Etiket arşivi: emin

‘İnanmak’ ‘İman etmek’ midir?

“İnanıyorum, öyle ise vardır, böyledir” deyip kestirip atmaya hakkımız yoktur. Yaratıcı kendi sıfatlarından emin olarak “bakınız, düşününüz, aklediniz, şuurunuzla sınayınız, kendi duygularınızla karşılaştırınız” gibi hitaplarla, insanı inancını teyide, yakîn ve emniyet düzeyine çıkarmaya davet ediyor.

İman; emanet, eman, emniyet ile aynı kökten gelen bir kelimedir. İnanmak ile ilintisi varsa da, kök olarak tamamen farklıdır. İman ve emniyet kelimelerinin ortak kökü olan ‘emn’ güvenir ve güvenilir bir hal üzere olmayı, içsel bir güven duygusunu ifade eder. ‘Emniyet’ karşılıklı güven duygusunu tanımlayan bir kavram iken, ‘iman’ içsel güven duygusunun derin bir bilme ile gerçeklenmiş halidir. Derinleşmiş bir bilginin ilgili konuda bilinmeyeni, görünmeyeni tarif edebilme gücü vardır. Zaten, görülen bir olguda inanç duygusuna da, ileri düşünceye de yer yoktur.

Düşünürlerin dünyalarına gittiğimiz zaman, meşgul oldukları konulardaki kanaatlerinin bilgi ve inanç denklemi üzere kurulduğunu görürüz. Örneğin Galileo dünyanın döndüğünü görmediği halde, dünyanın döndüğünden emin olan biridir. Çünkü bu noktadaki bilgisi Galileo’ye dünyanın döndüğünü neredeyse görüyormuşçasına bir yakınlık telkin etmiştir. Dünyanın döndüğüne dair Galileo’nin iç dünyasında oluşan inanç derinlemesine bilme halinden sonra gelmiş, ilgili konuda imanî bir tarza geçmiştir. Galileo için “Dünyanın döndüğüne inanıyordu” gibi bir tanım yetersiz kalacaktır. “Dünyanın döndüğünü görmüştü” demek ise, gerçeği ifade edemeyecektir. “Delilleri takip ederek dünyanın döndüğüne dair hissinde yakîne ulaşmıştı. Dünyanın döndüğüne, âdeta görürcesine bilir derecede inanıyordu, dünyanın döndüğünden emindi” demek ise gerçeğin ifadesi olacaktır.

Bu örnekten hareketle, şunu diyebiliriz: ‘Emn’ kökünden gelen ‘iman’, görünen âleme bakarak görülmeyen boyutlar hakkında çıkarımlarda bulunmak, bu çıkarımları delillendirmek anlamında kullanabileceğimiz bir kavramdır. Meydanda bir denge ya da bir olay var ise ve bu olay, bu denge görünen boyuttaki etkenlerle açıklanabilmekten uzak ise, şu an için göremediğimiz bir etkenin varlığına, onun varlığının zaruretine dair çıkarımda bulunmanın ismidir iman ediş. İman ise, bu düşünsel ve duygusal yolculuğun sonunda varılan noktanın tarifidir. Bu açılardan bakılınca ‘inanç ve düşünce’ eylemlerinin çakışmasıyla açığa çıkabilecek olan ‘iman’ın, beş duyunun tarifte yeterli olamadığı bir noktada geçerli olduğu görülecektir.

İman ile inanç arasında gerçek bir bağ olmakla birlikte, tanımlanabilir bir fark vardır. Bu nüansı açabilmek için görülebilir bir örnekten başlamak anlamayı kolaylaştırıcı olacaktır. İsmi duyulmuş birinin sadece varlığını bilen biri için, bir inanç durumu sözkonusudur. Onun hakkında malumat sahibi olan birinin ilgili şahısla bilgi bazında bir yakınlığı vardır. Onunla arkadaşlığı olan birinin durumu ise, ilerlemiş yakınlıktır ve bu yakınlık bilgi derecesindeki yakınlığa oranla, tanımaya ve tanımlamaya daha uygundur. Tüm bu ilişki boyutlarından sonra, sevginin ve feragatın da devreye girmesiyle, ileri derecede duygusal ve çoğu zaman dönüşsüz bir yakınlık gerçekleşir. Gerçeğe en uygun tanımlama veya tanıma, bu son mertebede husule gelir. Bu mertebedeki bir ilişki içerisinde, eğer ilgili kişiler çirkinliklerden uzak iseler, gerçek bir güven duygusu ilişkiyi bağlayacaktır.

Perdeli bir diyarda yaşayan varlıklar olarak bu görünen boyutun görünmeyen Yaratıcısı ile, kendi irademiz dahilinde doğrudan bir yakınlık kurabilmemiz mümkün değildir. Zaten böyle bir yakınlığın—içsel bir emniyet duygusu oluşmadıkça—pek bir faydası olamayacağını da, İblis’in durumundan çıkarsayabilmemiz mümkündür.

Diğer taraftan, bu görünen âlemi irdeleyerek, varlıkların ilişkilerinde etken olarak kendilerini gösteren sebeplerin dengeleri; bu dengeler içerisinde kendini gösteren ilim ve iradeyi; bu ilişkilerde açığa çıkan rahmeti, şefkati ve sevgiyi netice verip veremeyeceğine bakarak, görünmeyen ama varlığı zarurî olan, bilerek, görerek, işiterek, etki altında kalmadan hür bir iradeyle iş gören bir kudretin varlığını ispat etmek mümkündür.

Girdiğiniz bir ortamda mükemmel bir sofraya karşılık küçük bir çocuktan başka biriyle karşılaşmadıysanız, çocuğun yeteneklerinin görünen mükellef sofrayı netice vermesini mantık dışı buluyorsanız, gördüğünüz ortamın dışına doğru zihnî çıkarımlarda bulunmak zorundasınızdır. Sofranın ancak çocuğun varlığında hazırlanıyor olması veya çocuğun eliyle hazırlanıyor olması, sizi sofrayı hazırlayanın gerçekten o çocuk olduğuna inanma mecburiyetinde bırakamaz. Evrendeki olgulara dikkatlice bakınca da, etken gibi görünen sebeplerin olsa olsa birer uslu çocuk gibi olduğunu fark edersiniz.

Neticeler ise başlangıçlara oranla harikulâdedir. Bu harikulâdelik, bu mükemmellik sebeplerin ellerinde gelmiştir, doğru. Ancak mükemmel neticeleri aciz ve cahil sebeplerin ellerinde görmek, salim bir zihinde, bunları onların yaptığına dair bir delil teşkil etmez.

İslâm dininde kullanılan ıstılahî anlamıyla ‘iman,’ Yaratıcının hem varlığından hem güvenilirliğinden emin olmaktır. Yalnızca var olduğunu bilmek bizim gibi perdeli bir diyarda yaşayan varlıklar için imanın birinci mertebesi olan inançtır. İmanı tamamlayan unsur ise Yaratıcıya karşı insanın iç dünyasında, enfüsünde oluşan güven duygusudur. Böyle bir duygu ise ancak yakından tanıyarak O’nun Kendisini terk etmediğimiz sürece bizi terk etmeyeceğinden, zulmetmeyeceğinden, en ince meselelere vâkıf ve hâkim olduğundan, kudretinden, azametinden, rahmetinden.. emin olmakla mümkündür.

Özetle, iman, her hal ve şart altında Cenab-ı Haktan emin olmakla mümkün olacaktır. İslâm alimlerinden Ebu Hanîfe ve İmam Buharî, imanın inanç basamağına atfen, “İman artmaz ve eksilmez” demişlerdir. Doğrudur; Allah’ın varlığını bilmek, inanmak, artıp azalmayacak bir niteliğe sahiptir. İmanın birinci basamağı olan Allah’ın varlığını bilmek kalbde yerleşmemişse, diğer basamakların tasavvuru mümkün değildir. Ancak iman salt Allah’ın varlığını bilmek anlamında olmadığı için, diğer basamaklarda bir yükseliş elbette mümkündür.

İnsanın Zât-ı Akdes’e yakınlık ve ‘O’na güvenmek, itimat etmek, sırtını yaslayabilmek’ anlamlarındaki ‘emin olma’ mertebelerinde sürekli iniş ve çıkışları vardır. Allah’ın varlığından şüphe eden biri olmadığı halde İblis’i mü’min olarak tasavvur edemeyişimizin nedeni, İblis’in Rabbi’l-âlemîn’e güvenmeyişidir. İblis’e göre, âlemlerin Rabbi Âdem’in yaratılışı ve diğer varlıklara üstün tutuluşu işinde ciddi hatalar yapmıştır. Bu tanımlarla bakılınca, İblis Allah’ın varlığını bilmekte, ancak ona iman etmemektedir. Çünkü, O’ndan emin değildir.

Resul-i Ekrem (a.s.m.) bir hadisinde “İlimden ilk kaldırılacak olan şey huşudur. Sonra emanet kaldırılır…”1 diyerek, Allah ile kul arasında bir bağ, bir münasebet olan imanın insan kalbinde yansıması olan, ‘etkisi hissedilebilen derin sevgi ve saygı’ diye tanımlayabileceğimiz ‘huşu’ ile, insan-insan ilişkilerinde yansıyan şekli olan ‘emniyet’i ilim nevinden ifade etmiştir.

İlâhî hitap olan Kur’an ise, “Ancak, ilimde derinleşmiş olanlar anlar2 diyerek, gayba dair mesajı kavramakla ilim ehli olmayı buluşturmuştur.

İnsanın enfüsünde oluşan imanın sosyal hayata yansıyan şekli olan ‘emniyet,’ insan-insan ilişkilerinde güvenilir bir hal ve durumda olmayı gerektirir. Mü’min kendisinden, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir. Yaratıcısının kendisine ve kardeşleri konumundaki diğer insanlara vermiş olduğu en yüce değer olan kişiliğine zarar vermemek için zinadan, hırsızlıktan, kibirden, ahde vefasızlıktan, zulümden, özellikle yalan ve hile halinden kaçınır; yeri geldiğinde hakkını yine aynı nedenle arar. Emanete hıyanetin olduğu bir ortamda ilişkideki emniyet yerini şüpheye bırakmış demektir.

Böyle bir ortam, toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunda ciddi derecede—tarif ettiğimiz şekliyle—bir iman zaafına delalet eder. Bu zaaftan kurtulabilmek için geç kalınmadan bireylerin düşünsel açıdan beslenebilme, bilgilenebilme yollarının açılması gerektiğine işaret eder.

“İnanıyorum, öyle ise vardır, böyledir” deyip kestirip atmaya hakkımız yoktur. Yaratıcı kendi sıfatlarından emin olarak “bakınız, düşününüz, aklediniz, şuurunuzla sınayınız, kendi duygularınızla karşılaştırınız” gibi hitaplarla, insanı inancını teyide, yakîn ve emniyet düzeyine çıkarmaya davet etmektedir. Teknolojinin fuarlarına, ‘show-room’larına, sanatçıların sergilerine, konserlerine, işinde ehil insanların söyleşilerine büyük bir merakla akın akın giden, siyasal tartışmaları ve söylemleri büyük bir ilgiyle takip eden, dizilerin sonunu, maçların sonucunu merakla bekleyen insanların kâinattaki ihtişamlı gösterilere, derin anlatımlara, sanatlı sergilere, anlamlı söyleşilere ilgisizliğinin mazeret kabul eder bir tarafı yoktur. Ya herşeye ilgimizi keseceğiz, ya da herşeyle gerçekten ilgileneceğiz. Yoksa, bu çelişik durum, dayanağa en muhtaç olduğu bir zamanda korkarız ki insanı dayanaksız ve mazeretsiz bırakacaktır. O halde, ‘inanmak’la kalmayıp, ‘iman edelim.’ İman edelim ki, emin olalım Rabbimizden…

( 1. Sünen-i Tirmizî, İlim, 5.  2. bkz. Kur’ân, 29:43.)

Salih Özaytürk

Zafer Dergisi

Resulullah’ın (a.s.m) Sureti

O’NU ANLAT

Ünlü komutan Hâlid bin Velid (R.A.) ordusuyla bir sefere çıkmıştı. Uzun süren yolculuğun ardından bir aşiretin yakınında konakladılar. Aşîret reisi, Halid bin Velid’i (R.A.) ziyarete geldi. O Kâinatın Efendisi’ni (S.A.S.) yakından tanımak istiyordu:

– Efendim bize Hazreti Muhammed’i anlatır mısın?
– O’nun güzelliklerini anlatmaya gücüm yetmez!
– Bildiğin kadarıyla anlat.
– Gönderilen, Gönderen’in kıymetince olur.
(Gönderen âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ (C.C.) olunca, gönderilen Elçisi’nin kıymetini var sen hesap et!)

Münâvi, V, 92/6478; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, İstanbul 1984, s. 417

O’NUN GİBİ

Ebu Kursâfe (R.A) saadet çağında yaşayan bir çocuktu. Annesi ve teyzesi ile birlikte Resulullah’ı (S.A.S.) ziyarete gittiler. Bir süre oturduktan sonra izin istediler. Eve doğru yola koyuldular. Peygamberimiz (S.A.S.) ile görüşmenin sevinci içindeydiler. Bu sırada annesi, teyzesine şunları söylüyordu:

– Ben O’nun kadar güzel, O’nun gibi temiz, O’nun kadar tatlı sohbet eden birisini görmedim… Konuşurken mübarek ağzından sanki nûr çıkıyordu…

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, 1/119-120

GÜZELLER GÜZELİ

O’nun sevdalılarından El-Bera (R.A) dedi ki:
– Ben, Resûlullah’tan daha güzel hiçbir şey görmedim. O ay gibi parlardı.

Cabir Efendimiz’in (R.A) güzelliğini:
– Peygamber Efendimizi kırmızı bir elbise giymiş olarak gördüm. Bir ona bir de gökteki aya baktım. O, benim gözlerimde aydan daha güzeldi, sözleriyle anlattı.

Ümmü Ma’bed’in (R.A) tarifi ise şöyleydi:
– Uzaktan, insanların en tatlısı ve en güzeli, yakından da en açığı ve en güzeliydi.

Hanımı Hazreti Aişe (R.A) ise:
– Resûlullah insanların en güzel yüzlüsü ve rengi en parlak olanıydı. dedi.

Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, I/200; Buharî, Kitabü’l-Menakıb, bab: 23; İmam Ahmed, Müsned, IV/281, V/102,Tirmizî, Sünen, Kitâbü’l-edeb, nr: 2811; Beyhakî, age, 1/196, Ebu Nuaym, Delailü’n-Nübüvve, 283-287

İSİMLERİ

Peygamber Efendimiz (S.A.S.) buyurdu:

– Benim bir takım isimlerim vardır: Bir ismim “Muhammed“dir. Bir ismim de “Ahmed“dir. İsmimin biri de “Mâhî”dir ki, Allah benim vasıtamla küfrü mahveder. Diğer bir ismim de “Hâşir“dir. Yani kıyamet gününde ben herkesten önce dirileceğim diğer insanlar ise benden sonra dirilecektir. İsimlerimden birisi de “Âkıb“dır. Âkıb, artık kendisinden sonra bir daha peygamber gelmeyecek kimse demektir.

Peygamberimizin (S.A.S.) yirmi üç adı vardır. Bunlar: Muhammed, Ahmed, Mâhî, Haşir, Âkıb, Mukaffî, Nebiyyu’r-rahme, Nebiyyu’ t-tevbe, Nebiyyü’l-melâhim, Şâhid, Mübeşşir, Bedr, Dahûk, Kattal, Mütevekkil, Fâtih, Emîn, Hâtem, Mustafa, Rasûl, Nebî, Ummî, Kusem‘dir.

Mukaffî ve Âkıb: Peygamberlerin sonuncusu demektir.
Melâhim: Savaşlar manasına gelir.
Dahûk: Onun Tevrat’taki adıdır. Güzel latife yaptığı için böyle denilmiştir.
Kusem: Vermek manasına gelir. O insanların en cömerdiydi.

Tirmizî, Şemail, 50.bab, 1. hadis, Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve (1/160)

MÜBAREK VÜCÛDU

Hazreti Hasan (R.A) küçükken, Gönüllerin Sultanı Efendimiz (S.A.S.) vefat etmişti. Yıllar geçtikçe O’nu (S.A.S.) daha çok özleyen Hasan (R.A), dayısı Hind’e (R.A) dedesini (S.A.S.) anlatmasını istedi. O’da (R.A.) söze şöyle başlamıştı:
– Resûlullah’ın bütün vücudu düzgündü. Ne şişman ne de zayıftı…

İbnü’l-Cevzi, Ashâbın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, 344

RESULULLAH’IN MÜBAREK BAŞI

Hazreti Ali’ye (R.A.) soruldu:
– Peygamberimizin başı nasıldı?
– O’nun başı büyüktü. dedi.

– O’nun alnı nasıldı? diye Hazreti Hind’e (R.A.) sorulunca:
– Resûlullah geniş alınlıydı, dedi.

Beyhakî, age, 1/216, Tirmizî, Şemail, 6

MÜBAREK YÜZÜ

Hind, (R.A) Efendimiz’in (S.A.S.) yüzünü şöyle tarif etti:
– Her türlü büyüklük Resûlullah’ta toplanmıştı. O’nun yüzü, ayın ondördü gibi parlardı. Yanakları da düz idi.

Hazreti Ali (R.A) ise:
– Resûlullah’ın yüzü yuvarlakçaydı. dedi.

Ümmü Ma’bed (R.A) O’nun (S.A.S.) hakkında:
– Güzelliği aşikâr ve parlak yüzlü bir zat idi. demiştir.

Beyhakî, age, I/214,125, Ibn Kesir, age, VI/20,21, İbn Sa’d, Tabakat, I/230; Tirmizî, Kıyâmet/42

EFENDİMİZ’İN BURUN ŞEKLİ

Hind bin Ebî Hâle (R.A) O’nun (S.A.S.) burnunu şöyle tarif etti:
– Resûlullah Efendimizin burun kemiğinin ortasında bir kavis.vardı. Burnunda, ona güzellik veren bir parlaklık vardı. Dikkat etmeyen kimse onun burun kemiğinin uzun olduğunu zannederdi.

Zebidi, Ithafü’s-Sadeti’l-Müttakîn, Beyhakî, age, I/286

AĞZI VE DİŞLERİ

Hazreti Cumey (R.A), Hind (R.A), Ebu Hureyre (R.A) ve İbni Abbas (R.A) Efendimizin (S.A.S.) mübarek ağzını şöyle tarif ettiler:
– Resulûllah güzel ve geniş ağızlıydı. Dişleri aralıklıydı. Gülümsediğinde dişleri dolu taneleri ve nur gibi görünürdü.

İbnü’l-Cevzi, age, 337; İbn Kesir, age, VI/37; Beyhakî, age, I/288; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII/279

SAÇLARI VE SAKALI

Enes İbn Malik (R.A..):
– Resulullah’ın saçı, orta bir saçtı. Ne kıvırcık ne de düz idi, dedi.

Hind bin Hâle (R.A..) ise şöyle anlattı:
– Saçı, kendiliğinden ikiye ayrılır, yanlarına dökülürse, onları birleştirmezdi. Birleştikleri zaman ise onları ayırmazdı, oldukları gibi bırakırdı. Saçını uzattığında, kulaklarının memesini geçerdi.

Hazreti Ali (R.A..) şunu söyledi:
– Resûlullah’ın sakalı sıktı.

El-Berâ’nın (R.A.) tarifi:
Resûlullah’ın omuzlarına dökülen saçları vardı, şeklindeydi.

Buhârî, Kitabu’l-menâkıb, 23; Beyhakî, age, I/214,125,1/216, Nesâî, VII/183

KAŞI, GÖZLERİ VE KİRPİKLERİ

Hazreti Hind (R.A.) şöyle dedi:
– Kaşları uzun, uçları ince ve araları çok yakındı. Kirpikleri ise uzundu. Göz bebeklerinin siyahı çok siyahtı.

Cabir Hazretleri (R.A.) de:
– Resûlullah’a baktığım zaman iki gözü sürmeli derdim. Oysa gözlerine sürme çekmiş değildi, dedi.

Beyhakî, age, I/214,125, İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VI/33, İmam Ahmed. Müsned, V/97,105, Suyuti, age, 1/117-118

MÜBAREK ELLERİ

Bir gün Avn’nın Babası (R.A.) Efendimiz’i (S.A.S.) ziyarete gitti. Onu selamladıktan sonra mübarek elini tuttu ve yüzüne sürdü… Efendiler Efendisi’nin (S.A.S.) eli, kardan daha soğuk, miskten daha hoş kokulu idi.

Enes b. Malik (R.A.) de şöyle dedi:
– O ‘nun avucunun yumuşaklığı ne atlasta ne de ipekte bulunur.

Hz. Ali (R.A.)
– Resûlullah’ın elleri iriydi, dedi.

Hind (R.A.) de:
– Avuçlarının içi geniş idi, dedi.

İbnü’l-Cevzi, age, 342; İmam Ahmed, Müsned, 111/107; Beyhakî, age, I/216; I/214

MÜBAREK OMUZLARI

El-Bera İbn Azib (R.A.) Efendiler Efendisi’nin (S.A.S.) mübârek omuzlarını şöyle tarif etti:
– Resûlullah Efendimiz’in omuzları genişti.

Buharî, Kitâbü’l-Menâkıb, 23

MÜBAREK AYAKLARI

Hazreti Resûlullah’a (S.A.S.) peygamberlik görevi verilmeden önceydi. Kureyşliler bir kâhine:
– Söyle bakalım! İbrahim makamındaki ayak izine içimizde en çok kimin ayağı benziyor?” dediler.

Kâhin:
– Şu yere bir yaygı serin, sonra sırayla hepiniz üzerinde yürüyün. Ben de sizlerin ayak izine bakarak cevap vereyim” dedi.
Onlar yere yaygı serip üzerinde yürüdüler. Kâhin sıra Peygamberimizin (S.A.S.) ayak izine gelince:
– İşte! İçinizde İbrahim’e en çok benzeyeniniz budur” dedi.

Hazreti Hasan’ın dayısı Hind (R.A.) Efendimiz’in (S.A.S.) ayaklarını bize şöyle tarif etti:
Resûlullah’ın ayaklarının altı düz değil, çukurdu. Ayakları hafif etliydi. Ayaklarının üzerine su döküldüğü zaman etrafa yayılırdı.

Suyuti, age, 1/131; Beyhakî, age, I/214, 125

GÜL RENGİ

Enes İbn Malik (R.A.):
– Resûlullah insanların en güzel renklisiydi, derken,

Ebu Hureyre (R.A.) şöyle söyledi:
– Resûlullah beyazdı. Sanki gümüştendi.

Hazreti Ali (R.A.) de:
– Resûlullah’ın rengi, kırmızı gül rengine yakın beyazdı dedi.

İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, VI/23. Tirmizî, Şemail, 12;Beyhakî, age, 1/212, 218

BOYU

Hind (R.A.) der ki:
Resûlullah normalden daha uzun, çok uzun olandan kısaydı, yani uzuna yakın orta boyluydu.

Hazreti Âişe (R.A.) O’nun (S.A.S.) boyundaki mucizeyi şöyle anlattı:
– Yanına uzun boylu biri gelse, kendisi ondan daha uzun görünürdü, iki uzun boylu kimseyle birlikte yürüdüğünde ise onlardan daha uzun görünürdü. Onlardan ayrılınca, kendisi normal boyuna döner, o iki kişi de uzun boylu hallerine dönerdi.

Zebîdî, age, VII/145, Tarihu İbn Asakir, I/333

NEFİS KOKUSU

Peygamberimiz’in hizmetkârı Enes (R.A.) der ki:
– Resulullah’ın yanında on yıl kaldım. Bütün kokuları kokladım. O’nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım. O’nun vücûdu misk ve amberden daha güzel kokardı. Peygamberimiz’in rengi gül rengi gibiydi. Atlas ve ipek O’nun vücudundan daha yumuşak değildi.

Müslim.Kilabu l-Fedâil, 8. Buhârî, Menâkıb/23, Müslim, Fezâil, 82

PEYGAMBERLİK MÜHRÜ

Selman Fârisî’nin (R.A.) Resûlullah’ı (S.A.S.) müslüman olmadan önceki üçüncü ziyaretiydi. Efendimiz (S.A.S.) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. Selman (R.A.) bu kez daha önce bir rahibin söylediği peygamberlik mührünü görmeyi istiyordu. Selam verdikten ve belki görürüm diye, Efendimiz’in (S.A.S.) etrafında dolaşmaya başladı. Peygamberimiz (S.A.S.) Selman’ın (R.A.) ne istediğini anladı. Elbisesini omuzundan biraz sarkıtıp:
– Sana söylenen mührü görmek istersen bak, dedi.

Selman (R.A.) şaşırmıştı… Kendisine, bir rahibin ne anlattığını Efendimiz (S.A.S.) bilmekteydi. Evet bu bir mucizeydi. Dikkatle Resûlullah’ın (S.A.S.) mübârek sırtına baktı. İki omuzu arasındaki mührü gördü. Üzerindeki şekil, “Muhammedün Resûlullah” yazısına çok benziyordu.
Sonunda Selman (R.A.) aradığını bulmuştu. Sevinç gözyaşlarıyla dudaklarından şu cümleler döküldü:
– Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.

Ahmed b. Hanbel, V, 442-443

Kaynak: hazretieyupsultan.com