Etiket arşivi: Esra Özel

İNSANIN ACİB HALETİ

İNSANIN ACİB HALETİ

 

Nur-u imanın yatağı olan kalb,

Ubudiyetin bütün envaına fihriste olan namaz ile teneffüs eden ruh, 

Nur-u imana dönüşen ilmin durağı akıl, 

Ve dahi tadat edilemeyecek istidâdat ve letaifle mücehhez, 

Ve… Her türlü hatiat ve measiye meyleden ve meylettiren nefis’ten mezcolan insan; 

 

En edna gıdaya muhtaç ve en az tagaddiye kanaat eden mide cihazatına gaye-i inhisar ederek taahhüt altına alınan rızkın peşinde koşması, kişinin kendi ile istihza ve istihfafından başka bir şey değil midir…? 

 

Asırlarca gıdanın noksan olduğu vakitte telaş etmeyen; bilakis her an ve zaman şükür fabrikası olan atalarımızı fikretmeksizin;

Gıdanın bu denli bereket ve tefennünü vaktinde böylesine acib ve garib bir tarzda  mide cihazatına hasr-ı nazar ve taharrî; hayatı veren ve idame ettirene itimadsızlığın ve tevekkülsüzlüğün göstergesi değil mi? 

 

Kalbi işlettirmek, ruhu nurla zinetlemek ve fikri söylettirmekle sûkun bulan nefis ile bunca denli adi ve basit bir kuvvenin peşinde hebaen peşisıra koşturmak sair cihazat ve letaife ve her an zikr-i ilahi ile muvazzaf zerrelerden mürekkeb cism-i cemaatimize aşikar bir zülum değil mi? 

 

Avuç içi kadar bir gıda ile tegaddisi son bulan midenin sonu bucağı gelmez iştihası nereden geliyor acaba? 

 

Sair cihazatı vazifesinde elyak ve elhak koşturmamak ile iltibas mı ediliyor ki uhdemize verilen 24 saatin büyük bir kısmını bu cihazata sarf ediyor ve israfın her çeşidine zemin ihzar ediyoruz! 

 

Ömür sermayesinin taalluk ettiği lüzumlu vazifeler çokken namazı dahi hızlı hızlı kılıp taamlara taparcasına koşmak kimin ihtiyacı? Midenin mi? Cesedin mi? Ruhun mu? 

 

Ruhen terakki etmeyenin tenevvü-ü et’imeye itibar etmesi, kalb ve ruhun vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntının mideyi tamamlarla doldurmak suretiyle tembellik zindanına hapsetmenin ceremesini hangi cihazatımız ve letaifimiz ödeyecek? 

 

Masiyetle karanlıklarda kalmış, feryadı duyulmayacak kadar gafletle kalınlaşmış vicdanın sesini duyuracak vezaifle meşguliyet mah-i gûfran’a mı münhasır kalacak? 

 

Tenevvü-ü et’imeye doyulmuyor anladık da, 

Yeterince doymadık mı gaflete… 

 

Ruha Ab-ı hayat olan namaza ihtiyacımızı,

Ruha süs ve sürme olan şefkatimizi, veren el olmak suretiyle ne zaman aşikar kılacağız? 

 

Nur-u imana muhtaç kalbimizi karanlıktan ve zülumattan tahliye vakti gelmedi mi? 

 

Tenevvüü et’imeye def’i cû’ edememek midenin açlığından mı yoksa ruhun açlığından mı ileri geliyor? 

 

Kalb ve ruhun feryadını kuvve-i zâika ile gidermeye çalışmak kâr-ı âkıl mıdır? 

Keder ve hüznün ilacı, ubudiyet ve taat ile sekinete ererken, taam taam üstüne yemekle tabaka-i hayvaniyette kalmak ve hatta kalamamakla hayvaniyetten daha aşağı mertebeye düşmek sana ezâ vermiyor mu? 

Allahı tanımamanın ve ahireti düşünmemenin acı ve sancısını hangi lokma ile dindirebilirsin.! 

 

Tagaddi ile teselli denî bir ahvaldir ki; Allah’ı anmakla mutmain kalbe, ubudiyet ile mütellezziz, namaz ile müteneffis ruha sıklet ve en büyük bir tedennî değil de nedir… !

 

Dünyaya bir defa geldik de, ahirete de bir defa gitmeyecek miyiz? 

 

Peki bu kadar niâm-ı ilahiyenin tefennünü ne için yaratıldı? yemek için değil mi? Allah’ın mülkündeki bunca nimeti gasıbane yutmak ve nefsi lezzetlendirmekle keyiflendirmeye mi münhasır..? 

 

Heyhat! 

Esma-i ilahiyenin her mertebesine en a’zam derecede tecelli ve nakış olan bu denli nimetlerin hilkatini mideye indirmek gibi basit bir derekeye indiremezsin…

 Akıl ve kalb sofrasında mütalaa edilen her bir nimet bismillah mührüyle ebede fakslanır, en son vazife, israf olunmaması için mide sofrasından insaniyet mertebesi ile müşerref bulan nimetin Cenab-ı Hakkın yolunda havl ve kuvvete inkılab etmesi ve nimet; nimetiyle ruh ve cesedinde hizmet etmesi ne büyük bir kıymet, ne ulvi bir rahmettir… 

 

Her cihazatın kendine göre midesi var, Akıl taam olarak senden ilim talep eder,

 kalb feyiz ister, ilmi imana dönüştürür de füyûzat elde eder, 

ruh ise nura talib…. 

Sır ise; şuur ve huzura müştak… 

Ve dahi her letaif kendi midesinin tagaddisini şiddetle talep eder… 

 

Kalbin “ebed ebed” haykırışlarını kainattaki niam-ı ilâhiyeyi tümüyle  yutsan da tok olmaz ve işba edilmez olduğunu kendini her mütalaa edişinde görecek ve idrak edeceksin.

 

Buradaki tatmaklar ahiretin vücuduna delil ve bürhan iken, in’amat içinde ahirete iman hakikatine intikal ettiren cihazatı çalıştırmaksızın, mahşer ve mahkemenin, ölümün ve kabrin, cennet ve cehennemin inkarına nereden cesaret buluyorsun? 

 

Enzarını kaldır da bak muhtelif tabakat-ı cihazat-ı midelere …. 

Cennete müştak isen; akıl kalb ve ruhun çalışırsın daire-i midesine… 

İşte o vakit doymak bilmeyen midenin şahidi olursun iştiha-i kazibesine… 

Sana verdiği zilleti inkılab ettirirsin izzete… 

 

Bedene afiyet, hissiyata inşirah, kalbe itminan, ruha işba, sırra teneffüs eğer ister isen; 

İşte rehberi;

Bediüzzaman Said-i Nursî; RAMAZAN-İKTİSAD-ŞÜKÜR RİSALELERİ 

MEKTUBAT – sh: 398

LEMALAR – sh: 139

MEKTUBAT – sh: 364 

 

ESRA ÖZEL 

 

www.NurNet.org

KAİNAT SENSİN {10}

KAİNAT SENSİN {10}

 

17 şifreli hakikat-ı insanîye haritasının 17. Şifresi;

 

17.İSTİDADAT-I GAYR-I MAHSURAT

“İnsan, şu dünyaya bir misafir olarak gönderilmiş. Ve insana mühim istidadat ve o istidadata göre mühim vezaif tevdi edilmiş. 

Evet insan, çendan nefsinde ve suretinde hiçtir ve hiç hükmündedir. Fakat vazife ve mertebe noktasında, şu kâinat-ı muhteşemenin seyircisi ve şu mevcudatın lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin mütalaacısı ve şu müsebbih ve âbid mahlukatın nâzırı ve ustabaşısı hükmündedir.” [132]

 

“Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidatlar var. Bu istidatların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş’et eden hadde gelmeyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat var.” [133]

 

“Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdut istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.” [134]

 

“Bu dar dünya, beşerin cevherinde mündemiç olan istidadat-ı gayr-ı mahdude ve ebed için mahluk olan müyulat ve arzularının sünbüllenmesine müsaid değildir. Beslemek ve terbiye için başka âleme gönderilecektir. İnsanın cevheri büyüktür, mahiyeti âliyedir, cinayeti dahi azîmdir. İntizamı da mühimdir, sair kâinata benzemez; intizamsız olamaz. Evet ebede namzed olan büyüktür; mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi ağuş-u nazendaranesini açıp bekliyorlar.” [135]

 

“İnsan ebede namzeddir ve saadet-i ebediye için halk olunmuştur. Tâ gayr-ı mütenahî bir zamanda, gayr-ı mahdud ve geniş bir âlemde, gayr-ı mahsur olan istidadatını bilfiile çıkarabilsin.” [136]

 

“Mahiyet-i insaniyedeki istidadda dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidadatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa, melaikeler gibi insanların da makamı sabit kalırdı.” [137]

 

“Şu bürhan-ı enfüsî olan vicdana müracaat et.Göreceksin ki, kalb bedenin aktarına, neşr-i hayat ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni’dir ki,

istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder. 

Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve 

bast ve temdid eder.” [138]

 

“İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli kemalâtın nümunelerini gösteren ferd, en sevimlidir.” [139]

 

“Şu hulle-i vücûdu bize giydirerek ve şu sermaye-ı saadet olan istidadatı veren, cemî’-i evsaf-ı kemâliye ile muttasıf ve Vâcib-ül vücûd olan Hâkim-i Ezel’dir.” [140]

*****************

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا  اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ بِلِسَانِ الْحَق۪يقَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ بِكَلِمَاتِ حَيَاتِهَا وَ حِسِّيَّاتِهَا وَ سَجِيَّاتِهَا وَ مِقْيَاسِيَّتِهَا وَ مِرْاٰتِيَّتِهَا وَ بِكَلِمَاتِ صِفَاتِهَا وَ اَخْلَاقِهَا وَ خِلَافَتِهَا وَ فِهْرِسْتِيَّتِهَا وَ اَنَانِيَّتِهَا وَ بِكَلِمَاتِ مَخْلُوقِيَّتِهَا الْجَامِعَةِ وَ عُبُودِيَّتِهَا الْمُتَنَوِّعَةِ وَ اِحْتِيَاجَاتِهَا الْكَث۪يرَةِ وَ فَقْرِهَا وَ عَجْزِهَا وَ نَقْصِهَا الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ وَ اِسْتِعْدَادَاتِهَا الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ 

(Hülasat-ül Hülasanın 17.Mertebesi olan 17 şifreli hakikat-ı insaniye lisanıyle şehadet)

 

İşte bu tadat edilen her bir şifrenin açılımıyla imanımız kuvvet bulup tahkikleşecek, kökleşecek, gayr-ı mahdud duygularımız adedince ellerimiz;

Ve o eller ile hem dar-ı dünyada, hem dar-ı ahiretteki mat’umat sofrası genişleyecek, menbaından akıp gelen feyizden hisseyab olacağız.

Çünkü tadat ettiğimiz her bir şifrenin inkişafı ile afakta ve kesrette tatmadığımızı, enfüste ve vahdette tadacağız…

 

Afakta;

“fikir yoluyla sıfât ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür.” [141]

 

Fakat enfüste;

“Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o câmi’ mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki âyinesinde, hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır.” [142]

 

Çünkü enfüste bizzat hissedersin, zevkedersin, farkedersin, yaşarsın, tadarsın, lezzet alırsın, yanarsın, elem çekersin, telezzüz, tekeyyüf ve teneffüs edersin, bizâtihî ruhunda, kalbinde, nefsinde ve sair cihazatında müşahede edersin…

Kalıbın ile kesret tabakatında da dolaşsan, kalbin ile umman-ı vahdette olup her daim kendini mütalaa ile sigaya çekersin…

İşte bu şifreler  ruhunda inbisat, kalbinde inkişafa medar oldukça siretin güzelleşir, nezihleşir, letafet kesbeder, tenevvür edersin.

“اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ “

sırrındaki murad tahakkuk eder…

 

Enfüste her an ve zaman vaki olan bu 17 cihette terakki ve teâli ettikçe vahdet daireleri ehadiyette temerküz edip bir Rabb’i Vahid’e hadim olmaklığın şeref ve liyakatına yükseliyorsun.

Aksi halde enfüsün cevelân sahası olan bu 17 cihette derinleşmedikçe erbab tevehhüm edilen esbab ile yaralanıyor, hadisat ve vukuat sahnelerinde manevî cerihalara ve mukavemetsûz rahnelere maruz kalıyorsun.

 

Amma insan; kendini mütalaa ettikçe mevzubahis edilen bu 17 şifrenin açılımı ile imanın şeksiz ve şüphesiz mertebesine ulaşır, iman-ı tahkikide yakîn hasıl eder…

Sırr-ı akrebiyete vüsul ile veraset-i nübüvvete bakan velayet yolunda çok perdelerden geçip meratib kat’eder. 

“Bir saat tefekkür, bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır” hükmünü ifa ve icra eder.

Dercâna mütefekkirâne teveccüh ettikçe kuvvet-i iman nisbetinde vicdanî firdevslerin kapıları açılır…

Akılda işarât, idrakta tuluât, kalbte sunûhat, letaifte ilhamat, ruhta inbisat, ef’alde nakş-ı enva’ı ibadât inkişafa başlar.  Nur-u iman sayesinde maziye hulûl, istikbale nüfuz hakikatı zuhur eder. İşte o zaman da zuhurata tebaiyet mukadderatın olur.

Bütün zerratın “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” der, rahat eder. 

 

İşte bütün mesele kendini okumakta, kendine okumakta…

Sır cevherinde saklı, 

Çünkü KÂİNAT SENSİN ..!

 

Cenab-ı Hâk her bir şifrenin hakkıyla inkişafına ve inkişafından meydana gelen intibah-ı ruhîye ve kalbîye medar hakikata eriştirsin. En büyük şeref olan abd ünvanına liyakat ihsan etsin. Enfüsî alemimizde hakikatın ziyasıyla yol almayı, aydınlanmayı ve nurlanmayı nasib etsin. Amin Allahümme Amin.

 

                                                                    ESRA ÖZEL 

 

KAYNAKÇA;

Risale-i Nur Külliyatından…

[132] Nur’un İlk Kapısı – 62

[133] İşârât-ül İ’caz – 55

[134] Sözler – 521

[135] Muhâkemat – 41

[136] Muhâkemat – 137

[137] İman Hakikatleri – 42

[138] Mesnevî Nuriye – 255

[139] Sözler – 572

[140] Âsâr-ı Bediiye – 289

[141] Emirdağ Lâhikası 1 – 145

[142] Emirdağ Lâhikası 1 – 146

 

KAİNAT SENSİN {9}

KAİNAT SENSİN {9}

 

17 şifreli hakikat-ı insanîye haritasının 15 ve 16.  Şifresi;

 

15.ACZ

“Sol tarafıma bakıyorum görüyorum ki: Nihayetsiz bir acz ve o hadsiz aczden neş’et eden derin bir yaram var ki; o mutlak aczimle, kalb ve ruhumun ve aklımın cihetinden hadsiz darbeler bana vurulabilir. Şu elem ise, lezzet-i hayat-ı dünyeviyeyi cidden izale eder. Eğer teslimiyetle Kur’an-ı Kerim’in dersini dinlesem, o aczim, bir tezkereye döner. Beni sırr-ı tevekkül ile, öyle bir Kadîr-i Mutlak’a istinada davet eder. Ve öyle bir nokta-i istinadı buldurur ki; o noktada bütün a’dadan emn ü emanı temin eder. Evet emr-i kün feyekûn’e mâlik ve bütün eşya ona müsahhar ve hâdim olan bir Sultan-ı Cihan’a acz tezkeresiyle istinad eden adam, ne gibi şeyden perva eder. Yoksa müdhiş aczimle, merhametsiz ve hadsiz düşmanlar içinde pek çok ızdırab çekmeğe mecbur kalacağım.” [115]

 

“Evet emr-i 

كُنْ فَيَكُونُ e mâlik bir Sultan-ı Cihan’a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira en müdhiş bir musibet karşısında  

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 

deyip itminan-ı kalb ile Rabb-ı Rahîm’ine itimad eder. Evet ârif-i billah, aczden, mehafetullahtan telezzüz eder. Evet havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: ‘En leziz ve en tatlı haletin nedir?’ Belki diyecek: ‘Aczimi, za’fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.’ Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aciz ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.” [116]

 

“İnsanın vazife-i asliyesi: Aczini ve fakrını ve kusurunu derkederek ubudiyetle ilân etmek ve hacatının celbi için dua etmek ve mevcudatın tesbihatını görüp müşahede ederek şehadet etmek ve nimetleri görüp tefekkür içinde şükretmek ve ibret içinde bakmaktır. En edna aklı olan anlar ki; şu cihazat, şu hayat-ı fâniyenin idamesi için verilmemiştir. Belki bir hayat-ı bâkiyenin sermayesidir.” [117]

 

“Hem insanı bütün hayvanatın madûnuna düşüren hadsiz za’f-u aczi, fakr-u ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı, o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile niyaz ile nazenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halife-i zemin olur. Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner.” [118]

 

“Acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni’-i Âlem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..” [119]

 

“Risale-i Nur, insan olan bir insana, acz  ve fakrını derk ettirir. Bedîüzzaman der ki: ‘İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur.’ “ [120]

 

“Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar.” [121]

 

“Acz ve fakr derecelerinin emsaliyle, kudret-i Sâni’in ve gına-yı İlahiyenin derecat-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasılki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacatın enva’ı mikdarınca lezzet-i taamın enva’-ı derecatı anlaşılıyor. Öyle de gayr-ı mütenahî acz ve fakrın ile, Sâni’in gayr-ı mütenahî kudret ve gınasının derecatını fehmetmektir.” [122]

 

“Evet, ne zaman ki sen kendinde bir acz-i bilâ-nihayeyi gördün; o zaman Hâlıkının kudret-i bilâ-gayesini müşahede etmişsin.” [123]

 

16.NAKS

“Asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal’in kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.” [124]

 

“Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp; bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir.” [125]

 

“Ve kat’iyyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünki sû’-i ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir; seyyiatın meksûbedir.” [126]

 

“Malikiyet davasından ve mehasine masdariyet tevehhümünden teberri etmen lâzımdır. Hem sana senden ancak noksan ve kusur olduğunu itiraf etmen gerektir.” [127]

 

“Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.” [128]

 

“İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemalât-ı Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hacat, enva’-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarına “Estağfirullah” ve “Sübhanallah” ile ilân etmektir.” [129]

 

“Ubudiyetin esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı İlahînin rahmet kapısını çalmak lâzım geldiğini; hem her amelde bir ihlas ciheti olduğundan, insan hareketinde rıza-yı İlahîyi düşünüp, vazife-i İlahiyeye karışmamasıyla a’lâ-yı illiyyîne çıkacağını yol gösteren mühim bir mes’eledir.” [130]

 

“Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır.” [131]

 

ESRA ÖZEL

KAYNAKÇA;

Risale-i Nur Külliyatından…

[115] Nur’un İlk Kapısı – 28

[116] Sözler – 31

[117] Nur’un İlk Kapısı – 59

[118] Sözler – 236

[119] Hutbe-i Şamiye – 23

[120] Sözler – 765

[121] Sözler – 6

[122] Nur’un İlk Kapısı – 80

[123] Mesnevî-i Nurîye(Bd.) – 637

[124] Sözler – 359

[125] Sözler – 477

[126] Mesnevî Nuriye – 66

[127] Mesnevî-i Nurîye(Bd.) – 118

[128] Lemalar 87

[129] Mesnevî Nuriye – 222

[130] Lemalar – 393

[131] Sözler – 540

 

KAİNAT SENSİN {8}

KAİNAT SENSİN {8}

17 şifreli hakikat-ı insanîye haritasının 13 ve 14. Şifresi;

13.İHTİYACAT-I KESÎRE

“İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyâret etmek için, o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyâret etmek ve firâk-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâya muhtaçtır. İşte şu vaziyette bir insana hakikî Mabud olacak; yalnız, herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelal, bir Rahîm-i Zülcemal, bir Hakîm-i Zülkemal olabilir. Çünki nihayetsiz hacat-ı insaniyeyi îfa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir.” [96]

“Nev’-i benî-Âdem, mizaç ve hilkat itibariyle gayet zaîf ve âciz ve gayet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyacâtı ve teellümatı olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının fevkinde olarak koca Küre-i Arzı, o nev’-i insana lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nevi taamlara anbar ve nev’-i insanın hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân suretine getiren, gayet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir mutasarrıf var ki, böyle nev’-i insana bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.” [97]

“Enva’-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın enva’ına muhtaç, insandır. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve manevî rızkın hadsiz enva’ına muhtaç etmiştir.” [98]

“Senin hususî ama pek geniş bir dünyan vardır ki; âmâl, ümid, taallukat, ihtiyacât üzerine bina edilmiştir.” [99]

“Hem cismanî ihtiyacât gibi manevî hacât dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes ona muhtaç olur. Cisme hava, ruha hû gibi. Bazısına her saat, Bismillah gibi ve hâkeza…” [100]

“Bilmelisin ki: Senin mahiyet-i nefsinde, nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz âmâl dercedilmiş. Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, nasılki açlık ve susuzluğu midene vermiş, tâ ihsanatını ve lezaiz-i nimetini tanıyasın. Onun gibi, seni kusur ve fakr ve ihtiyaçtan terkib etmiş, tâ mirsad-ı kusurun ile Fâtır-ı Zülcelal’in seradikat-ı cemal ve kemaline ve mikyas-ı fakrın ile derecat-ı gına ve rahmetine ve mizan-ı aczin ile meratib-i iktidar ve kibriyasına ve fihriste-i ihtiyacâtın tenevvüü ile enva’-ı niam ve ihsanatına bakabilesin ve tanıyasın ve vazife-i hilkatini eda edesin.” [101]

“Kalbin ihtiyacât saikasıyla âlemin enva’ıyla, eczasıyla pek çok alâkaları vardır. Esma-i hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikî ile itminan edebilir.” [102]

14.FAKR

 “Sağ tarafıma bakıyorum görüyorum ki: Nihayetsiz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaçtan dehşetli bir çıban duruyor. Zira en âciz bir hayvandan daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakir olduğum halde, dünya kadar ihtiyacatım var. İktidarım ise, bir serçe kuşunun faaliyetinden çok aşağıdır. Eğer Kur’an-ı Kerim’in şifa-i kâfisine itimad ederek tedavi etsem, o elîm müz’iç fakr, rahmetin ziyafetinden gelen leziz bir şevke ve semeratından gelen latif bir iştihaya döner. Şu acz ve fakrın lezzeti, istiğna ve kuvvetten gelen lezzetin fevkinde bir lezzet verir. Yoksa o fakr, gayet müz’iç elemli zillet ve tezellüle vasıta bir yara olarak kalır.” [103]

“Sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, za’f cerihası vardır. Eğer Kur’anın ilâçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahmanın ziyafetine şevk-u iştiyaka inkılab edecektir. Acz ve za’fımız da Kadîr-i Mutlak’ın dergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.” [104]

“Hem insan, zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip yine zaafına, fakrına merhamet eden ve meded veren zatın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkeza sair evsafına şehadet eder.” [105]

“Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kâdiyu’l Hâcat’a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a’lâ-yı ubudiyete uçmaktır.” [106]

“İnsanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.” [107]

“İbadetin mânâsı şudur ki; dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i Rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.” [108]

“Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata maruz ve hadsiz a’danın hücumuna mübtela ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hacata giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan, 

vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra “dua”dır. Dua ise, esas-ı ubudiyettir. 

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yani ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder. Maksuduna muvaffak olur. Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmanürrahîm’in dergâhında; ya za’f-u acziyle ağlamak veya fakr-u ihtiyacıyla dua etmek gerektir.

 Tâ ki, makasıdı ona müsahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.” [109]

“Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlâhiye ve gınâ-yı Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-yı İlâhiyenin derecatını fehmetmelisin.” [110]

“Hem ne vakit sen kendinde nihayetsiz bir fakr ve fâkatı gördün. O zaman râzıkının gına-yı bilâ-nihayetini görmüşsün.” [111]

“Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur.” Çünki ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor.” [112]

“Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm’in dergâhına dayanır, dua ile el açar.” [113]

“Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvad-ı Kerim’in misafirine fakr-u ihtiyaç, nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr-u ihtiyacı hoş bir iştiha suretini alır. İştiha gibi fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir.” [114]

ESRA ÖZEL

KAYNAKÇA;

Risale-i Nur Külliyatından…

[96] Sözler – 319

[97] Sözler – 102

[98] Mektubat – 367

[99] Mesnevî Nuriye – 67

[100] Nur’un İlk Kapısı – 138

[101] Nur’un İlk Kapısı – 32

[102] Mesnevî Nuriye – 117

[103] Nur’un İlk Kapısı – 28

[104] Mesnevî Nuriye – 219

[105] Şualar – 10

[106] Sözler – 316

[107] Mesnevî-i Nurîye(Bd.) – 498

[108] Sözler – 41

[109] Sözler – 316

[110] Sözler – 128

[111] Mesnevî-i Nurîye(Bd.) – 637

[112] Sözler – 170

[113] Sözler – 686

[114] Sözler – 31

KAİNAT SENSİN {7}

KAİNAT SENSİN {7}

 

17 şifreli hakikat-ı insanîye haritasının 11 ve 12. Şifresi;

 

11.MAHLUKİYET-İ CAMÎA

“İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acaibindendir ki: Sâni’-i Hakîm şu küçük cisimde gayr-ı mahdud enva’-ı rahmeti tartmak için gayr-ı ma’dud mizanlar vaz’etmiştir. Ve esma-i hüsnanın gayr-ı mütenahî mahfî definelerini fehmetmek için gayr-ı mahsur cihazat ve âlât yaratmıştır.” [77]

 

“İnsan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.” [78]

 

“İnsanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Mesela, yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Lâtif isimlerini ve hakeza…” [79]

 

“Sana tecelli eden Hâlık isminin mahlukiyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübra ve ünvan-ı a’zama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlukiyetin kapısından Hâlık isminin müntehasına yetişirsin.” [80]

 

“İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zâtıyla ve esma-i hüsnanın a’zamî mertebede, nev’-i insanın manen en a’zam bir ferdine, tecelli-i a’zam tezahür eder.” [81]

 

“Bu küçücük insan, câmiiyet-i fıtrat itibariyle şu mevcudat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlahiye ve bir ubudiyet-i külliyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır.” [82]

 

“İnsanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı câmiiyeti ise; her zaman, her dakika hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan…..” [83]

 

“…camiiyeti dolayısıyla insan-ı kâmil, halk-ı eflâke ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kâinata da semere ve netice olmuştur.” [84]

 

12.UBUDİYET-İ MÜTENEVVİÂ

“Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” [85]

 

“Ve keza rububiyet-i âmme, ubudiyet-i külliye ister.” [86]

 

“Evet kâinatın her tarafında, cüz’î ve küllî her şeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkârane bir ubudiyetle mukabele etmesi lâzım ve kat’îdir.” [87]

 

“Fâtır-ı Zülcelal, insanı câmi’ bir âyine ve küllî bir ubudiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır.” [88]

 

“Ve ibadatın bütün envâına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemalâtın tohumlarına câmi’ bir istidad verilmiştir.” [89]

 

“Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru’, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. “ [90]

 

“Hem küllî ubudiyetiyle, rububiyet-i İlahiyeye âyinedarlık ediyor.” [91]

 

“Kâinat içinde bir zerre gibi zaîf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın mahbub bir abdi ve Arz’ın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.” [92]

 

“O şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmaniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyor.” [93]

 

“Evet insan, enva-ı ibadâta müstaid olan istidadı cihetinden, en a’lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.” [94]

 

“Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.  

İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.” [95]

 

ESRA ÖZEL

 

KAYNAKÇA;

Risale-i Nur Külliyatından…

[77] Mesnevî Nuriye – 209

[78] Lemalar – 354

[79] Sözler – 687

[80] Sözler – 332

[81] Sözler – 562

[82] Sözler – 62

[83] Şualar – 7

[84] Mesnevî Nuriye – 189

[85] Sözler – 264

[86] Mesnevî Nuriye – 37

[87] Şualar – 262

[88] Sözler – 517

[89] Sözler – 325

[90] Mektubat – 455

[91] Mektubat – 304

[92] Lemalar – 127

[93] Mektubat – 399

[94] Mesnevî-i Nurîye(Bd.) – 497

[95] Sözler – 330