Etiket arşivi: evliya

Evliyanın Reisi Abdülkadir-i Geylani (k.s)

Cenab-ı Hakk’ın has kulları,  sadık dostları, gerçek âşıkları ve hakiki muhipleri sayısızdır. Bu müstesna zatların tek gayeleri,  marifetullah, muhabbetullah ve amel-i salih ile Allah’ın rızasına mazhariyettir. Başta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere yüz yirmi dört bin enbiya-i izam hazretleri,  yüz yirmi dört milyon evliya-i kiram hazretleri, binlerce asfiya,  milyonlarca mürşit ve müceddit ve milyarlarca müminlerdir.

Evliyanın bir kısmı herkes tarafından bilinen Abdülkadir Geylani,  Ahmed-i Rufai, Şah-ı Nakşibend, Bayezid-i Bistâmi, İmam-ı Gazali, İmamı Şarani, İmamı Şazeli, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman gibi zatlardır. Bu müstesna zatlar, Kur’an’dan aldıkları feyiz ile milyonlarca insanın irşadına vesile olmuşlardır.

         Diğer kısım evliyalar ise, bilinmeyenlerdir. Hak Tealanın  perde-i izzetinde mestur nice aşık ve sadık  dostları vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilemez. Bu Allah dostları ezelde aşk-ı ilahinin şarabını içmiş, muhabbet ve marifet-i ilahiyeye mazhar olmuş kimselerdir. Evliyaları hakkıyla tarif ve tavsif mümkün değildir. Onlar ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış ve Kur’an’ın hakikatlerini hayatlarına tatbik etmiş ve ömürlerini Allah rızası dairesinde geçirmişlerdir. Allah’ın en sevgili dostları olan bu zatlar,  insanlık için birer manevi tabiptirler. Bunları yalnız Cenab-ı Hak bilir. Nitekim bir hadis-i kudside şöyle buyrulur: “Bir çok  evliya  vardır ki, onları benden başka bilen yoktur. Onlar benim hususi ve sevgili  dostlarımdır.”

İbrahim Hakkı Hazretleri de;

 Harabat ehline hor bakma Şakir,

 Defineye malik viraneler var.

 beyti ile bu hakikate işaret etmiş,  bilinmeyen nice Allah dostunun ve evliyanın olduğunu ifade etmiştir.

          Cenab-ı Hak evliyaları kendi muhabbeti için seçmiş, onlara kâmil manada ibadetin zevkini tattırmış, onlardan gaflet perdesini kaldırmış, basiretlerini açmış, kalplerini tenvir etmiş, nice nice esrara ve envara mazhar etmiştir. Onları kem gözlerden setrederek, hakikat âleminin telli duvaklı gelini yapmıştır. İbrahim Hakkı Hazretlerinin dediği gibi;

         Vallahi güzel etmiş

         Billahi güzel etmiş

         Tallahi güzel etmiş

         Allah görelim netmiş

          Netmişse güzel etmiş

          Güneşten feyiz alan meyvelerin ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum evliyaların da feyizleri, irfanları, meşrepleri, kerametleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar,  zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır.  İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği takdirde huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususen iman, ibadet, marifet, ilim, zikir ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükûnete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için mürşitlere, mücedditlere ve evliyalara muhtaçtır.

        Evliyalar, esrar-ı ilahiye ve Kur’aniyeye vakıftırlar. Onlar, yaratılışın maksat ve esrarını anlamış mümtaz kimselerdir. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin tezahürlerini daima  temâşa ederler. Onların bu temâşadan aldıkları zevk ve lezzet, cennetteki zevk ve sefanın çok fevkindedir. Onlar Cenab-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline muhtelif isim ve sıfatlarına   en mükemmel manada ayna olmuşlardır. Hiç şüphesiz insanlar içinde Allah’a en güzel, en geniş ve en şaşaalı bir surette âyinedarlık eden Hz. Peygamber’dir s.a.v). Bu bakımdan Allah’ı en mükemmel manada tanıyan, seven, sevdiren, O’ndan korkan ve korkutan O Zât’tır. (s.a.v)

        Daha sonra diğer peygamberler, mürşitler ve evliyalar gelir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cenab-ı Hakk’ın isimlerine okyanus gibi bir ayna iken, başka bir peygamber bir deniz, evliya bir göl ve başka biri de bir havuz mesabesindedir.

        Evliyaların ekserisi, zahir ve batın ilimlerle tekâmül etmiş, cezb ve aşk-ı ilâhi ile kendilerinden geçmiş, hayatları boyunca zühd ve takva ile yaşamışlardır.

         Onların ekserisi müçtehid mesabesindedir.  Onlar keskin anlayış, mevzulara derin vukuf ve engin görüşleri ile asırlarının güneşi olmuşlardır. Onlar mülk ve melekût âleminin sırlarına ve nurlarına mazhardırlar.

          Evliyaların her birinde Cenab-ı Hakk’ın bazı esması hâkimdir. Bundan dolayı bazısında heybet ve celâl, kiminde şevk ve zevk, başka birinde marifet ve fazilet, bir kısmında vakar ve sükûn, bir diğerinde de ibâdet ve taat ve bir başkasında da şefkat ve merhamet galip gelmiştir.

          Allah’a, Resûlullah’a, hak ve hakikate âşık, Kuran’ın sırlarına vakıf, istikamet dairesinden ayrılmayan, bu sayede nice ulvî makamlara yükselmiş olan Hak dostlarının ve evliyanın en önde gelenlerinden biri de  Abdülkadir-i Geylani Hazretleri’dir.

Abdülkadir-i Geylani Hazretleri

Kadiri Tarikatı’nın kurucu olan Abdülkadir Geylani Hazretleri 1078 yılında (H.470) İran’ın Geylan şehrinde dünyaya gelmiştir. Asıl adı  Ebu Muhammed’dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a’zam, Kutb-i Rabbani, Sultanü’l-evliya, Kutb-i a’zam gibi lakapları vardır. Bütün ulema, hükema, fuzala ve evliyanın takdirini kazanmış, Şark’ta, Garp’ta hâsılı bütün dünyada hususen İslam âleminde bu lakaplarla bilinmiş ve meşhur olmuştur.

Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost’tur. Hz. Hasan’ın oğlu Hasan-i Müsenna’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem şeriftir. 1166’da (H.561) Bağdat’ta vefat etmiştir, türbesi orada olup, her an ziyaret edilmekte ve onun manevi feyzinden istifade edilmektedir.

 Abdülkadir Geylani, orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü idi. Fevkalade bir cemale sahipti. O, daha dünyaya gelmeden, büyük bir zat olacağına dair birçok alamet görülmüştü. Dünyaya geldiği zaman ramazan-ı şerifin gündüzlerinde annesinin sütünü emmez, iftar olunca emerdi.

         Abdulkadir-i Geylanî Hazretleri daha altı yaşında iken ilim tahsil etmek için Bağdat’a gitmeğe karar verir ve durumu annesine izah eder. Annesi, şartlar ne olursa olsun her zaman doğru söyleyeceğine dair ondan ahit alır, bir miktar altını kemerine bağlar ve onu Bağdat’a giden bir kervana katarak uğurlar. Yolda eşkıyalar kervanın önünü keser ve herkesin elindekileri alırlar. Kenarda duran Abdulkadir Geylanî’ye nereye gittiğini ve üzerinde bir şey olup olmadığını sorarlar. Validesinin “ ne kadar müşkül durumda olursan ol, asla yalan söyleme” sözünü kendisine düstur ittihaz eden o hayru’l halef, “ kemerime bağlı şu kadar altınım var”  diye cevap verir. Hemen üzerine arayan şakiler, gerçekten de onun söylediği miktarda altının olduğunu görünce hayret ederler ve ona;  “Sen niçin üzerinde kırk adet altın olduğunu söyledin? Sen söylemeseydin sende altın olduğunu biz tahmin edemezdir” diye sorarlar. O da: “ Validemin bana vasiyeti var. Ona hayatım boyunca doğru söyleyeceğime dair söz verdim.” der.

         Eşkıyalar daha çocuk yaşta olan birinin böyle müşkül bir halde iken bile yalan söylememesine hayret eder,  bu hareketinden dolayı ona hayran kalır ve insafa gelirler. Herkesin parasını geri veren eşkıyalar, bundan sonra yol kesmeyeceklerine dair tövbe eder ve ilim tahsili için Abdülkadir-i Geylani ile beraber Bağdat’a giderler.

        Bu hâl, doğruluğun ehemmiyetini ve semeresini ortaya koyan büyük bir hadise değil midir? İslâm tarihi bunun gibi pek çok misallerle doludur.

Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin birçok kıymetli eseri vardır. Bunlardan en çok bilinenleri şunlardır: “Gunyet-üt-Talibin”, “Fütuhul-Gayb”, “Feth-ur- Rabbani”, “Füyuzat-ı Rabbani”, “Hizb-ül-Besair”, “Cilaü’l-Hatır”, “El-Mevahib-ur-Rahmaniyye”, “Yevakitü’l- Hikem”, “Melfuzat-i Geylani”,“Divan-i Gavsi’l A’zam”

         Celal ismine mazhar olan Abdülkadir Geylani Hazretleri çok heybetli idi. Onun ilk defa görenlerin mehabetinden dolayı titrerlerdi. Az konuşur, çok sükût ederdi.  Vaazları çok tesirli idi, onu dinleyenlerden bazıları kendinden geçip bayılırlardı. Şahsı için kızmaz, kimseye karşı kötülük düşünmez, şahsına karşı kötü davrananları affederdi. Din hususunda asla taviz vermezdi. Çok zengin olan Abdülkadir Geylani, misafire ikram etmeyi çok sever, muhtaçlara yardım eder, fakirleri doyurur, isteyeni geri çevirmezdi. Köleleri satın alıp, azat ederdi.  Sevdiklerinden biri gurbete gittiği zaman, onu daima sorardı.

        Abdülkadir Geylani Hazretleri, kemal-i imanından dolayı fenafillâh makamına nail olmuştur. O, sürekli tefekkür ve zikir halindeydi. Yürürken, otururken ve yatarken zikrullaha devam ederdi.

        Abdülkadir-i Geylani Hazretleri, Kutb-u Rabbanî, Gavs-ı Samedanî ve yerde iken arş-ı  alayı temaşa eden, doksan sene gibi bereketli ve feyizli ömrünü ilim ve marifet âleminde terakki ettiren, evliyanın ve asfiyanın reisi, pişdarı, serveri ve efendisidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Miraca teşrif ettikleri zaman mana âleminde omzunu efendimizin ayaklarının altına vermiştir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.v): “Mademki sen omzunu benim ayaklarımın altına verdin, bütün evliyaların omuzları da senim ayaklarının altında olsun” buyurmuşlardır.

 İbn-i Hacer-i Mekkî Hazretleri’nin ‘Fetâvâ-i Hadîsiyye’ isimli eserinde anlatıldığına göre, Ebu Saîd Abdullah, İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylanî ilim öğrenmek için Bağdat’a gelirler. Hâce Yûsuf-i Hemedanî Hazretleri’nin, Nizâmiyye Medresesi’nde vaaz ettiğini duyunca, onu ziyarete giderler.  O büyük zat, Abdülkâdir-i Geylanî’ye şöyle der: “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile Allah u Teâlâ’yı ve Resulünü razı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir.” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyayı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim.”

         Abdülkadir Geylani Hazretlerine; “İyi müritlerin hali malum, ya kötülerin durumu ne olacak?” diye sorduklarında şöyle buyurdular; “İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık.”

         Abdülkadir Geylani şöyle buyurur: “Rabbimden aşk ve şevkin manasını sordum, şöyle buyurdular: “Ya Gavs! Kalbinde benim muhabbetimden başka hiçbir şeye yer verme. Beni her anında aşk ile zikreyle ki, aşkın ve şevkin zevkine varasın.”

          Evet, evliya ve ariflerde aşk ve şevk çok ileri bir derecededir. Bu hâl âşıkların ve muhiplerin şanındandır. Bir âşık şöyle der: “Ey âşık! Gel de aşkı, pervaneden öğren ki, o aşk-ı ilahiden dolayı canını ateşe atıp yaktı da kimse avazını işitmedi.”

         Abdülkadir Geylani Hazretleri asırlar önce Bediüzzaman Hazretlerinin yapacağı harika hizmetlerini ve Risale-i Nur eserlerin ehemmiyetini hakikatbin gözü ile görmüş ve takdir etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri O’nun Risale-i Nur’larla alakadar olduğunu şöyle nazara vermektedir: “Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (R.A.) o mu’cizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A’zam (K.S.), o hârika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar.”[1]

        Başka bir eserinde ise şöyle buyurur:Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namıyla bir zattan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin def’a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (A.S.M.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.”

       “Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetce kabûl edilen üç evliya-yı azîmenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylânî’dir. … ba’del-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasiyle, böyle hârika keramet-i acîbe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymetdar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vâsıtasiyle olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. Şeyhin bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himayegerdesi olan şahıs, binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir îmadır.”[2]

        Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin pek çok kerametleri vuku bulmuştur.

        Nazdar ve ihtiyare bir hanımın tek bir evladı varmış. Onu Hazret-i Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî’nin (K.S.) terbiyesine vermiş. O muhterem hanım bir gün ziyaret için oğlunun bulunduğu hücresine gitmiş, onun bir parça kuru ve siyah ekmekle iktifa ettiğini görmüş. Bu durum validesinin şefkatini celp etmiş ve ona acımış. Bu durumu şekva etmek için Hazret-i Gavs’ın yanına gitmiş ve O’nun kızartılmış bir tavuk yediğini görmüş. Bunun üzerine Şeyhe şöyle demiş:  “Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor, sen tavuk yiyorsun!”  Bunun üzerine Hazret-i Gavs o kızartılmış tavuğa: “Kum biiznillah!” demiş.  Hemen o pişmiş tavuğun kemikleri bir araya toplanmış, canlanmış ve yürümeğe başlamış. Bu keramet, mutemed ve mevsuk çok zâtlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak manevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs o muhterem hanıma şöyle demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”

        Bediüzzaman Hazretleri bu kıssayı anlattıktan sonra şöyle der: “İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir…”[3]

          Kadiri Tarikatına mensup olanlar cerhi zikir yapmaktadırlar. Abdülkadir Geylani Hazretleri müritlerine zikir yaptırırken, oradan geçen bir kişi onların sesini işitir ve açık olan pencereden onları seyreder ve alaycı bir tabir ile onları taklit eder. Gece rüyasında kıyametin koptuğunu, kendisinin cehenneme götürüldüğünü görür. Bu arada Abdülkadir Geylani Hazretleri gelir, onun başından tutar ve şöyle der: “Bunun başı dünyada iken bizi taklit etmişti, ben bu başın cehenneme gitmesine razı olamam” diyerek onu kurtarır. Büyük bir korku ile uyanan o kişi hemen Abdülkadir Geylani’nin huzuruna varır, tövbe ederek ona sadakatli bir mürit olur.

          Evet, evliyalar bütün makamların ve derecelerin en alası, en efdali, en eşrefi ve en hayırlısı olan muhabbeti-i İlahi ile kendilerinden geçmişlerdir. Onların nazarları ve bakışları bir iksir-i azamdır ki, toprağı altına, kömürü elmasa çevirir.

         Evet, bakışlarda takdir de vardır, tahkir de vardır. Sevgi de vardır, nefret de vardır. Hayır da vardır, şer de vardır. Bazen bir bakışta, bir nazarda olan tesir, bin kelamda olmaz. Bazen bir bakış aşka, şevke, zevke, neşeye ve neşveye sebep olur. Bazı bakışlar güldürür, bazıları ağlatır. Bir bakış bazılarının saadetine ve selametine, ebedi hayatının felahına vesile olurken, bazı bakışlar da kişinin felaketine ve ebedi şekavetine sebep olabilir.

Evliyaullahın önde gelenlerinden ve aktab-ı erbaadan olan Seyyit Ahmed Bedevi Mısır’ın Tanta Kasabası’nda bulunduğu zaman, İbrahim Efendi adındaki bir zatın huzuruna getirdiği çocuklara  nazar edince onların ekserisi daha sonra manevi olarak çok terakki etmiş ve velayet mertebesine çıkmışlardır.

Hz. Peygamber’in izinden giden evliyaların nazarı böyle olursa, ya O’nun (sav.) nazarı nasıl olur. Evet, O’nun (sav.) hayatına kastetmek için gelenler, O’nda hayat buldular ve ebedi saadete mazhar olurdular.

            “ Bazı olur bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor.

Bir nazar-ı peygamber, birdenbire kalb eder; bir bedevi-i cahil, bir ârif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslâm’dan evvel Ömer, İslâm’dan sonra Ömer…

            Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer… Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber...”[4]

       Necip Fazıl Kısakürek, kendisini büyük bir boşlukta hissettiği ve ruhunun daraldığı bir zamanlar, yakın bir dostunun tavsiyesiyle, Seyit Abdulhakim Arvasi’nin ikindi namazından sonra yapmış olduğu sohbetini dinlemek üzere vaaz ettiği camiye giderler. Abdulhakim Arvasi’nin o sohbeti kendisine öyle bir tesir eder ve ruhunda  öyle derin bir iz bırakır ki, artık o, aradığını bulmuş, istikametini doğrultmuş ve bir kuş gibi hafiflemiştir. Bunun üzerine şu harika beyti söyler:

      Bana yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;

      Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!

          Evet, evliyaların Cenab-ı Hak yanındaki derecelerini, itibarlarını, şereflerini ve izzetlerini anlatmak bizim gibi acizlerin işi değildir. Onların kıymet ve derecesini anlayabilmek ve onların deryasında fener yakabilmek için “insanın fikir teknesinin çok sağlam, idrak yelkeninin çok geniş ve gönül rüzgârının devamlı olması gerekir.”

          Niyaz-i Mısrî’nin dediği gibi;

          Lütf-u kahr-ı şey-i vahid bilmeyen çekti azap

          Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.

         Evet, onları sevmek en büyük bir saadettir. Onları seveni Allah da sever. Onları seven, onlarla beraber olur ve olacaktır biiznillah. Zira “Kişi sevdiği ile beraberdir.”

          Ravza-i Gavs’a uğrarsan eğer ey bad-ı saba!  Götür selamımı, İhlas ile Fatiha ile dua ile, niyaz ile ruhunu eyleye takdis-i Huda.

          Cenab-ı Hak onun kabr-i şerifini cennet bahçelerinden bir bahçe eylesin. Makamını âli eylesin. Felek çarklarını durdurana kadar Allah’ın rahmeti yağmurlar gibi üzerine yağsın.          Başta Gavs-ı Azam olmak üzere bütün evliyanın muhabbetini kalbimizden eksik etmesin. Onların feyizlerinden müstefid eylesin ve himmetlerini üzerimizden eksik etmesin. Ahirette de şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin!

           Cenab-ı Hak bizleri de peygamberin ve evliyaların yolundan giden;  daima acz, fakr ve kusurunu bilen ve hüsn-ü akıbetle emaneti teslim eden kullarından eylesin!

          Hidayete erenlerin en parlak yıldızları, evliyaların ve ariflerin pirleri olan sahabe-i kiram efendilerimizin üzerine sonsuz salât ve selâm olsun.

25.09.2014 Mehmed KIRKINCI

[1] Nursi, B.S Lem’alar (21. Lem’a, İhlas Risalesi)

[2] Sikke-i Tasdik-i Gaybi (8. Lem’a)

[3] Nursi, B. S Lem’alar (19. Lem’a)

[4] Nursî, B.S Sözler

Emir Sultan Hz. Kimdir? (1368-1430) Özet Hayatı

Bizim tarihimizde İslam’ın yayılması konusunda yaşayış ve sohbetleri ile, kılıçtan daha ziyade etkili olmuş, insanların gönülden İslam’a bağlanmasına, guruplar halinde İslam’a girmesine, çağ açıp çağ kapayan sultanların yetişmesine, tarihin akışının değiştirilmesine ve asırlarca insanlara Ruhaniyetleriyle yön verdiğine inanılan büyük insanlar ve veliler vardır. 

İşte bu büyük insanlardan birisi de Emir Sultan Hazretleri’dir.

On dördüncü yüzyılın sonlarına doğru Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa’da yaşayan, tefsir, hadis, kelam alimi ve mutasavvıf büyük veli. Emir Sultan Buharalı bir Türk bilginiydi.

İsmi, Muhammed bin Ali el-Hüseyni el-Buhari olup, lakabı Şemseddin’dir. 1368 (H.770) 1368 yılında, Orta Asya’da Buhara’da doğdu. Babasının adı Ali’dir. Soyu, Peygamber efendimize dayanır.

Ona, Buhara’da doğduğu için Muhammed Buhari, Seyyid olduğu için Emir Buhari, Yıldırım Bayezit Hanın damadı olduktan sonra da Emir Sultan denilmiştir.

Emir Külâl ismiyle tanınan babası geçimini çömlekçilikle sağlayan bir veli idi. Buhara’da sevilir ve duasını almak için kendisine sık sık başvurulurdu. Nakşibendi’ye tarikatına mensuptu. Emir Külâl oğlunu yetiştirmek için büyük gayret gösterdi. Onu sağlam bilgi ve ahlâk temelleri üzerinde yetiştirmeye çalışan Emir Külâl, oğluna, bir mesleğe sahip olması için, çömlekçiliği de öğretti.

Emir Sultan küçük yaşta annesini kaybetti ve öksüz kaldı. Babası onun annesizliğini aratmayacak ölçüde ona yaklaştı ve sevgi bağı kurdu. Babasının ona sık sık verdiği nasihatlerden biri şöyle idi:

“Ey oğlum! Peygamber efendimizi, babandan, anandan daha fazla sevmelisin.

Soyunla öğünmemelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı.

Her günü ömrünün son günüymüş gibi tamamlamaya çalışmalısın.

İlim öğrenmekte asla erinip üşenmemelisin.

Aksakallı da olsan, düşmanla cihadı bırakmamalısın.

Selâm vermeden hiç bir topluluğa girmemelisin.

Nikahsız bir kadınla oturmamalısın.

Kur’ân-ı kerîm rehberin, hadîs-i şerîfler ise yol göstericin olacaktır.

Ey oğlum! Hayat her yönü ile senin için bir mekteptir.

Hayır’a koş, kötülükten kaç.

En büyük silahın, Allah Teâlâ’ya ettiğin duandır. Bunu asla unutma!”

Babasının bu şekildeki nasihatleri ile yetişen Emir Sultan ayrıca, birçok tasavvuf ehlinin sohbetlerine de devam etti.

Muhterem pederleri ile bir gün tenha bir yerde sohbet ediyor ve bir ayet-i kerimenin tefsiri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzun, çok çocuk sahibi, borçlu, sıkıntılar içinde bir kişi gelip, perişan halini;

“Buhara’da bir bahçem vardı. Onun mahsulü ile geçiniyordum. Bir gün bir fırtına esti,ağaçları ve sebzelerin çoğunu kuruttu.  Ey Resûlullah’ın evladı! , bana yardımcı ol.” diye anlattı,  Emir Sultan’ın babası “Cenâb-ı Hak inşallah seni arzuna kavuşturacaktır.” diyerek onu teselli etti.

 O gece Emir Sultan, ihtiyarın bahçesine gizlice varıp,  Allah Teâlâ’ya dua ederek yalvardı.

“Ey nimetler veren ve rızkları taksim eden Allah’ım! Bu fakirin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve meyvelerini eski canlılığına kavuştur.” Diye dua etti. Bahçede ağaçlar çiçeklenmiş,  sebzeler de canlanmıştı.

İhtiyar, Allah telanın kudretine hayran kalıp, başından geçenleri Buhara halkına anlattı. Bu kerameti görünce insanlar, Emir Sultan hazretlerinden dua talebinde bulundular.

Emir Sultan 17-18 yaşlarına geldiğinde babası vefat etti. Babasının vefatından sonra bir müddet Buhara’da kaldı. Sonra aldığı ilahi emir üzerine Mekke’ye gitti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçti. Niyeti, ceddi Resulullah efendimizin mübarek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar orada kalmaktı.

Medine’ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyitler için ayrılmış bir oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyit olduklarını ve odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emir Sultan’ı yanlarına almak istemediler. Emir Sultan onlara; “Ben de Seyyidim.” dedi ise de dinlemediler. Emir Sultan onlara;” Gelin beraber kainatın efendisi Resulullah efendimizin türbesine gidelim. Selam verelim. Hangimizin selamına cevap verirse, onun nesebinin sahih olduğu belli olsun.” dedi.

Bu teklif üzerine, onlar Peygamber efendimizin türbesine dönerek; “Esselamü aleyke ya ceddi!” dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emir Sultan; “Essela mü aleyke, ya ceddi!” dedi. Resul-i Ekrem mübarek sesiyle “Ve aileyken selam, ya veledi!” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, Emir Sultan karşısında büyük bir mahcubiyet duydular ve af dilediler.

Emir Sultan hazretleri bir rüya gördü. Rüyasında Peygamber efendimiz ve hazret-i Ali yanana oturmuş halde idiler. Hazret-i Ali ona; “Ey Oğlum! Sana cenap-ı Hak tarafından ceddin Muhammed’in sünnetini, takva yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işaret olundu. Senin önünde, ilerleyen nurdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak.” dedi. Emir Sultan uykudan uyanınca; “Demek ki takdir-i ilahi böyle.” diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali’nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.

Emir Sultan, Medine’den yola çıkıp Bursa’ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu, Emir Sultan’ı gördü ondan kendisini talebeliğe kabul etmesini  istedi. Emir Sultan onu talebeliğe kabul etti. Bir süre sonra bir yol kavşağına vardılar. Oranın yerlisi  bir kişi, yolda, geçit vermeyen bir ejderha olduğunu söyledi  o yoldan gitmemelerini tembih etti.

Emir Sultan’ın önünde giden kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan ilerlediler. Bir süre sonra yol kenarında bir ejderhanın uzandığını gördüler. Ejderha, şerefli bir misafiri bekler bir haldeydi ejderha Emir Sultan’ın devesinin ayaklarına kapanarak; “Hoş geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!” dedi.

Emir Sultan’ın kafilesi, Sakarya Nehri kenarında bir bahçede konaklamıştıTtalebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde olgun meyveleri vardı,talebe “Acaba eskiden burada mıydı? Yoksa ben bunu görmedim mi?” soruları zihnini kurcaladı. Emir sultanın bir kerametiydi.

Emir Sultan hazretleri Bursa’ya geldiği zaman, önündeki nurdan üç kandil gözünden kayboldu.

Böylece Emir Sultan Bursa’ya yerleşti.

Bu sırada Yıldırım Bayezit Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri, Osmanlı ordusuna büyük zayiat verdiriyordu. Bu esnada bir genç, yaralıların yaralarını sarıyor, bazan da ellerini açıp dua ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bayezit, bu genç askerin gayret ve maharetle yaraları sardığını görünce, o gence karşı kalbinde bir yakınlık hasıl oldu. Yanına kadar giderek; “Benim de kolumda yara var, yaramı sar!” deyince, Emir Sultan cebinden bir mendil çıkarıp; “Buyurun Padişahım, sizin yaranızı da bu mendil ile sarayım.” dedi. Sabah olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalktıklarını Yıldırım Bayezid Hana haber verdiler. Yıldırım Bayezid de merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye ettiği mendilin yarısı olduğunu fark etti. Akşam yaraları saran askerin, yanına getirilmesini emretti. Fakat o kimseyi bulamadılar.

Osmanlı ordusu daha sonra Niğbolu Kalesi önlerine geçti. Niğbolu Kalesinin fethi için günlerce kanlı çarpışmalar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hücumların en şiddetli anında, daha önceki muharebede askerlerin yaralarını saran genç, kale kapısını ardına kadar açtı. Yıldırım Bayezit ve askerleri kaleye girdiler. Kaledekiler teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden sonra bu genci aradılar, bulamadılar. Yıldırım Bayezit Han, Rumeli fethinden sonra Bursa’ya gelmeyip Edirne’de konakladı.

Bu sırada Yıldırım Bayezid’in kızı, rüyasında Peygamber efendimizi gördü. Resul-i Ekrem ona; 

Oğlum Muhammed Buhari ile evlen, sakın beni kırma ve sözümü dinle!” buyurdu. Hunda Fâtıma Sultan, rüyasını kimseye söyleyemedi. Ertesi gün yine Resul-i Ekrem’i rüyada gördü. Server-i âlem, ona; 

“Eğer ahirette benden şefaat etmemi istiyorsan, Muhammed Buhari ile evlen.” buyurdu. Hâlbuki Hunda Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi Süleyman Paşa ile evleneceği söylenmekte idi. “Acaba Emir Buhari’nin bundan haberi var mı?” dedi. Hizmetçisine rüyasını anlattı durumu Emir Sultan’a bildirmesini söyledi. Hizmetçisi durumu Emir Sultan’a anlatınca, o; 

“Bizim de malumumuzdur. Nikâhımız, Allah Teâlâ tarafından kıyıldı. Dinimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hunda Fâtıma Sultan’a iletin.” dedi. Bunun üzerine Emir Sultan, dünürler gönderip sultanın kızını istedi. Fakat Valide Sultan kızını vermek istemeyip, işi zora sürerek, dünürlere; 

“Emir Sultan’a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse kızımı veririm.” dedi. 

Emir Sultan hazretleri de; 

Sultan validemiz develeri göndersinler, İstediği altınları gönderelim.” Saraydan kırk deve gelince Emir Sultan, develerle Nilüfer Çayının kenarına gitti. Develeri getirenlere; “Heybeleri bu kumlarla doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun.” buyurdu. Kimisi şüphe ederek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri ve keselerini doldurdular. Kırk deveden meydana gelen kervan saraya girince, 

Emir Sultan; 

“Boşaltın, istediğiniz altın olsun.” dedi. Heybeler boşaltılınca, hepsi altın çıktı.

Emir Sultan ile Hunda Fâtıma Sultan’ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan, kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem ağası ile Emir Sultan’a gönderdi. Emir Sultan, bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet etmekte idi.

Harem Ağası “Valide Sultan’dan.” diyerek, bohçayı Emir Sultan’a verdi.  Emir Sultan, bohçayı açıp içinden bir mendil aldı. mendilin içine birkaç köz parçası koyup, mendili kapadı, Harem Ağası’na; 

“Valide Sultan’a selâm söyleyiniz. Kabul etmelerini arz ederim.” dedi. Harem Ağası, hediyeyi Valide Sultan’a teslim etti,mendilin içinden elmas parçaları çıkmıştı.

Nikâh haberi Edirne’ye ulaşınca, Yıldırım Bayezid, Süleyman Paşayı, Emir Sultan’ın ve Hunda Hatun’un başlarını getirmesi için Bursa’ya gönderdi. Süleyman Paşa Bursa’ya gelince, Valide Sultandan onları istedi. Valide Sultan vermeyince, kırk asker, Valide Sultan’ın sarayına saldırdıysada Emir sultanın kerametiyle başarılı olamadılar.

Padişahın, Emir Sultan’ın ve kızı Hunda Sultan’ın öldürülmesi için Bursa’ya asker gönderdiğini duyan Molla Fenari, Yıldırım Bayezit şu mektubu yazdı:

Sultanımızdan bir ricamız vardır. Dün öldürülmesini emrettiğiniz Emir Sultan, Resul-i Ekrem’in neslinden hürmete değer bir insandır. Bu zât gibi temiz kalpli, Peygamber neslinden bir kişi, zamanımıza kadar Anadolu’ya ayak basmamıştır. Buna benzer aslı temiz bir kimseyi elleri hediyeler dolu davetçiler göndererek Buhara’dan Anadolu’ya getirmeye çalışsaydınız, sizin için ebedî bir şeref olurdu. Böyle yapmadığınız hâlde, manevi irade üzerine yurdumuza gelen bu zât dolayısıyla Peygamber efendimize yakınlık kazandığınız takdirde, dünya ve ahiret saadetiniz artacaktır.

Şunu da bildireyim ki, bu damadınız, Peygamber Efendimizin; “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğlularının peygamberleri gibidir.” buyurduğu kimselerdendir. Eğer bir daha onun başını kestirmek için asker gönderirseniz, bütün yurdumuzun felâketi olacağından şüphemiz yoktur. Son ferman sultanımızındır.”

Aradan günler geçtikten sonra Bursa’ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultanı karşılayanlar arasında Emir Sultan da vardı. Yıldırım Bayezid, onunla selamlaşınca, harp meydanında askerlerle kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. 

Emir sultan “bendeniz damadınız Muhammed Şemseddin.” dedi. Yıldırım Bayezid Han atından inerek onunla kucaklaştı ve gözyaşlarını tutamayarak ikisi de ağladılar.

Sultan Yıldırım Bayezid Han, Niğbolu zaferinden sonra kazanılan ganimetler ile Müslümanların ibadet etmeleri için, Bursa’nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bugünkü Ulu Câminin yeri uygun görüldü ve arsa sahiplerine mülklerinin bedelleri verildi. İçlerinden bir hanım; “Ben evimi satmam.” diye inat etti.  Sultan Bayezid, Emir Sultan’ın huzuruna giderek durumu anlattı.

Emir Sultan; “Her işin gerçekleşeceği bir vakit vardır.” diyerek Sultanı teselli ve teskin etti. O gece kadın bir rüya gördü  Herkes Cennet tarafına gidiyordu. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet’e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arafat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine  kadın feryat etmeye başladı. O sırada gaipten bir ses; “Eğer sen de Cennet’e gitmek istersen, Yıldırım Bayezid Hana evini sat, inat etme,bu rüya üzerine kadında evini sattı ve câminin yapılmasına vesile oldu.

Emir Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Timur-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi, Sultan Bayezid Han ile görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan Padişahı, savaştan vazgeçiremedi. Savaş Yıldırım Bayezid’in aleyhine sonuçlandı.

Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya’da bulunan Şehzâde Çelebi Mehmet, Bursa’ya hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti.

Bir gün sohbet esnasında bir zât, Emir Sultan’a, Peygamber efendimizin miraca çıkmasının cismani mi, yoksa ruhani mi olduğunu sordu. Emir Sultan hazretleri buyurdu ki: 

“Ceddim Resul-i Ekrem, miraca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetiz, sıfatsız olarak Allah telayı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Bu hususta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun doğruluğu, Necm süresinde bildirilmiştir. Resul-i Ekrem için cümle melâike ve bütün mahlûkat salavat getirirler. Böyle yüksek bir zatın miracında, bedenen veya ruhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir defa değil, dört yüz kere miraç yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allah Teâlâ bir hadis-i kudside; “Ey Habibim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım.” buyuruyor. Bu hadis-i kutsi, bunun doğru olduğunu gösterir.”

Emir Sultan hazretleri buyurdu ki: “Allah telanın yolunda olan bir kimsenin kalbinde, Allah telaya kavuşmaktan başka bir arzu bulunmaz.”

Talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyamda şöyle gördüm: Bursa’nın uzak kasabalarından birkaç kişi: 

“Bursa’da bir evliya var. Allah telanın izniyle ne hacetin varsa verirmiş.” diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Onların dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de duasını alalım diye birlikte Bursa’ya gittik. Dergâha girip Emir Sultan’ı görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak takati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. 

“Sultanım, beni talebeliğe kabul edin!” dedim. “Kabul eyledik!” diyerek mübarek elleri ile sırtımı sıvazladılar. Heyecanla uyandım. Rüyamı anneme anlattım ve tabir etmesini istedim. Annem; “Sen hemen o büyük velinin yanına koş, himmetine kavuşarak duasını al.” dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rüyamdaki gibi; “Gidip Emir Sultan’ı ziyaret edelim. Onun duasını alalım.” diye yürüdüklerini gördüm. Aralarına katılarak, rüyamdaki gibi, sırayla dergâha girip huzurlarına çıktık. Emir Sultan’ın mübarek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekleyerek ayakuçlarına kadar gittim. “Bizi talebeliğe kabul buyurun Sultanım.” deyince; “Biz seni talebeliğe kabul edeli kırk yıl oldu.” buyurdular.

Hacı Bayram-ı Velî, talebelerinden bir kısmı ile Bursa’ya gitti. O sırada Emir Sultan’ın Bursa kalesi kenarındaki evleri harabeye döndüğü için, ustalar tarafından tamir ediliyordu. O esnada marangozlar ellerinden büyük bir ağacı düşürdüler. Emir Sultan’ın mübarek bakışları düşen ağaca ilişince, ağaç boşlukta kaldı. Hacı Bayram-ı Velî bu olaya şahit oldu ve içinden;

“Herhâlde Emir Sultan, bana kerametlerinden birini göstermek istedi.” diye geçirdi. Emir Buhari ona; “Biz, bununla size keramet göstererek evliyadan biri olduğumuzu ispatlamak istemedik. Kale kenarında çocuklar oynuyorlardı. Ağaç onların başına düşüp ezilmesinler diye böyle yaptık. Gayemiz, çocukları büyük felâketten kurtarmaktı.” dedi. Çocuklar oradan kaçtıktan sonra ağaç yere düştü.

Bursa tüccarlarından Hoca Kasım, Emir Sultan’a bir sarık hediye etti. O da, tüccara bir miktar para verdi. Hoca Kasım, o parayı alarak kesesine koydu ve çarşıda gezerken, otuz bin dirheme satılan büyük bir elmas gördü. Onu almak istedi, fakat kesesinde o kadar çok para olmadığını bildiği için üzüldü. Sonra aklına, kesesindeki paraları saymak geldi. Paraları sayınca, otuz bin dirhemden fazla olduğunu hayretle gördü. Hemen o elması aldı. Aynı gün elmastan anlayan bir Yahudi, o elmasa yüz otuz bin dirhem verince, Hoca Kasım Yahudi’ye elması sattı. Bunun Emir Sultan’ın bir kerameti olduğunu anlayan Hoca Kasım, Emir Sultan için bir dergâh yaptırdı.

Sarı Yusuf şöyle anlatır: “Bir gün Bursa’da, Emir Sultan’ın huzurunda oturuyorduk. Emir Sultan sohbet ediyordu. O ânda hiç başıma gelmeyen bir şey oldu. Aniden uykum geldi. Öyle ki, göz kapaklarımı kaldıramıyordum. Durumu fark eden Emir Sultan; “Biraz uyu!” diyerek bana izin verdi. Ben de uyudum. Bir süre sonra korkulu bir rüya görerek uyandım. Emir Sultan’ın elinde bir kalkan vardı. Tekrar uyuya kaldım. Yine korkulu bir rüya görerek uyandım. Emir Sultan’ın elinde aynı kalkan duruyordu. Uykum kaçtı ve merakla Emir Sultan’a kalkanı neden tuttuklarını sordum. Emir Sultan şöyle cevap verdi: “Kırım’da bizi seven bir zat var. Şu anda gönlümüze yönelmişti. Bu mecliste uyumundan hatırı incindi. Sana doğru ok attı. Ben de kalkanla engel oldum. Yine attı, tekrar oka mani oldum. Sonra o, senin bizim müsaademizle uyuduğunu anlayınca, pişman olup, okun sana değmediğine şükretti.”

Emir Sultan, bir gün öğle namazını kılmak için evinden dışarı çıktı. Talebeleri de onu takip etti. İçlerinden Mûsâ Baba; “Sultanım! Ne olaydı, şurada bir su aksaydı da Müslümanlar namaz için abdest alsaydı.” dedi. Bu sıra Emir Sultan, asasına dayanmış tefekkür ediyordu.  Besmele çekerek, asasını yerinden oynattı. Oradan bir su kaynayıp coştu. 

Şeyh Sinan şöyle anlatır: Henüz küçük idim. Babamla bahçemize kavun, karpuz ektik. Ne kadar çabaladık ise, ektiğimiz kavun ve karpuzlar bir türlü istediğimiz gibi yetişmedi. Bir gün bostanda, üzüntülü bir şekilde oturuyordum. Babam ise köye dönmüştü. O sıra aniden, at üstünde, yeşil kaftanlı bir zat Peyda oldu. Benden çekirdek istedi. Ben de verdim. Çekirdeği alıp tarlaya saçtı. Bir anda tarla çimlendi ve kavun, karpuz yetişti. Benden bir karpuz istedi. Ben de koparıp verdim. Karpuzu ikiye böldü. Yarısını kendisi aldı, diğer yarısını da babama vermemi tembih etti ve “Bana Emir Sultan derler. Söyle babana, seni Bursa’ya, benim yanıma getirsin.” dedi. Ben de; ” emrinizi yerine getiririm.” dedim. Yeşil kaftanlı zat, bir anda kayboldu. Bir müddet sonra babam geldi. Ben babama, Emir Sultan’ın dileklerini ve tembihini aktardım. Babam da; “Başım, gözüm üstüne!” diyerek, beni Bursa’ya Emir Sultan hazretlerinin huzuruna götürdü.

Uzun müddet Emir Sultan’ın hizmetinde bulundum. Sonunda; “Fesat ehlini ıslah eyle. Himmet ve inayetle Müslümanlara nasihat et. Ta ki, senin Kur’an-ı kerime dayalı doğru yolunu duyanlar da, yaptıkları hatalarından dönsünler.” diyerek bana hilâfet verdi.”

Emir Sultan hazretleri, bir gün Ali Efendi isimli talebesini Balıkesir’e göndermek istediler. O talebe kalbinden şöyle geçirdi: “Acaba Balıkesir’e varıp gelinceye kadar vaktimi nasıl geçireyim?” Hemen kalkıp tesbihlerini getirip eline verdiler ve “Gidip gelinceye kadar bu tesbihle meşgul ol.” buyurdular. Talebe tesbihi alıp yola düştü. Balıkesir’e Cuma vakti vardı. Emir Sultan’ın ikaz için gönderdiği hoca efendinin hutbesine yetişti. Sonra ona bozuk düşüncelerini ve doğrusunu anlattı. Fakat o, Emir Sultan’ın talebesini dinlemedi ve kendi düşüncesinde ısrar etti. Talebe geri dönerken, akşam karanlığında bir köye girdi. Köye girdiği sırada, dere kenarındaki kumluk bir yere bastı ve kayarak düştü. O esnada tesbih elinden kayboldu. Ne kadar aradı ise bulamadı. Yolculuk bittiğinde, ağlayarak Emir Sultan hazretlerinin huzuruna girdi. “Ya oğlum! Yolculuğun nasıl geçti, hâlin nasıldır?” buyurdular. O da; “Sultanım içim yanıyor. Karanlıkta ayağım kaydı, tesbihi suya düşürdüm.” dedi. Bunun üzerine Emir Sultan; “Ya oğlum! Onun için niye üzülürsün? Biz onu suya düşürmedik.” dedi ve cebinden tesbihi çıkarıp verdi.

Bir gün bir köylü, Emir Sultan’ın huzuruna gelip; “Sultanım, bir sıkıntım var. Başım dertte, bana bir dua yazın ve himmet edin.” dedi. Ali Hoca isimli talebesine işaret edip; “Yazıyoruz.” dedi. O da duayı yazdı. Emir Sultan ve yanında bulunan talebeleri kime dua yazsa, Allah telanın izni ile şifa bulurdu. 

Emir Sultan hazretlerinin yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazada kullanılmak üzere asılı dururdu. O yaya ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isabet ederdi. Her nereye atmak isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını emre ederdi. Şeyhülislamın da hazır bulunduğu bir gün, Emir Sultan okunun ve yayının getirilmesini istedi. Getirilen ok ve yayın, Şeyhülislama  verilmesini emre buyurdu. Emir Sultan ona; “Oku doğuya doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız orası olsun.” buyurdu. Şeyhüİslâm, emirleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki türbenin olduğu yere düştü.

Emir Sultan 1430 (H.833) senesinde Bursa’da veba hastalığından vefat etti. Vefat ettiğinde 63 yaşındaydı. Emir Sultan vefat ederken, Hacı Bayram-ı Velî’nin yıkayıp, cenaze namazını kıldırmasını vasiyet etti. Hacı Bayram-ı Velî gasil ve tekfin işlerini yaptı ve cenaze namazını kıldırdı. Okun düştüğü yer olan Bursa’nın doğu kısmında yüksekçe bir yere günümüzde kendi ismiyle anılan semte defnedildi.

Emir Sultan hazretlerinin türbesi yapılırken türbeyi yapan zat, rüyasında Emir Sultan’ı gördü. O zata; şurayı şöyle yap, burayı böyle yap diye, türbesi bitinceye kadar, her gece rüyada emir verdiler. O zat, türbe yapımını bitirdikten sonra, bir daha Emir Sultan’ı rüyasında görmedi.

Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine çıktığında Yenişehir’de bulunduğu sırada Bursa’ya gelerek, atalarının kabirlerini ziyaret etti. Emir Sultan hazretlerinin türbesine gelip, onun ruhaniyetinden yardım dilerken, Emir Sultan hazretlerinin kabrinden; “Ya Selim! Duhulü Mısra İnşallah amin! (Ey Selim! İnşallah Mısır’a emniyet içinde giresiniz!)” diye bir nida işitildi. Duyanlar; “Müjdeler olsun padişahım! Size Mısır’ın fethi müjdelendi!” dediler.

Emir Sultan’ın vefatından yaklaşık iki asır sonra, yanında Arslan ile dolaşan bir zat Bursa’ya geldi. Emir Sultan’ın türbesini ziyaret etti. Bu sırada aslanını bir ağaca zincir ile bağladı. Biraz sonra zincirini koparan Arslan, aşık gibi türbenin kapısına geldi ve gözlerinden yaş aka aka Emir Sultan’ı ziyaret etti. Sonra olduğu yere dönerek sahibini bekledi.

Duy Halife adıyla meşhur bir zat vardı. Ona; “İlmi kimden tahsil ettin?” diye sorulduğunda; “Üstadım Emir Sultan hazretleridir. Bir gün, babam ve birçok kişi ile Emir Sultan hazretlerini ziyarete gitmiştik. Mübarek nazarlarına kavuşup, elini öptük. Babama bakıp; “Oku.” buyurdular. Babam Kur’an-ı kerim okumaya başladığında, oradakilerin birçoğu kendinden geçip ağladı. Ondan sonra babamın bütün çocukları çok güzel Kur’an-ı kerim okurlardı. Hatta kız kardeşlerim bile bizim gibi okurdu.” dedi.

İznik’te metfun bulunan velilerden Eşrefoğlu Abdullah, sağlığında bir iş için Bursa’ya gitmişti. Fakat fırsatı olmadığı için, Emir Sultan’ın kabrini ziyaret edememişti. İznik’e geri dönerken, yolda Halil Paşanın oğlu İbrahim Paşayı gördü ve ona; “Siz her halde Bursa’ya gidiyorsunuz. Emir Sultan hazretlerinin kabrini ziyaret ettiğinizde, selamımı  iletmenizi sizden rica ediyorum.” dedi. İbrahim Paşa, Bursa’ya girer girmez Emir Sultan’ın türbesinin bulunduğu yere gitti. İki rekat namaz kılıp, Kur’an-ı kerim okuduktan sonra Emir Sultan’ın türbesine girdi ve “Sultanım! Eşrefoğlu Abdullah, size selam söyledi.” dedi. O anda türbeden “Ve aleykümselam.” sesi geldi.

Mücahit Bahadır şöyle anlatır: “Fâtih Sultan Mehmet Han zamanında bir sefere katılmıştım. Bir kale muhasara edilmişti. İslam askerleri düşman kalesine tırmanıyorlardı. Ben de bir yerden burçlara doğru tırmanmaya başladım. Kale burcuna yaklaştığım sırada, önüme bir kaya parçası çıktı. Bu kaya parçası yüzünden yerimden oynayamıyordum. O sırada aklıma Emir Sultan geldi ve çan gönülden; “Ey Emir Sultan! Bana yardım eyle! Beni bu belâdan kurtar!” diye yalvardım. Birdenbire karşımda bir nur şelâlesi gördüm. İçinden yeşil elbiseler giyinmiş bir zât belirdi. Bana engel olan taşın üstüne geldi. Üstündeki elbisesini sarkıtıp; “Ey Gazi! Elbiseye tutun! Sakın korkma!” dedi. Ben de; “Ya Allah!” deyip, tutundum ve engeli aşmış olarak kendimi kalenin içinde buldum. Emir Sultan hazretlerinin elini öpüp, ayağının tozuna yüzümü sürmek istediğimde, gözümden kayboldu. Nereye gittiğini de anlayamadım.”

Başkasına Niçin Gidilmez?

Şeyhülislâm Molla Fenari, Emir Sultan’dan icazet, diploma aldıktan sonra, Ulu Câmide vaz verirdi. Bir gün vaz vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emir Sultan hazretleri bir talebesini, bir şeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu talebe, Şeyhülislâmın vaz vereceğini duyunca, kendi kendine; “Gidip vaazı dinleyeyim, Şeyhülislâmın hayır duasını alayım.” diye düşünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda câmide zelzele olmaya başladı. Cemaatin bir kısmı dışarıya kaçtı. Fakat dışarıda zelzele olmadığı görüldü. Bu durumdan haberi olan Şeyhülislâm, murakabeye daldı. Sonra cemaate dönüp; 

“İçinizde Emir Sultan’ın hizmeti ile emre olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helâk ettirecek.” dedi. 

Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp dergâha gitti. Emir Sultan’ın huzuruna girdi. Talebe selam verdi. Emir Sultan başını kaldırıp, sadece talebeye baktı. Talebe, hocasının heybetinden düşüp bayıldı. Ayılınca, Emir Sultan ona; 

“Ey oğlum! Dünyevi ve uhrevî ihtiyaçlarınız karşılanmadı mı ki, başkalarından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit çeşit nimetlere kavuşurken, gidip başkasından yardım istemesi, ona sual sorması, ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşeklik tir.” buyurdu 

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynaklar:

  • ehlisünnetbüyükleri
  • evliyalar
  • altınsilsile

Manen Enbiyalar, Evliyalar ve Mü’minlerin İbadetlerine İcabet Etmek!

Mü’minin, namazdan sonra yaptığı tesbihat bir ibadettir. Mesela “Sübhanallah”, “Elhamdülillah” ve “Allahü Ekber” gibi mübarek kelimelerle otuz üçer defa Allah’ı tesbih ve senâ ederek, hem bu dua ile acizliğini ve ihtiyaçlarını, hem de salavatlarla da Efendimize muhabbet ve selâm gönderilerek onun şefaatini dilemiş olur.

Namazın tesbihatında otuz üçer kere söylenen bu mübarek sözler birer manevi kilit gibidirler. Mesela rast gele bir anahtarla kilit açılmaz, ancak o kilidin şifresine uygun bir anahtarla açılabilir. Her bir e-mailin şifresi gibi, diyelim otuz üç harfli bir şifre olursa, bir harf noksan veya fazlası ile yazılırsa e- mail kutusuna girilemez. Böylece bazı İlahi sırların açılabilmesi için de belirli sayıda tesbih gerekiyor. Hikmet-i İlahiye öyle murad etmiş. Kul şifreyi bilmeyebilir. Bazen sehven sayı hakkında bir yanılgıya girilirse de inşallah anahtar kilide uyar, maksat yerini bulur.

Zaten ibadetin sebebi de Allah’ın rızasını kazanmaktır. Cenab-ı Allah Kur’an’ı Âzimuşşan’da: “Namazı kıldıktan sonra; ayaktayken, otururken ve yan yatarken Allâh’ı anın.” buyurur. 1

Peygamberimiz (asm) de: Allah’ın celalinden zikrettiğiniz tesbih (Sübhanallah), tehlil (Lâ ilahe illallah) ve tahmid (elhamdülillah) cümleleri Arş’ın etrafında dönüp dururlar. Onlar tıpkı arıoğulu uğultusu gibi uğultu çıkararak, sahiplerini andırırlar. Sizden biri, Arş’ın civarında kendisini andırtan birisinin olmasından hoşlanmaz mı?” buyurmuştur.

Bediüzzaman, “Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir. (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) evradıdır. Bu nedenle ehemmiyeti büyüktür…”demiş.2

Konu ile alakalı Risale-i Nur Külliyatında: Kastamonu Lahikası, On Üçüncü Şua, Yirmi Sekizinci Mektup, Mesnevî-i Nuriye- Hubab, Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup’tan geniş bilgi elde edilebilir. Tesbihatin mana ve önemini zaten ayet ve hadisle yukarıda zikredilmiştir.  Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nur’dan da kısmen aşağıya yazılmıştır.

Bediüzzaman, “Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür.

Yani:

.Celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek;
.Hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek;
.Hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdü lillâh deyip şükretmektir.

Demek, tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler.
Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını tekid ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir; namazın mânâsı şu mücmel hülâsalarla tekid edilir.” buyurmuş. 3

Cemaatle kılınan namaz, yalnız başına kılınan namazdan yirmi yedi kat sevap kazandırdığı gibi; namazdan sonra cemaatin yaptığı tesbihat ve dua da semaya kaldırılan eller, bir nevi iştirak-i a’mal-i uhreviye hükmüne geçer. Böylece toplu yapılan duaların kabule karin olacağı Allah’tan ümitle beklenmektedir.

Mesela sabah ve akşam namazı tesbihatında “Allahumme ecirna minennar” denildiği zaman “na” biz manasındadır.  Yani “Allah’ım hepimizi ateşten kurtar.” Dua ne kadar geniş kapsamlı olursa o kadar sevabı fazla olur. İştirak-ı a’mal-i uhrevi cihetiyle de her cemaat kendi şeyhine, üstadına ve arkadaşlarına ismen duada bulunarak, cemaatinin duasına ortak olabilir. Mesela her Nur talebesi yapacağı duada üstadını ve Nur talebelerini düşünerek duasına dahil ederse; diğer talebelerin de yapacakları dualara, iştirak-i  a’mal-i ühreviye cihetiyle  ortak olmuş olur.  Aksi takdirde beklenti içine girmek manasız olur. Çünkü Risale-i Nur Talebesi olma şartlarından bir tanesi de ta’dil-i erkân ile namazı kılmak ve arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

“…teşrik-i mesai sırrıyla ve her has Nurcu, umum Nurcuların mânevî kazancına hissedar olmasıyla, mânen binler dille ibadet ve dua ve istiğfar ve tesbihat yapmaya hakikî uhuvvet ve ihlâs ile mazhariyetinizi rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz ve öyle de ümit ediyoruz.” 4

Netice olarak tesbihatsız namaz kılan; şeytani, insi ve cini marazlara karşı yenik düşebilir. Bu nedenle mü’min namazını tesbihatla güçlendirmesi gerekir. ´…tesbihat eden milyonlar mü’minler cemaatı arasına manen girer, onlarla beraber söyler. Hatta daha ileri gitse bütün zaman ve mekânlardaki mü’minlerle beraber olarak, ortada Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sağında enbiyalar, solunda evliyalar ve bütün mü’minler beraber tesbihat edebilir.” Şeklinde açıklayan  Bediüzzaman,”Yine birgün, ´Ben namazdan çıkışta (Esselâmü aleykûm ve rahmetullah) dediğimde, sağımda enbiyaları, sol tarafımda evliyaları niyet ederek öyle selâm veriyorum´ 5 demiştir.

Duanın umman denizinden istifade etmek isteyen, namazın arkasındaki tesbihatı huşu içinde yapsın ve manen Enbiyalar, evliyalar ve mü’minlerin meclisine girerek dualarına icabet etsin

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

01.10.2013

www.NurNet.org

————————————————————–

Alıntılar: 1-Nisa/103, 2-Kastamonu lahs. 70. mektup,

3- Sözler. Dokuzuncu Söz, 4,5-Emirdağ Lâhikası.

Evliya Kimdir? Kime Denir? Özellikleri Nelerdir?

Lugatta veli; dost, arkadaş ve itaatkâr anlamına gelmektedir. “Evliya” ise “veli” kelimesinin çoğuludur.

İslami ıstılahta veli; Allah’ın sadık dostu ve sevgili kulu demektir. Veli, Allah’ın şeriatına bağlı, hak ve hakikate âşık kimsedir. Veli, “Kurân-ı Kerim’in hak ve hakikatini anlamış, Peygamber Efendimizin irşadı dairesinde hareket etmiş ve bu sayede ulvî derecelere yükselmiş olan Hak dostudur.”

Bu tarifler çerçevesinde milyonlarca Allah dostu vardır ki bunlar da iki kısımdır.

Bir kısmı herkes tarafından bilinen kimselerdir. Abdülkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend, Bayezid-i Bistâmi, İmam-ı Gazali, İmamı Şarani, İmamı Şazeli, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman gibi. Bunlar, Kur’an’dan aldıkları feyiz ile milyonlarca insanın irşadına vesile olmuşlardır.

Diğer kısım evliyalar ise, bilinmeyenlerdir. Hak Tealanın perde-i izzetinde mestur nice aşık, sadık ve dostları vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilmez. Bu Allah dostları ezelde aşk-ı ilahinin şarabını içmiş, muhabbet ve marifet-i ilahiyeye mazhar olmuş kimselerdir. Evliyaları hakkıyla tarif ve tavsif mümkün değildir. Onlar ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış ve Kur’an’ın bütün hakikatlarını hayatlarına tatbik etmiş ve hayatlarını Allah rızası dairesinde geçirmişlerdir. Allah’ın en sevgili dostları olan bu zatlar, insanlık için birer manevi tabiptirler. Bunları yalnız Cenab-ı Hak bilir. Nitekim bir hadis-i kudsi de şöyle buyrulur: “Bir çok evliya vardır ki, onları benden başka bilen yoktur. Onlar benim hususi ve sevgili dostlarımdır.

İbrahim Hakkı Hazretleri de bu hakikate işaret için;

Harabat ehline hor bakma şakir,

Defineye malik viraneler var.” buyurarak, nice Allah dostunun ve evliyanın olduğunu ifade etmiştir.

Bütün meyvelerin ve çiçeklerin yetişmesine güneş vesile olduğu gibi, bu Allah dostlarının manevi terakki ve tealisine, yani onların marifet, muhabbet, ubudiyet, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, ittika ve korunmalarına da vesile olan Kuran güneşi ve Peygamberimizin Sünneti dir.

Güneşten feyiz alan o meyve ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum evliyaların da, feyizleri, irfanları, meşrepleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar, zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır. İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği taktirde huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususen iman, marifet, ilim ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükünete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için mürşitlere, mücedditlere ve evliyalara muhtaçtır.

Evliyalar, Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin tezahürlerini daima temâşa ederler. Onların bu temâşadan aldıkları zevk ve lezzet, cennetteki zevk ve sefanın çok fevkindedir. Onlar Cenab-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline muhtelif isim ve sıfatlarına en mükemmel manada ayna olmuşlardır. Hiç şüphesiz insanlar içinde Allah’a en güzel, en geniş ve şa’şaalı bir surette âyinedarlık eden Peygamber Efendimiz (s.a.v)dır. Bu bakımdan Allah’ı en mükemmel manada tanıyan, seven ve başkalarına da sevdiren O Zât’tır. (s.a.v)

Daha sonra diğer peygamberler, mürşitler ve evliyalar gelir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cenab-ı Hakk’ın isimlerine okyanus gibi bir ayna iken, başka bir peygamber bir deniz, evliya bir göl ve başka biri de bir havuz mesabesindedir.

Evliyaların her birinde Cenab-ı Hakk’ın bazı esması hakimdir. Bundan dolayı bazısında heybet ve celâl, kiminde şevk ve zevk, başka birinde marifet ve fazilet, bir kısmında vakar ve sükun, bir diğerinde de ibâdet ve taat ve bir başkasında da şefkat ve merhamet galip gelmiştir.

Evliyalara Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, lütfü ve inayeti nihayetsizdir. Onların olduğu mekanlara ve zamanlara feyz-i Rabbani, envar-ı Kur’anî tecelli eder; oralara hayır, feyiz ve bereket yağmur gibi dökülür. Onlar, Allah katında aziz ve mükerremdir; kıymetleri pek âlidir. Onları gören Allah’ı hatırlar.

Evliyaların en büyük gayesi, dünyada iman, salih amel, marifetullah ve muhabbetullah, ahirette de Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme şerefine mazhar olmaktır. Evliyaların maksudu cennet değil, cemal-i ilahidir. Zira cennet mahluk ve mahduttur. Onlar mahluk ve mahdut olana değil, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan mahbub-u hakikiye kavuşmaya ve O’nun rızasına ve rüyetine mazhar olmaya aşıktırlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Cennet’te bir dakika rü’yet-i cemâl-i İlâhî, bütün Cennet lezâizine fâiktir.”

Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

İşte şu sırdandır ki; “Vedûd” ismine mazhar bir kısım evliyâ: “Cennet’i istemiyoruz; bir lem’a-i muhabbet-i İlâhiye, ebeden bize kâfidir.” demişler.

Vedûd” ismine mazhar olan muhakikîn-i evliyâ; “Bütün kâinatın mâyesi, muhabettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir.” demişler.

Yine “Vedud” ismine mazhar olan evliyadan bir zat şöyle demiş: “ Felek mest, melek mest, nücum mest, semavat mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anasır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest, seraser zîhayat mest, heme zerrat-ı mevcudat beraber mest, der mestest

Yâni; Muhabbet-i İlâhiye’nin tecelisinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istîdadına göre mestdir. Malûmdur ki; her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba- sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan binbir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbûb-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, O’nun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?”1

Allah-u Tealanın cemal ve kemalini müşahede etmekten daha büyük bir nimet tasavvur edilemez. Ancak Allah’ı müşahede nimeti O’na olan muhabbetin derecesine göredir. Muhabbet ne kadar ziyadeleşirse lezzet de o nisbette ziyadeleşir. Nitekim bir Hadis-i Kudside şöyle buyrulur: “Evliyalarımın benim cemalimi müşahadeye iştiyakları olduğu gibi, benim de onlara iştiyakım daha şiddetlidir.”

Bediüzzaman Hazretleri de rü’yetullahı şöyle ifade eder:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz ikinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”2

Başka bir eserinde de şöyle buyurur:

Her bir insan, o Hâlık-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstehaktır.”3

Dünya ve ahirette en yüksek mertebeye ulaşacak kimseler Cenabı Hakk’ı en ziyade sevenler olacaktır. Muhabbet, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Zira, O’nun nihayetsiz olan bütün sıfatları en latif, en nuranidir. Bütün nurların nuru, bütün güzelliklerin menbaı O’dur. Sevgiye sebeb olan her güzellik, her kemâl, her cemâl O’ndadır. Hayat, ilim, kudret… gibi ezelî ve ebedî olan kemâl sıfatlar O’nundur. Bunlar ise zâtında sevilirler.

Şu kâinatta çiçeğinden bahçesine, zemininden semâsına, baharından cennetine kadar sevdiğimiz, takdir ve tahsin ettiğimiz herşey Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının âyineleridir. Ezelden ebede bütün nimet ve ihsanlar, lütuf ve ikramlar, çok şefkatli ve pek merhametli olan O’nun hazinesinden gelmekte, O’nun kereminden akmaktadır. Öyle ise insan için “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in”4 sevgisine mazhar olmak ve O’nun tarafından sevilmekten daha büyük bir saadet düşünülemez.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder: “Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder.”5

Allah’a kemaliyle muhabbet O’nu bütün kalp ve hissiyatıyla sevip emir ve yasaklarına ittiba etmekle olur. Allah’ı seven bir cihetle kendini sevmiş olur. Mesela Padişahı seven padişahın ihsan ve ikramlarına nail olduğu gibi Allah’ı seven de O’na dost olur O Padişahı Zülcemale dost olan da elbette ki O’nun nimet ve ihsanlarına nail olur. Böylece kendini sevmiş olur. Allah’ı sevmenin yolu ise O’nun Resulünü sevip, sünnetine ittiba etmekle olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

Ey Resulüm, de ki: “Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” 6

Bediüzzaman Hazretleri bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:

Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır.”7

Evet insanın yaratılışındaki hikmet, Allah’ı tesbih, tahmit, ,tazim ederek O’na muhabbet etmektir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Beni zikredin( anın) k) ben de sizi zikredeyim”8

Zaten kafirlerden başka Cenab-ı Hakk’ı zikretmeyen ve O’nu tanıyıp itaat etmeyen hiç bir mahluk yoktur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur.”9 Dağlar ve bağlar, deryalar ve çiçekler, yıldızlar ve güneşler durmadan Allah’ı zikredip anarken, zikirde ustabaşı olan ve ibadet için yaratılan insanın bundan müstağni kalması düşünülebilir mi?

Evet, Allah dostları daima Allah’ı anarlar. Onlar, daima huzurdadırlar, hiçbir an Allah’tan gafil olmazlar. Onların içi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrettedir. Onların kalplerinde aşk-ı ilahi ve muhabbet-i ilahi öyle nakşolunmuştur ki, zail olması mümkün değildir. Onlar ihtiyarsız olarak can ve cananlarından geçmişlerdir; daima hayrettedirler. Bununla beraber, acz, fakr ve kusurlarını görür, yaptıkları iyilikleri hep Allah’tan bilirler. Nefislerinin tezkiyesine çalışırlar. Herkese marufu emreder ve nehy-i münkerde bulunurlar. Yani insanlara iyiliği emredip kötülüklerden sakındırırlar. Bunu yaparken de yumuşaklık ve alçak gönüllülük gösterirler. Allah dostlarının en ulvi maksatları; insanların her türlü küfür ve isyan ve menhiyattan uzak durmaları, Allah’a bağlanmalarıdır.

Tevazu ile vakar onlarda cem olmuştur. Onlar bu aleme mükerrem olarak ayak basmışlardır. Gezdiği yerler ve bastığı topraklar onlarla iftihar ederler. Onlar temiz fıtratlarını bir takım seyyielerle lekedar etmekten son derece sakınırlar. Onların ibadetleri ne cennete girmek, ne de cehennemden kurtulmak için değil, sırf Allah’ın rızasını kazanmak içindir. Onların suretleri güzel olduğu gibi, siretleri, kalp ve ruhları da nice fazilet ve güzelliklerle doludur. Zerafet ve nezafetleri ziynetleri olduğu gibi, iffet, haya, merhamet ve edep gibi manevi güzellikleri de onların süsüdür. Bu gibi manevi güzelliklere mazhar olmak insanın kendi ihtiyarındadır. Bu ulvi meziyetlerden mahrum olmak kadar insanı hacalete düşüren hiçbir şey yoktur.

Evliyalar, insanlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidirler. Onlardaki bu hisler fıtridir. İsyanlarından dolayı insanların cehenneme gitmelerinden son derece üzüntü duyarlar. Nitekim bir Allah dostu olan Hz. Ebu Bekir (ra) : “Ya Rabbi vücudumu öyle büyüt ki, Cehennemde hiç kimseye yer kalmasın” buyurmuştur. Yine

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurmaktadır:

Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa -lüzum olsa- dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin Cennet’e girmeleri için Cehennem’i kabul ederim.” 10

Diğer bir eserinde de şöyle buyurmuştur;

Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”11

Bu iki büyük zatın ifadeleri bunun en açık delilidir. Acaba Hz. Ebubekir (r.a.) ve Bediüzzaman Hazretlerinin şefkat ve merhameti böyle olursa, Her güzel ahlâk sahasında olduğu gibi, merhamette de en ileri olan Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in ümmetine karşı şefkat ve merhameti nasıldır?

Zira o, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî” (ümmetim) dedi. Hayatı boyunca ümmetim dedi. Miraçta ümmetim dedi. Dünyadan göçerken ümmetim dedi. Mahşerde de herkes “nefsî nefsî” diyeceği zaman, yine O, “ümmetî ümmetî” diyerek dünyada ümmetine karşı şefkat ve merhametini gösterdiği gibi, mahşerde de en ileri derecede gösterecektir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde:”Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”12 buyurarak, O’nun ( s.a.v) ümmetine karşı olan şefkat ve merhametini ortaya koymuştur. Hatta kafirlerin bile hidayete gelmemelerinden dolayı bile son derece müteessir olmuştur. Bu husus bir ayet-i kerimede şöyle ifade buyrulur “Şimdi bu söze inanmazlarsa, sen onların arkalarından adeta kendini tüketeceksin!”13 Bu ayet de Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) insanların hidayete gelerek ebedi helaketten kurtulmasına ne kadar önem verdiğini ve O’nun (s.a.v.) eşsiz şefkat ve merhametinin en açık delilidir.

Evet Allah dostu olan ve kendine Hazret-i Peygamber (s.a.v)’i rehber eden evliyalar da hak ve hakikata muhtaç olan insanları, ona ulaştırmak için büyük bir şefkat ve merhamet gösterirler. Kalplerinde kimseye kötülük beslemezler. Bütün işleri Allah içindir. Onlar bu yolda yürürken kendilerini yollarından döndürmek isteyen kimselerin ayıplamalarından çekinmez ve korkmazlar. Her işlerinde adalet üzeredirler. Şüpheli şeylerden de son derece sakınırlar.

Bu zatların en büyük maksatları Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’a itaatte hiçbir noksanlık göstermez, bu uğurda kendilerine isabet edecek her türlü eza ve cefaya sabrederler. Bütün mahlukatı ve insanları Allah için severler. Bu sevginin ehemmiyetini Hz. Ömer’ den (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle ifade buyurmaktadır:

Allah’ın kullarından öyle kimseler vardır ki, onlar enbiya ve şüheda değillerdir; fakat kıyamet günü Allah indindeki makamlarından dolayı onlara Enbiya ve Şüheda gıpta edeceklerdir.” Bunun üzerine sahabelerden bazıları: “Ya Resûlallah! Bunlar kimlerdir? Amelleri nedir? Bize haber ver ki, biz de onları sevelim.” dediler. Resûlullah (s.a.v) : “ Onlar bir kısım mü’minlerdir ki, aralarında hiç bir akrabalık bağı, birbirlerine itaati gerektirecek herhangi bir mal alakası olmadığı halde birbirini sadece Allah için sevenlerdir. Onların yüzleri nurdur ve kendileri de nurdan bir minber üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman bunlar korkmazlar, nas mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar.” buyurdular ve şu ayet-i kerimeyi okudular: “Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah’ın velileri için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”14

Bu ayetle Cenab-ı Hak, veliler için hiç bir korku, bir hüzün bulunmadığını müjde vermekte, onların dünyada da ahirette de en büyük bir teveccühe mazhar olacaklarını beyan buyurmaktadır. Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever ve onlardan razı olur. Bununla beraber onlar, yine de korku ve ümit arası olan “beynel havfi verreca” düsturundan hiç ayrılmadan yaşar ve akibetlerinden daima endişe duyarlar.

Evliyalar, esrar-ı ilahiye ve Kur’aniyeye vakıftırlar. Onlar, yaratılışın maksat ve esrarını anlamış mümtaz kimselerdir. Bu Allah dostlarının vefatından dolayı, yerler, gökler, sema, dağlar ve bağlar, denizdeki balıklar, zaman ve mekan, hasılı bütün mahlukat ağlar ve yas tutarlar. Ehl-i küfrün ölümünü ifade eden bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ne gök ne yer onların üstüne ağlamadı.”15

Bu ayetin mefhum-i muhalifinden şöyle bir mana anlaşılır ki, “Ehl-i imanın Dünya’dan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”

… Semâvât ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmânın zevâline mahzun oluyorlar.”16

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Arş’ın Sa’d İbn Muaz’ın (ra) vefatıyla sarsıldığını” ifade buyurmuşlardır. İmam-ı Şarani’nin Tabakat adlı eserinde Bağdat’ta vefat eden Ahmet İbn-i Hanbel Hazretlerinin evinin etrafına binlerce yabani hayvanın toplandığı ve cenazesine altmış binden fazla kişinin katıldığı anlatılmaktadır.

Evliyaların kıymet ve derecesini anlayabilmek ve onların deryasında fener yakabilmek için “insanın fikir teknesinin çok sağlam, idrak yelkeninin çok geniş ve gönül rüzgarının devamlı olması gerekir.”

Cenab-ı Hak bizleri de peygamberin ve evliyaların yolundan giden; daima acz, fakr ve kusurunu bilen ve hüsn-ü akibetle emaneti teslim eden kullarından eylesin! Amin…

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Sözler

2 Mektubat

3 Lem’alar

4 Şualar

5 Lem’lar

6 Al-i İmran suresi, 3/31

7 Lem’alar

8 Bakara Suresi 2/152

9 İsrâ Suresi 17/ 44

10 Emirdağ Lahikası

11 Tarihçe-i Hayat

12 Tevbe Suresi 9/128

13 Kehf Suresi, 18/6.

14 Yunus Suresi, 10/62

15 Duhân Suresi 44/29

16 Sözler

Hayati Harrani’den Nasihatler

“Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir.”

“Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır.”

“Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O’nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O’nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk’ın sevgisini bulundurmalıdır”

“Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O’nu tanımanın) ve Hakk’a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur.”

Hayat Bin Kays El Harrani (Hayati Harrani(K.S.))