Etiket arşivi: Evrim

Tasarımın ihtişamı, evrimin tutarsızlığı ders kitapları faciası

40 yıldır tanıdığım, 50’den fazla esere imza atan, değerli ilim adamı Prof. Sefa Saygılı, ders kitaplarındaki materyalist, evrimci ve ateist bakış açısını çökerten bir eser kaleme aldı. 

TASARIMIN İHTİŞAMI EVRİMİN TUTARSIZLIĞI isimli kitap Çıra yayınları arasında çıktı. 

Yeni eserinde Prof. Sefa Saygılı, evrimci görüşün bilimsel değil ideolojik olduğunu ortaya koyuyor, evrimcilerin tutarsızlıklarını, kâinattaki varlıkların mükemmel olduğu ve Allah tarafından yaratıldığı ortaya ispatlıyor.

Evrim düşüncesi, kâinatın ve canlı-cansız varlıkların tesadüfen, Yaratıcı eseri olmaksızın, kendi kendine oluştuğu inancına dayanır. Varlıkların mutasyon, adaptasyon ve tabii seleksiyon mekanizmalarıyla geliştiği, oluştuğu iddia ediliyor. Bilgisiz, akılsız ve bilinçsiz maddelerin doğada kanunlar yapması ve bunları yürütmesi mümkün değildir. Doğadaki son derece güzel, sanatlı, renkli ve faydalı varlıkların tesadüfen bir araya gelen sebepler tarafından ortaya çıktığını iddia etmek akıl dışı bir iddiadır.

Yaratıcıya inanmayanlar böyle akıl dışı bir teoriye sarılıyor. Evrimcilerin bütün gayretlerine rağmen evrim hipotezini doğrulayacak hiçbir ciddi deney ve gözlem yoktur. Mevcut iddialar ise defalarca gündeme getirilmiş ve çürütülmüştür. 

Biyoloji ve coğrafya kitaplarındaki çizilmiş maymunların giderek insana dönüşmesini gösteren resimler hayalidir ve birkaç kemik kalıntısındaki benzerlikten yola çıkılarak uydurulmuştur gerçekle ilgisi yoktur.

Ateistlerin baskılarına rağmen dünyada evrim teorisini reddeden bilim insanlarının sayısı artmakta ve sesleri daha yüksek çıkmaktadır. 

Jerry Bergman, bir kısmı Nobel ödüllü 3000’den fazla bilim adamını  listelemiştir. Üç binden fazla bilim adamı, alanında uzman kişiler Milli Eğitim Bakanlığı ve Talim Terbiye Kurulu tarafından hiç dikkate alınmıyor. 

Prof. Saygılı evrimci bakış açısının iflasını şöyle dile getiriyor:

Darwinizm, bilim karşısında özellikle şu üç temel noktada yenilmiştir:

1. Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.

2. Teoride öne sürülen evrim mekanizmalarının gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.

3. Fosil kayıtları, evrim teorisinde öngörülerinin tam aksi bir tablo ortaya koymaktadır.

Evrim, inandırıcı bilim değil, ideolojik saplantıdır, ateizmin maskelenmiş görüntüsüdür.” 

Buna rağmen pek çok bilim insanı ortaya çıkan bulgu ve bilgilere gözünü kapatmakta, ısrar ve inatla bu temelsiz teoriyi savunmaktadır. Evrim teorisi bilimsel bir varsayım değil ideolojik bir bakış açısı ve alternatif arayışıdır. 

Bu gerçeği, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma şöyle izah eder:

“Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegâne iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır veya böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa o hâlde ‘sonsuz güç sahibi bir üstün akıl’ tarafından yaratılmış olmaları gerekir.”

Bugüne kadar yaklaşık 700 milyon fosil elde edilmiştir. Tüm fosiller, canlıların evrimleşmediğini, eksiksiz ve mükemmel bir şekilde ortaya çıktığını göstermektedir.

Bilimsel anlamda iflâs etmiş bir teorinin hâlâ itibar görmesi konusunda büyük bilim adamı ve filozofu Ludwig Von Bertalanffy şunları söyler:

“Bu kadar belirsiz, kanıtları bu kadar yetersiz, bilimsel ölçülere bu kadar uzak bir teorinin dogma hâline gelmesi sanırım ancak sosyolojik nedenlerle açıklanabilir. Toplum ve bilim; mekanikçi, yararcı ve serbest rekabetçi düşüncelere o kadar dalmıştı ki, artık gerçek realite olarak gökyüzüne Tanrı yerine seleksiyon (ayıklama) çıkarılmıştır.” (Darwin’in Çöküşü, Say. 143)

Kıymetli Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Prof. Sefa Saygılı’nın kitabını inceletmeli ve fen bilgisi kitaplarındaki dinsiz propagandaya son verilmesini sağlamalı. 2019 ders yılının açılış konuşmasında; müfredat ve ders kitaplarında milletimizin değerlerine aykırı fikir ve görüşlerin temizlendiğini, milli ve yerli hâle getirildiğini ifade etmişti.

Akit gazetesi yazarları olarak yaptığımız incelemelerde fen bilgisi, fizik, kimya, biyoloji, coğrafya kitaplarında materyalist bakış açısını sürdüğünü, Cumhurbaşkanımıza yanlış bilgi sunulduğunu ortaya koymuştuk. 

Ders kitaplarından dinsiz bakış açısının terk edilmesinin tam zamanı. Tasarımın İhtişamı Evrimin Tutarsızlığı adlı eser evrimci, materyalist bakış açısını çürütüyor. Yaratıcının varlığını, evreni ve eşyayı Allah’ın yarattığını ispat ediyor. 

Esasen üniversitelerdeki inançlı yüzlerce bilim adamı üç senedir “Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongreleri” düzenliyor; fizik, kimya, biyoloji, fen bilimleri, coğrafya derslerinin Müslüman bakış açısıyla yazılması gerektiği tezini işliyorlar. Kongreye sunulan tebliğleri kitap hâlinde yayınladılar. 

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, Talim Terbiye Kurulu Üyeleri; Tasarımın İhtişamı Evrimin Tutarsızlığı adlı eseri mutlaka okumalılar, “Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi”ne tebliğ sunan bilim adamlarına kulak vermeli ve gerekli adımları atmalılar.

AB tarafından yapılan bir araştırmaya göre fen bilgisi öğretmenlerinin % 70’i, öğrencilerin % 78’i evrime inanmıyor. Buna rağmen MEB’in materyalist düşünceyi tek doğru olarak kabul etmesi ve fen bilgisi ders kitaplarını ateist bakış açısı ile yazdırması Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bir şey.

Prof. Sefa Saygılı tebrik ediyor; Tasarımın İhtişamı Evrimin Tutarsızlığı eserinin çok önemli yankıları olacağını ümit ediyorum. Çıra yayınları arasında çıkan 206 sayfalık kitap okunmaya değer. 

Ali Erkan Kavaklı – yeniakit.com.tr

Bediüzzaman evrimi neden eleştirmiyor?

Önce bozulan ‘hayat’ mıdır, yoksa ‘itikat’ mıdır? Evet, sizi yeni bir “Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan?” sorgulamasına davet ediyorum. Zira bu ikisinin arasında da, tıpkı tavuk ve yumurta örneğinde olduğu gibi, girift bir ilişki var. İlişkinin giriftliği değinilen iki nesnenin de birbirini gerektirebilir oluşundan kaynaklanıyor. Daha doğrusu: Aralarında ‘mukarenet’ var. Yani tavuk, yumurtanın sebebi olabileceği gibi, yumurta da tavuğun sebebi olabilir. Yumurta tavuğun neticesi olabileceği gibi, tavuk da yumurtanın neticesi olabilir. Sonucun hem neden hem sonuç, nedenin de hem sonuç hem de neden olduğu bir düzlem.

Mü’min böylesi tekerlemeli demagojilerele karşılaştığında boğulmamalı. Bir adım geriye çekilip daha geniş çerçeveden bakabilmeli olaylara. Parçalarda boğulmamanın sırrı bu: İster tavuk yumurtadan çıksın, ister yumurta tavuktan. Neticede ikisi de yaratan Allah. Biz, temelde şirke karşı savaşıyoruz, sebeplerin sıralaması üzerine değil. Allah, ister birisini diğerine neden kılar, ister diğerini ötekine sonuç. Alt tarafta sürdürülecek tartışmaların itikadî anlamda ‘olmazsa olmaz’ bir yanı yoktur. Amma ki Kur’an ve sünnetle bize ulaşan bilgiyle çelişmeye. Ve kendisini, kendisi için nasların bükülmesini isteyecek kadar, mutlak bir doğru olarak dayatmaya. Zoolojiye dair kısmı ise: Bugün böyle bulunur, yarın başka bir delil ortaya çıkar, öteki gün başkası isbat edilir. Bir gün Newtoncu fizik sarsılmaz görünür, öteki gün Kuantum fiziği ortaya çıkar, yarın bir başkası onların yerini alır, vs. Bilim tedricen ve zamanla gelişir. Fakat ikincil niyetli teolojik saptırmalar çıkarılmadığı sürece bilim imansızlık üretmez. Bize yatayta Allah’ın azametini anlamanın imkanlarını sunar. Dikeyde ise herşeyin yaratanı, devam ettireni, sebep-sonuç ilişkisinden aşkın bir şekilde, Allah’tır.

Evrim teorisi bile (isbat edilemezliği bir yana) teori düzleminde türden türe atlamaları tesadüfle açıklamıyorsa, yani o türden türe atlamaları bir Yaratıcıya bağlıyorsa, “Canlılar böyle oluştu fakat o türden türe atlamaları da yaratan Allah’tır!” diyorsa işine bakabilir. Çalışmaya devam edebilir. Ama dikkatinizi çekerim: Yalnızca işine bakabilir. Kendisini bize dayatamaz. “Ehakkın müddet-i taharrîsi zamanında bâtılın vücuduna bir nev’i müsamaha var…” sırrınca bir tasavvurî ihtimal olarak ufukta asılı kalabilir.

Bugün, evrim teorisini sorun haline getiren ‘biyolojik bir sanrı’ olarak ortalıkta dolaşmasından ziyade, sanki kat’i bir hakikatmiş gibi içinden yapılan teolojik çıkarımlardır. Dinin de ona göre bükülmeye zorlanmasıdır. Bizim temelde mücadelesini verdiğimiz şey: Kainatın ‘çoklu ilah’ düzleminde veya ‘ilahsız’ açıklanamayacağıdır. Yaratılışın keyfiyeti Allah nasıl dilerse öyledir. Fakat, burada yine altını çizmek mecburiyetindeyiz, evrim veya herhangi başka bir teorinin bize kendisini ‘bilimsel bir dogma’ olarak dayatmaya hakkı yoktur. Origin Unknown filminde de hatırlatıldığı üzere: “Bilim tekrarlanabilirlik üzerine kuruludur.” Evriminse bugünde tekrarlanabilirliği yoktur.

Yüzümüzü mürşidime dönelim. Evrim teorisini Darwin’in ortaya atış tarihi 1859. Bediüzzaman’ın Tabiat Risalesi’ni telif ediş tarihi ise 1920 civarı. Peki, Bediüzzaman, neden evrim teorisini birebir hedef tahtasına koyup eleştirmemiştir? Ben bunu iki sebebe bağlıyorum. Birincisi: Bediüzzaman’ın Kur’anî yoludur ki, Kur’an, fizik/biyoloji kanunlarını değil, kainatta sürekli tekrar eden olayları (ki bu tekrarlar da aslında ismi konulmamış bir/birçok kanunun habercisidir) misal olarak verir. Kur’an tüm değişmezliği, açıklığı ve yalınlığı içinde kainatı delil olarak kullanır. Umuma hitap eder. Gün gelir insanî bilim diye isimlendirdiğim tesbit edilen fiziğin, kimyanın, biyolojinin kanunları, yenilerinin veya daha doğrularının keşfiyle değişebilir. Ancak Kur’an, tekrar eden nesnelere ve olaylara dikkatlerimizi çektiği için, eskimez. Hatta zaman eskidikçe Kur’an gençleşir.

Bence Bediüzzaman da Yeni Said döneminde bu yolu kullanıyor. Teoriler veya kanunlar düzleminde, felsefenin zemininde, meseleleri tartışmak yerine, kainat düzleminde tüm zamanların anlayacağı bir şekilde varlığı tartışıyor.

Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim…” derken de kastettiği belki bu.

Yani, evrimi ‘içinde kalarak’ değil, daha ötesinde ‘tesadüflerin yaratıcılığının mümkün olmadığının altını çizerek’ konuşuyor. İkincisi de bu bence: Felsefe-i beşeriyeyi layetezelzel kılmamak, ona yaslanmamak, onun dogmalarına da hakikat muamelesi yapmamak. Daha öz bir ifadeyle: Bilimselliğin cazibesine kapılıp vahiyden olmamak. Parçalarda boğulmanın bir açıdan da buna baktığı kanaatindeyim. Hem şu da var: Bilim modern dünyanın varlığı açıklamaya çalıştığı ‘uzmanlaşma adacıklarından’ oluşmuştur. Biz ise adacıkları değil bütünlüğü dava ediyoruz. Vahyin ve sünnetin bu bütünlükten haber verdiğini iddia ediyoruz. Elbette, her meseleyi yine adacıklar üzerinden değil, biraz geriye çekilip bütün üzerinden konuşmak hikmetli olacaktır.

Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur’ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir.

Hz. İbrahim aleyhisselam ile Nemrud arasında geçen o diyaloğu hatırlayalım: Yaratmak ve öldürmek noktasında Nemrud’un takıldığını, aşamayacağını, çıkamayacağını anlayan İbrahim aleyhisselam, onunla getirdiği iki esirden birisini öldürüp diğerini sağ bırakmasını tartışmayı seçmedi. Yani; “Senin bu yaptığın benim kastettiğim değil!” demedi. Nemrud’u biraz daha geriye çekerek hayat ve ölüm hakikatlerine daha geniş bir çerçeveden bakmasını salık verdi. Bakara sûresinin 258. ayeti bunu bize şöyle haber veriyor:

Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: ‘Rabbim, dirilten ve öldürendir’ demişti. ‘Ben de diriltir ve öldürürüm’ dedi; İbrahim, ‘Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene’ dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.

Evet, hayat ve ölüm, kainatta sürekli tekrar eden örnekleriyle bir büyük kanunun parçasıdır. Büyük bir sistemin parçasıdır. Bir köşesini güya kendi namına zaptetmekle kimse bir kanunun sahibi olamaz. İnsanın zahiren elinden çıkan fiiler de bu nedenle kendisinin olamaz. Çünkü o hangi fiili eylese bir kanunla bağı vardır. Parçasıdır. Bütünün sahibi olamayan parçasının sahibi olamaz. Bu yüzden ‘tevhid’ varlığın en sarsılmaz hakikatidir. Vahiy de, o bütünü gören makamdan geldiği için, en sağlam bilgi kaynağıdır. Bilimin elemanı gibi çalıştırılamaz.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (6)

Mona Lisa resminin bile, Fail ve Ustası varken; hakikî Mona Lisa’nın neden yok!?

Sonra da ortaya; “Din ayrı – Bilim ayrı; İnanç ayrı – Bilgi ayrı; Vahiy ayrı – Akıl ayrı” diyen; bu ayrımların mümkün olabileceğini düşünen; davranış ve konuşmalarında, İslâm’dan ve Rabbimiz’den bağımsız ve ayrı alanlar olduğunu zanneden; lâik ve seküler, bir nevi “çift kişilikli” bireyler çıkıyor!

“Kalbi” birşeye inanırken, “aklı” başka birşeye inanan, “nefs ve menfaâti” ise başka söyleyen ve bunun sonucunda; “davranışları”, “kâlp – akıl – nefs” üçgeninde gerilim yaşayan insanlar çıkıyor!

Kişisel bütünlük, algı ve zihni parçalanıp, bozulmuş; kâlp – akıl – nefis arasındaki boşlukları kapatamamış veya köprüleri kuramamış; camide müslüman, işyerinde kapitalist, askerde milliyetçi, laboratuvarda ateist; bir nevi “part-time müslümanlar” çıkıyor!…

Sanki “Bilim/sellik” denilen şey, insan faâliyetlerinin sonuç ve ürünü değilmiş gibi; sanki “Bilim”in, insan dışında, nesnel ve ayrı bir “özü” ve “tözü” varmış gibi; bu öze göre, sanki “Bilim”; gökte, insandan bağımsız ve ayrı bir nesne ve ideymiş gibi; “Bilim/sellik’in; evrensel ve objektif olduğu, tüm din ve inançlara eşit uzaklıkta ve tarafsız olduğu”; yani “Bilim idesi”nin, “lâik ve nötr, nesnel ve olgusal” olduğu iddia ediliyor!

Şimdi, birincisi: “Tarafsız ve objektif ve inançtan bağımsız olacağım” diye; “Bilim yapacağım, Bilimsel olacağım” diye; madde ve evrenin, açıklama ve tasvirlerinde; niye dinimi, inancımı, Rabbim’i ikinci plâna atayım; niye görmezden geleyim!? Benim için en üst değerler; “bilim veya objektiflik ve tarafsızlık” değilki!

Tamam herhangi bir dine inanmayan için, tüm din ve inançlara karşı eşit mesafede ve nisbeten tarafsız ve objektif olmak; arayışta olan o insan için, “en üst değer” olabilir ve burada (tüm inançlara eşit mesafede olmak anlamında) “tarafsızlık ve objektiflik” zaten olması gerekendir. Yani başlangıçta “hak din hangisi” diye; tüm din ve inanç ve felsefelere, nisbeten tarafsız ve aynı uzaklıktan bakarız ve bakmalıyız.

Fakat “objektif” yaptığımız bu hakikât arayışından sonra; hak din olarak “İslâm”ı (veya başka bir din veya inancı) seçmişsek; artık o insanın dil’i başka – kalbi başka, ağzı başka – kalemi başka oynayamaz! Çünkü hak – bâtıl hangi din olursa olsun; bir dine girmiş ve inanmışsa bir insan; artık o dinden taraf olduğunu söylüyor ve ilân ediyor demektir!

Şimdi, bir insan, İslâm’ın hak olduğuna, tüm samimiyetiyle inanıyorsa; hele bir de buna, aklî gerekçe ve delil – ispatlarıyla, “bilmek derecesinde iman” ediyorsa; kalbi ve aklı, sözü ve kalemi başka tarzında; yani ikiyüzlü bir şekilde (yani bir müraî ve münafık gibi, riyakârane), çift dilli ve şizofrenik bir söylem kullanamaz! Sözde “tarafsız ve objektif olacağım ve bilimsel takılacağım” diye; “failsiz” veya “faili meçhul” ve “sahte failliBilimsel İfade ve tasvirler kullanamaz!

Fakat “Bilimsellik Kriterleri ve Terminolojisi”, bir nevi “engizisyon” gibi “epistemolojik şiddet ve baskı” uygulayarak, bizi: “Evren deney ve gözlem, ölçüm ve sonuçlarını, tüm din ve inançlardan çıkarak, tasvir ve ifade etmek zorundasın!” şeklinde özetlenebilecek, “kâfirâne” bir “Bilim/sellik Prangasına” mahkûm ve mecbur ediyor! Bilimsel gözlem ve ifadelerimizi, bir ateist veya deist gibi kurgulamaya bizi zorluyor!

Bilimsellik Felsefesi’nin hem “sebebi” ve (karşılıklı, interaktif etkileşimle) hem de “sonucu” olan Bilim’in bu “epistemolojik baskısı”; herşeyin “yatay sebep – sonuç ilişkileriyle / deterministik” bir tarzda; yani failsiz, sanki madde ve evrenin otomatik bir makina ve bilgisayar gibi işlediği, bir varlık ve evren tasvirine bizi zorluyor!

Madde ve Enerji + Tesadüf ve Zorunluluk + Tabiât ve Kanun + Evrim (Adaptasyon, Mutasyon, Elenme) + Uzun Zaman = Herşey Mümkün” önvarsayım ve kabül, aksiyom  ve inancına göre; bu Ateist Kâinat Modeli’ne dayanan bir kurguya bizi zorluyor!

Bu bilim/sellik, bizi; “Sanki Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, bu otomatik işleyişte, O’nun etki ve fiiline, zaruret ve ihtiyaç duyulacak, mantıkî bir zorunluluk ve ampirik bir sebep boşluğu yok(muş)” inancına göre, cümle ve ifadeler kullanmaya zorluyor! (Burada, Bilim’in “Tanrı’yı gerektirecek sebep boşluğu yok” ifadesindeki; bizim Allah’a inanma gerekçemizi, “Boşlukların Tanrısı / God of the Gaps” olarak tanımlamasındaki yanlışa hiç girmiyoruz!)

Bilim ve Bilimsellik’in bu “epistemolojik baskı ve şiddetiyle”; Bilimsel Araştırma ve ölçümlerin tasvir ve ifadesinde; zihinlerde, “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; (yani “Kayyum Allah” yerine, bizatihî “Kayyum Kâinat” İnancı); yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri inşa edilir!

Elhasıl: Bilimsellik Felsefesi’nin “evrenin varlık ve işleyişinde, fail ve özne olan Allah yok(muş), varsa ve olsa bile bu işleyişe karışmıyor(muş); zaten sebep ve mekanizma, kanun ve kuvvetler, faile gerek kalmadan pekalâ bu işleri yapabilir ve yapar(mış)”ateizm şıkkına” göre; bu önvarsayım ve inanca göre, Bilimsel Bilgi kodlanır ve bu “alt/derin/bilinçaltı/subliminâl mesaj” arkafon/eşliğinde, şuuraltımıza telkin ve tekrar, ilka ve icbar edilir!

Kâinattaki Bilgi’nin (veri / data – information – knowledge), Ateist Bilimsellik (scientific / scientificness) Filtresinden geçerek, Bilim (science) hâlini almasını kabul ederek; böyle Bilim yapmak, Bilimsel Davranmak; aslında ve hakikâtte, inkâr ve şirk’e delil üretmenin diğer adı olmaktadır!

Üstelik: Bilim’in bu “küfür / inkâr / şirk inancı” sanki doğruymuş gibi; sanki Bilimsel olarak gözlenip – ispatlanmış gibi, evren ve işleyiş tasvirleri yapan cümleler kullanmanın, (yani aldatmanın) diğer adı olmaktadır!

Bu açıdan “Bilim/sellik”; Rabbimizin kâinatla ilişki ve illiyetini; algı ve zihinde kesme ve kopartma; çağrışım ve hayâlde, karartma ve köreltmenin diğer adı olmaktadır! Ateizm veya Deizm’e, küfür ve şirk’e delil üretmeye çalışma ve bu felsefî inançlar sanki doğruymuş gibi Bilimsel İfadeler kullanmanın diğer adı olmaktadır!…

İkincisi: Önceki yazılarımızda demiştik: Tarafsız ve olgusal ifade, nötr ve lâik bilgi; Dil ve Mantık açısından mümkün değil. Yani “Dil’in mantığı” ve “Mantık’ın dili”, ayrıca “insanın beşerîliği” icabı, böyle birşey imkânsız. Bu sebepten; gözleyip – ölçtüğümüz birşeyi, ya “yaratıcı ve işletici, fail ve öznesi Allah var(mış)” veya “yok(muş)” olarak, tasvir ve ifadelendirebiliriz. Bunun ortası veya dışarıdan eşit mesafede bakılabilecek, tarafsız ve objektif bir gözlem ve koordinat noktası; olgusal ve nesnel bir referans açısı yok!

Bilimsellik Felsefesi’nin ürün ve sonucu olan Bilim; (güya inançtan bağımsız ve tarafsız olacağım diye!) “var(mış)”ı kabul etmediği için; gözleyip – ölçtüğü tüm olay ve olguları; “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, bu olay/olgu/işleyişe karışmıyor(muş)ateistik inancına taraf ve delil, destek ve onay verir tarzda kurgulayıp, tasvir eder.

Bilim/sellik; bu “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” inanç (ve inançsızlığına) göre; gözlem – ölçümlerini, tasvir ve inşa eder. Bilimsel Cümle ve İfadeleri, tasvir ve açıklamalarında, takipçilerine; dinimizin “Tevhidî Paradigma”sına zıt ve aykırı olan, (yani küfür ve şirk bulaşıklarıyla kodlanmış), subliminâl “Kirli Bilgi Virüsleri”ni telkin ve ilka eder!

“Tarafsız ve olgusal İfade, Nötr ve lâik Bilgi, Dil ve Mantık açısından mümkün değil; Dil’in mantığı ve Mantık’ın dili açısından, böyle birşey mümkün değil” demiştik, örneğin: Dil ve Mantık açısından; “eser, fiilsiz ve müessirsiz ve fiil de, failsiz olamayacağı” için ve “Bilimsellik” de, Rabbimizi “fail ve özne” olarak kabul etmediği için; (çünkü ve zaten; varlık ve işleyişinin, failsiz ve öznesiz işleyebileceği ve işlediğine inandığı için); Bilimsel Bilgi ve açıklamalarda, “fail ve sebep” olarak, Rabbimiz hariç, herşey kabul edilir: “Tesadüfün doğurduğu zorunluluklar ve zorunlulukun doğurduğu tesadüfler; madde ve enerji, uzun zaman ve kuvvet, tabiât ve içgüdü, mekanizma ve fizik yasaları, basınç ve ısı, (doğru – yanlışlığından bağımsız olarak) evrim ve mutasyon, adaptasyon ve elenme vs.” gibi…

Yani: “Bilimsellik”in, gözlem ve deney sonuçlarını, Yatay Neden – Sonuç Şablonuyla, Deterministik Kalıpta tasvir ve ifadesi; “bu işleyiş ve sonucunun, fail ve öznesi yok(muş), Rabbimiz karışmıyor(muş), zaten bu işleyişte O’na ihtiyaçta yok(muş)” virüsünü, subliminâl mesaj olarak, bilinçaltımıza kodlar!

Mona Lisa resminin bile, neden ve nasıl’ı, tuval–boya–fırça hareketleriyle açıklanamazken!…

Yukarıda özetlediğimiz 2 maddenin sonucu olarak: Şimdi, bir “müslüman” olarak yön ve tarafını seçmiş bir kişi; Bilimsel Konferans veya Makalelerinde (inancını askıya alır biçimde veya yoksayıp, yalanlar biçimde): “Burada olgusal ve bilimsel olmalıyım; şu ânda, din/im’den bağımsız ve tarafsız davranmalıyım” diye, (ki yukarıda demiştik; evren gözlem ve ifadelerinin, tasvir ve açıklamalarında; tarafsızlık ve objektiflik, nesnellik ve olgusallık; zaten mümkün değil); ateizm ve deizm veya agnostizmle uyumlu ve onları onaylar biçimde, ifadeler kullanamaz! Böyle yaparak; küfür ve şirkle uyumlu ve çelişmeyen; hattâ onlara delil ve destekler biçimde, tasvir ve ifadeler kullanamaz!

Çünkü ve zaten “Kelime-i Şehadet”; tam olarak, dilinle ve yaşayışınla, davranış ve hâlinle bunu göstermek ve buna şehadet ve şahidlik etmek demek değil midir! Yani: İçi – dışı bir olmak, yani samimiyet değil midir! Yani katıksız, hâlis “ihlâs” demek değil midir!?

O hâlde: “Bilim/sellik; tanım ve ta’rif, amaç ve yöntem olarak ‘ne, nasıl, neden’ gibi soruların cevabını arar; ‘kim, niçin, niye, gaye ve anlamı ne’ soruları Bilim’in dışındadır” diyerek; yani evrendeki “bilgi”yi, “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” inanç ve felsefelerle uyumlu ve onları destekleyecek şekilde; yani Ateist Bilimselllik Paradigması’na göre kodlamak ve dizayn etmek doğru değil.

Halbuki değil evrenin, herhangi bir masa veya sandalyenin bile; fail ve ustasından bahsetmeden, “nasıl ve neden”i açıklanamaz ve rasyonalize edilip, nedensellenemez!

Örneğin: Gerçeğinin taklidi olan, yani 2 boyutlu ve cansız bir “Mona Lisa” tablosundaki sanat ve fiilin nasıl ve nedenini anlatırken bile, “Da Vinci” gibi bir “fail ve ressam, usta ve işleyici”den bahsetmeden; yatayda kalıp, sadece tuvalin şekli ve boya – fırça hareketleriyle, Mona Lisa’nın “nasıl olduğu” ve “nedenini”, tasvir ve açıklamak bile mümkün değilken!

Yani failsiz ve öznesiz; yani sadece Yatay Sebep – Sonuç İlişkileriyle, Mona Lisa’yı rasyonalize edip, nedensellemek ve nasıl olupta olduğunu izah etmek, mümkün değilken! Bilim’in, Bilimsel Cümle ve tasvirlerinde, evrendeki 3 – 4 boyutlu canlı ve hakiki Mona Lisa’yı “nedenseller” ve “nasıllarken”; failsiz ve ustasız cümleler kurması, tasvirler yapması saçmadır; gördüğünden göremediğine ulaşan insan kabiliyet ve aklına hakarettir!

“Bilimsellik”, meselâ “portakal” için: “Bu meyveyi Allah yapmadı ve yaratmadı. Allah varsa bile, evrenin işleyişinin tabiî ve doğal bir sonucu olan bu portakalın üretimine müdahil olması da gerekmiyor! O varsa ve olsa bile, rolü, en fazla, ‘evren’ sistemini kurmak ve ilk hareket ve enerjiyi vermek olabilir, o kadar” diye, kendi inanç ve ateizmini dayatacak ve biz de bir müslüman olarak, hiç rahatsızlık duymayacağız!

Bırak rahatsız olmayı; Bilim/sellik’in bu küfür ve şirk inancıyla uyumlu; hattâ çelişmeyip, bir de destek ve onay veren o “Bilimsel Cümle ve Tasvirleri” biz de kuracağız ve kullanacağız! Neymiş!?: (Güya) “Tarafsız ve objektif olacakmışız; olgusal ve Bilimsel davranacakmışız!

Kur’ân’da ve Peygamberimizin (S.Â.V.) hayatında nerede var, tarafsız ve objektif olmak!? Tam tersi: Dinimiz, bize daima “iyi – doğru – güzel”den taraf olmayı, teşvik ve tavsiye, hattâ emretmiyor mu! “Emr-i bil Ma’ruf ve Nehy-i ânil Münker” derken, siz ne anlıyorsunuz!?

Dinimizin neresinde var: “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, evrenin varlık ve devam, işleyiş ve sonuçlarına karışmıyor(muş)” tarzında; yani “ateist veya deist” ifadelere prim ve geçit vermek!? Bilâkis; kâinattaki tüm fiil ve faâliyetler, eser ve sonuçlar, O’nun fiil ve eseri değil mi!? “Madde ve sebep” dediklerimiz; O’nun kudret eliyle harekete geçip, işleyen; icraatında kullandığı birer “iş aleti” değil mi!?…

Bir torbada bulunan, 1’den 10’a kadar numaralanmış 10 adet taşı, aynı sırayla çekme ihtimâli bile onmilyarda birken; evrendeki sayısız düzen ve işleyişi açıklamak için, Bilim’in “operasyonel sebep” olarak kullandığı “sayısız tesadüf ve zorunluluk”a inanmak mı daha mantıklı ve doğru; yoksa bütün bu işleyişin fail ve ustası olan “Allah”a inanmak mı!?

Zaten, birşeyin olasılık hesaplarına göre gerçekleşme ihtimâli, meselâ “desilyonda 1 ihtimâlse”; bunun tersinden anlamı: O şeyi, “desilyonda 999 999 999 999 999 … 999 kesinlikte” Rabbimiz yapıyor demektir! Çünkü: İstatistik Bilimi’nin hesapladığı o “desilyonda 1 ihtimâlli işler”; her zaman, her ân gerçekleşmeye devam ediyor! Yani (sanki “zorunluymuş” gibi) desilyon yüzü olan zarların, her atışta, hep aynı yüzü geliyor! Bu da, “tesadüf”ü; olası seçenek ve alternatif açıklama olmaktan çıkarıyor!

En basit bir tavla oyununda bile, 6 yüzlü iki zar bile, her atışta hep “Dü–Şeş (6–6)” gelse; bunu “tesadüf”e vermeyip, hile olduğunu anlarken; yani bu hileyi yapan bir “fail” ararken; bu 6–6 zorunluluğuna “sebep” olan bir “fail” ararken; evrendeki hangi “zorunluluk” ve “fizik yasası” ve “doğa kanunu”, failsiz ve öznesiz açıklanabilir!?

“Bilim”, ne zaman matematiksel ve mantıksal olarak ispatladı veya hangi ampirik ve bilimsel gözlem ve ölçüm var elinde: “Evrendeki bu işleyiş ve sonuçlarının, failsiz ve öznesiz olması mümkün ki, oluyor; oluyor ki mümkün!” iddiâsının doğruluğuna dair!?

Halbuki, bu, kerameti kendinden menkûl; yani olması mümkün ki oluyor; oluyor ki mümkün sözü; bir totoloji ve safsatadan ibarettir! Yani “delil” ve “müddeâ / ispat”ın, kısırdöngüsel olarak, devamlı yerdeğiştirip, birbiri yerine kullanıldığı; yani totoloji ve kısırdöngü içeren bir mugalata ve safsata!…

Neymiş!?: “Bilim’in dinle ilgisi yokmuş; Bilim, dinlere karışmazmış; din ve inançlar da, Bilim’e karışamaz ve yol gösteremezmiş!” Diğer dinleri bilmem ama benim dinim; eve nasıl gireceğimden tut, tuvalete nasıl gireceğime ve yatakta nasıl yatacağıma kadar söylüyor!

Benim dinimde, “dünyevî” sayılan iş ve davranışlar bile; o davranışların, ahirette neticeleri olup olmaması açısından ve “dünyevî işlerimi” bile, dinî değerlerimin emrettiği şekil ve doğrulukta yapmam gerektiği için; dünyevî (dünyaya ait) sayılmayıp, uhrevîdir. Zaten, “dünya ve dünyevî hayatım” da, Rabbimin ihsan ve ni’meti, rahmet ve hediyesi olması nedeniyle; Rabbimden bağımsız ve ayrı içerik ve değer’de değil.

Yani: Hayatın hiçbir alanı, dinimden (İslâm), nötr ve yüksüz alanlar değil! Ayrıca: “Dünyevî, lâik, seküler” ismi verilip, dinden bağımsız olduğu söylenen alanlar bile; (iddiâ edilenin aksine) “nötr ve gayri kutsal” değil; ki, bu da ayrı bir yazı konusu.

Neymiş!?: “Fizik – kimya gibi ders ve bilimler ayrı; Din ve Kur’ân gibi ders ve ilimler ayrıymış!” Fakat “fizik – kimya” gibi bilimler, Rabbimin fiil ve eserlerini, konu olarak seçmişler! Nasıl din ve Rabbim’den bağımsız ve ayrı ve lâik olacaklar!? Rabbimin icraat ve eser ve sanatlarını inceledikleri için; illâki ya Rabbim veya eseri hakkında veya dinim hakkında, direkt – indirekt birşey diyecekler! (Ki zaten diyorlar!)

Kaldı ki, benim dinim kabul etmiyor; bu lâik ve seküler, modern ayrımları! Yani “Allah, Peygamber, Kitap” sadece Din Dersi’nin konusu değil veya “madde–enerji, uzay–zaman” sadece Fizik – Kimya Dersinin konusu değil; dinimin, bütünsel Tevhidî Paradigma’sından; “fen – sosyâl – din” tüm derslerin, üzerine temellendiği ana konu!

Kaldı ki, yukarıda: Bilgi” (ham data – veri – information – knowledge) ayrı, Bilim” (science) ayrıdır dedik. “Bilgi”nin kısıtlı bir çeşidi, (ölçüm bilgisi gibi); nötr ve objektif olabilir; fakat kâinatta mündemiç, içkin “bilgi”yi keşif ve gözlem ve ifade yöntemlerinden biri olan “bilim”in (science) nötr ve objektif olması mümkün değil. Buna, “Ateist Bilimsellik Felsefesi”nin izin vermemesini geçtik; en başta Dil ve Mantık açısından mümkün değildir bu dedik!

Örneğin: “Suyun 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”; “bilgi’dir / ölçüm bilgisidir.” Bu gözlem ve ölçüm verisi, nötr ve olgusal olabilir. Fakat iş, bu gözlem – ölçümün pratiğe dökülüp, “teknolojide” kullanım veya bu ölçüm/keşfin açıklama ve ifadesine gelince (meselâ “su”yun nasıl – neden – niçin olduğu; meselâ kaynağı olduğu “yağmur”un nasıl meydana geldiğine gelince); burada su’yun tanım ve tasviri “ya Yaratıcı ve terkip edip, ni’met olarak göndereni var(mış)” veya “yok(muş)” diye yapılabilir.

Bilim “yok(muş) varsa bile karışmıyor(muş)” ateist veya deist tarafı seçtiği için; Bilimsel cümle ve yayınlarda; “yaratma yerine, oluşum; sevk-i ilâhî/ilham yerine, içgüdü/sevk-i tabiî; ilâhî yerine, tabiî/doğal; ni’met ve rahmet yerine, gıda, yiyecek maddesi” gibi kavram ve ifadeler tercih edilip, Bilimsellik Kriteri kabul edilir.

Tüm dünyanın aynı Bilim’i kullanması, doğru olduğunu göstermez

Tanrı’yı hesaba katmadan, evren ve işleyişini açıklama ve nedensellemenin; “bilim, bilimsellik” ismiyle sistemleşip, kendi yöntem ve kavramlarını dünyaya empoze etmeye başladığı 1700 – 1800’li yıllardan itibaren, dünyaya hâkim olmaya başlayan; “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist ve pozitivist” Bilim ve Bilimsellik Felsefesi’nin, ülke ve dinlerden bağımsız, bu kadar yaygınlaşması ve halklar üzerinde etkin olmasının nedeni: “Bilim’in; kendisinin, din ve inançlardan bağımsız, tarafsız ve objektif, olgusal ve evrensel olduğu” mitine, insanları inandırmasıdır.

1500 – 1600’lı yıllarda başlayan “Rönesans – Reform” Dönemlerinden beri; bu Bilim’i üretip – destekleyen ve teknolojiyi yönlendiren “büyük” devletlerin, buna arka çıkmasıdır.

Savaş ve sömürü, ve yenen – yenilen ilişkisi gibi süreçler; ayrıca ülke ve halklar arasında, iletişim ve haberleşmenin, çeşit ve sayı ve hızının artmasıyla da; bu “Ateist Bilim Anlayışı”, etkin ve sürâtli bir biçimde tüm dünyaya yayılmıştır.

Bu “Bilim”in yerine, alternatif bir “B/ilim Anlayışı” üretilmediğinden (üretilse bile; gelişme ve yayılması da, ayrı bir zaman ve – belki – iktidar/güce de muhtaç) dolayı da; çağımıza baskın gelip, çağa kendini kabul ettirebilmesidir.

1500’lü yıllarda başlayıp, sonra da büyük bir hızla tüm dünyaya kanser gibi sirayet edip – yayılan “Bilim/selllik Felsefe” ve anlayışına; yani “Tanrı – kâinat/varlık – insan – bilgi” arasındaki kırılma ve kopuş (epistemolojik ve ontolojik kopuş) felâketine; müslüman dünyadan, hâlen sistemli ve bütüncül bir cevap üretilmiş değil…

Bilim/sellik’in bu epistemik baskı ve şiddeti sonucu: “Bilimsellik Kriterleri, Bilimsel Yayın Kriterleri, Tez Kriterleri” gibi, kendi belirledikleri kurallar, tüm dünyaya dayatılıyor.

Böylece; Bilimsel Bilim’in “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” inanç ve felsefesi, epistemoloji ve ontolojisi; (içindeki, ilmî ve mantıksal eksik ve yanlışları; ayrıca ahlâk ve değer’den yoksun olması ve bütün bunların sonucu olarak, tarihte görülmemiş bir vahşette, insan ve doğaya verdiği korkunç zararlar gözardı edilerek);bilgi ve araştırma olarak, insanlığın geldiği en ileri aşama” gibi reklâm ve iddiâlarla, çağa hâkim olur ve oluyor!

Elhasıl: “Bilimsel Bilim”in, ülke ve dinlerden bağımsız, bu kadar yaygınlaşması ve halklar üzerinde etkin ve kullanılıyor olmasının nedeni: Bu Bilim’in, “doğru olması”, değildir. “Evrensel olması”, hiç değildir!

Sonraki Yazımızda; “Bilimsel Bilim yerine, niye İslâmî B/ilim’i tercih edelim? / Bilimsel Bilim’in Eksik, Yanlış ve Zararları” özelinde; “Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi / Bilgi’nin değil Bilim’in İslâmîleşmesi: İslâmî B/ilim” yazı serimize devam edeceğiz inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 23.Mayıs.2018

Bilgi’nin değil, Bilim’in İslâmileşmesi: İslâmî B/ilim

Bilgi”yi elde edip, öğrenen; yani “bilen özne” olan insan zihni yönelmeden ve araştırma / gözlem yapmadan önce de; “varlık (kâinat)” ve varlığa mündemiç (içkin) “bilgi (veri / data – information – knowledge)” zaten “müslüman”dır. Diğer deyişle: İnsan zihninin konusu olmadan önce de; “kâinat” ve kâinatın taşıdığı ve işaret ettiği “mesaj ve bilgi”, ontolojik olarak ve fıtraten ve reel olarak zaten “müslüman” ve “mü’min”dir.

Varlık” ve “varlığın bilgisi”nin müslüman ve mü’min olması; kâinatın, Rabbimiz’in mahlûku olup, O’nun isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahürü olması nedeniyle olup; bu, varlığın, O’nun “Tekvinî Kurallarına” teslim ve “Kevnî Şer’îât”ına uymasından da anlaşılmaktadır.

Bu açıdan “Bilgi’nin (knowledge) İslâmileşmesi” isimlendirmesi problemlidir. Daha başlangıçta, problemin yanlış teşhisinden kaynaklanan, bu yanlış ifade; sanki “kâinat ve kâinattaki bilgi daha önceden müslüman değilmiş de; sonradan biz o bilgi’ye İslâmî bir epistemolojik kılıf ve anlayış ekliyoruz; ikinci bir elbise giydiriyoruz; ikinci bir kimlik ve katman eklemeye çalışıyormuşuz” gibi yanlış bir anlam ve algı uyandırmakta. Yani bu ifadeden, sanki “bilgi’yi kendi inancımızın rengine boyuyormuşuz” gibi bir anlam çıkmakta. Halbuki problemin doğru teşhis ve ifadesi: Bilim’in (science) İslâmîleşmesi olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır.

Aksi hâlde yanlış tespitlerle, yanlış sorular sorarak, doğru cevaplara ulaşamayız; çünkü yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde, “doğru cevap nedir”den önce, “doğru soru nedir” sorusunun cevaplandırılması gerekiyor. Çünkü problemi doğru teşhis etmek, çözümün yarısıdır.

Problemin doğru ifadesi: “Bilgi’nin (knowledge) değil, Bilim’in (science) İslâmîleşmesi” olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır demiştik.

Çünkü “bilgi (veri / data – information – knowledge)” ve  “bilim (science)” kavramları, farklı anlamlara gelmektedir. Kâinata içkin “bilgi”yi, Bilimsellik Kriterlerine göre, Bilimsel Yöntemlerle keşfetmeye çalışma ve bunun için Bilim/sellik Felsefe ve Metodlarına göre gözlem ve ölçüm, araştırma ve deney yapmaya ve bunun sonucunda elde edilmiş Bilimsel Bilgi’ye “bilim (science)” diyoruz. Bu açıdan; “bilgi”nin evrenselliğinden sözetmek anlamlıdır ama “bilim”in evrenselliğinden de sözedemeyiz.

Tespit ettiğimiz bu “bilgi – bilim” ayrımına göre, örneğin: “Belli şartlarda, suyun 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”; “bilgi”dir, “ölçüm bilgisi”dir; fakat “bilim” (science) değildir. Zaten mevcut Bilim ve Bilimsellik’in 1800’lü yıllarda doğup; sistemleşme ve kendi kavram ve yöntemlerini şekillendirmesinden, asırlarca sene önce de, suyu kim ölçerse ölçsün aynı sonucu alıyor veya alacaktı.

Mevcut Bilim’in “seküler” olup, “inanç” barındırmadığı; “nötr” ve “tarafsız” olduğu yanlış düşüncesine yolaçan sebeplerden birisi: “Bilim (science)” ve “bilgi (veri / data – information – knowledge)” ayrımının yapılmamış olmasıdır.

Halbuki varlığın “bilgi”sini (knowledge) keşfetmenin yöntemlerinden biri olan “bilim” (science) ve “bilimsellik” (scientific); yola çıkarken, başlangıçta kabul ettiği felsefe; doğru önvarsaydığı aksiyom ve kullandığı yöntem ve kriterler ve bu paradigmalarına göre evrende keşfettiği bilgilerin tasvir ve ifadesinde; müslüman olmayıp, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralisttir.” Yani “Bilim/sellik”, sanıldığı gibi; evren gözlem – ölçümleri ve bunların ifadesinde tarafsız ve objektif, olgusal ve lâik değildir. Bu konuda “agnostik (bilinemezci)” bile değildir.

Zaten “dil’in mantığı” ve “mantık’ın da dili” nedeniyle; ayrıca insanın “beşerîyet ve sınırlılığı” nedeniyle; Bilim ve Bilimsellik’in nötr ve seküler, nesnel ve olgusal olması mümkün değildir.

Çünkü mantık ve dil’de; “fiil”, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir “fail ve özne” atama zorunluluğu doğuyor. Gene mantık ve dil’de; “eser”, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; evrendeki eser ve sonuçlara, bir “usta” bulma zorunluluğu doğuyor. Yani Bilim’in, Rabbimiz’i “fail ve özne ve müessir” kabul etmemesinin zorunlu diğer şıkkı olarak; edilgen bir “nesne ve alet” olan “madde ve süreç, kanun ve kuvvet, sebep ve mekanizma, tesadüf ve zorunluluklar”; “etken bir özne” ve “iradeli bir fail” ve “canlı bir müessir / usta” katına yükseltilir.

Böylece, evrendeki “bilgi”nin (ham data – veri – information – knowledge), “bilimsellik” (scientism) Filtresinden geçerek, “bilim” (science) hâline dönüşmesi ve “bilimsel bilgi” olarak ifade edilmesiyle; bize böyle, “sahte ve kurgusal, sihirli ve masalsı” bir evren sunulmakta.

Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen “ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan” gibi (akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun) varlıklar hakkında; Bilim/sellik’in “yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar, bölünür” gibi; düpedüz “ifade ve gramer, mantık ve bilgi” yanlışları içeren bu Bilimsel İfadeleri; safsata olup, hurafeler üretiyor. “Bilimsel Bilgi” dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle “failsiz ve öznesiz” veya “sahte failli” cümlelerle kurgulanıp – dizayn edilerek, bize sunulur.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapısökümünden çıkan sonuçlar bu. Bilimsel Cümlelerin; gramatik inceleme ve metalinguistik açılımı, mantık ve mefhumundan çıkan sonuçlar bunlar.

Bilimsellik Felsefesi, her ne kadar “lâik ve seküler, nötr ve tarafsız” olduğunu iddia etse de; sonuçta Rabbimiz’in evrendeki “fiil ve eserlerini” incelemektedir. Bu sebepten; Bilim’in, madde ve evren hakkındaki gözlem ve tasvir ve açıklamaları; ister istemez, “Rabbimiz’in evrendeki icraat ve münasebetinin ne olduğunun” da tasviri olmaktadır. Yani Bilimsellik Felsefesi; “lâiklik ve sekülerlik” iddiâlarıyla, kendini “din”den ne kadar ayırmaya çalışsa bile; (Rabbimizin icraat ve eserlerini incelediği için) kaçınılamaz bir zorunlulukla, dinimizin alanına girmekte; bazı itikadî ve amelî esaslarımızı tenkid ve ret veya te’yid ve kabul etmektedir.

Diğer yandan: Bilim, ne kadar lâik ve seküler olmaya çalışsa bile; bizim dinimiz lâik ve seküler değil! Çünkü ve zaten, “din (İslâm)” dünyadaki davranış ve dünyevî amellerimizi düzenlemek için gönderilmiştir! Ve Rabbimiz bizi dünyaya gönderirken; “bazı kamusal alan ve zamanlarda ve ilmî çalışmalarınızda serbestsiniz, ne yaparsanız yapın, karışmıyorum” da dememiştir!

Başta “dil’in mantığı” ve “mantık’ın da dili” nedeniyle; Bilim ve Bilimsellik’in nötr ve seküler, nesnel ve olgusal olması mümkün değil demiş ve buradan Bilim ve Bilimsellik Felsefesi’nin “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olduğunu söylemiştik.

Çünkü inançtan bağımsızlık ve tarafsızlık mümkün değildir; yani gözleyip – ölçtüğümüz birşeye ya “Yaratıcı ve Fâil ve Ustası var(mış)” veya “yok(muş)” önvarsayım ve aksiyomuyla bakarız. Bu 2 şıkkın ortası veya dışarıdan bakılacak, eşit uzaklıkta üçüncü bir gözlem ve koordinat noktası yoktur. Dahası; hükmün askıya alındığı veya agnostik tavır takınabileceğimiz; yani eşyanın objektiviteye izin verdiği “nötr ve flû” alanlar da yoktur.

İnançtan bağımsız ve tarafsız, nesnel ve objektif bir bakış açısı olamayacağı için; yaptığımız gözlem ve ölçüm, araştırma ve açıklamalarımızın ifadesinde; başlangıçta doğru önvarsaydığımız veya seçip, inandığımız şıkka göre, kelime ve cümlelerimizi belirleriz. Gözlem – ölçüm sonuçlarımızı ve kâinat tasvirlerimizi, başlangıçta doğru varsaydığımız bu paradigmalara göre yaparız. Çünkü “var(mış) – yok(muş)”un ortası, yani üçüncü bir ihtimâl olmadığı için; inançtan bağımsız, yani “olgusal ve nötr, tarafsız ve objektif” bir ifade biçimi üretemeyiz.

Bilim’in “Bilimsellik Felsefesi” ise; başlangıç aksiyom ve önkabülü olarak, “evrenin varlık ve işleyişinde; Tanrı yok(muş), varsa bile karışmıyor(muş)”u doğru önvarsaydığı için; mevcut “Bilim”, (kendini konumlayış biçimi ve kendini tanım ve ta’rifi icabı ve seçtiği yöntem olarak) “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olup; “lâik ve seküler, nötr ve nesnel, tarafsız ve objektif, evrensel ve olgusal” değildir.

Bilim’in Bilimsellik Felsefesi, Lâik ve Nötr değildir / Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonu

“Bilgi” ve “bilim” arasındaki farkı anlatırken; “suyun belli şartlarda, 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”nın “bilgi, ölçüm bilgisi” olduğunu; fakat “bilim (science)” olmadığını söylemiş; fakat “bilim” ve “bilimsel bilgi ve ifade”nin ne olduğunu yarım bırakmıştık. Bu örnekte; suyun “ölçüm bilgisi”nden sonra; “ne, neden, nasıl” gibi sorular eşliğinde; “su’yun nedeni ve kaynağı” gibi soruların araştırılmasında “bilim” devreye girer.

Suyun bu kaynama ölçüm ve keşif aşamasından sonra, sıra, bu suyun neden ve nasıl olduğu ve kaynağına gelince; meselâ Rabbimiz’in yağmur fiil ve eser, sonuç ve ni’met, rahmet ve rızkı; Bilim’in elinde “yağmur nasıl oluşur, suyun çevrimsel döngüsü” gibi kavramsallaştırma ve başlıklarla, önce Rabbimizle olan irtibat ve çağrışımı kopartılır.

Sonra; “yaratma” yerine, oluşum; “rızık / ni’met” yerine, gıda maddesi; “sevk-i İlâhî ve ilham” yerine, içgüdü ve sevk-i tabiî; “İlâhî kanun ve Sünnetullah” yerine, tabiât – fizik – kimya kanunu gibi isimlendirme ve kavramsallaştırmalarla; kelimelerin ve işaret ettiği madde ve olayların, Rabbimiz’i gösteren “şeffafîyet ve aynalığı” giderilir!

Sonra, “yağmur”u Bilimsel olarak tasvir edip – nedensellerken kullanılan; “ısıyla buharlaşıp, yükselir; rüzgârla taşınıp, çarpışır; birleşir ve ağırlaşır; soğuk hava ve alçak basıncın da etkisiyle yoğunlaşır, soğur; sonra yerçekimi etkisiyle yere düşer” gibi Bilimsel ifadelerle; güya “otomatik bir makina ve mekanizma” ve “kendi kendine işleyen bir sistemden” bahsediyormuş da; bu sebepten, yağmurun yaratılma ve inşasında, herhangi bir “fail ve ustaya” ihtiyaç yokmuş altmesajı verilir.

Bilimsel Yöntem’in, cümlelerini, böyle “failsiz” veya “sahte faillerle” kurgulaması ve olayları sadece “neden – sonuç ilişkisiyle” şablonize edip; bu “yatay deterministik kalıplarla” ifade etmesi; kâinatın, Rabbimizle olan münasebet ve illiyetini, zihinde kesip; kâinatın, âyet ve delil ve mesaj olma vasfını kapatıp – köreltme işlevi görür.

Bu açıdan, “yağmur”la ilgili Bilimsel Bilgi ve Açıklama / İfadeleri; “Yağmur; İlâhî bir fiil / faâliyetin, İlâhî bir eser ve sonucu mu; yani O’nun icad ve ihsan ve ni’meti mi; yoksa evrendeki neden – sonuç ilişki ve işleyişinin, gayet tabiî ve olması gereken, doğal bir sonucu mu?” sorusuna; “inkâr” ve “şirk” lehinde verilmiş bir cevap olarak okuyabiliriz. Yani Rabbimiz’in fiil ve eserlerinde, “bazı sebep ve mekanizmalar” gibi; O’ndan bağımsız ve kendi kendine ayakta duran ve işleyip, çalışabilen ve eser / sonuçlar üretebilen “ortakları” olduğu iddiasını, delillendirme çabası olarak okuyabiliriz.

Yani Bilimsel Bilim’e göre, “yağmur”; hiçte “mu’cizevî” olmayan; yani Allah’ın işi ve fiili ve eseri gibi görünmeyen; (ve zaten Bilim’in yağmur için gösterdiği sebep ve mekanizmalar yeterli olup, ayrıca ek bir neden veya fail de gerekmeyen; yani yağmur için, öyle “Tanrısal çapta bir güç” ve müdahaleye de ihtiyaç olmayan); gayet doğal ve olağan bir sürecin, gayet normâl bir neden – sonuç ilişkisinin, tabiî ve zorunlu bir sonucudur!

Biz ise; gözlem ve araştırmalarında “kim ve niçin / anlam ve amacı ne” sorularını bilimsel bulmadığı için dışlayan; bu soruları “metafizik” görüp, “bilgi ve araştırmanın” değil, “inanç ve din, felsefe ve metafiziğin” konusu gören Bilimsellik Felsefesi’nin bu ateist varlık ve bilgi anlayışını kabul etmek zorunda değiliz.

Elhasıl: Bilim ve ders kitaplarında, “yağmur”; sanki failsiz ve zaten, fail’e mantıken ihtiyaç ve gerekte olmayan; yani kendi kendine (“yerçekimi – güneş – buharlaşma – soğuma – basınç – rüzgâr” gibi doğal neden ve süreçler ve deterministik zorunluluklarla)”; yani otomatik olabilmesi mümkün(müş) ve olan da, bu mümkün’ün gerçekleşip, vukû bulması(ymış) inancına göre kurgulanıp, tasvir edilir!

Bu yetmezmiş gibi bir de; Bilim/sellik’in, “yağmur”u determine ederek Rabbimiz’den kopartan bu “ateist ve determinist, materyalist ve natüralist” isimlendirme ve tasvirlerinin; güya “yağmur”un, olgusal ifade ve objektif açıklama, tarafsız nedenselleme ve evrensel tasviri olduğu iddia edilir!

Üstelik; Bilim’in “varsa bile işleyişte fonksiyonu olmayan ve evrene karışmayan âtıl Tanrı(!)” inancına göre şekillenmiş bu “Bilimsel Bilgileri”nin; “inançtan ve taraftan bağımsız Bilim” tarafından, “nötr bilimsel yöntem ve gözlemler” sonucuyla elde edildiği iddia edilir!

Halbuki, “yağmur” örneğinde de görüldüğü gibi; “Bilimsel Bilgi” yani “bilim”in (science), madde ve evrenin faâliyet ve işleyişini anlatan ifadelerinin ekserisi; “bu faâliyet, işleyişlerin Tanrıyla ilgisi yoktur; hem Tanrı var olsa bile, bu otomatik sistem ve deterministik zorunlu işleyişe karışmamaktadır; yani bu olay İlâhî değil, tabiîdir; bu hâdise, İlâhî bir fiilin iradî bir eseri ve sonucu değil; doğal bir işleyişin zorunlu bir sonucudur; yani evrendeki işleyişi nedensellemek ve açıklamak için, doğaüstü herhangi bir fail ve nedene atıf yapmaya zaruret ve ihtiyaç yok; evrendeki hareket ve sonuçlarını nedensellemek ve açıklamak için, Tanrı boyutunda süper bir güce ihtiyaç ve zaruret yok” inanç ve felsefesine göre ve sanki bu aksiyom ve önkabül doğruymuş gibi; bu “ateist zeminde kodlanır ve sunulur! Bu ateistik arka plâna göre kurgulanmış ve oluşturulmuş Bilimsel Bilgi ve ifade ve tasvirlerdeki, bu “subliminâl mesajlar”; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza fısıldanır!

Dahası: Bilinçaltımıza sessizce fısıldanan bu “subliminâl mesajlar”; Bilimsel jargon ve teknik terimlerle dizayn edilerek, cazibeli bir şekilde sunulan Bilim’in bu “virüslü tasvir ve cümleleri”; zihnimize çizdiği bu “ateistik senaryo ve hikâyeler”; şuurumuza direkt olarak ve açıkca “Allah yoktur; varsa bile, evrenin işleyişine etki ve müdahalesi yoktur; zaten varlığın, varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zarurette yoktur(!) Yani O’na inanmak için, evrende, hiçbir mantıkî gerekçe ve neden, aklî ve gözlemsel delil yoktur” demekten, çok daha etkili ve yıkıcıdır!

Yani Bilimsellik Felsefesinin, evrendeki olayları “yatay deterministik neden – sonuç şablonlarıyla” tasvir edip – açıklaması; yani faile gerek yokmuş gibi ve failden hiç bahsetmeden, “şu şu, şu sebepten oluyor” demesi; “bu işi Allah yapmıyor” demekten, çok daha te’sirli ve ikna edicidir! “Evrendeki işleyişe Allah karışmıyor” demekten çok daha aldatıcıdır!

Bilimsellik Felsefesine göre dizayn edilmiş Bilimsellik Kriterlerinin ürün ve sonucu olan “Bilimsel Bilgi / Bilim”in, altmesaj olarak bize empoze ettiği bu “ateistik varlık ve evren ve bilgi anlayışı”; şuurumuza direkt, inkâr ve şirkin reklâm ve progagandasını yapmaktan çok daha etkili ve ikna edicidir! Çünkü mesajlar, şuurumuza farkettirilmeden, direkt şuuraltımıza ilka ve şırınga edildiğinden; biz de herhangi bir tepki ve itiraz, savunma ve cevap verme ihtiyacı uyandırmaz.

İbret vericidir ki: “Tanrı’nın varlık – yokluğu ve evrenimizde etken olup – olmadığı, Bilim’in konusu değildir ve Bilimsel olarakta ispatlanamaz; bizim konumuz, sadece deney – gözlem yapabildiğimiz ‘madde” diyen Bilim’in; konu “Tanrı’nın olmadığı veya kâinatla münasebeti ve içindeki maddeye etki ve illiyetininin olmadığına” gelince; hemen “hayır, yok” diyerek, bunu konusu içine almakta bir sakınca görmemektedir! Yani Bilim; inanç ve dinden bağımsız ve ayrı ve konu olarakta farklı olduğunu söylerken; keşif ve gözlemlerini, “ateizm(küfür ve şirk) lehine tanzim etmeyi, gayet “bilimsel” görmektedir!…

Neredeyse dünyaya gözümüzü açtığımız günden beri; evde, okulda, sokakta, medyada ve okuduğumuz kitaplarda; sık sık ve tekrar tekrar maruz kaldığımız bu “Bilimsellik Sihri” ve programlamasının etkisinden kurtulmak çok çok zordur! Üstelik; Bilim’in bu “Gizli Ateist Subliminâl Mesaj”, bu virüslü bilgi ve kodlarının farkında bile değiliz! Bir şekilde farkında olsak bile; bu kirli ve frekansı parazitli mesajlara karşı geliştirdiğimiz, hazır bir “antivirüs programımız” da yok!

Varsa ve olsa bile “Tanrı”ya, sadece evrenin başlangıcında (domino taşlarında ilk hareketi veren gibi)İlk Neden” olarak küçük bir rol veren “Bilim/sellik”in; artık evrenin ihtiyacı kalmadığı, şimdi âtıl ve gereksiz olan bu “İlk Neden Tanrısı”na, verdiği bu küçük rol de, kerhendir! Bu İlk Neden Tanrısını reddetmemesi de, bir süreliğinedir! Çünkü: “İleride Bilim; evrenin başlangıcını da çözüp – nedensellediğinde, bu karanlık noktayı da aydınlattığında; bu İlk Neden Tanrısı’na inanmak için de mantıkî bir zorunluluk ve neden veya aklî bir gerekçe kalmayacak” derler!

Alenî deist” veya “gizli ateist” olan; sıkıştırınca da “bunu gözleyip – bilemeyiz, dolayısıyle Tanrının varlık – yokluğu gibi meseleler Bilim’in konusu ve sahası değil” diyerek “agnostizme” kaçan Bilimsellik Felsefesi ve ürettiği “eser, müessirsiz ve fiilsiz; fiil de failsiz olabilir ve olur” gibi mantıksızlıklarını ve “evrende olanların neden ve nasılı; sebep ve mekanizma, madde ve kanunlarla nedensellenip – açıklanabiliyor olup; evrenin varlık ve işleyişinde, Tanrı gibi bir fail ve özne aramaya mantıkî veya gözlemsel bir zaruret ve neden yoktur” gibi inanç ve aksiyomlarını kabul etmek ve ölçüm – gözlemlerimizi de, bu “deist” veya “ateist” cümle ve kurgularla ifade etmek zorunda değiliz!

Bilim ateizme Alet edilmiyor, Ateizmin Kendisi!

Bu yazımızda yaptığımız “bilgi” ve “bilim” ayrımı ve bilim’in evrene, önvarsayım olarak “Tanrı yok(muş), varsa bile işleyişe karışmıyor(muş)” tarafından baktığı ve açıklamalarına, “asıl fail olan Rabbimiz” yerine başka failler ikame ettiği gibi noktalar dikkate alınırsa; sonuç olarak: Bilim, ateizm ve materyalizme alet edilmiyor olup; bilakis ateizmin kendisi olmaktadır!

Çünkü: Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik makina” gibi işlediği ve “Uzun Zaman + Madde ve Enerji + Tabiât + Kanun + Tesadüf ve Zorunluluk + Evrim ve Devrim = Herşey Mümkün” önvarsayım / aksiyom / inancının şekillendirdiği bir Kâinat Modeli’ne dayanan; yani Bilimsel İfade, denklem ve formüllerinde Allah’ın bulunmadığı bir kâinat tasavvuru kurgulanıp, inşa edilir! Bu model / metafora göre; Bilimsel İfade, denklem ve formüllerde “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri yapılır.

Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonuyla; madde ve sebepleri, fiil ve eserlerinde bir “alet – edavat” olarak kullanan Rabbimiz; (gözümüze yaklaştırılan küçük bir kibrit çöpünün, arkasındaki koca dağı kapatması gibi); Bilim’in de, “sebepleri” gözümüze yaklaştırıp – büyütmesiyle; görünmez olur.

Bir illüzyonistin dikkatimizi belli bir yöne çekerek; buradan, asıl yapacağı şeyi gözümüzden kaçırıp, elçabukluğuyla yapması gibi veya bir hipnoz uzmanının, dikkatimizi belli bir noktaya veya sese yönlendirip, odaklamaya çalışması gibi; Bilim de, dikkatimizi evrendeki bazı “sebep ve maddî nesnelere” yönlendirip – zumlayarak; buradan, “asıl ve tek faili”; yani “madde ve sebepleri, icraatında alet olarak kullanan Rabbimizi” görüşalanımızdan kaçırıp – gizler!

Bu Bilimsel Cümle ve ifadelerin tekrar ve telkiniyle; dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri maruz kaldığımız bu zihinsel bombardıman neticesinde, Rabbimiz’i bize unutturur. Bu zihinsel manipülâsyon ve programlama sonucu; artık “bir harf bile failsiz ve yazar/yazansız olamadığı hâlde; her ‘atom’ harfinde bile ayrı ve muhteşem bir kitap yazılmış bu kâinat, nasıl failsiz ve yazarsız olabilir!?” sorusu akla bile gelmez! Gelse de, merak edilmez. Merak edilse de; Bilim/sellik’in ona da “failsiz, yani otomatik, yani kendi kendine, yani çeşitli madde ve sebep ve kuvvetlerin etkisi ve itme – çekmesiyle, yani çeşitli tabiî ve deterministik fizik – kimya kanun ve mekanizmalarıyla işleyen” formatında, Bilimsel bir cevabı vardır!

Bilimsellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim’in, zihin ve bakış açımıza yaptığı “etki ve sihir” ve olmayanı olur(muş) gibi gösteren “illüzyon ve hokkabazlığı” burada bitmez. Sonraki aşamada; Bilimsel Cümle ve tasvirler kanalıyla, bilinçaltımıza enjekte edip – gönderilen “subliminâl mesajlar” ve “kirli – virütik bilgilerle”; bilinçaltımız kodlanır ve programlanır!

Objektif ve evrensel, nesnel ve olgusal, dinden ve inançtan bağımsız ve ayrı olduğuna inandırdığı için; kendisini, ülke ve milliyet, din ve inanç farketmeden, her yere kabul ettiren “Bilim ve Bilimsellik Felsefesi”nin; inanç ve itikadımızda yaptığı tahribat ve yıkımı halâ tüm boyutlarıyla farkedebilmiş değiliz.

Kendi ateizm ve materyalizm, determinizm ve natüralizm inancına göre; evren gözlem ve araştırmalarında “kim, niçin / niye, anlam ve amacı ne” sorularını dışlayan ve bu tür soruları spekülâtif kabul edip; bunları, “bilgi ve araştırma, delil ve gözlemin” değil; “felsefe ve din / inançların” konusu gören “Bilim”in bu inanç esaslarını kabul etmek zorunda değiliz.

Şimdi – şurada”da olmadığı için araştırma ve gözlem – deney yapma ve tekrarlama imkânı olmayan “Big Bang”in olduğunu “kızılötesi kayma ve kozmik fon radyasyonu” gibi ikinci derece delil ve gözlemlerden bilen veya teorik – matematiksel hesaplamalardan bulan; hatta “yerçekimi/kütleçekimi/gravitasyon” gibi “şimdi – şurada” olduğu hâlde, fiziksel varlığını hiçbir şekilde gözlemleyemeyen, fakat etki ve te’sirlerinden “var” kabul eden “Bilim/sellik”in; sıra “Tanrı, Nübüvvet, melek, vahiy” konularına gelince; “bunlar metafizik ve inanç işi; bu konularda gözlem ve deney, ölçüm ve araştırma yapılamaz ve hiçbir şekilde delil – ispatı da yapılamaz” demesi, tam bir çifte standarttır! Evet Rabbimiz’in “Zât”ı gözlenemez ama; “etki ve te’sir, fiil ve eserleri” meydanda!

Hem Bilim’in en temel amaçlarından birisi de: Görüp – gözlemlediklerinden, görmediklerini öngörmek ve tahmin etmek değil mi!? Şimdi/şuradaki gözlem – deneylerinden, geçmiş ve gelecek hakkında bilgi ve bulgular elde etmek değil mi!? Somut gördüklerinden, soyut kanun ve prensiplere ulaşmak değil mi!? Gördüğü varlık ve işleyişten (teorinin öngördüğü); “teoriye göre, evrende şöyle birşey de olması gerekir” deyip, henüz göremediği o varlık ve boyutları, keşfetmeye çalışmak değil mi!?

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Biz hayal miyiz? (2)

Maddenin hayaliyeti ile ilgili yazımızda, bu konudaki iddiaları (1) felsefe, (2) tasavvuf, (3) kelâm açısından kuşbakışı ele alarak bu iddiaların yerini belirlemeye çalışmıştık. Vardığımız sonuçlar özetle şu şekilde idi:

  1. İleri sürülen iddia, disiplin olarak kelâm biliminin alanına girmekte, ancak amaç ve yöntem itibarıyla bu bilimle uyuşmazlık göstermektedir.
  2. İddialara tasavvuf kaynaklarından delil gösterilmekte; ancak tasavvufun yöntemleri de izlenmemektedir.
  3. Ne dereceye kadar tutarlı bir görüş olduğu konusu bir yana bırakılacak olursa, bu iddiaların felsefe başlığı altında incelenmesi mümkündür.

Ne var ki, iddia sahipleri, bu görüşün bir felsefî düşünce olarak ele alınmasından hoşlanmamaktadırlar. Her ne kadar iddialarına dayanak olarak bir kısım filozofların sözlerini naklediyorlarsa da, konuyu felsefe zemininde tartışmak istememekte; “Dünyayı beynimizde gördüğümüz konusu bir felsefe değildir” demektedirler.

Aynı şekilde, Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücud hakkındaki sözlerinden de alıntılar yapılarak bu görüş desteklenmekte, fakat sonunda “Bu görüş vahdet-i vücud düşüncesi ile tamamen aynı değildir” sonucuna varılmaktadır.

Böylece, gerek felsefe, gerekse tasavvuf alanında birtakım veriler bir yandan delil olarak kullanılırken, bir yandan da her ikisinden birden teberrî etmek yönünde bir çabayla karşı karşıya bulunuyoruz. Bir bakıma, “Filozoflar bizi doğruluyor; ama biz onlarla aynı şeyi savunmuyoruz. Muhyiddin ibnü’l-Arabî bizi doğruluyor; ama onunla da aynı yerde değiliz” gibi bir kargaşa ortaya çıkıyor.

Peki, o zaman hayaliyetçi görüşün yeri neresidir? Felsefe değil, tasavvuf değil, kelâm hiç değil ise, bu görüşü, biz bu “hayalî dünyanın” neresine yerleştirebiliriz?

Görüş sahipleri, bu soruya “bilim” karşılığını veriyorlar.

O zaman, biz de bilimsel bir teori ile karşı karşıya bulunduğumuzu düşünüyoruz. Ve buna göre teoriyi tartışmak istiyoruz.

Lâkin buna da itiraz geliyor. Diyorlar ki: “Bu teori değil, bilimsel bir gerçektir.”

Ve biz, kendimizi, hayalden ibaret bir dünyanın yegâne somut gerçeği ile karşı karşıya buluyoruz!

Bu da bizi, “teori” ve “gerçek” gibi birtakım terimlerin anlamını tekrar hatırlamaya zorluyor:

Gerçekten de, maddenin hayaliyetini öne süren görüş “bilimsel” bir niteliğe sahip midir? Bir gerçek midir? Bu “bilimsel gerçeğin” dayandığı delil ve yöntemler nelerdir ve ne kadar bilimseldir?

Şimdi de bu sorular üzerinde durarak, bu görüşe bilim içinde bir yer bulmaya çalışacağız.

GERÇEK NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Önce “gerçek” kelimesi üzerinde duralım.

Halk arasında her ne kadar “gerçek” sözcüğü zaman zaman “teori” karşıtı bir anlamda kullanılırsa da, bilimde durum daha farklıdır. Teori, herşeyden önce, bilimde saygın bir kavramdır; yahut öyle olması gerekir. Ancak Evrim Teorilerinde kullanılan yöntemler bu işi çığırından çıkardığı için, çok da haksız diyemeyeceğimiz nedenlerle,bu sözcükte “spekülasyon” anlamına doğru bir kayma cereyan etmiştir. Bununla birlikte, kötü örneğin emsal teşkil etmeyeceği noktasından hareket ederek, biz teoriyi yine bilimsel ciddiyeti içinde ele alarak, “gerçek” ile arasındaki farkı belirtmeye çalışacağız.

Gerçeği, elbette ki bilimsel olan ve olmayan şeklinde bir ayırıma tâbi tutamayız. Gerçek, gerçektir ve başkaca bir sıfata ihtiyacı yoktur. Eşyanın yere düştüğü bir gerçektir. Yağmurun buluttan yağdığı bir gerçektir. İnsanın ölümlü olduğu bir gerçektir. Bütün bunların niçin gerçek olduğu ayrı bir konudur; ama bu dünya üzerinde nefes alıp veren her insan, günlük hayatın bunlar gibi yüzlerce gerçeğini bir çırpıda sayabilir ve bütün bunların doğru olup olmadığını tartışmayı kimse aklından geçirmez.

Eşyanın yere düştüğü bir gerçektir; niçin ve nasıl düştüğünü açıklayan “Çekim Kanunu” ise bir teoridir. Çünkü, bir bilimsel teorinin geçirmesi gereken aşamalara uygun olarak, bu teori de uzun ve ciddî gözlemlerin ve hesapların sonrasında bir model olarak geliştirilmiş ve daha sonra defalarca denenmiştir. Daha kestirme bir şekilde ifade edecek olursak, bilimsel teori için, “denenmesi mümkün olan model” tanımını yapabiliriz. Tekrar tekrar denendiği halde bu model hiçbir açık vermiyor ve bütün öngörüler doğru çıkıyorsa, teorinin sağlam temellere oturduğundan söz edebiliriz. Bununla birlikte, bir bilimsel teori, ne kadar deneyden geçmiş olursa olsun, geçerliliğini kaybedeceği bir zaman ve zemine herhangi bir anda rast gelebilir demektir. Nitekim Newton’un ünlü Çekim Teorisi de yüzyıllar boyunca sayısız deneylerden yüz akıyla çıktıktan sonra, en azından bazı vak’alarda yerini daha başka teorilere terk etmek zorunda kalmıştır. Bundan üç yüz sene sonra bu teorinin ne durumda bulunacağı hakkında tahminlerde bulunabiliriz, hesaplar yapabilir, öngörüler ileri sürebiliriz; fakat bu öngörülerden herhangi birinin gerçek olup olmadığını öğrenmek için, üç yüz sene beklemek ve o gün geldiğinde olup bitenleri gözlemekten başka bir çaremiz yoktur.

EVRİME BİLİM FEDA OLSUN!

Bilimsel gerçekler ve teoriler hakkındaki bu tespit genellikle bütün teorileri kapsamakla birlikte, bilim dünyasının imtiyazlı çocuğu Evrim Teorisi sözkonusu olduğunda, kurallar da değişir. Olağan şartlar altında bir teori tanımı içine bile giremeyecek bir model, birbirini taklit eden sayısız bilim adamı tarafından “bilimsel bir gerçek” olarak anılır! Oysa Evrim Teorisinin işleyişi, ana hatlarıyla şu şekildedir:

Bir elinize bir balık, bir elinize de bir kuş alırsınız; “Bu bundan çıkmış” dersiniz.

Bu sözlerde gerçek payı vardır hiç kuşkusuz. Balık da gerçek, kuş da gerçektir. Ama o kadar. Bundan ötesi, bir modeldir. Bu modelin bilimsel bir teori haline gelebilmesi için bazı şartlar vardır ki, bunlardan ikisi vazgeçilmez öneme sahiptir:

  1. Bu model, birtakım öngörülerde bulunmalıdır.
  2. Bu öngörüler test edilebilmelidir. Test etmekten kast edilen şey ise, öngörülerin hem doğruluğunun, hem de yanlışlığının kanıtlanabilir olmasıdır.

Evrim modellerinde gerçekten de birtakım öngörüler bulunmaktadır. Meselâ balık ile kuş arasında milyonlarca, hattâ milyarlarca ara formun bulunması gerektiği, bu öngörüler arasındadır. Ne var ki, bu öngörünün test edilebilmesi için gerekli olan yüz milyonlarca yıllık zamana hiçbirimiz sahip değiliz. Üstelik, geçmişe yönelik gözlemler de bizi böyle bir sonuca götürecek bulgular ortaya çıkarmamaktadır. Bulunan fosiller, nedense her seferinde “evrimini tamamlamış” türlerin fosilleri olmakta; sayıca bunları çok geride bırakması gereken ara formlar ise hiçbir zaman ortaya çıkmamaktadır.

Ve bütün bunlara rağmen, Evrim Modeli, bir teori olabilmek için gerekli evraklarını tamamlayamadığı halde, tartışılamayan ve tartışılması teklif dahi edilemeyen bir “bilimsel gerçek” olarak bilim dünyasında koltuğunu sağlama almış bulunmaktadır.

Evrimciliğin bilim dünyasındaki imtiyazlı durumunu bütün açıklığıyla görenlerin ve bu çifte standarda karşı yaman bir mücadele yürütenlerin başında, Hayal Modelini öne süren dostlarımız gelmektedir. Lâkin, gariptir, onlar da, evrimcilere karşı mücadelelerinde büyük bir isabetle hedef tahtalarına aldıkları ve çürüttükleri bu yöntemi, aynen Hayal Modelinde kullanmak gibi bir tezat içine düşmüşlerdir.

ÇÜRÜTÜLEMEYEN ŞEY BİLİMSEL DEMEK DEĞİLDİR

Tıpkı Evrim Modelinde olduğu gibi, Hayal Modeline temel teşkil eden varsayımlarda da birtakım gerçekler vardır; önce bunları belirlememiz gerekir: Biz, varlıklar hakkında duyu organlarımız vasıtasıyla bilgi alırız; bu bilgileri beynimiz görüntü, koku, ses, dokunma gibi şekillerde değerlendirir. “Gerçek” olarak niteleyebileceğimiz şey buraya kadardır. Bundan sonrasında ise bir model inşa edilmekte ve denilmektedir ki: “Bu algıladığımız şeylerin dışarıda bir varlığı yoktur; var olarak algıladığımız ne varsa hayalden, vehimden, görüntüden ibarettir.” İşte bu sonuca “bilimsel gerçek” adını takmak, bilimin objektif ölçüleri içinde hiçbir zaman mümkün olmaz. Hattâ teori adını vermeye bile, en azından şu andaki bilgilerimize göre, imkân yoktur. Çünkü ortaya atılan iddia, doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanabilir cinsten bir iddia değildir. Bir modelin ise, gerçekten “bilimsel” bir teori muamelesi görmek için, doğruluğu kadar, yanlışlığının da kanıtlanabilmesi gerekir. Eğer buna imkân yoksa, ortada bilimsel bir teori de yok demektir.

Bertrand Russell, “Dünyanın şu andaki haliyle, hafızalarımızdaki bilgiler ve çoraplarımdaki delikler de dahil olmak üzere, beş dakika önce yaratılmış olduğunu iddia edebilirim” diyor. Böyle bir iddiayı çürütebilir misiniz?

Aynı şekilde, Hayal Modeli de, ne ispatına, ne de çürütülmesine imkân bulunmayan bir model olarak ortada durmaktadır. Ama nedense, bu modeli savunan dostlarımız, böyle bir durumdan, “Madem çürütülemiyor; öyleyse bilimsel bir gerçektir” şeklinde bir sonucu çıkarabiliyorlar!

Eğer böyle bir muhakeme geçerli bir muhakeme olsaydı, Hayal Modeli gibi, daha pek çok popüler modelleri de bilimsel birer gerçek olarak kabullenmek zorunda kalır ve bu defa neye inanacağımızı bütünüyle şaşırmış hale gelirdik. Yirmi iki kitabıyla dünyada 60 milyon okuyucuya ulaşan Eric von Daniken’in “aksi ispatlanamayan” modeline göre, Pirî Reis’in haritasını ve Piramitleri de içine alan pek çok insan eserinde, vaktiyle Dünyamıza başka gezegenlerden gelmiş eski zaman astronotlarının emeği vardır. Bu modelin “gerçeklerini” sayacak olursanız, karşınıza Pirî Reis’in haritası ile Piramidler gibi şeylerin mevcudiyeti çıkar. Bunlar vardır ve gerçektir, o kadar. Bütün bunların nasıl var olduğuna dair kaç çeşit model geliştirilebileceği ise, bilgi ve hayalgücü gibi insanî yeteneklere bağlı olan bir husustur. Ancak, bilimsel anlamda bir teste tâbi tutulma imkânı bulunmadığı sürece, bu modeller de ciddîye alınmayı gerektirecek bir değer taşımaz.

Kur’ân’da kıssası anlatılan Zülkarneyn ile ilgili olarak üretilen bilim-kurgu türü modellerde de bu tür spekülasyonların yokluğu çekilmez: Zülkarneyn aslında başka dünyaların adamıdır; çift güneşli bir gezegeni ziyaret etmektedir; karadeliğe düşmek üzere olan gezegen ahalisini kurtarmaktadır… Bu iddialardan hangisinin yanlış olduğunu ispatlayabilirsiniz? Vaktiyle Nasreddin Hoca da benzer bir mantıkla çevresindekilere meydan okumuş ve eşeğinin ayak bastığı yerin, dünyanın ortası olduğunu iddia etmişti. Bu iddianın ispatını isteyenlere verdiği cevap ise hiç yabancımız değil: “İnanmazsanız ölçün!”

Bize dış dünyayı algılamak için verilmiş olan duyularımız ve bu duyularla toplanan bilgileri değerlendirmek üzere verilmiş olan bir de beynimiz vardır. Bunlardan birer “gerçek” olarak söz edebiliriz. Beynimizin gerçek olarak algıladığı şeylerin gerçekten birer gerçek olup olmadığı konusunda ise durum oldukça farklıdır:

Bu konudaki bütün gözlem ve deneylerimiz için duyularımız ve beynimizden başka bir araca sahip olmadığımıza göre, böyle bir soruyu ortaya atmanın da bir anlamı olmaz, vereceğimiz cevabın doğruluğunu tartışmanın da. Onun için, Hayal Modelini savunanlara, “Bu konunun reddi bilimsel olarak mümkün değildir” şeklindeki sözlerinde hak vermemiz gerekir. Ancak hemen ekleyelim: Bu söz, aynı zamanda, “Bu konunun ispatı bilimsel olarak mümkün değildir” anlamını da içermekte ve konuyu bütünüyle bilimin dışına atmaktadır. Bir modelin bilimsel olarak reddi mümkün değilse, o model bilimsel değil demektir; bilimsel bir teori, reddi veya kabulü için test yollarını ardına kadar açık tutmak zorundadır. Bu temel ilkeyi hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir; Evrim aldatmacasına karşı çıkarken buna şiddetle ihtiyaç duyulacaktır.

DOĞRU KAYNAĞI BULMAK

Elimizde beynimizin bize anlattığını test edecek daha üst seviyede bir başka âlet bulunmadığına göre, bu konu, bir inanç meselesi olarak kalacaktır. Yani, insan ya gerçek dünyada yaşadığına, ya da herşeyin hayalden ibaret olduğuna inanmak gibi iki şıktan birini seçecektir. Bu konuda bilimsel deneylerin bize yararı olmayacağı için de, inancımızı belirlerken ya felsefe yapmak veya kutsal ve tartışılmaz olarak benimsediğimiz bir kaynağın hakemliğine başvurmak şıklarından birini tercih ederiz. Felsefe yapmanın sonu yoktur; aksini kanıtlayamadığınız sürece dilediğiniz kadar model üretebilirsiniz. Kutsal bir kaynağın hakemliğine gelince:

Hayal Modelini savunan dostlarımızla bu konuda ihtilâf halinde değiliz. Onlar da, biz de, Kur’ân’ın tartışılmaz hak kitap olduğuna kesin olarak iman etmiş bulunuyoruz. Fakat bu inancın gereği, bir model geliştirdikten sonra Kur’ân’a yönelip ondan destek aramak değil, doğrudan doğruya Kur’ân’a yönelerek modeli ondan istemek olmalıdır. Özellikle yaratılış konularında Kur’ân âyetlerinin ifadeleri son derece nettir, hiçbir tevile meydan bırakmayacak kadar açıktır; üstelik yüzlerce defa tekrarlanmıştır. (Bu âyetlerden birkaçını daha önceki yazımızda nakletmiştik.) Bu durum da bizi kelâm disiplininin sınırları içine getirmekte ve, eğer bilimsel bir yaklaşım sözkonusu olacaksa, çözümü bu bilimin yöntemleri içinde aramamızı gerekli kılmaktadır. Ne çare ki, Hayal Modeline destek aranırken başvurulan kaynaklar arasında bilgisayar oyunları ve bilim-kurgu filmleri kadar, kelâm ilminin yöntemleri ve muhkem âyetler maalesef yer bulamamıştır.

Bilgisayar oyunlarıyla Hayal Modeli arasında paralellik kurulmasını yadırgamıyoruz. Tam tersine, bu tür benzetmelerin, modeli oldukça iyi bir şekilde yansıttığı düşüncesindeyiz. Ancak böyle bir benzetmeden, sağlıklı bir inanç sistemine destek ummak, en iyimser tabirle söyleyelim, bir hayalperestlikten öteye gidemez. Göklerin ve yeri hak olarak yaratan için yapılacak en uygunsuz benzetme, herhalde, Onu bir bilgisayar oyunu programcısı yerine koymak olacaktır! Âyetler, böyle bir münasebetsizliğin kapısını kesin olarak kapatmıştır:

Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Eğer bir oyun edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik![1]

Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Bütün bunları Biz ancak hak ile yarattık; lâkin çokları bunu bilmez.[2]

Bilim-kurgu filmlerinde de Hayal Modelinin benzeri senaryolara rastlanmaktadır. Bunlardan, Hayal Modeli savunucularının uzun uzadıya sözünü ettiği Matrix filminde, kelimesi kelimesine bu modelin benzeri tanımlarla karşılaşabiliyoruz:

“Görebildiklerinden, dokunabildiklerinden, tadını alabildiklerinden bahsediyorsun. Onlar sadece beynin yorumladığı elektriksel sinyallerdir. Biz de buna Matrix diyoruz.”

“Bu soluduğun şeyin hava olduğunu mu sanıyorsun?”

“Bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Ağzıma koyduğum zaman, Matrix beynime onun tatlı olduğunu söyleyecek.”

Bilim-kurgu filmlerinin eğlence sektöründe önemli bir yer işgal ettiğini görmezlikten gelemeyiz. Hattâ birtakım felsefî görüşlerin yansıtılmasında da bu eğlence aracından yararlanılabilir hiç kuşkusuz. Ancak akaid konularında bilim kurgu filmlerine başvurmanın iyi bir fikir olduğu inancında değiliz. Çünkü bu iddiaların son derece ciddî ihtilâtları vardır. Eğer bizim çay niyetine içtiğimiz şey çay değil de bir hayal ise, yediğimiz ekmek gerçek değil de bir hayal ise, Kur’ân’ın “mü’minler için canlarından daha üstün” dediği Peygamber bir hayal ise, bütün bunlardan çıkacak sonucu tasavvur etmek tüyler ürperticidir!

Gökten ve yerden nimetlerle bizi rızıklandırdığını söylerken, Allah, bunların birer hayal olduğuna dair en küçük bir imada bulunmuyor. Yoksa Allah bizi Matrix usulü hayallerle avutarak Rezzakçılık mı oynuyor?

Gökleri ve yeri hak ile yarattığını ve bütün bunların bir oyun olmadığını herkesin anlayacağı bir dille bize bildiren Allah, burada bizi bir Matrix oyununa mı getiriyor?

Allah, gökteki güneşi bir lâmba olarak mı oraya yerleştirdi, yoksa bize bir görüntüyü güneş olarak mı algılatıyor?

“O gün semâyı defter yapraklarını dürer gibi düreriz” âyetinde tasvir edilen hadise, gerçek semâdan mı söz ediyor, hayalî bir semâdan mı?

Kur’ân’ın eski kavimlerden verdiği haberler gerçek olarak mı yaşandı, yoksa bütün bunlar birer bilim-kurgu macerası mıydı?

Kur’ân’ın “Âlemlere rahmet olarak gönderdik” dediği Peygamber, gerçek bir varlık olarak mı, yoksa bir hayal olarak mı geldi?

Bu soruların yüzlercesini, binlercesini, hiç tükenmeyecek bir liste halinde uzatabiliriz. Biz daha kestirme bir soru ile konuyu özetlemeye çalışalım:

Bu dinin dayandığı temeller, başta Nübüvvet olmak üzere, hayal mi, gerçek mi?

Veya, daha ürpertici, ama kestirme bir soru:

Allah bizimle oyun mu oynuyor?

ÂLEMLERİ KARIŞTIRMAYALIM

Bilim-kurgu filmlerine ve bilgisayar oyunlarına pek meraklı olan dostlarımız, bu ifadelerin ağırlığı karşısında gücenmesinler. “Konuyu anlamamışlar” gibi, kendilerinin de inanmadıkları savsaklamalarla işi geçiştirmeye de kalkmasınlar ve kendileri, kendi modellerinin sonuçlarını kavramaya çalışsınlar. Kendilerine bu konuda doğru yolu gösterecek olan ışık ne bilgisayar oyunlarında, ne bilim-kurgu filmlerindedir. Eğer vehimlerini ve heveslerini bir yana atar da İslâmın öz kaynaklarına saf bir zihin ve gönülle yaklaşırlarsa, ciddî bir tevbe ve istiğfar yükümlülüğüyle karşı karşıya bulunduklarını görmekte zorlanmayacaklardır. Bu konuda bir ipucunu zikretmeden geçmeyelim:

İslâmî kaynaklarda, özellikle tasavvuf kaynaklarında, “âlem-i misal” şeklinde bir kavramla karşılaşacaklardır. Bu kavram, onların “herşey” zannettiği görüntüler dünyasının, bu gerçek dünyadaki âlemlerden bir âlem olduğunu açıklamaya yetecek ve başka kaynaklarda ışık aramaya ihtiyaç bırakmayacaktır.

***

Ümit Şimşek