkiyi de düşünmeden cömertçe yaparız.

Eleştiride En Çok Kullanılan Sözler

Anne babalar çocukların en çok yaramazlık, söz dinlememe ve derslere çalışmama konusunda eleştirmektedirler. “Sen adam olmazsın, kadir kıymet bilmezsin, halden anlamazsın, ne biçin çocuksun, anlayışı kıt, …” gibi ifadeler, anne babaların en çok kullandıkları cümlelerin başında gelmektedir. Bunları kullanılırken de ifadeler sert olunduğu gibi çözüm yolları söylenirken de yine yumuşak ifadeler kullanılmamaktadır. “Ben senin yerinde olsaydım, bizim zamanımızda, yediğin önünde yemediğin arkanda…”  diyerek kullanılan ifadelerde yine sitemkâr bir şekilde kullanılmaktadır.

Anne babaların eleştiri anlamında kullandıkları suçlayıcı ifadeler, çocuklarda suçluluk duygusuna bağlı olarak düşük benlik saygısı geliştirecektir. “Ne yaparsam yapayım anne babama yaranamıyorum.” diyerek suçluluk psikolojisi bürüneceklerdir. Yinelenen suçlayıcı eleştirilere çocuklar, karşı koysalar da düzeltme gereği yerine, anne babanın kendine uygun gördüğü kişiliğe bürünmeye çalışacaklardır.

Olumlu Eleştiriler Abartılmamalı

“Aferin sana, sen çok akıllı bir çocuksun, bunu hiç kimse senin gibi yapamaz!” gibi cümleler kurarak çocukların olumlu davranışlarını abartmamak gerekir. Çocukların başarılarını ve olumlu davranışlarını takdir ederken gerçekçi bir şekilde değerlendirmek gerekir. Çünkü olumlu davranışlara değil de kişiliklerine verilen abartılı geribildirimler, çocuklarda kibirlenme ve büyüklenme gibi insanları küçük görme davranışına neden olacaktır.

Eleştiriler Nasıl Yapılmalı?

Eleştiriler yapılırken yumuşak bir dil kullanılmalıdır. Yetişkinlerde olduğu gibi çocuklar da söylenenden daha çok nasıl söylendiğine bakarlar. Çocuklara bağırarak, çağırarak ya da rica ederek bir şeyle yaptırmaya çalışılmamalıdır. Çocukların içimde bulunduğu ortam ile psikolojik halleri göz önünde bulundurarak uygun bir dil kullanılmalıdır.

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler…” (İsra, 17/53) “Ey Musa! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!” (Taha, 20/44)  ayetlerinde olduğu gibi çocuklara eleştiri yaklaşımın nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde açıklamaktadır.

Mevlana Hazretleri; ne söylediğinden daha çok nasıl söylediğini, karşısındaki muhatabın gönlünde nasıl bir etki yapacağını şu veciz sözleriyle ifade etmektedir:

“Söz vardır, keskin kılıç gibidir; dostluğu keser, öldürür. Kalpte tedavisi imkânsız yaralar açar. Gönül bahçesindeki yeşillikleri, sevgi çiçeklerini hazan mevsimi gibi kurutup öldürür. Bir söz de vardır ki, ilkbahar mevsimi gibidir. Her tarafı süsler, güzelleştirir, sayısız faydalar sağlar.”

Buradan da anlaşılacağı üzere çocukların olumsuz davranışlarını eleştirirken “Tost Tekniğini” kullanmak gerekiyor. Yani eleştirilecek davranışlar iki övgü arasına tost ekmeği arasına konan malzemeler gibi yerleştirilerek yapılmalıdır. Başka bir ifadeyle çocuğun olumlu davranışları ön plana çıkararak övülmeli. Sonra eleştirilecek olumsuz davranışlar yumuşak bir ifade ile söylendikten sonra tekrar övgü dolu ifadeler kullanmak gerekir. Bunun için çocuklar eleştirileceği zaman iki olumlu yanını bulunmadan eleştiri yapılmamalıdır.

Eleştiride Dikkat Edilmesi Gerekenler

  1. Çocuklara yapılan eleştiriler, ileriki yıllarda çocuğun yetişkin kimliğini oluşturacak ve çocuğun benlik algısını etkileyecektir Bunun içinde övgü ve eleştiriler çocukların kişiliklerine değil davranışlarına olması gerekir.
  1. Eleştiri konusunda anne babalar çocuklara en güzel şekilde model olmalıdırlar. Çünkü yerli yersiz eleştirmeler, kişiliklerine zarar verdikleri gibi anne babayı model alan çocuklarda, karşısındaki kişileri yerli yersiz eleştirecektir.
  2. Aile içi kararlarda çocuklarında fikirleri alınmalıdır. Olumsuz da olsa çocuğun kararına tepki vermek yerine saygı duyulmalıdır. Çünkü fikirlerini önemsenmeyen hatta izin verilmeyip eleştirilen çocuklar içine kapanık güvensiz birer kişi olacaklardır.
  3. Çocukların sadece olumlu ya da olumsuz yönleri eleştirilmemelidir. Çünkü sadece olumlu yönleri takdir edilen çocuklar,  kendilerini kişilik olarak “Mükemmel” olarak görmesine, sürekli olumsuz yönleri görülüp eleştirilen çocuklar da kendilerini “Değersiz” hissetmelerine neden olacaktır.
  4. Çocukları başkalarının yanında özelliklede arkadaşlarının yanında eleştirilememelidir. Çocukları bir başkasıyla kıyaslanmamalı, kıyaslanacaksa da dünü ve bugünü ile kıyaslanmalıdır.
  5. Olumsuz eleştiriler uygun zaman ve uygun ortamda yapılmalıdır. Çocuğun sıkıntılı stresli zamanlarda yapılan eleştiriler istenmeyen sonuçlar doğurabilmektedir.
  6. Eleştiri de kullanılacak dil ve ses tonuna dikkat etmek gerekir. Ne çok kibar, ne de bağırıp çağırarak yapılmamalıdır.  Yani ne ricacı ne de sesle dövülmemelidir.
  7. Eleştiride duygu ve düşünceler açık ve net olarak ifade edilmelidir. Çünkü sözler başka duygular başka şeyler söylememeli ki çocukları ikilem içinde bırakılmamalıdır.

Mehmet Emin Karabacak

Tuhaf Bir Doğu-Batı Sentezi Çabası: Kişisel Gelişim

Kişisel gelişim sektörünün dayandığı temel felsefeye bakıldığında batı paradigmasının (tanrı-evren-insan tasavvurunun) bir sonucu olarak ortaya çıktığı ve Batı düşüncesinin son yüzyıllarda içine düştüğü hümanist, sekülerist, pozitivist ve materyalist girdabın modern zamanlara mahsus bir yansıması olduğu görülür.

Öte yandan, bu tatsız ve lezzetsiz batı yemeğine kadim doğu bilgeliğinden bazı alıntıların ketçap, mayonez suretinde boca edildiği de dikkatlerden kaçmıyor.

Bizim lezzet anlayışımıza ve damak zevkimize hiç de uymayan kişisel gelişimi birkaç kelimeyle özetlemek gerekirse: modern zaman büyücülerinin göz boyayıcı dünyasının aldatıcı ışıkları altında yükselmek, zengin olmak, şöhret, kariyer, başarı, mutluluk merdivenine imaj, gösteriş, gevezelik, şarlatanlık, yalan, yapmacıklık vb. basamaklarla çıkma çabası. Derinleşme yok. Malumatfuruşluk ön planda.

İmana, dine, kalbe, ruha, manevi boyuta, seyr-i süluka, terbiyeye, nefis tezkiyesine, arınmaya, incelmeye, zerafete, yardımlaşmaya, diğergâmlığa kısaca insan olmaya sırt dönülürken nefsi azdırmaya, benlik ve enaniyeti ön plana çıkarmaya, yükselmek için her yolu mübah görmeye, ne pahasına olursa olsun kariyer yapmaya, yalana, aldatmaya pirim veriliyor.

Hak, hakikat, iyi, doğru ve güzelin yerini ne idüğü ve nasıl olacağı tanımlanamayan başarı, motivasyon, kariyer vb. kavramlar almış durumda. Ahiret yok. Her şey bu dünyada ve sadece maddi başarıya endeksli. Doğallık, güvenilirlik, dürüstlük, kişilik, şahsiyet, ehliyet, liyakat, ilke ve benzeri kavramlar “out”. Beden dili, imaj, demagoji, görünüş, prezantasyon “in”.

Kerameti kendinden menkul kişisel gelişim dünyası zaten yanılsamalar üzerinde yükseldiği için varlığını da yanılsamalarla devam ettirmeye çalışıyor. İnsanların önce kendilerini kötü hissetmeleri sağlanıyor, ardından buradan bir sektör oluşturuluyor. Sen başarısızsın, cahilsin, gelişmemişsin, eğitilmen lazım, şu konularda sertifikan olmalı, bunları elde edersen şöyle yükselirsin, herkesin gözbebeği olursun gibi kuruntularla aldatılan yığınlar ve bu yığınların “kişisel gelişimcilerin gelişmesine” aktardığı milyarlar.

Cahil, eğitimsiz, yeteneksiz, ehliyetsiz, yetersiz olduğunuzu kabul ediverin yeter! Nasıl olsa her köşe başında size neyi nasıl yapmanız gerektiğini söyleyecek uzmanlar var ve siz hayatınızı idame ettirebilmek için bu uzmanlardan destek almak zorundasınız.

Kendisi himmete muhtaç 25-30 yaşındaki dedelerden(!) bilgelik, yaşam tecrübeleri, öğütler, nasihatler, hayatın ve insanın derinliklerine dair engin tecrübeler dinlemelisiniz ki başarılı ve mutlu olabilesiniz. Aile kurumundan bihaber (ve bazen de bekar) aile koçlarına başvurmadan aile içi iletişim kuramazsınız. Eşinizle ve çocuklarınızla nasıl geçineceğinizi sizi ve ailenizi hiç de tanımayan bu uzmanlardan öğrenmelisiniz. Yaşam koçları olmadan yaşayamazsınız. Ne yiyeceğinizi, ne içeceğinizi, nasıl giyineceğinizi, ne şekilde davranacağınızı, nasıl mutlu olacağınızı mutlaka size birilerinin söylemesi lazım. Bu “üstün insanlar” olmasa zaten siz zavallı insancıklar başarı ve mutluluk yüzü göremezsiniz!

Bu sektörün gurularına inanıp, elinizde avucunuzda ne varsa kişisel gelişiminize yatırdınız. Tüm kitaplarını okudunuz, seminerlerini kaçırmadınız, elinizde onlarca sertifikanız var artık. Sonuçta ulaşılan ne?

Mutluluk mu?
Bilakis: hayal kırıklıkları, ümitsizlikler, aşırı yüklenme sonucu ortaya çıkan sağlık sorunları, büyük hedeflerin altında ezilmeler, beceriksizliğin kabullenilmesi ve içe kapanmalar.

Başarı mı?
Ne gezer! Alınan sertifikalara rağmen içi boş, derinliği olmayan, ne yapacağını bilemeyen, kişiliksiz, gelişememiş, tatmin olamayan bireyler. Başaracağına inandırılmış olmanın ama başaramamanın getireceği sıkıntılar da cabası.

Bir insan nasıl mutlu olur, ne zaman başarılı sayılır? Dinlerin ve kadim felsefelerin yüzyıllardan beri cevap vermeye çalıştığı ve insan hayatının tamamını kuşatan bir konuda üç-beş kitap okuyup, ezberlediği klişe cümlelerle show yapan şarlatanlar birkaç seminerle sizi mutlu ve başarılı kılabilir mi?

Bereketi, haramı helali, Allah rızasını, “hayırlısı ne ise o olsun” anlayışını, başarıyı Allah’tan bilmeyi, rızayı, tevekkülü görmezden gelen bir yaklaşımla kim, nereye gidebilir?

Tüm bunların yanında bu konuda belki de en çok düşünülmesi gereken nokta: klasiklerinin önsözleri daima “başarı Allah’tandır” ifadesiyle biten bir medeniyetin mensuplarının da maalesef yine “bunun da en iyisi bizde”, “yüzyıllar öncesinde bunlar zaten bizde vardı” mantığıyla hareket etme yanlışına düşmesi.

İçinde taşıdığı batıl itikatlar, yanlış felsefi telakkiler göz ardı edilerek kişisel gelişimi İslamîleştirme, yerlileştirme ve millîleştirme çabalarına dikkat edilmeli ve böylesi konularda “ince eleyip sık dokuyan” bir yaklaşım sergilenmelidir.

Daha ziyade olumsuz yönlerine işaret ederek bir tahlil denemesi yaptığımız kişisel gelişim alanıyla ilgili şöyle bir itiraz gelebilir: peki bu alanın hiç mi olumlu yönleri yok?
Kanaatimize göre zaten seyl-i huruşan halinde kapıp götüren bir sürecin zararlı boyutlarını nazara vermek, faydalı yönlerinden istifade edelim anlayışından önce gelir. Gerekli eleştirileri yapabilenler zaten istifade edilebilecek yönlerini de görüp değerlendirebilirler.

Veli Karataş / Zafer Dergisi

Radikal’deki Bir Avukatın Yazısına Cevap!

Fikir tarihinde bilgiyi tahrif etmek, büyük facialara ve dalaletlere neden olmuştur.

Büyük dinlerin ve filozofların fikirlerini yanlış yorumlama yüzünden dünya zaman zaman kan gölüne dönmüştür. Hegel’in fikirlerini yanlış yorumlayan komünistler ve nasyonal sosyalistler Avrupa’yı kan gölüne çevirmiş ve milyonlarla insanın felaketine neden olmuşlardır

Bugün Marks’ın fikirleri çok farklı yorumlanır ve bu farklılıklar büyük olumsuzluklara neden olur. Marks’ın kızı “Babanız işçiyi köleleştirdi “ denildiğinde

Benim babamın en nefret ettiği köleleştirmeydi, o onun suçu değil onun felsefesini yorumlayan ve uygulayanların suçudur” dedi.

OBJEKTİF VE SAĞLIKLI YORUM

Şimdi Bediüzzaman büyük bir âlim ve filozof, yorumcu, müfessir. Onun fikirleri de farklı şekillerde yorumlanabilir, herkes maksadına göre bilgiyi yorumlar keser biçer ortaya bir iyi metin veya kötü metin çıkarır. Ama o metinlerin objektif ve sağlıklı yorumları vardır.

Bediüzzaman İstanbul’a özellikle Kürtlerin kültürel hakları için gitmemiştir, böyle bir inhisarcı maksadı yok. O Medresetü’z- Zehra’nın açılmasını ve farklı milletlerin ikamet ettiği doğu ve güneydoğuda milletleri birbirine raptetmek için üç dilli bir eğitim öngörmüştür, münhasıran Kürtlerin hakları ve dilleri değil. Böyle yorumlamak ona bühtandır, bilgiyi kirletmektir.

MİLLETLERİN BİRBİRİNİ SEVMESİ

Bediüzzaman bu bahsin geçtiği eserinde üç dile ve üç millete eşit uzaklıkta durmakta, ama Kürtlerin kültürel ihmaline daha sancılı bir şekilde yaklaşmaktadır. Bütün mesele budur, çünkü Bediüzzaman’ın meselesi kültürel olmaktan çok dinidir, din-i mübinin bin yıldır ihmale uğrayan yorumunu yenilemektir. Onun fikirlerini herhangi bir milletin siyasi veya kültürel anlamda örgütlenmesi için kullanmak onu tahrif etmektir. Öyle edelim ki bu üç milleti birbirine sevecek ve birbirine zulmetmeyecek bir yorum düzeni içinde yorumlayalım.

Burada Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet fikrini zikredip Bediüzzaman’ın karşı çıktığı fikri onun tasvip edip bir başka siyasi örgütlenme için gerekli gördüğünü ima eden konuşmalar yanlıştır. Çünkü Bediüzzaman Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet fikrine karşı çıkmıştır. Bu fikrin Osmanlıyı daha erken dağılmasına neden olacağını beyan etmiştir. Böyle bilgileri birbirine karıştırıp kendi maksadınıza uygun bir kıvam ve yapı kazandırmak Bediüzzaman’ın ulvi mesleğine bühtandır, kizbdir.

BEDİÜZZAMAN’DA BİRLİK VE BERABERLİK

Bediüzzaman Türk siyasi tarihinde her zaman dine ve millete değil milletin birliğine göre davranmıştır. Irkçı partilere iltifat etmediği gibi münhasıran dini partilere de iltifat etmemiştir. Bediüzzaman’ın anonim perspektifini tek boyutlu göstermek onun büyüklüğünü anlamamaktır.

Bediüzzaman’ı bir millet ile sınırlamak, o milletin dışındaki insanları kırmaktır dökmektir, sanki Bediüzzaman sadece Kürtlerin malıdır, onun dışındaki insanları birliklerin dışına itmek bence asıl tehlike budur. Bediüzzaman’ın eserlerinde Kürtler ve Türkler için beyanlar çok mahduddur, onun asıl maksadı akaidî ve imanî meseleleri izah edip insanları dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır.

ELEŞTİRİDE ZAMANSALLIK

Eleştiride zamansallık diye bir yorum vardır, her fikir söylendiği dönemin şartlarına göre önce ele alınmalıdır, bu fikirlerin söylendiği dönemlerde Osmanlının yapısı ile bugünkü Türkiye’nin yapısı aynı değildir. Fikirleri yeni zamanlara naklederken daha itinalı davranmak gerektir. Üstelik “şeytana mı uydu demek” kelime grubu burası için uygun değildir.

Bediüzzaman’ın üçlü bakış açısını tek boyutlu hale getirip o boyutu da siyasi bir şekle çevirmek yanlıştır. Hem özellikle yanlıştır.

Prof. Dr. Himmet UÇ

www.NurNet.Org

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken peygamberlik mi iddia eder?

Said Nursî “Bana yazdırıldı” derken peygamberlik mi iddia eder?

Peşinen söylemem gerek. Aşağıda okuyacağınız, katılıp katılmamakta tereddüt edeceğiniz ifadelerin hiçbiri herhangi bir ilahiyatçı ya da tıpçıyı hedeflemiyor. Yazıda sadece “ilahiyatçılık” ya da “tıpçılık” tarif edilmeye çalışılıyor.

“İlahiyatçılık” ya da “tıpçılık” bir tavrın adıdır. Öyle ki, “ilahiyatçı” olmak için ilahiyatçı olmak gerekmediği gibi, tıp doktoru olmayanlardan da “tıpçı” olmak beklenebilir. İlahiyat ya da tıp eğitimi alan ya da veren muhterem insanları kınamak değil elbette maksadım, ancak ilahiyatçı ya da tıpçıları da etkileyebilecek bir savrulmaya dikkat çekmeye niyetliyim.

Şöyle ki: Tıpçılar nasıl insanın selameti için insanı kadavralaştırıyorsa, ilahiyatçılar da dini biçimsel kategorilere ayırırlar. Ben de bir tıpçı olarak gayet iyi biliyorum ki, kadavra üzerinde çalışırken de, yoğun bakımda ya da acil serviste bir insanın hayatını kurtarmaya çalışırken de insanla samimi olmak zorunda değildir hekim.

Cerrahlar insanın kendisine muhatap olmadan, muhatap olmak zorunda kalmadan, muhatap olmaya ihtiyaç duymadan, insanın gözünü, dizini, beynini opere edebilir. Bazen bu istenir bile. Hekimler insanın kendisiyle oyalanmadan ve tanışmadan “iş”lerini daha iyi yapabilirler.

Aynı şekilde ilahiyatçı da bir ayetin kelimelerini hece hece inceleyebilir, kelimelerin etimolojisine derinlemesine nüfuz edebilir, bir hadisin rivayet zinciri üzerinde uzun tezler yazabilir. Ancak bu sırada ayete ve hadise muhatap olmayabilir, muhatap olmamayı bir eksiklik saymayabilir, hatta muhatap olmamayı işinin gereği sayabilir. Çünkü ilahiyatçı da tıpçı da operasyon adamıdır, eylem uzmanıdır. Tıpkı taksiciler gibidirler. Taksici kimin nereye, niye gittiğiyle ilgilenmez, ilgilenmek zorunda değildir, ilgilenmemesi gerekir. Taksici operasyonunu yapar; şehrin hangi semtinde güzel yemek yeneceği, hangi sahilde daha keyifli gezileceği müşteriyi ilgilendirir. Taksicinin müşterisine verebileceği en iyi hizmet, sokakları, caddeleri, çıkmazları, meydanları avucunun içi gibi bilmektir.

Sözgelimi, bir hadisçi, bir hadisin nerede, kime, nasıl, hangi kanaldan, kaç versiyonla geldiğini, zayıf mı, sahih mi, mevzu mu ince ince bilir, söyler. Ancak bu sırada sözün neyi kastettiğini tatmak aklına gelmese de olur. Hadisçi hadisin tadını almadan doktora tezi bile yazabilir, yazdırabilir. İlahiyatçıya göre, mesela bir ayetle samimi ilişki kurmanın adı “tasavvufi bakış açısı”dır; sadece bir açı farkı olarak kaydetmek zorundadır bu içtenliği. Nefsin hallerini sayabilir, saymalıdır ama “emmare” olan nefsini “mutmainne” olarak yaşamak ilahiyat müfredatında yoktur; olması gerekmez, olmaması gerekebilir.

İlahiyatçı içtiği suyun tadına değil etiketine bakmakla yükümlüdür; suyun tadına aşina olma zorunluluğu yoktur. Hamidiye suyunun üzerine Çırçır suyu etiketi yapıştırırsanız, suyu Çırçır olarak tarif edecektir. Çırçır suyu etiketli bir suyun, Hamidiye suyu da olabileceği iddialarını “zayıf” ve “mevzu” olarak tanımlayacaktır.

İlahiyatçı, mesela Mevlana‘nın hadis kitaplarında yer bulmayan hadisleri çokça zikretmesine, hatta tüm davasını o hadislerin anlamı üzerine inşa etmesine mesafeli bakacaktır. Hadis sahih değilse, hadisçiye göre, hadise dair yorumlar da sahih olmaktan çıkacaktır. İlle de gönül adamı olacaksa, bunu ilahiyatçı kimliğinin dışında bir alana geçerek yapmak zorundadır. Oysa Mevlana da Geylani de, Gazali de Nursi de Peygamber sözlerinin tiryakisidir. Tiryakiler sözü tadından tanır; etiketinden değil. O söz teknik olarak sahih hadis sayılmasa da, bir sözün peygamberî tavır içinde karşılık bulacağı anlamlar arar, bulur.

Bu konuda “Sen olmasaydın, sen olmasaydın…” diye başlayan “Levlâke…” hadisi çarpıcı bir örnektir. İlahiyatçılığın sıkı disiplini bu söze hadis kaynaklarında net olarak yer verilmemesi üzerine sadece susar, “sahih” olmadığı notunu düşmekle yetinir. Fazlası disiplin dışına çıkmak demeye gelir. Sözün kendisiyle ancak laboratuvar şartlarında muhatap olmak zorundadır ilahiyatçı. Sözü yüreğine değdirmek, gönlünde bu sözün anlam alanına tekabül edecek bir hakikat aramak ilahiyatçı olarak işi değildir.

Şu halde ilahiyatçı tavrını hakkıyla benimsemiş bir ilahiyatçıdan Said Nursi’nin “bana yazdırıldı…” “kalbe ihtar edildi…” türünden, hakikatle samimiyet ilişkisini anlaması ve tartması beklenemez. Tartmaya kalkarsa, ancak teknik olarak tartar; en iyi ihtimalle “peygamberlik iddiası” kapsamında yorumlanabilmesine ses çıkarmaz, bir de şahsi hesabı varsa, “peygamberlik iddiası” kapsamına koyuverir.

Said Nursî, İmam Ali’nin[ra] eserlerinde Risale-i Nur’a dair işaretler olduğunu kaydeder; açıkça vurgular, talebelerine anlatır. Elbette ki bunu da Risale-i Nur‘a dokunulmaz “kutsal kitap” statüsü kazandırmak için değil, İmam’ın kerameti adına söyler. Kaldı ki Said Nursî, sırf Risaleleri okuyup yazmalarından ötürü insafsız mahkemelerce idam iddiasıyla yargılanan talebelerine moral destek sağlamak için bu işaretlerin altını çizer, ama ilahiyatçının bu zamandan o zamana bakışı son derece soğukkanlı olacaktır.

Said Nursî ve talebeleriyle empati kuracak insaf ve anlayışını esirgerse, kimse ilahiyatçıya bir şey diyemez, insaf meslek gereği değildir. İmam Ali’nin[ra], harf devrimleriyle ve yasaklarla kaynak çoraklığı yaşandığı bir dönemde, Kur’ân’la bizi doğrudan tanıştıran, bize Kur’ân’a dışarıdan baktırmaktan öte bize Kur’ân’la bakmayı öğreten bir esere manevi ilgisini görmemek meslek erbabı için kusur değildir. İlahiyatçı olarak haklıdır. Kalbinizi çok teknik bir operasyonla yeniden çalıştıran bir cerrahtan niye bir de tebessüm bekleyesiniz?

İnsanî nezaketi takınarak bakarsanız, “Bana yazdırıldı…” ve “Kalbe ihtar edildi…” gibi cümlelerin tekebbür için değil tevazu sonucu söylendiğini anlamakta zorlanmazsınız. Tıpkı “ben çok günahkârım…” diyen bir adamın, “ben”le başlayan cümlesini “o” diye başlayan cümleye dönüştürdüğünüzde gramatik bilgi hatası yapmadığınız halde, nezaket hatası yapmanız gibi.

Bir insan “Ben günahkârım” derken, kendi iç dünyasının gerçekliği üzerinden kendini bağlayan bir bildirimde bulunur. Onun kendi sübjektif algısında “günah” diye algıladığı sizin “günah” diye algıladığınızla eşleşmiyor olabilir. Onun “ben günahkârım” deyişi ile sizin “ben günahkârım” deyişi aynı nesnel gerçeği ifade etmez. O halde, bu cümleyi “o günahkârdır” diye tercüme edemezsiniz; çünkü onun günah diye kastettiğini ancak o bilir, o anlar. “Bana bildirildi…” cümlesi de ancak “ben” öznesiyle nakledilmelidir. Söz sahibinin iç gerçekliğiyle ilgilidir. Bu cümleyi “Said Nursi’ye bildirildi, yazdırıldı…” diye çevirirseniz, tartışılır bir nesnel gerçeklik olarak algılarsınız.

İlle de ilahiyatçılara anlatmak gerekirse, “Sen attığında, sen atmadın; velakin atan Allah’tır” mealindeki ayetin ekseninde söylenmiş olamaz mı bu cümle? Atma eylemini tercih eden insandır; ama eylemi yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, yazma eylemini de var eden, yaratan Allah’tır. Tercih eden Said Nursî’dir. İş bu kadar kolayca anlaşılabilecekken, işi yokuşa sürme, bin dereden su getirme niyeti pekâlâ başka türlü yorumların malzemesi de yapabilir bu cümleyi. Bu da, yorum sahibinin Said Nursî’nin ne söylediğiyle değil, Said Nursî’nin söylediğinden ne anla(t)mak istediğiyle ilgilidir.

Hem sonra “kalbe ihtar edildi…” sözüne kim hangi hakla karşı çıkar? Allah kulunun kalbinden bihaber midir? İnsaf, sadece insaf! “Kalbe ihtar edildi” demek kalbine ihtar edileni büyütmez, kalbe ihtar edenin keremini ve ilmini, rahmetini ve ihsanını hissettirir.

Said Nursî sözlerinden peygamberlik iması çıkarmaya kalkmak, ciddi bir yetersizliğin de ucunu gösterir. Aklınızdaki algılama çerçevesi yeterince geniş değilse, her türlü veriyi bu çerçeveye sığdırmaya çalışırsınız. Gerçekliğin kolu bacağı çerçevenizin dışında kalırsa, inkâr eder, yok sayar; biraz daha ileri gider saçmalıkla etiketleyebilirsiniz. Bu da bir gerçekliktir; kim ne diyebilir? Oysa veriler değildir saçma olan, veriyi algılayan aklın anlam alanında verilerin kendine yer edinememesidir.

Şöyle anlatayım: Eğer, bakırcılıkla meşgulseniz, her türlü değeri sadece bakırla ölçersiniz. Yediğiniz ekmeği de, giydiğiniz elbiseyi de… Altından bihaberseniz, altın’ı unutmuşsanız tek yapacağınız budur. Aynı şekilde, kafanızda sadece kibirlenme/büyüklenme çerçevesi yer etmişse, hele bir de gökten yere dokunuşların cümlesini “vahyin inişi” kapsamında algılayacak esneklikten yoksunsanız, “vahiy” deyince aklınıza sadece doktora tezlerinin başını süsleyen lügat tanımları geliyorsa, Said Nursî’nin bu cümlelerini tekebbüre, büyüklenmeye yormaktan başka seçeneğiniz kalmaz.

Kategorize düşünen bir aklın “bana yazdırıldı..”lardan anlayacağı tek şey “bana peygamber gibi vahiy indirildi” iması olacaktır. Bu şekilde inşa edilmiş bir aklın terazisinde başka türlü bir değer tartılmaz.

Şimdi “Bunlar da benim kalbime ihtar edildi; bana da bunlar yazdırıldı” deyiversem, “bana vahiy geldi” mi demek isterim?

Senai Demirci – RisaleHaber.com