Etiket arşivi: eymen akça

Hadis Usûlü Ekseninde Kertenkeleler ve Öldürülmesi İle İlgili Hadisler

Hz. Peygamber’e (ASM) ait olduğu ifade edilen sözlere terim olarak “ hadîs ” deniliyor. Hadis konusu çok kapsamlı ve çok detaylı olduğundan hadisler konu uzmanlarınca sınıflandırmalara tabi tutularak ele alınmış ve incelenmiştir. Osmanlı Devleti’nin 1918-1922 yılları arasında şeyhülislâmlığa bağlı olarak faaliyet gösteren, İslâm akademisi hüviyetinde ilmî kuruluşta görev alan Said Nursi hadis-i şeriflere nasıl bakılması gerektiğine dair, şöyle ilmî bir tasnif yapar:

“ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihidir ( açık vahiy ) ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir ( tebliğci ), müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye ( kudsi hadisler ) gibi…

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir ( gizli, kapalı vahiy). Şu kısmın mücmel ve hülâsası ( özeti ve özü ), vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye[1] ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme ( kamuoyu ) seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte, her hadîste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz ( katıksız vahiy ) noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında ( düşünceler ve uygulamalarında ), risaletin ulvî âsârı ( izleri ) aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî ( genel örf ) cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta ( iç içe benzetmelere ve anlaşılmazı zor ifadelere ) bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir[2] lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir ( misal vererek akla yakınlaştırılır ). Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: ” Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevap geldi ki,” Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti.[3] Zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi. ”[4]

Hadis uzmanı olan Said Nursî’nin belirttiği bu düsturlar ve sınıflandırmalar çerçevesinde kertenkelelerin ve yılanların öldürülmesi hakkındaki hadisleri incelemeye başlamadan önce belagata dair bir kuralı ele almak gerekir. Ta ki Hz. Peygamber’e (ASM) isnad edilen ve tarih bilimi kuralları noktasında isnadı sahih olan sözler hakkıyla anlaşılabilsin.

Belagat ilminde bir söz ele alınacağı zaman söz 4 yönden incelenir.

  1. Bu sözü kim söylemiş?
  2. Sözün sahibi bu sözü kime söylemiş?
  3. Sözü söyleyen bu sözü hangi makamda söylemiş?
  4. Sözü söyleyen bu sözü niçin söylemiş?

Birinci yön sözün bağlayıcılığının kaynağı olduğu gibi, anlaşılamadığı durumlarda anlamaya çalışan kişiyi tevazua sevk eden bir özellik taşır. Çünkü bir söz, herhangi bir ilim adamına ait olduğunda bağlayıcı olmaz. Fakat Hz. Peygamber’e (ASM) ait olduğu kesin olan bir söz, sünnet-i seniyyeye kaynaklık ettiği için sıhhat derecesine göre amel edilmesini gerektirir. Ayrıca Hz. Peygamber (ASM) sıradan bir şahsiyet olmadığı, ilmini doğrudan doğruya Alîm-i Külli Şey ve Allâmu’l-Guyûb olan Allahu Teala’dan ders aldığı için, söylediği sözün vahy-i zımnî olma ihtimali kavi olduğundan cüz’î aklı ve tefekkürü ile o hadisi anlayamayan kişi, kendi zihnî kapasitesini eleştirip “ Bu sözün ufku benim kuşatamayacağım kadar yüksek ” der. Bu mutedil tavrıyla, ne hadisi inkâra gider, ne de hadis senedini zayıflıkla veya mevzu olmakla itham eder.

İkinci yön ise, benzer veya aynı manalı sorulara verilen farklı cevapların hikmetini bize açar. Aksi takdirde “ Aynı sorunun tek bir cevabı veyahut yakın manalı cevabı olur. Bu kadar birbirinden uzak cevaplar aynı soruya cevap olamaz. O halde bu hadislerin bir kısmı uydurulmuştur ” şeklindeki bir yola insanların akılları alâküllihal girerler. Bu belagat yönü, insanların akıllarının çapını büyüterek hadisleri tenkide varan bu kapıyı kapatır. Mesela Hz. Peygamber (ASM) “ Bana beni kurtaracak bir tavsiyede bulun ” diyen farklı sahabelere bir manevi hekim olarak hastalıklarının ilacı mahiyetinde bir sahabeye “ Kızma! ”[5] diye art arda 3 defa söylemiştir. Bir diğeri, çirkin sözleriyle kendisi ve çevresine zarar verdiği için ona “ Sövme! ”[6] demiştir. Bir diğeri ise evhamlı bir yapıda olduğu için ona “ Allah’a iman ettim de ve dosdoğru ol ”[7] demiştir.

Üçüncü yön ise, sözün ruhunu yakalamaya fırsat veren bir kural olduğu gibi kişiye, âyet ile hadisler arası münasebetleri, dinin ahkâmı arasındaki dengeyi gösteren bir göz verir. Mesela “ Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır ”[8] hadisi ile “ Gıybet, katl gibidir ”[9] hadisleri eğer Terğib ve Terhib makamında söylenmiş sözler olarak ele alınmayıp Hakikati Ta’lim makamında ele alınırsa farz olan haccın kıymeti ve 7 büyük günahtan birisi olan cinayetin dehşetli günahı konusundaki algı bozulur. Bu tutarsızlık hadislerin tenkidine de haklı bir gerekçe olur. Eğer bu tarz hadisler Terğib ve terhib makamında ele alınırsa hiçbir eleştiriye mahal olmaz. Terğib, yapılacak nafile bir ibadetin çeşitli şartlar dahilinde verebileceği, zaman zaman da verdiği en yüksek sonucu göstererek insanları bu konuda teşvik etmek içindir. Terhib ise işlenecek küçük bir günahın yol açabileceği ve zaman zaman da yol açtığı en feci akıbeti göstererek o insanları işlemeyi düşündükleri günah konusunda tehdit etme amaçlıdır. Hâfız el-Münzirî “ Et-Terğib ve’t-Terhib ” isimli eserinde bu tarz hadisleri toplamıştır.

Dördüncü yön ise, sözün söylenmesindeki asıl maksadı bildirir. Bu yön iyi anlaşılmazsa “ Meddahların [herkesi övenlerin, yağcıların] yüzüne toprak saçın! [10] gibi hadisleri olduğu gibi ele alıp bu kişilerin yüzüne toprak saçmak gerekir. Oysa belagat ve edebiyat dâhisi Zemahşerî (ö. 538/1143), “Yüzüne toprak serpin!” ifadesinin, mecazî olarak “Onu mahcup edin!” demek olduğunu söyler.[11]

Hadislere dair sınıflandırmaların yardımı ve belagate dair bu perspektifin penceresiyle kertenkelelerin ve yılanların öldürülmesi ile ilgili hadisleri araştırdığımızda görüyoruz ki:

Kertenkelenin öldürülmesi ve onun fuveysika ( fâsıkçık ) diye isimlendirildiği hadisler, sahabeden Ümmü Şerîk (ra), Hz. Aişe (ra) ve Sa’d b. Ebî Vakkâs (ra) tarafından nakledilmiştir.

Ümmü Şerîk (ra) rivayeti şu şekilde: Hz. Peygamber ona kertenkeleleri öldürmesini emretmiştir.

Hz. Aişe’den gelen iki rivayet vardır. Birinde “kertenkelenin öldürülmesi” söz konusu değildir. Rivayet şöyledir:

Resulullah (asm) keler/kertenkele için fuveysık (fasıkcık) dedi ama ‘Öldürün!’ diye emrettiğini işitmedim.”[12]

Diğer rivayette ise Hz. Peygamber, “ Fâsıkcıkları (yani kertenkeleleri) öldürün” buyurmuştur.

Sa’d b. Ebî Vakkâs (ra) da der ki:  Hz. Peygamber, “ Fâsıkcıkları (yani kertenkeleleri) öldürün ” buyurmuştur.

Bu hadisleri sağlıklı ele alabilmek için kertenkelelerin özellikleri, yaşam koşulları ve insanlarla ilişkileri hakkında geçmiş zamandaki İslam bilim dünyasının ve günümüz dünya bilim adamlarının sözlerini aktarmak gerekir. Aksi takdirde hadisler ile Hz Peygamber’in kasdettiği mana yeterince anlaşılamayacaktır.

Kertenkelenin Arapça karşılığı الوزغة” el-Vezağa”dır. Onun büyüğü  أبرص   سام ” Sâmmu Ebras”  diye isimlendirilmiş olup Türkçe karşılığı zehirli alaca keler ya da zehirli iri kelerdir. İslam zooloğu Kemaleddin ed-Demirî (ö.808/1405) Hayâtu’l-Hayevân isimli eserinde bu hayvan hakkında, “Pis ve zehirli olduğu, insana alaca hastalığı bulaştırdığını”[13]  ve “Bu hayvanın tuzu bulduğunda içine girip yuvalandığını, onun temas ettiği tuzlarda da insanlara alaca hastalığı veren bir madde oluştuğunu”[14] söylemektedir.

Günümüz bilim adamlarından John Lloyd ve John Mitchinson ise şöyle der: “Kertenkelenin vücudu uzun olup, genellikle dört üyesi vardır. Bazılarında üyeler körelmiş veya tümüyle kaybolmuş olabilir. Günümüzde yaşayan 21 familyası ve 3200 kadar türü bulunmaktadır. Kertenkeleler neredeyse gıda bulabildikleri her ortamda yaşarlar. Genellikle örümcek ve böcekleri avlayarak beslenirler. Evlerdeki sebze ve meyveleri yedikleri de görülmüştür. Bu anlamda sıcak ülkelerdeki evlerin yaygın misafirleridirler.” [15]

Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Akyüz “ Kertenkelenin Öldürülmesi ile İlgili Hadislerin Tahlil ve Tenkidi ” isimli makalesinde Ümmü Şerik’ten aktarılan hadisin 9 tarikini ve bütün varyantlarını incelemesi sonucunda şöyle bir tarihî tespit yapar: “ Ümmü Şerik, Hz. Peygamber’e (ASM), sâmmu abras denilen zehirli iri kertenkelenin öldürülmesi konusunu sormuştur. Hz. Peygamber (ASM) de bu zehirli kertenkelenin evlerin içine girip ev halkına, sokaklarda dolaşarak çocuklara, insanlara ve Medine ahalisine zarar vermesini engellemek için öldürülmesini emretmiştir. ” Buradaki öldürme emrinin sebebi bu kertenkelenin zehirliliği, Kemaleddin ed-Demirî’nin ifade ettiği üzere alaca hastalığını insanlara bulaştırması ve gıda maddelerini tahrip etmesidir.

Hz. Aişe ve Sa’d bin Ebi Vakkas’ın aktardığı 2 hadiste ise kertenkele için Hz. Peygamber (ASM) “ füveysıka ” nitelemesini kullanır. Yani insanların sebze, meyve ve benzeri gıda maddelerini çalan, yiyen, harap eden ve ev içi düzeni bozan küçük hırsız manasında…  Hz. Aişe, evde görülen zehirsiz küçük kertenkelelerin öldürülmesi konusunda Hz. Peygamber’den izin istemiştir. Hz. Peygamber (ASM), bu zehirsiz ev kertenkeleleri konusunda isterse öldürülebileceği isterse öldürülmeyeceğinden bahsetmiş fakat onu fuveysıka olarak nitelemiştir.

Sa’d bin Ebi Vakkas’tan aktarılan hadiste de Hz. Peygamber (ASM) kertenkeleleri füveysıka olarak nitelemiştir. Demek ki konu evde görülen kertenkelelerdir.

Kıtlığın geçerli olduğu çöl ikliminde evinde bulunan az bir yiyeceğin kertenkeleler tarafından yenildiği veya yenilemez hale getirildiğini gören bir kişiye niçin hırsız bir kertenkeleyi öldürüyor veya öldürme izni veriyor, denilemez.

Ayrıca insan psikolojisi açısından ve özellikle böcekler, fareler v.s. küçük hayvanlardan aşırı derece korkan kadınların hassas ruhî yapısı açısından bakıldığında Hz. Aişe’nin sorusu Onun duyduğu rahatsızlığın şiddetini ifade etmektedir. Rivayetlerdeki farklılık gösterir ki, Hz. Aişe 2 defa Hz. Peygamber’e (ASM) bu konuyu sormuş. Her ikisinde de Hz. Peygamber (ASM) Ona kertenkelelerin eve girme gayesinin yiyecek bulma amaçlı olduğunu füveysıka ( küçük hırsız ) tabirini kullanarak ifade etmiştir. Bununla beraber Hz. Peygamber ilk seferki soruda “ Sana zararı olmayan veya zararı çok belirgin olmayan bu canlıyı öldürmeyebilirsin ” demiştir. Hz. Aişe aynı konuyu ikinci sefer sorunca evde kertenkele görmek Onda ruh sıkıntısına yol açmasına ve kendini evi içinde huzursuz hissetmesine binaen “ Öldür ” demiştir.

Ayrıca Hz. Aişe sosyal ve aktif bir karakter olduğu, Medine halkının hanımları ile sık sık görüştüğü nazara alınırsa Onun, Medineli hanım sahabelerin sözcüsü konumunda aynı soruyu tekrar tekrar Hz. Peygamber’e (ASM) sormuş olması büyük ihtimaldir. Hz. Peygamber (ASM) önce kertenkelelere şefkatle muameleyi tavsiye etmiş; sonra problemin devam etmesi üzerine hikmet gereği olan uygulamaya izin vermiştir.

Sa’d bin Ebi Vakkas rivayetine bakarsak Onun gibi kahraman ve cesur birisinin aynı soruyu Hz. Peygamber’e (ASM) sormasının ve Hz. Peygamber’in (ASM) Ona doğrudan “ Öldürün ” cevabını vermesinin arkasında da Hz. Sa’d’ın kendi adına değil de eşinin ve ev halkının kertenkelelerden rahatsızlığı anlaşılıyor.

Rivayetlere topluca bakılırsa Medine’de kertenkelelerden umumi bir rahatsızlık olduğundan farklı kişilerce sorulan veya sordurulan aynı soruya Hz. Peygamber (ASM) büyüyen probleme çözüm olarak ortak cevap vermiştir.

Hz. Peygamber (ASM) Medine’de kurulan şehir devletinin güvenliği, sağlık politikası ve şehir düzeni noktasında vahşi, yırtıcı, zehirli ve tehlikeli canlı türlerini Medine’den uzaklaştırmayı bir devlet politikası olarak belirlemiştir. Hz. Peygamber (ASM) bu tatbikatıyla şehir idareciliği noktasında Kamu Yönetimi Bilimi açısından her asırda geçerli model bir uygulama yapmıştır. Bu uygulamanın ne kadar yerinde olduğunu günümüzde yaşanan sokak köpeklerinin yol açtığı çok sayıdaki saldırı desteklemektedir. Tarihe baktığımızda sokak köpeklerinin yol açtığı tehlikeler İstanbul’dan köpeklerin sürgün edilmesi şeklinde Sultan II. Mahmud zamanında ve 1910 yıllarında yaşanmış 2 vak’aya İstanbul idarecilerini mecbur etmiştir.

Kertenkelenin Öldürülmesinin Sevabı Hakkındaki Hadisler

Bu konuya dair kaynakları araştırdığımızda karşımıza şu hadisler çıkmaktadır:

Ebu Hureyre aktarıyor, Resulullah (ASM) dedi ki: “ Her kim bir kertenkeleyi ilk vuruşta öldürürse, ona şu ve şu kadar sevab vardır. Her kim onu ikinci vuruşta öldürürse, ona şu ve şu kadar sevab vardır ve her kim de onu üçüncü vuruşta öldürürse, ona da şu ve şu kadar sevab vardır. ”[16]

İbn Mes’ud (ra) aktarıyor, Resulullah (ASM) dedi ki: “ Her kim bir yılanı öldürürse ona yedi sevab yazılır. Her kim bir kertenkeleyi öldürürse ona bir sevab yazılır. Kim akıbetinden korkarak, yılanı öldürmeyi terk ederse bizden değildir. ”[17]

Bu hadisler tarih bilimi noktasında şüphe getirmeyecek derecede kesinlik içeren Hz. Peygamber’e (ASM) isnadı sahih sözlerdir. Bu açıdan inkâr etmeye çalışmanın veya uydurma diyerek göz kapatmanın bilimsel bir tavır olmadığı barizdir.

Bu hadisleri belagat kaideleri çerçevesinde birkaç yönden ele alabiliriz:

Birinci yön: Bu tarz hadisler, terğib hadisleri sınıfına giriyor. Bunu şu temsille anlatabiliriz: Bir şehirde bir köpek kuduz olsa, akabinde şehir halkına saldırıp birçok kişiyi ısırmakla kuduz edip öldürse, bu durumda şehrin vâlisi “ O köpeği öldüren kişiye 100 sevap vardır ” derse bu söz bir abartı değil hakikatin kendisi olur. Çünkü Kur’anın açıkça bildirdiği üzere “ Bir kişiyi ölüm tehlikesinden kurtaran ve ihya eden kişi, bütün insanları ihya etmiş gibidir. ”[18] Bir kişiyi ölümden kurtaran kişiye, bütün insanları ihya etmiş sevabını vaad eden Kur’anın şümullü rahmetinin yanında Hz. Peygamber’in (ASM) bu tarz terğib hadisleri abartı değil, sönük kalmaktadır. Hz. Peygamber’in (ASM) bu tarz hadisleri bu manada zehirli kertenkelelerden bir tanesinin verebileceği en büyük zararı ifade etme noktası için geçerlidir diyebiliriz. Mesela bir zehirli kertenkele, büyük bir İslam âliminin ve bilim adamının ölümüne yol açsa, sonra bir kişi o kertenkeleyi öldürse hadisin manası ve kertenkelenin verdiği zararın büyüklüğü gözle görünür. Hiçbir itiraz söz konusu olamaz.

Hz. Peygamber’in (ASM)

  • Medine’de salgın hastalıklara yol açan…
  • tehlikeli mikrop, bakteri ve zehirler taşıyan…
  • böcekler ve haşereler gibi mikroplu canlılarla beslenen…

kertenkelelerin zararından kurtulmak için koruyucu hekimlik manasında Medine’nin idarecisi, İslam Devleti’nin başı ve bütün canlıları yaratan Allah’ın yeryüzü halifesi sıfatlarıyla böyle bir karar vermesi ne idarecilik, ne de peygamberlik noktasında reddedilebilecek bir durum değildir. Ayrıca Hz. Peygamber (ASM) bir katliam yapılmasını emretmiyor; Medine’den, diğer İslam şehirlerinden ve insanların yerleşim alanlarından bu zararlı hayvanların uzaklaştırılmasını hikmet gereği emrediyor.

Yüz milyonlarca insanını veba salgınlarında fareler yüzünden kaybeden Ortaçağ Avrupası’nın acı tabloları Hz. Peygamber’in (ASM) bu tarz uygulamalarının ne kadar yerinde olduğunu gösterir. Ki Hz. Peygamber (ASM) bir hadisinde fâreyi de fâsıkçık olarak nitelemiş ve hayvan öldürmenin genel kural olarak yasak olduğu Harem bölgesinde dahi —verebileceği müthiş zarardan dolayı— farenin görüldüğü yerde öldürülmesini emretmiştir.[19]

İkinci yön: Bu hadislerdeki bazı ince ifadeler bu hadislerin mecaz manada olduğuna karineler içeriyor: “ Kertenkele gibi küçük bir canlının 2-3 darbede öldürülmesi ”, “ Âkıbetinden korkarak yılanı öldürmekten vazgeçme ”, “ Vazgeçenin İslam toplumundan sayılmaması gibi… ” Bu konuyu aydınlatacak manada Nuaym bin Hammad tarafından şöyle bir rivayet aktarılıyor:

“ Hz. Peygamber, Mervan b. el-Hakem’e (ö.65/685) keler ( kertenkele ) oğlu keler diye isim koymuştur. ”[20]

Mervan bin Hakem’in babası Hakem bin Ebi’l-As, Mekke fethiyle İslam’a teslim olmuştur. Fakat Hz. Peygamber’in (ASM) evinin kapısına kulağını dayayarak Onun sırlarını elde etmek istemiş ve öğrenmiş; fakat durum Hz. Peygamber (ASM) tarafından fark edilmiş ve bir rahatsızlığa yol açmıştır. Bu manada Hakem, Hz. Peygamber (ASM) tarafından, insanların evlerinin kapısına ve duvarlarına yapışan “ keler ” e benzetilmiştir. Oğlu Mervan da babası gibi bir ahlaka sahip olduğu için keler oğlu keler olarak Asr-ı Saadet’te kabul edilmiştir. Ayrıca Hakem, Hz. Peygamber’in (ASM) arkasından Onunla alay etmek için hareketlerini taklit etmiş; bu durum Hz. Peygamber’ce (ASM) görüldükten sonra Hakem yüz felci geçirmiştir. Bütün bu yaptıklarından dolayı Hakem, Hz. Peygamber (ASM) tarafından Taif’e sürgün edilmiştir. Her ne kadar Nuaym bin Hammad’ın aktardığı bu hadis sened yönünden sıhhatli görünmese de o devir İslam toplumunda var olan zararlı kişilerin lakab verilmesi ile teşhiri konusunda bir kanaat veriyor. Karakteri dolayısıyla insanları hayvanlara benzetme özelliğini Kur’an-ı Kerîm’de de görüyoruz. Kur’an, küfür ve iman arasında zikzak çizen kişileri, yuvasını iki delikli yapan, düşmanı saldırdığında bir delikten girip öbüründen çıkan tarla faresine benzeterek onlara “ münâfık ” ( tarla fâresi ) adını verir. Kur’anın bu benzetmeyi kullanması da gösterir ki, Asr-ı Saadet’te ve Hz. Peygamber’in (ASM) dilinde dine zarar veren münafık, kâfir ve müşrik kişiler sergiledikleri karaktere göre çeşitli hayvanlara veya Kur’anda ismi ve sıfatı geçen belirli meşhur kişilere benzetilmişlerdir.

Mesela Hz. Peygamber (ASM) bu manada Mekke ve Medine yıllarında İslam’ın en büyük düşmanı olan Ebu Cehil için “ Bu ümmetin firavunudur ”[21] diyerek benzer bir uygulama yapmıştır. Medine yıllarında ise münâfıkların en başında bulunanlardan biri olan ve İslam aleyhinde yaptığı hilelerle tanınan Ebû Âmir için Hz. Peygamber (ASM) “ el-fâsık ” tabirini kullanmıştır.[22]

Bu çerçevelerden bakılınca kertenkelenin ve yılanın öldürülmesinin sevabı hakkında olan hadisler, kertenkele karakterinde olup kendisiyle temas edeni zehirleyip İslam aleyhine çeviren, yılan karakterinde olup dili ile İslam toplumuna zehir saçan kişi veya kişiler hakkında vârid olmuş dyebiliyoruz. Hz. Peygamber (ASM) bu yapıda olan Ka’b bin Eşref, Sellam bin Ebi’l-Hukayk, Ebu Afak, Esma bint-i Mervan gibi İslam aleyhine çalışan, düşmanları kışkırtan, müşriklerle işbirliği yapan kişilerin öldürülmesini emretmiştir.

Ka’b bin Eşref’in öldürülmesini anlatan kaynaklara baktığımızda şu tarihî bilgileri görüyoruz: Kâ‘b, Bedir Gazvesi sonunda müşriklerin mağlûp olduklarına ve 70 ölü verdiklerine dair haber Medine’ye ulaşınca bunun doğruluğuna inanmamış, “Gerçekten Muhammed bu kadar kişiyi öldürmüşse yerin altı üstünden daha hayırlıdır” diyerek tepki göstermiştir. Ancak haberin doğru olduğu ortaya çıkınca tâziyede bulunmak ve Kureyş’i Müslümanlar aleyhine kışkırtmak için 40 kadar adamıyla birlikte Mekke’ye giderek Müslümanlara karşı savaşmak üzere Ebû Süfyân ile anlaşır. Söylediği şiirlerle Kureyşliler’in intikam duygularını tahrik eder.[23]

Medine’ye döndükten sonra boş durmayan, şiirleriyle Resûl-i Ekrem’i ve ashabını hicveden, etkili konuşmaları ve servetiyle müşrikleri Müslümanlara karşı kışkırtmaya devam eden Kâ‘b b. Eşref’in davranışlarından rahatsız olan Hz. Peygamber (ASM) bu duruma son verilmesini ve kendisinin eziyetten kurtarılmasını istedi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme, Kâ‘b b. Eşref’in süt kardeşi Ebû Nâile b. Selâme, Abbâd b. Bişr, Hâris b. Evs ve Ebû Abs ile bir araya gelerek Kâ’b’ı ortadan kaldırmak için plan yaptılar ve 14 Rebîülevvel 3’te (4 Eylül 624) onu öldürdüler.[24]

Kâ‘b’ın öldürüldüğünü duyan Yahudiler hayatlarından endişe etmeye başladılar. Bir kısmı Resûlullah’a gidip onun suçsuz yere öldürüldüğünü söyledi. Hz. Peygamber (ASM) onlara:

“O kendi görüşündeki başka insanlar gibi yerinde dursaydı öldürülmezdi. Fakat o söylemiş olduğu şiirleriyle bize eziyet ediyordu. Sizden her kim aynı şekilde hareket ederse onun cezası da kılıçtır ” diyerek Kâ‘b gibi faaliyette bulunmamaları konusunda uyardı ve Yahudiler de bir daha böyle şiirler yazmayacaklarına dair söz verdiler.[25]

Şiir, o zamanki medya idi. Şairin şöhreti ise, medyanın gücünü simgeliyordu ve o nispette Arap toplumunda etkiliydiler. Yahudiler, Medine Vesikası imzalandığı zaman kurulacak Medine Devleti’nin kanunlarına uyacaklarına, düşmanla işbirliği yapmayacaklarına, müşrikleri İslam Devleti aleyhine kışkırtmayacaklarına dair söz vermişlerdi. Ka’b bin Eşref bu manada anayasaya aykırı davranıp askerî manada vatana hıyanet suçu işlediği için cezalandırılmıştır.

Ka’b bin Eşrefin öldürülme vakasını detaylıca anlatan kaynaklar onun ilk darbede değil, 2. ve 3. darbede öldürüldüğünü ifade ediyorlar.[26] Bu manada kertenkelelerin öldürülmesini anlatan hadisle beraber Ka’b bin Eşref’in öldürülmesine dair rivayetleri beraberce okuduğumuzda görürüz ki, Hz. Peygamber (ASM) bu sözü Ka’b bin Eşref hakkında söylemiştir. Hz. Peygamber (ASM) Onu zehirli bir kertenkeleye benzetmiş ve Onun birkaç darbede de olsa öldürülmesini emretmiştir.[27] Sellam bin Ebi’l-Hukayk, Ebu Afak ve Esma bint-i Mervan gibi hiciv ile İslam toplumu içine zehrini kusan kişileri ise yılana benzetip Onların bir yılan gibi öldürülmesini emretmiştir. Yahudilerin fitne ve fesadından korkarak bu yılan karakterli kişileri öldürmekten vazgeçen kişinin İslam toplumundan sayılmayacağını ifade etmiştir.

 Sonuç olarak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber’in (ASM) köpek türü temelinde bütün canlı türleri hakkında da geçerli olan “ Şayet köpekler de diğer ümmetler gibi bir ümmet olmasaydı onların öldürülmesini emrederdim ”[28] hadis-i şerifini… “ Allahu Teala bin çeşit ümmet yaratmıştır; onlardan 600 tanesi denizde, 400 tanesi karadadır. Bu ümmetlerden biri tükenince artık arkasından diğer şeyler de helak olurlar ”[29] hadisini… “ Boynuzsuz hayvanın boynuzludan hakkı alınacaktır ”[30] hadis-i şerifiyle beraber göz önünde bulundurarak bütün bu tarz hadis rivayetlerine yapılacak dengeli, kuşatıcı, birbirini sınırlayıcı ve açıklayıcı bir bakış açısı bize Hz. Peygamber’in (ASM) sözlerindeki asıl maksadı görünür hale getirecektir. Hz. Peygamber’in (ASM) muradı anlaşıldığında Onun sonsuz bir ilim kaynağından ilmini alan, hadis ve sünnet denilen lambalarla sayısız âlemleri aydınlatan bir sirac-ı münîr olduğu akıllara görünecektir ve bu makaledeki birçok hadiste görüldüğü üzere… Bu manada rahatlıkla diyebiliriz ki, Hz. Peygamber (ASM) ve Onun kudsî sözleri eleştirilmeyi değil, anlaşılmayı bekliyor.

Eymen Akça

[1] Sözünü dinleyen kişilerin düşünce ve duygularını bir anda misal ve mana âlemlerine intikal ettirecek bir perspektif le söz söyleyebilme, insanları maddeci, parçacı ve bencilce bakıştan kurtarabilme gücü demektir. Bu manevi gücün verdiği ufuk, münâfıkları Cehennem’e yuvarlanan taşa, ihlaslı müminleri Cennet’e doğru yükselerek uçan kuşa benzetir. Biraz sonra göreceğimiz üzere…

[2] Tefsir, kapalı bir sözün açıklanması; tâbir ise, zahir manası aklı çok zorlayan veyahut akla muhalif görünen ifadelerin perde arkasına geçilmesi demektir. Rüyalarda olduğu gibi… Kuvve-i kudsiye ile sarfedilen sözlerin tabire ihtiyacı vardır.

[3] Müslim, Cennet: 31; Müsned, 3:341, 346… Bu münâfıkın ismi, Rifaa bin Tâbût’tur.

[4] Said Nursi, Mektubat, 19. Mektub, 4. Nükteli İşâret, 2. Esas.

[5] Buharî, Edep, 76.

[6] Mecma El-zevaid’te Heysemi, Ebu Davud ve Ahmed rivayet etmişlerdir.

[7] Müslim, İmân 62. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12.

[8] bk. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 7740; Müsnedü’l-Firdevs, 3:116, 117.

[9] Müsnedü’l-Firdevs 3, 116,117.

[10] Müslim, Tirmizî.

[11] Hüseynî, İbn Hamza, el-Beyân ve’t-ta’rîf fî esbâb-i vurûdi’l-hadîsi’ş-şerif, I, 33.

[12] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 14, Cezâu’s-Sayd 7; Müslim, Selam; 145 (2239); Nesâî, Hac, 115 -Nesai’de Hz. Aişe’nin rivayetinde yalnız: “Kertenle fuveysik/fasıkcık” olduğu bildirilmiştir.

[13] Kemaleddin Muhammed b. Musa b. İsa ed-Demirî, Hayâtu’l-Hayevâni’l-Kübrâ, Dâru’lElbâb, Beyrut ts., c.II, ss.379-381.

[14] ed-Demirî, a.g.e., c.I, s.486.

[15] John Lloyd ve John Mitchinson, Hayvanlar Alemi (Cahillikler Kitabı), çev.: M. Evren

Dinçer, Nıvart Taşçı, NTV Yayınları, İstanbul 2009 ss.100-101; Mustafa Kuru, Omurgalı Hayvanlar, Palme Yayıncılık, Ankara 2009, ss.388-396.

[16] Müslim 2240/147, Tirmizi 1511, Ebu Davud 5263, İbni Mace 3229, Ahmed bin Hanbel 1/420.

[17] Ahmed b. Hanbel, a.g.e., c.I, s.420.

[18] Mâide suresi, 32.

[19] Buhârî, Bedu’l-halk, 16; Müslim, Hac, 9: 66-72.

[20] Ebû Abdullah Nuaym b. Hammad el-Mervezî, Fiten, tahk.: Semîr Emin ez-Züheyrî, Mektebetu’t-Tevhîd, Kahire 1412, c.I, s.131.

[21] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/403.

[22] İbn Sa‘d, III, 540-541.

[23] Prof. Dr. İsmail Güleç, Hz. Peygamber’in Müslüman Olmayan Şairlere Karşı Tutumu, s. 13.

[24] Prof. Dr. İsmail Güleç, Hz. Peygamber’in Müslüman Olmayan Şairlere Karşı Tutumu, s. 14.

[25] Prof. Dr. İsmail Güleç, Hz. Peygamber’in Müslüman Olmayan Şairlere Karşı Tutumu, s. 14.

[26] Bkz. İbn-i Sa’d ve diğer megazi kitapları.

[27] Kertenkelenin Hz. İbrahim (AS) ateşe atıldığı zaman ateşi söndürmeye değil destek vermeye çalışmasından bahseden hadis-i şerifi de burada olduğu gibi mecaz manasıyla almak gerekir. Bu perspektiften bakılınca hadis diyor ki, kertenkele karakterli kişiler İslam ve fıtrat dünyasında meydana gelen yangınlar ve savaşları söndürmeye değil, daima körüklemeye taraftar olacaklar… Bu durum sosyal bir kanun olarak hal-i hazırda da devam etmektedir. Bu manada o hadis-i şerif sosyolojik bir kanunun Hz. Peygamber’ce (ASM) tespitini sunar.

[28] İbn Mâce, “Sayd”, 2; Tirmîzî, “Ahkâm ve’l-Fevâid”, 4, “Sayd” 16; Ebû Dâvûd, “Sayd”, 1-3; Nesâî, “Sayd”, 10.

[29] Câbir bin Abdullah, Müsned-i Ebu Ya’la… Ebu Ya’ladan nakleden ise İbn-i Hacer el-Askalani, el-Metâlibu’l-Aliye, c. II. Bu hadiste verilen hayvanlara ait ümmet sayıları, oran vermek içindir; asıl sayıları değildir. Şu an ki bilim dünyası Hz. Peygamber’in (ASM) verdiği bu oranı doğruluyor. Hadis metninin son kısmı ise ekolojik dengenin varlığını veciz şekilde ifade ettiği gibi dünyada ekolojik bir kıyametin nasıl kopacağını haber veriyor. Oşinografi, biyoloji ve ekoloji bilimleri Hz. Peygamber’in (ASM) bu sözündeki mu’cizelerini tasdik etmektedir.

[30] bk. Müslim,1, h no: 2582.

İlahiyat Camiasında Neler Oluyor?-8 ( Cinler Hakkında )

İlahiyat mezunu bir yazar kardeşimiz cinler hakkında Ehl-i Sünnet ulemasının Kur’an ve hadislere dayanan dengeli fikirlerine biraz uzunca şöyle itiraz eder:

Cin işte bildiğimiz cindir. Hani şu duvardan geçebilen, 1000-1500 sene yaşayabilen, cincilere yardım eden, büyüleri tutsun diye köle gibi çalışan, gebe-lohusa karılara musallat olan, kemik-tezek yiyen, istediği şekle bürünebilen… Melek, insan arasında üçüncü bir tür… Kardeşim ben de diyorum ki, Kur’anda böyle bir cin inancına ruhsat bulamazsın. Kur’anda geçen cinler ile ilgili âyetlerin büyük çoğunluğunda cinler ile insanlar kasdedilmiş. Cinler, daha önce yaşamış ümmetler anlamında kullanılmıştır. İns ü cin tabiriyle herkes anlamında… Cinlerin bahsedildiği diğer yerlerde ya melek, ya şeytan manasında… Saffat 158’de olduğu gibi cin ile melekler kasdedilmiştir… Allah insanlar için onlarca ayette şeytan ve cin demiştir… Kur’an cinlerin göğe çıkamadığını, Belkıs’ın tahtını getiremediğini, Süleyman’ın ölümünü bilemediğini, yani süper niteliği olmadığını vurgular… Hz. Peygamber’in cinlere de peygamber olarak gönderildiğini de yazmışız. Ne alaka! Senin kafandaki cin algısı, fennen de imkansız. Bu sanal cinlerin evleniyorlar, cinsel hayatları var. Nefis sahibi, nefes alıp veriyorlar.  Yedikleri kemik ve tezek gibi somut şeyler; ama kendileri sanal… ” diye ısrarla ifade etmiş.

Öncelikle kardeşimizin delil gösterdiği Saffat suresindeki âyetin öncesi ve sonrasına baktığımızda Kur’anın, Mekke müşriklerindeki bir algıyı eleştirdiğini ve düzelttiğini görürüz. Algı da şudur: “ Mekkeli müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları; cinlerin ise, Allah’ın oğulları olduğunu iddia ediyorlardı. ” Yüzlerce tefsir âlimi ve mealci o âyetteki ” cinnet ” tabirini melekler olarak değil cinler olarak tefsir ve tercüme etmişlerdir. Müşrikler tarafından ileri sürülen meleklerin Allah’ın kızları olması iddiası çok bâriz olarak Kur’anda işlenir. O halde söz konusu âyetteki Allah ile cinler arasında müşriklerin kurdukları nesep bağı, cinlerin Allah’ın oğlu oldukları şeklinde bir iddiadır. Bu açıdan Sebe 40-41. Âyetlere baktığımızda insanların Allah’ın oğlu olarak gördükleri cinlere taptıklarına dair meleklerin mahşerdeki şâhitliklerini görürüz. Cin suresinde 6. âyete baktığımızda korku hissine kapılan insanların cinlere sığındıkları ve kendilerini güvende hissetmeye çalıştıkları; bu durumun cinlerin kibrini kabartıp isyankârlıklarını artırdığı da bu konuya dair bir delil hükmündedir.

İlahiyatçı kardeşimizin cinlerin hakikatini reddetmesinden kaynaklanarak cinlerle ilgili âyetleri mecaza hamletmesiyle açtığı kapının varacağı nokta bu âyetteki ifadenin de insanlar hakkında ele alınmasına uzanır. O âyetteki cinler, eğer insanlar ise, o halde Mekkeli müşrikler kendilerinin Allah’ın oğulları olduğunu iddia etmiş olurlar. Oysa hiçbir tarihi kaynak, ister İslamî ister İslam dışı, Mekke müşriklerinde böyle bir iddia olmadığını bize belgelerle gösteriyor. Onların tevhide muhalif fikirleri Kur’anda çokça işlendiğine göre böyle bir iddia Kur’anda kendine çok fazla yer bulurdu. Oysa hiç bir bahis yoktur. Kur’anda açıkça bildirildiği üzere Allah’ın oğlu ve sevgilileri olması iddiasında olanlar, Yahudi ve Hıristiyanlardır.[1] Bu iddiaları defalarca Kur’anda işlenmiştir. Bu da gösterir ki müşriklerin böyle bir iddiaları yoktur ve o âyetteki cin ifadesi, insanlar olarak anlaşılamaz. Müşriklerde böyle bir algı olmadığının diğer delili ise, kendilerinin anladığı manada bir şefaat var olmadığını, onların taptıkları şeylerin ateşte yanacağı cevabını aldıkları zaman “ O halde, Hristiyanların taptığı İsa da ateşte yanacak ” demeleri ve bunun üzerine o konuda âyet gelmesidir. Hz. İsa’nın (AS) kendisinin istememesine rağmen ümmeti arasında böyle bir algı oluştuğunun ve Onun Allah katında çok kıymetli ve şerefli bir konumu olduğunun âyetlerde vurgulanmasıdır. Âl-i İmran suresinde bu konuda yeterince âyetler bulunuyor.

Dil mantığı gereği, bir nesne kazandığı ekstra özelliklerle isimlendirileceği zaman o özellik bilinen bir özellik olmalıdır. Ta ki zihinlerde karşılığı olsun. Zayıf birisinin çok kilo alıp heybetli ve güçlü bir hale gelmesi üzerine ona “ aslan ” denilse fakat dilde aslan diye bir kavram ve nesne olmasa sıfatlandırma havada kalır ve manasız olur. Bu açıdan nesne ve kişiler çeşitli yönlerden başka canlı veya cansızlara benzetilebilirler. Dil açısından bu, zenginlik ve zeka kıvraklığı verir. Bu noktada Kur’an, “ İnsanlardan ve cinlerden şeytanlar var[2] dediğinde, şeytaniyeti bir sıfat yapıyor. Bu sıfatı taşıyan insan ve cinlerin şeytana aynalık yaptığını ve şeytanlaşmış olduğunu bildiriyor. Şimdi Kur’an eğer, bu âyetteki ve başka âyetlerdeki cin tabirlerini insan manasında kullandıysa cümle “ insanlardan ve insanlardan şeytanlar vardır ” gibi abes bir hal alır. Ki Kur’an bundan münezzehtir. Diğer noktadan bakarsak, haydi insan önce cinleşir, sonra şeytanlaşır desek bu durumda ifade daha çetrefilli hal alır “ İnsanlardan doğrudan şeytanlaşanlar ve önce cinleşip sonra şeytanlaşanlar ” var demiş oluruz. Oysa cin kelimesi, cenin ( anne karnında olup gözle görülmeyen bebek ), cennet ( saklı bahçe ), cünnet ( savaşta kişiyi görünmez kılan kalkan ), cünun ( aklın saklanıp görülmez olması, delilik ) gibi gözle görülemeyen bir canlı ve nesne için kullanılan isimdir. Bu durumda insanın cinleşmesi, gözle görünmez hale gelmesi şeklinde bir benzetmeye varır. Bu ise, tutarsızdır. Gözle görünmeyen insan olamaz. Bu kadar tekellüfü te’villere girmenin ve âyetleri kendi anlayışına göre yontmanın manası nedir? Kur’anın bütününe bakılınca ve bir konu okuması yapılınca Kur’an bize yeterince bilgi veriyor:

Cinler, nâr-ı semûm[3] ( çok zehirli ateş ) denilen bir ateşten, mâric[4] denilen dumansız ateşten yaratılan mahlukattır. Rahman suresi, insanın hilkatini topraktan olarak ifade ettikten sonra cinlerin hilkatinin mâric’den olduğunu ifade eder ki, cinler de insanların bir çeşidi veya grubudur gibi yersiz bir iddia ve te’vile kalkışılmasın. Cinlerin ateşten yaratıldığının delili, cinlerden olduğu Allah tarafından bildirilen İblis’in[5]Beni ateşten, Âdem’i ise topraktan yarattın. Ben ondan daha hayırlıyım ” sözüdür.[6] Cinler kendi aralarında evlenip soy sahibi olurlar ve İblis’in neslinden olan cin grupları, insanlar için düşmandırlar.[7] Cinler, ihtizaz ( titreşim ) şeklinde hareket ederler.[8] Kendi içlerinden veya insanlardan onlara resuller gelmiştir.[9] Cinler, insanlara hakkı getirmezler; insanlar onlara hakkı götürür. Bu açıdan, onlara resuller insanlardan gitmiştir. Ankebut suresi ve Cin suresinde Hz. Musa’nın (AS) onların resulü ve Tevrat’ın da onların bir kitabı olduğu ifade edildiği gibi, Peygamberimiz’in de (AS) onların resulü ve Kur’anın da onların kitabı olduğu ifade edilmiştir.

Hz. Âdem’e (AS) secde hadisesinden bahsedilen kıssada belirtildiği üzere cinlerin, insanlardan önce yaratıldıkları, hayır ve şerre açık potansiyelleri olduğu, yeryüzünde kan döküp fesad çıkardıkları, insanların onlardan potansiyel olarak daha üstün olduğu, Allah’a halifelik makamına insanların ilim ve hikmetle daha layık ve müstehak olduğu vurgulanır.[10] Hz. Davud ve Hz. Süleyman ( Aleyhimesselam ) kıssalarında anlatıldığı üzere hilafet-i İlahiyeyi insanların elde ettiği hatta cinleri, cinlerin güçlüleri olan ifritleri ve şeytanları dahi Hz. Süleyman’ın (AS) Allah’ın izniyle idare ettiği ifade edilir.[11] İlahiyatçı kardeşimizin dediği gibi, İfrit Belkıs’ın tahtını getiremem, demiyor. Âyette aynen şöyle diyor: “ Cinlerden ifrit: “Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim” dedi ” diyor.[12] Oysa Hz. Süleyman’ın (AS) ümmetinden ve kitaptan ilmi olan bir zât, keramet eseri olarak göz açıp kapayıncaya kadar bir süre zarfında Belkıs’ın tahtını, Hz. Süleyman’ın (AS) yanına naklediyor. O da, bu nimeti, fazl-ı İlahi olarak görüp şükrediyor. Bu sayede bir evliya ve âlimin, cinlerin en güçlülerinden daha ileri bir seviyede olduğunu, insanların onlardan daha üstün ve hilafete daha layık olduğunu ifade ediyor. Evet İlahiyatçı kardeşimizin dediği gibi cinlerin, Hz. Süleyman’ın (AS) vefatını fark etmemeleri doğrudur. Bunu o değil, Kur’an açıkça ifade eder. Fakat binlerce medyum ve falcının kendilerine gelen kişilerin geçmişleri, yakınları, yaşadıkları yerler hakkında sağlıklı ve doğru bilgiler verip buna mukabil geleceğe dair tahminî ve yanlış bilgiler vermeleri gösterir ki, cinler aynen bizler gibi fakat daha hızlı ve kapsamlı şekilde yaşanmış şeyler hakkında bilgi sahibi olabiliyorlar. Fakat bir gayb olan gelecek hakkında bilgileri bizim gibi tahmin tarzındadır.

Cinler ve melekler gibi mahlukatın yaratılış kanunlarını bilmememiz onların nelerle beslendikleri ve nasıl çoğaldıkları hakkında bizi sınırlandırsa da yaratılış âlemini dikkatle okuduğumuz ve incelediğimizde bazı çıkarımlar yapabiliriz. İnsan ve yeryüzündeki bütün canlılar, topraktan yaratıldıkları ve topraktan yapılmış nesnelerle beslendikleri gibi; nurdan yaratılan meleklerin de ilim ve hikmet, zikir ve şükür, güzel ve hoş koku gibi nurlu, yarı-maddi yarı-manevi veya tam manevi şeylerle beslenmelerine Kur’an ve kâinat işaret ediyor. Bu manada cinlerin de dumansız ateşten yaratılmaları gösterir ki, onlar da sıcaklıktan, serinlikten, karanlıktan, iyilik veya kötülüklerine göre güzel veya kötü sözden, kokudan ve saire beslenmeleri için bir engel bulunmamakta… Bu tespit cinler için makul ve makbul bir istihraçtır. Hadis-i şeriflerdeki ifadelere de uygundur. Mesela cinler, tezek ve kemikten koku yönünden beslenirler; yoksa tezek ve kemik yemezler. O hadisi, bu şekilde anlayabiliriz. Tıpkı meleklerin ve melekleşen insan ruhunun güzel kokudan çok haz ve lezzet alması gibi…

Cinlerin çoğalmaları konusuna gelince, kalp ve ruh gözleri açık yüz binlerce evliyanın[13] açıkça bildirdiği ve işaret ettiği tarzda bakarak, “ Akşam ve sabah Huvallahullezi ve sonrasını okuyan için 70.000 melek yaratılır; akşamdan sabaha, sabahtan akşama onun için istiğfar ederler[14] tarzındaki hadislerin beyan ettiği yoldan giderek En’am suresindeki istiksar âyetini baz alırsak diyebiliriz ki:

Kur’anın kelimelerinden, hayırlardan, sevaplardan ve çeşitli nurlu şeylerden Allah melek yaratır. Bununla beraber şerli, karanlık, şüpheli, bulanık söz, fikir, fiil, koku vs. şeylerden Allah cin veya şeytan yaratır. Cinlerin insanlara musallat olması, onları boş boş konuşturması cinlerin bir çoğalma yoludur. Bu yüzden hadis der: “ ‘ Allah’a ve Ahiret gününe iman eden ya hayır söylesin ya da sussun.[15]

Bir insana cinlerin bulaştığının belirtileri o kişideki gerginlik, olumsuz tavır, karanlık duygular, dengesiz düşünceler ve kendini aklama için sergilenen çok güçlü savunma mekanizmalarıdır. Bazı kişilerde görülen yersiz ve dengesiz öfke patlamaları, diğer kişilerde görülen aşırı cinsel isteğin de temelinde cinlerin insanları etkilemeleri vardır. Fakat tevhid hakikati gereği, cinlerin insanlar üzerinde kendi başlarına bir irade ve hâkimiyetleri bulunmamaktadır. Her şey gibi cinler de Allah’ın onlara tayin ettiği kanunlar ve kurallar dahilinde hareket edebilmektedirler. Aksi takdirde şeytanın verdiği vesvese ve şüpheler çok çok az kişi dışında kimsede iman bırakmazdı. Demek İblis dahi, aynen melekler ve insanlar gibi, tevhid hakikatinin esiridir. Yalnızca imtihan hakikatinin tahakkuku için göreceli bir serbestiyeti vardır. Onun yanlış tercihleri kendisinin ve ona tabi olanların Ahiretini Cehennem’e çevirir; fakat onun şerrinden Allah’a sığınanların ebedî hayatlarının kalitesinin artmasına hizmet eder.

İlahiyatçı kardeşimizin diğer iddialarına sizler de cevap verebilirsiniz.

[1] Maide suresi, 18

[2] En’am suresi, 112.

[3] Hicr suresi, 27.

[4] Rahman suresi, 15.

[5] Kahf suresi, 50.

[6] Sad suresi, 76 ve diğer yerler.

[7] Kehf suresi, 50.

[8] Neml sûresi, 10. Bu âyetteki “ cânn ” tabirini mealciler, genel olarak büyük yılan diye ele almışlar. Oysa cânn, cinler olarak da algılanabilir veya cinlerin büyük yılan olarak da temessül ettiğine işarettir. Bu durumda âyetteki “ Ve elkı asâke, fe lemmâ raâhâ tehtezzu ke ennehâ cânnun ” ifadesi şöyle anlaşılır: “ Asanı at! Sonra gördü ki asâsı, cinler gibi ihtizaz ediyor, titreşiyor. ” Cinlerle temas eden herkesin tecrübe ettiği üzere cinler, titreşim tarzında insanlarla temas kuruyorlar. Şerli olmalarına göre sıcak bir titreşim; imanlı olmalarına göre ise, serin bir titreşimle geliyorlar. Titreşen bir vücudları vardır, diyebiliriz.

[9] En’am suresi, 130.

[10] Bakara suresi, 30-34.

[11] Neml sûresi ve Sebe Suresi detaylıca bu hakikatleri tasvir ve o yaşananları hikâye eder.

[12] Neml sûresi, 39.

[13] Bu konuda söz sahibi olan evliyadan 4 tanesi son asırlarda yaşayan Seydişehirli Hacı Abdullah Efendi, Kafkas kartalı Şeyh Şâmil,  Ladikli Ahmed Ağa ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi… Hatta Ladikli Ahmed Ağa kendisi Kur’an okumayı bilmezdi. Torunu Zekeriya yanında Kur’an okurken bir yeri yanlış okuduğunda “ Sen orayı yanlış okudun ” der. Torunu “ Dede, sen Kur’an okumayı bilmiyorsun ki! ” diye itiraz edince “ Evladım. Her okuduğun kelimeden melek yaratıldığını görüyordum. Son okuduğun kelimeden yaratılmadı. Oradan anladım ki yanlış okumuşsun. ” ( Kırk Kandil Yayınları, Ladikli Ahmed Ağa ) Demek ki ümmet-i Muhammed’in (ASM) asırlardır “ Anlamadan okudukları Kur’anlar, birer zikir sayılan Kur’an kelimeleri kâinatı meleklerle dolduruyor ve insanlık dünyasında hayrı yayıyor. ” Anlamadan okumanın ne faydası var diyerek Kur’an’ı vird ve zikir edinenleri eleştiren kardeşlerimiz bu konuyu derinliğine tekrar düşünmeliler diyebiliriz.

[14] Tirmizî, Fedâilü`l-Kur`ân 22, Mevakıt 65; Müsned, 5/26.

[15] Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85, Rikâk 23; Müslim, Îmân 74, 75, 77

İlahiyat Câmiasında Neler Oluyor?-7 ( Hûriler ve Ruh Hakkında )

İlahiyat mezunu yazar bir kardeşimiz, Ehl-i Sünnet ulemasının dengeli ve kuşatıcı fikirlerine şöyle itiraz etmiş:

Kur’anda ruh geçiyor ama senin anladığın gibi değil. Sen ruhu ya İlâhî bir nefha, ya da filozofların anladığı gibi külli nefsin bir parçası ya da canlılığı sağlayan süper yetenekli sezilgen bir güç anlıyorsun. Oysa Kur’anda ruh, ya Cebrail, ya Onun getirdiği vahiy, ya da bu vahyin yazılmış hali olan Kitab/Kur’an için kullanılmış. Kur’anda geçen Allah’ın ruhu! Benim ruhum dediği Kutsal Ruh! İnsan ruhundan bir tek âyette olsun bahsedilmemiş. Hele ruhlar âlemi, ervâh v.s. den ima ile olsun bahsetmemiştir. Senin insan ruhu dediğine Kur’an nefs diyor. Kur’anda bak Hûri ( Huriye ) var, diyorsun. Var tabii senin anladığın anlamda değil. Sen muhtemelen Hûr ile peri kızlarını anlıyorsun. Cennetin seyrine doyum olmaz hatunlarını yani… Oysa Kur’anda geçen huriye    ( peri kızı değil ) “ Hûr ” dur. Hûr ise hem kadınlar hem erkekler için kullanılan ( ahvar ve havrâ ) kelimesinin çoğuludur. Yani ezvâcün muhtahhera/ temiz eşlerdir.

Bu iddialara kısa kısa şöyle cevap verebiliriz:

Gözle görüldüğü üzere canlı bir insanın vücudu, atomlardan ve daha küçük parçalardan meydana geliyor. Bunlar ise, toprağı teşkil ediyorlar. Bu yüzden insanın hayat mekanizması durduğunda bedendeki atomlar dağılıp toprak haline geliyorlar. Bu noktada bu İlahiyatçı kardeşimize rahatlıkla diyebiliyoruz ki: Eğer şu an diri bir kişideki hayatın kaynağı atomlar ise, o halde atomlar diridirler. Dirilik konusunda ayrım yapılamayacağı için hayatı bütün atomlar için zâtî bir özellik kabul etmek zorundayız. Bütün atomların diri olduğunu iddia etmek ise, felsefi tabirle “ animizm ” dir. Ehl-i Sünnetin “ Hayatın kaynağı ruhtur ” iddiasını reddetmek, mecburen bu iddiayı savunmak anlamına geliyor. Bu durumda metnin aktarmadığımız kısmında “ Evreni cinler ve meleklerle dolu tasavvur etmek ” iddiasıyla Ehl-i Sünneti eleştiren bu kardeşimiz, evrenin her zerresinin hayatlı olduğunu savunmakla daha ötesi bir iddiada bulunmuş oluyor. Eğer Ehl-i Sünnetin Kur’an ve sünnetten anladığı, bilim ve felsefenin de kabul ettiği üzere hayatın kaynağı ruh ise —ki öyle olduğu gözle görünüyor— o halde Ehl-i Sünnet âlimlerini eleştirmenin manası nedir?

Ayrıca ruh konusunda konuşabilmek için, ruhani bir hayat yaşamak da gerekir ki, kişi konunun mütehassısı ve konu hakkında hakka’l-yakîn bir ilim sahibi olabilsin. Ruhani hayat ise,

  • nefis ve malını Allah yoluna adamak,
  • hak ve hakikatin karşısında nerede ve kimde görürse görsün daima secde etmek,
  • Allah’ı ve Resulünü kendisi dahil herkesten ve her şeyden üstte sevmek,
  • Allah’ın kanunları olan Sünnetullah ve Resulünün kanunları olan sünnet-i seniyyeye aklını teslim etmek,
  • kendini eleştirenlerin eleştirisini haklı ise seve seve, haksız ise kendindeki başka kusurlarla bağını kurarak kabullenmek ve
  • Allah’ın her yarattığı mahluk ve fiil konusunda Onu her halükarda tenzih ve takdis etmekle olabilir. Yoksa temelsiz bir iddia olacaktır.

Kur’anda, Allah, Hz. Âdem’e “ Kendi ruhundan ruh üfürdüğünü ” bu sayede Onun hayatlı ve şuurlu bir varlık haline geldiğini defalarca ifade eder.[1] Hz. Âdem’in (AS) hayat ve şuur kaynağı bu menfuh ruh olduğundan, bu ruh mecâzen Hz. Âdem’e (AS), hakikatte ve tevhid noktasında Allah’a ait olduğundan mecâzî manada ona “ insan ruhu ” diyebiliriz. Gündüz vakti aynaya yansıyan güneş ışığının aynadaki aksine, ruh; o yansımanın aynaya verdiği parlaklığa ise, hayat ve şuur diyebildiğimiz gibi… Bu hayat da, ruh da hakikatte Ezel Ebed Güneş’i olan Allah’a aittir. Fakat aynadaki güneş, ne hakiki güneşin aynıdır; ne de onun gayrıdır ve ondan ayrıdır.  “ İnsan ruhu, nefha-yı İlâhîdir ” hükmü Kur’anın nassıdır. Ne te’vil kaldırır, ne itiraz! Çünkü tekrar tekrar aynı şekilde ifade edilmiş.

Ayrıca A’raf suresinde bahsi geçen “ Kalu Bela ” hadisesi, ister maddi ister manevi bakışla ele alınsın, kişinin hatırlamadığı fakat    “ Elestü bi Rabbikum ” hitabının içerdiği üzere Allah’ın çok sayıda şuurlu ve diri yapılara soru sorup cevap aldığı bir konuşmayı ifade ediyor. Şuur, konuşma iradesi ve konuşma ise, hayat ve ruh sahibi olmayı ifade eder. Hayatsız şuur ve irade olamaz. Bu konuşmanın geçtiği yer o şuur sahiplerinin bulunduğu âlemdir. Bu âlem ister erkeğin yumurtalığı olsun[2], ister kadının rahmi olsun, ister fizik dünya olsun, isterse manevi bir âlem olsun, oranın adı “ âlem-i ervah ” tır. Bir şeyin adını değiştirmekle, o şey değişmez. Demek Kur’anda insan ruhu da, âlem-i ervah da dolayısıyla veya delâlet-i iltizamiye ile geçiyor. Aksi takdirde, bazı ulemanın ve bu iddiayı ortaya atan kardeşimizin dediği gibi bakarsak insana üflenen ruh, Ruhu’l-Kudüs olur. Bu durumda her insan, bir Kutsal Ruh ve hayatı da, Kutsal Hayat olur. Oysa Kutsal Ruhun, Allah’ın emrine itaatkâr olması; buna mukabil insanların çoğunluğunun günah ve zulümleriyle Cehennemlik olmaları bu iddiayı çürütür.

Zâten Kur’andaki ince bir gramer manası farkı netleştirir. Şöyle ki: “ Ruhu’l-Kudüs’ten bahseden ayette rûhenâ ( Ruhumuz ) derken, Hz. Âdem’e (AS) üflenen ruh için rûhî ( rûhum ) der.[3] Bu ise gösterir ki, insan Allah katında Ruhu’l-Kudüs’ten daha özel bir konumda ve hususi bir ruh sahibidir. Demek Ruhu’l-Kudüs, insanın ruhu değildir; insan ruhu, Ruhu’l-Kudüs’ten de değildir. Bu arkadaşımızın dediği “ Allah’ın, Benim ruhum dediği ruh, Kutsal Ruh’tur ” ifadesi tamamen yanlıştır.

Hûri kelimesinin erkek ve kadınlara delalet etmesi meselesi, kardeşimizin Kur’andan anlamak ve Kur’anda görmek istediği manadır. Fakat Kur’anda böyle bir mana yoktur. Öncelikle Arapça’da içinde erkeklerin bulunduğu bir topluluğa hitap edileceği zaman erkekler temel alınarak hitapta bulunulur. Kadınlara seslenilecekse ya erkek-kadın genel içerikli bir üslub veya doğrudan doğruya “ Yâ nisâen nebiyyi [4] ( Ey peygamber hanımları ) gibi adresi belli sınırlı ifadeler kullanılır. Bu noktada Kur’an “ Ve zevvâcnahum bi hurin ıyn [5] ( Sizi huru’l-ıyn ile yani gözleri güzel huriler ile evlendireceğiz ) hitabını erkekleri temel alarak söyler. Bu açıdan hûri lafzı, Cennet kadınları için kullanılmıştır diyebiliriz.

Ayrıca Saffat suresinde 48-49. âyetlerde “ Ve ındehum kasirâtü’t-tarfi ıyn * Ke ennehunne beydun meknûn ” ( Cennetlik olanların yanlarında gözlerini kendilerine odaklamış, onlara âşık güzel gözlü huru’l-ıyn vardır. Onların her biri saklı yumurta gibidir ) deniliyor. Arap dili ve edebiyatında mütehassıs olan tefsircilerin, ilm-i belagat dâhisi olan Sekkaki, Abdülkahir-i Cürcânî ve Zemahşeri gibi ulemânın bildirdiği üzere bu ayetteki yumurta benzetmesi, doğurganlığı ifade etmek içindir. Manevi âlemin yansıması olan rüyalarda da, yumurta bu manada doğurganlığı ifade eder. İnsanın etrafındaki ve yakın çevresindeki en doğurgan canlılar tavuk, hindi, kaz ve ördek gibi kuşlardır. Doğurganlık, kadınlar için kullanılan bir ifade ve sıfattır; hiçbir dilde erkekler için kullanılmaz. Bu noktadan da bakılırsa, doğurganlığı vurgulanılan bir varlık, erkek değil, dişi olmalıdır.

Rahman suresi der ki: Hûriler, Cennet’in şuur âbidesi kadınlardır. Ki onlardaki şuur, içlerinde bulundukları Cennet’i dahi şuurlu kılar. Onlar yakut ve mercan gibi güzel ve huzur vericidirler. Cennet sarayları ve çadırlarında yaşayan mücessem birer hayır ve hüsündürler.

Ayrıca Rahman suresi, hurilerden bahsederken “ Fîhinne kasirâtü’t-tarfi lem yatmishunne insun kablehum ve lâ cânn ” ( O şuurlu[6] Cennet’in içinde gözlerini eşlerinden alamayan, eşlerine âşık kadınlar vardır. Ki daha önce onlara ne bir cin ne de bir insan dokunmuştur ) der. Bu âyetin Arapçasında geçen “ tams ” fiiline mealciler aktardığımız mealde de görüldüğü üzere,           “ temas ” manasını verseler de aslî manası “ Bir kızın, ilk kez bir erkekle ilişkiye girmesi ” şeklindedir. Bu açıdan âyette, hurilerin hiçbir erkek cin ve insanla ilişkisi olmamış bâkireler olduğu vurgulanıyor. Âyetteki bu inceliği de temel alırsak hûrilerin erkek olabildiği ifadesi âyetlere giydirilemeyecek kadar dar bir gömlek ve iddiacı kardeşimizin temelsiz bir iddiasıdır. Ki Kur’anın hiçbir yerinde bir delil ve işareti yoktur.

[1] Sad suresi, 72.

[2] Biyolojik açıdan bu ele alış mümkün değildir. Çünkü erkeğin nutfesi ile kadının yumurtası birleşince döllenmiş yumurta hücresi (Zigot) ve ondan sonra da bundan ard arda “mayoz bölünmeler” olur. Bu birleşme ise, rahimde meydana gelir. Mayoz bölünme ile gen takası meydana geliyor. Bu takas ile, anne-babadan farklı yepyeni bir genetik yapının ve dolayısıyla orijinal bir biyolojik ruhun zuhuruna vesile oluyor. Genel kural olarak, doğan çocuk tek olduğu ve onun da tek ruhu olduğu, fakat âyetteki hitap “ Siz ” şeklinde çoğul tarzda bulunduğundan âyeti mevcud andaki birebir tarzda bir konuşma olarak almak istersek erkek yumurtalığı manasında da, kadın rahmi manasında da biyolojik olarak ele alamayız. Erkeğin yumurtalığındaki milyonlarca sperm ile yapılan bir konuşma şeklinde ele alırsak makul görünebilir. Fakat doğan kişinin ruhu, mayoz bölünme ile ortaya çıktığından bu ihtimal de geçersiz olur. Fakat Allah’ın zaman-üstü kelamıyla bütün zamanlardaki bütün mayoz bölünmeye uğrayan ve zuhur eden biyolojik ruhlara birden hitabı diye bakmaya kalkarsak âyetin sahih bir manasını anlamış oluruz. İtiraza da mahal olmaz. Çünkü Allah ve kelâmı, zaman-üstüdür.

[3] Meryem suresi, 17 ve Sad suresi, 72 ve diğerleri…

[4] Ahzab sûresi, 32.

[5] Duhan sûresi, 54.

[6] Cennetten bahseden âyetin Arapçasındaki fîhinne ifadesi, Arapça’da şuurlular için kullanılan bir edattır.

İlahiyat Câmiasında Neler Oluyor?-5 ( Ruh Hakkında )

Diğer bir hocamız derste “ Ruh diye bir şey yoktur ” diye ısrarla ifade etmiş.

Arkadaşım bu cümleyi sarf edince hemen cevabını ona Meryem suresindeki âyetle vermiştim: “ Fe temessele ruhenâ beşeran seviyye ” ( Ruhumuz, ona bir insan seviyesinde ve suretinde temessül etti. )[1] İnsan, temessül edemez. Temessül, soyut ve nurani bir yapının gözle görünür bir şekil alması ve somut bir hal arz etmeye başlamasıdır. Bu manada Enbiya sûresi 52. Âyette Hz. İbrahim putlar için “ temâsîl ” diyor. Yani insanların yaptığı bir suret taşıyan ve bir manayı temsil etmek için hazırlanan heykel demek… Aşk putu, korku putu, savaş putu gibi… Her put bir manayı temsil ediyor, insanlar o manalara ibadet ediyorlardı. Hz. Nuh’un (AS) kavminin taptığı Vedd putu, Aşk Tanrısı demek…

Kur’anda ruh kelimesi, dikkat çekici tarzda, çoğul olarak kullanılmaz. Ruha yakın yapılı olan nur, hayat, ilim gibi özellikler de hep tekil kullanılır. Çünkü maddiyatta teklik-çokluk söz konusudur. Maneviyatta birlik ve teklik esastır. Bu cihetten çokluğun sebebi olan cüz’ilik ve kişisel varlık değil, küllilik ve mücerred yapılar maneviyatta esastır. Mesela her canlının türü, onun külli hakikatidir. O türden her bir canlı, o külli hakikatin cüz’î somut bir halini gösterir. Bu açıdan külli hakikat , zaman-üstü ve bâkidir; sureti hükmünde olan cüz’î mahiyet ise, zamana tâbi ve fânidir. Bu noktadan ruh, külli ve bir olduğundan ölmez ve ölemez. Ruhun cüz’i bir görüntüsü olup çok sayıda ve seviyede olan maddi hayat ve nefis, ölümü tadıcıdır. Nefis, kandan meydana gelen şuurlu organizma demek…

Fakat bir olan ruh kendini farklı yönleriyle farklı isimler altında gösterir. Kudsiyet ve selamet yönüyle göstereceği zaman Ruhu’l-Kudüs; emniyet ve müheyminiyet yönüyle gösterecekse Ruhu’l-Emîn olarak gösterir. Bu açıdan bir kudsî hayatı ve kâinatla barışıklığı hediye eden İslamiyetin emir ve yasakları, müminlere Ruhu’l-Kudüs tarafından getirilir.[2] Ruhu’l-Kudüs, iman edenleri mücessem hidayet olan imana göre bir hayata eriştirmek; İslamiyet kıvamına gelenleri ise, müjdelemek için âyât-ı kudsiyeyi getirir. Tâ ki, kalplerindeki nefsâniliğin açtığı yaralar şifa bulsun ve kişinin kalb sefinesi sâhil-i selamete çıksın, Hz. Nuh (AS) gibi… Ruhu’l-Emîn ise, imanı olmayan veya imanda tahkik ile ilerlemeye çalışan kişilere âyât-ı nuraniyeyi getirir. Tâ ki, onların ruhlarında saklı korkular ve onların kaynağı olan manevi zulümat giderilsin. “ Karanlıklardan nura çıksınlar.[3] Bu açıdan, takva ve salih âmel âyetleri Ruhu’l-Kudüs ile nüzul ettiği gibi, iman ve tevhid âyetleri de Ruhu’l-Emîn ile nüzul eder. Şuara suresi 192-194. Âyetlerde gördüğümüz üzere: “ Vahiy, Ruhu’l-Emin ile Hz. Peygamber’in kalbinin zâhirine yani aklına indirilir. Onunla insanları Allah’ın azabı ve gazabı konusunda uyarsın diye… ” Tekvir suresinde de “ Emîn ” bir “ Resûl ” den bahsediliyor. Yani Allah’ın elçisi konumunda olan bir ruhtan… Tekvir suresi, tamamen imanî esasları işleyen bir sure… Bu noktada rahatlıkla diyebiliriz ki Kur’anda Ruhu’l-Kudüs ve Ruhu’l-Emîn ayrımı en azından vazife itibariyle barizdir.

Kur’anın tamamına bakılınca Ruhu’l-Emîn’in Cebrail (AS) olduğunu görebiliyoruz. Çünkü Bakara suresi 92. Âyet Kur’anın Onun tarafından Hz. Peygamber’in kalbinin üstüne indirildiğini söylüyor. Bakara suresinin bu âyetini Şuara sûresinde geçen yukarıdaki âyetlerle beraber okuduğumuzda Ruhu’l-Emîn’in Cebrail (AS) olduğu kesinleşiyor. Ruhu’l-Kudüs konusunda kesin bir ifade bulunmamakla birlikte Hz. Cebrail’in (AS) “ vahiy meleği ” olmasından yola çıkarak, Ruhu’l-Kudüs’ün de O olacağı konusunda kelam âlimleri ittifak etmişler. Âlimlerimizin kanaati hakikate gayet uygundur. Fakat ulemamız, farklı unvan altında gelen âyetleri inceleseydi, farklarını görebilir ve daha sistematik bir şekilde konuyu ele alabilirdi.

Evet ruh hakikati, 1001 Esma-yı Hüsna’ya ait hakikatleri kendinde cem eden yapısıyla 1001 şahsiyetle temessül eder. Kudsiyet manasıyla Ruhu’l-Kudüs, emniyet manasıyla Ruhu’l-Emîn gibi… Bir padişah kumandan-ı a’zam kişiliği ile, zırhı içinde ve atının üstünde celalli şekilde göründüğü gibi, şairlik yönü varsa kalemi elinde masa başında cemalli şekilde de görünür. Doktorluk, ressamlık, hatiplik, imamlık, ilim adamı gibi şahsiyetleri de olsa her birinin ayrı kisvesi ile kendini gösterir. Aynen bunun gibi ruh hakikati de kendini 1001 kisve içinde gösterebilir.

Kur’ana baktığımızda ruh konusunda çok zengin bir dil kullanıldığını görürüz. Kur’an ruhu, “ emr-i Rabbânî ” olarak tanımlayıp, hakkında genel manada insanlığa, hususi manada Müslümanlara, en dar manada ruh konusunu Hz. Peygamber’e (ASM) soran, müşriklere ve daha dar dairede onlara o soruyu sorduran Yahudilere ruh konusunda az bir ilim verildiği ifade edilir. Kur’an, kâfirler olan müşriklerin, kabirdeki ruhlar hakkında ümitsizlik içinde olduğunu; Allah’ın gazabına uğrayan Yahudilerin ise, ruhun ebediliği hakkında ümitsiz olduğunu ifade eder.[4] Yeisin ana sebebi, bilme konusunda çaresizliktir. Evet ruh konusu, Allah’ın huzurunda aklının aczini ve çaresizliğini görüp hissetmeyen bir kişiye açılmayacak kadar özel ve mahrem bir hakikattir. Bu açıdan dünya genelinde ruh hakkında en sağlıklı ve dengeli bilgileri Allah’ın âcizleri ve garipleri olan peygamberler getirmişlerdir.

Kur’an, bir emr-i Rabbânî manasında, kendisi ve vahiy hakkında da ruh der. Mesela Mu’minûn sûresi 15: “ Dereceleri yükselten, Arş’ın Sahibi olan Allah, ruhunu dilediği kişinin kalbinin üstüne indirir. Tâ ki insanları buluşma günü olan mahşer konusunda uyarsın ve korkutsun.

Bazıları bu âyetten yola çıkarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in anladığı, Kur’andan ve sahih hadislerden yola çıkarak sınırlarını çizdikleri ruh tanımını reddediyorlar. Oysa bu âyette bir teşbih var. Bu âyet müteşâbihattandır, diyebiliriz. Çünkü Kur’an, âyetleri muhkem ve müteşâbih diye ikiye ayırıyor. Muhkem ise, içeriği çok kesin ve net olan, bir emir ve yasağı çok bariz ifade edecek şekilde sağlamlaştırılmış ve berrak bir ifade içeren demek… Bu âyet ise vahiy hakkında bize bir benzetme yapıyor; bazı âyetler vahyi yağmura benzettiği gibi…[5] Bu âyet, Kur’anın kudsiyet yönü itibariyle bir “ emir ” kitabı olduğunu, amel-i salih itibariyle, “ Yap! ” emirlerini, takva itibariyle “ Yapma! ” emirlerini içerdiğini bize açıyor. Bu yönüyle, vahiy, ruha benzetiliyor.

Ayrıca maddi hayatın kaynağı ve dayanağı, cansız zerreler olmadığı her sağlıklı akıl sahibince ittifak edilen bir husus… Çünkü her canlının bir kalıbı ve şekli var. Eğer ruhun verdiği manevi kalıbı ve şekli reddedersek bu kalıbın maddi olduğunu aklen kabul etmek zorundayız. Oysa gözle göründüğü üzere insanlara şekil veren, anne karnından vefatına kadar sürekli değişen maddi bir insan kalıbı bulunmamakta… Bu durum gösterir ki, insanı şekillendiren kalıp manevidir. İnsanın hayatının ve bütün özelliklerinin kaynağı da manevidir. Bu manada maddi hayatın kaynağı, ruhtur. Söz konusu âyette vahiy, hayat vericiliği yönünden ruha benzetiliyor. Vahye tabi oldukça kişinin maddi canlılığı arttığı gibi, manevi canlılığı da artar. Çünkü vahyin nuruyla hayat, geleceğe dair korkulardan ve geçmişe ait üzüntülerden kurtularak Hayy-ı Kayyûm olan Allah’a yakınlık kazanmakla ebedî surette yükselir. Bu sayede her insan taşıyla toprağıyla canlı olan Cennet’e girmeye hak kazanır.

Ayrıca bu âyet yaptığı benzetmeyle gösteriyor ki, Kur’anın her bir âyeti ilim ve hikmet-i İlahiye gibi soyut ve nurani olmakla bölünmeden parçalanmadan bütün kalplere ve hafızalara girebilmesi; her insanın dünyasında zaman içinde farklı manaları ve hakikatleriyle belirmesi ile ruh hakikatinin 1001 şahsiyetle zaman ve mekan içinde görünmesine de delildir.

Bununla birlikte ruhun kendine has bir bedeni ve vücudu bulunuyor. Ölmüş insanların ruhları özellikle şehidlerin ruhları avam veya havastan bazı kişilere havayı bir ayna yaparak görünmeleri gibi, Allah dostu olan müşahede ve rü’yet ehli insanlara Kur’anın kendisi veya bazı sureleri hatta bazı âyetleri belirli bir suret ile göründükleri o kadar çok ifade edilmiş ki, aksini iddia etmek mümkün değildir. Hayatlarındaki hassas takvaları ile doğruluk için ölümü göze alan, bir defa yalan söylememek için ölen ve öldürülen bu zâtların bu konuda yalan söylemeleri imanlarını 5 kuruşa satmak gibi imkânsız ve akıl haricindedir. O halde Kur’anın hem teşbih yönüyle, hem hakikat yönüyle bir ruh olması gayet makul ve yerindedir.

Bediüzzaman Said Nursi, ruh konusunu felsefî, tasavvufî, bilimsel ve Kur’ani 4 yönden inceleyerek şöyle bir tesbitte bulunur:

Ruh, Vücud-u Hâricî Giydirilmiş Bir Kanundur

Ruh bir nuranî kanundur; vücud-u hâricî giymiş bir namustur, şuuru başına takmış…[6]/

Bu mevcut ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş./

Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir./

Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i lâtifeyi o cevhere sadef eder./

Eğer envâdaki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u hâricî giydirirse, her biri bir ruh olur./

Ger ( eğer ) vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.

Kanun, emr-i İlâhînin tecellisidir; nâmus ise, irade-i İlahiyenin tecellisidir. ( Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan-ı Şehâdet )

Ruhun gelişebilme yönü hakkında ise Bediüzzaman şöyle bir tespitte ve tanımda bulunur: “ Ruh, zîhayat, zîşuur, nuranî vücud-u hâricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir.

Ayrıca Kur’an bütün yaratılanları “ halk ve emir ” şeklinde tasnif edip her iki grubun da Allah’a ait olduğunu söyler.[7] Bu âyeti ruh hakkında olan İsra suresindeki “ min emri Rabbike[8] ( Rabbinin emir sıfatından bir emir ) demesiyle beraber okursak, “ Ruh, mahluk değildir[9] sonucu çıkar. Bu ise Kur’an, ruha benzetildiği için binnetice “ Kur’an, mahluk değildir ” sonucunu bize verir. Bu sonuç ise, yüzlerce yıldır devam eden, Ehl-i Sünnet’in 4 büyük mezhebinden birisinin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel gibi mücahid bir imamın işkence görmesine yol açan zorba bir fikrin ve onu destekleyen iktidarın zorbalığını ayan beyan ortaya koyar. Kur’anı anlamadan Kur’an hakkında konuşan ve fikrine itiraz eden Mu’tezileler ve onlara aldanan Abbasi siyasileri utansın!

Ehl-i tasavvuf bu âyetlerden yola çıkarak özellikle ilimde ileri seviyede olan Nakşibendîler: “ İnsanın 10 latife denilen özelliği var. Bunların 5 tanesi âlem-i halktandır, 5 tanesi âlem-i emirdendir. Halk âleminden olanlar toprak, hava, su, ateş ve nefs-i emmâredir. Âlem-i emirden olanlar ise kalb, ruh, sır, hafi ve ahfâdır. ” Nakşibendî uleması, İsra suresindeki âyete dayanarak ruhu, âlem-i emirden olan İlahî bir eser olarak ifade ederler. Nakşibendîler, nefs-i emmârenin maddi dünyaya ait 4 unsurdan yaratıldığını ve onlara ait özellikleri sergilediğini ifade edip kelime-i tevhid zikriyle hepsini tezkiye ve terbiye etmeye çalışarak maddeyi ve maddiyatı ruhun velayeti altına almaya çalışırlar. Nakşibendîler, sır için kalb gözü; hafi için, kâinatın sırlarını gören kalbin göz bebeği derler. Nakşibendî şeyhlerinden olan Süleyman Hilmi Tunahan Hz.leri ahfâ için, kalbin kulağı der.[10] Maddi kulakla sesler duyulduğu ve dış dünyayla irtibat kurulduğu gibi, ahfâ ile de insan vahiy veya ilhamı duyar.

Bütün bu yönleriyle baktığımızda “ Ruh diye bir şey yoktur ” demek, Kur’an da yoktur, vahiy de yoktur gibi zahiri bir sonuca çıkar. Manevi açıdan bakarsak, hiçbir şekilde böyle bir iddiada bulunulamaz.

[1] Meryem sûresi, 17.

[2] Nahl suresi, 102

[3] İbrahim suresi, 1 ve diğerleri…

[4] Mümtehinne suresi, 13.

[5] Cin suresi, 16, Hadid suresi, 4 ve benzerleri…

[6] İsra suresi, 85.

[7] A’raf suresi, 54.

[8] İsra suresi, 85.

[9] Ruh, Hâlık isminin değil Câil ve Âmir isimlerinin eseridir. Bu cihetten Arapça grameriyle dersek mahluk değil, mec’ul ve me’murdur.

[10] Mehmed Emre, Hatıralarım.

İlahiyat Camiasında Neler Oluyor?-4 ( Rüya Hakkında )

İlahiyattaki bir hocamız derste “ Rüyalar boştur ” diye ısrarla ifade etmiş.

Rüya konusu Kur’anda Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’i (AS) kurban etmesi hadisesinin kaynağı olan ve Allah tarafından kendisinin bir emri ve vahyi olduğu ikrar edilen bir mesele…[1] Ayrıca Fetih suresinde Hz. Peygamber’in (ASM), sahabeleriyle kendini Mekke’de umre yaparken gördüğü belirtilerek gaybdan haber alma vasıtası olduğu kabul edilen bir husustur. Ki bu rüya üzerine Hz. Peygamber (ASM) sahabeleriyle Mekke’ye doğru yürümüştür. Bu yürüyüş Hudeybiye sulhunu ve İslamî inkişafın bir cephesinin anahtarını hediye vermiştir.

Ayrıca Hz. Yusuf’a (AS) bir fazilet ve meziyet olarak rüyaların tabir ve te’vili, bir ilim olarak verildiği hassaten bildirilmekte, Onun (AS) hayatı istikbale dair bir sâdık rüyanın ispatından ibaret olarak gösterilmekte, babası olan Hz. Yakub’un (AS) rüyanın içerdiği manayı anladığı için kardeşlerine anlatmamasını istediği ifade edilmektedir. İlmin olduğu yerde, her şey net ve ayandır. O halde, rüyaların ilmi de, tabir ve te’vili de o ilme vakıf olanlar için yakînen sabittir. Hocamız anlamasa da, inkâr etse de… Delili, 111 âyetlik Yusuf suresidir.

Ayrıca Yusuf suresinde Hz. Yusuf’ça (AS) Melik-i Mısır’ın ve mahkûmların rüyaları belirli bir ilim disiplini ve te’vil mantığı içinde te’vil edilmekte… Bu sayede putperest dinlerin rüya tabircilerine karşı hak dinin getirdiği semavi te’villerin mucizeliği gösterilmekte… Bu şekilde rüya te’vilinin hak dinin faziletinin izharına bir vesile olduğu ifade de edilmektedir.

Bu çok yönlü yapısından dolayı rüyalar, bir ilim ve hakikat hazinesi olduğu gibi, Allahu Teala ve Tekaddes Hazretlerinin kullarıyla birebir ilgilendiğini ve onların hayatını yönlendirdiğini de gösterir. Bu ilgi ve idare yönüyle rüyalar deizm, şirk, ateizm ve müfrit i’tizal gibi fikir akımlarının temelsiz ve çürük olduğunu her bir insana gösterebilen İlâhî ve kapanmaz bir penceredir. Kişi kendi göremese de eşi, çocuğu, ebeveyni, arkadaşları ve ahbabı sürekli veya zaman zaman rüya görür. Asırlarca ve bütün toplumlarca, hemen hemen her ferd tarafından görülen, hakkında bilim dünyasında kürsüler kurulan, sınıflandırmaya tabi tutulup[2] hakkında binlerce cilt kitaplar yazılan ve kendisi için fikrî akımlar ortaya çıkan bir mevzuya “ boş ” denilmez ve denilemez.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da ilmî edep “ Ben anlayamıyorum. Bu konuyu, konunun mütehassısları daha iyi bilir ” demektir. Hocamızın ilmî haysiyetinin ve hakikate hürmetinin boynunun borcu, bu ilmî edebe riayet ederek “ Ve fevka küllü zî ilmin alîm[3] ( Her ilim sahibinden üstte bir ilim sahibi vardır ) âyetinin karşısında hürmetle eğilmek ve bu âyete sergileyeceği teslimiyetle iman etmektir. Rüyaların çeşitleri Hz. Peygamber (ASM) tarafından birçok hadiste belirtilmiş, hem kendisi hem sahabeleri yüzlerce rüyalar görmüş, hem kendisi hem ashabı gördükleri rüyaları tabir ve te’vil etmişlerdir. Sâdık rüyalar, Hz. Peygamber (ASM) tarafından yukarıda belirtildiği üzere bir tekvinî vahiy sayılmış ve dikkatle Hz. Peygamber (ASM) tarafından ele alınmışlardır.

Bu konuya sermeşk olması için görülmüş bir sâdık rüyayı ve te’vilini vermek istiyorum:

Kesir bin Eflah, Ebu Eyyub el-Ensarî’nin azatlı kölesidir. Emevi iktidarının yanlış uygulamalarına karşı Medineli sahabe ve Tabiin’in bir karşı duruşu olan Harre Vak’asında öldürülmüştür. Muhammed isimli bir Tabiin o vak’adan sonra şöyle bir rüya görür:

Rüyamda Kesir bin Eflah’ın Harre vak’asında yaralandığını gördüm. Onun öldüğünü bildim. Ben uyuyordum ve bu gördüğüm bir rüya idi. Ona ismi ile seslendim; bana cevap verdi. Ben:

  • Sen öldürülmüş değil misin? ” diye sordum. O da:
  • Evet, ben öldürüldüm ” dedi. Ben:
  • Ne yaptınız? ” dedim. O da:
  • Hayırlı bir iş yaptık ” dedi. Ben:
  • Sizler şehid misiniz? ” dedim. O da:
  • Hayır! Müslümanlar karşılaşıp birbirleri ile savaştıklarında öldürülenler şehid değillerdir. Ancak bizler ‘ Nüdebâ ’    ( Manevi şehidler ) oluruz ” dedi. Sonra uyandım.[4]

Bu rüyanın öğrettiği üzere bir kişi, Hz. Hamza’da (RA) olduğu gibi, imansız bir kişi tarafından bir savaşta veya savaş haricinde kasden öldürülünce hakiki şehid, oluyor. Böyle şehidler “ Şüheda ” deniliyor. Fakat Müslümanların bir birleri ile savaşlarında[5] veya âfet, bela, hastalık v.s. gibi durumlarda öldürülenlere veya ölenlere ise manevi şehid manasında “ Nüdeba ” deniliyor. Bu tabirler Âhiret’e ait bir terminoloji… Nüdeba, kelimesi, nedb kökünden olup mendub gibi yapılınca sevap alınan fakat yapılmadığında günahı olmayan işlerde kullanılır. Şüheda kelimesi ise, şehd kökünden olup Allah’ın yapıldığını görmek istediği ve farz kıldığı; yapılmadığında ciddi günahı olan işlerde kullanılır. Sabah namazı gibi… Bu manada Müslümanların kendi içlerindeki savaşları, yapılmadığı zaman taraflara günahı olmayan bir fiildir, diye rüyadan ders alabiliriz. Şu anki ümmetin Şii-Sünni şeklinde bölünmüşlüğünün sebebi İslam içi savaşlara dayanması da gösterir ki, bu savaşların yapılmaması yapılmasından evlâdır. Toplumsal bir takva ve güzelliktir. Ki Hazret-i Hasan’ı (RA) Râşid Halife ve Hz. Hüseyin’den üstün yapan büyük sır bu toplumsal takvada saklıdır.

Bu açıdan rahatlıkla diyebiliriz ki sâdık rüyalar, ehli için, manevi ve maddi âlemler hakkında bilgi veren sağlam bilgi kaynağı, vahyin bir çeşidi veya gölgesidir. Ümmetin birlik ve beraberliğine dair İlâhî ikazları bildiren birer mürşiddir.

[1] Bakınız Saffat suresi.

[2] Rüyalara Lucid rüyalar, haberci rüyalar, latent ve manifest rüyalar, bilinçaltı ve bilinçdışı rüyalar şeklinde Bilim dünyasınca;  nefsani-şeytani-Rahmani olarak Hz. Peygamber’ce (ASM) ve din adamlarınca sınıf isimleri verilmiştir.

[3] Yusuf suresi, 76.

[4] İbn-Sa’d, Tabakat-ı Kebîr, Kesir bin Eflah Maddesi…

[5] Mesela Sıffîn, Çaldıran ve Ridaniye savaşlarında olduğu gibi…