Etiket arşivi: eymen akça

İlahiyat camiasında neler oluyor? -2 ( İlham Hakkında )

İlahiyat camiasında akademik kariyer sahibi olan hocalarımızın ( hemen hepsi  profesör ) ve bazı İlahiyat mezunu kişilerin sosyal medyada veya yazdığı kitaplar vasıtasıyla yaydığı bazı fikirlere İlahiyat mezunu olduğum için bir “ aile hekimi ” seviyesinde cevaplar vermek istiyorum. Kur’anın bütünlüğüne, yaşanan Kur’an olan Hz. Peygamber’in (ASM) sünnetine ve dengeli hayatına muhalif olan bu fikirlerin, Kur’anın genel çerçevesine uymadığını âyetlerin ve Sünnet’in ışığı ile gösterip o konulardaki hakikatleri ispat ve izah etmeye çalışacağım. Söz konusu hocalarımızın ekseriyeti mezunu olduğum üniversitenin İlahiyat Fakültesi’nde görevli… İsimlerini vermek istemiyorum. Tâ ki rencide olmasınlar ve yanlış bir hissiyata kapılarak yanlışta sabitleşmesinler. Bu sorunlu düşüncelerin ve iddiaların büyük kısmını aynı okulda İlahiyat okuyan bir arkadaşım aktardı.

Kelam sahasındaki bir hocamız derste “ İlham diye bir şey yoktur ” diye ısrarla ifade etmiş. Hatta sınavda sormuş: “ Yoktur ” diye de cevap beklemiş.

Arkadaşım bu cümleyi sarf edince sordum:

  • Hocamız hâfız mı? ” Arkadaşım dedi ki:
  • Hayır, değil. ” Bunun üzerine dedim ki:

– “ Hocamız hâfız olsaydı bunu demezdi. Şems suresinde Allahu Teala der ki: “ Ve nefsin ve mâ sevvâha * Fe elhemeha fücûreha ve takvâhâ ” ( Nefsi yaratıp onu tesviye eden ve düzenleyene, o nefse fücur[1] ve takvayı ilham edene yemin olsun ki! ) Bu âyet ilhamın var olup olmamasından bahsetmiyor, bilakis onun her insan tarafından bizzat yaşanılan çeşit ve şekillerini haber bahsediyor. Hocamız hâfiz olsaydı, bu iddiada bulunmaz ve bulunamazdı. Hiç değilse Fuad Abdülbaki tarafından hazırlanan Mu’cemü’l-Müfehres isimli kitaptaki LHM maddesine baksaydı karşısına bu âyet çıkardı. İlham, sadece insana özgü bir mesele değil, evrensel bir hakikattir. Bunu şöyle izah edebiliriz:

Cenab-ı Hakk’ın sübûtî sıfatlarından olan ilim, bütün çekirdeklerde bilkuvve, bütün ağaçlarda bilfiil olarak kâinat üzerinde görünüyor. Bunlara ilm-i İlahînin huzurî[2] ve şuhudî tecellileri, kader ve kaza şeklinde zuhurları denilir.

Bu açıdan canlılar dünyası tohumlar, çekirdekler, yumurtalar ve nutfeler gibi bilkuvve halleriyle ilm-i İlahînin, hayat hakikatini evvel ve âhir yönünden kuşatıcılığına delil olduğu gibi… Ağaçlar, bitkiler, havada uçuşan kuşlar, denizde yüzen balıklar ve karada yürüyen ve sürünen hayvanlar bilfiil halleriyle ilm-i İlahinin hayat realitesini zâhir ve bâtından vüs’atine, şümulüne ve idaresine gözle görünen delillerdir.

Aynı şekilde cansız nesneler de dış şekilleri, iç ve dışlarındaki farklı renkleri, kendilerine has kokuları ve tatları, kompleks ve basit elemental yapıları, radyoatif-metalik-ametalik-katı-sıvı-gaz gibi çeşitli halleri ve özellikleri, şifalı ve zehirli etkileri ile ilm-i İlahînin her nesneyi istila ediciliğine, ona hükmedişine ve onda dilediği şekilde tasarruf edişine bilfiil delillerdir. Sübutî sıfatlardan olan ilm-i İlahî bu manada âyetlerin vurguladığı üzere “ gaybî olan metafizik yönüyle, şuhudî olan fizik yönüyle ” her nesneyi kuşatır ve “ malûmiyet ” dairesine alır. “ Yaratan bilmez olabilir mi? O her şeyin bâtınını ve bilkuvve hâlini bilen Latîf, her şeyin zâhirini ve bilfiil hâlini bilen Habîr’dir[3] âyeti ilimsiz hiç bir şeyin manevi ve maddi açıdan var olamayacağını kat’iyetle bildiriyor.

Sübuti sıfatlardan diğerleri olan kudretin ve iradenin hükümler ve icraatları da ilim sıfatıyla yapılan ve yaratılan her nesne ve canlıda aynı anda görünürler. Onlar da “ küllü şey ” seviyesinde gözle görünüyorlar ve her şeyi “ makduriyet ” ve “ muradiyet ” dairesine alıyorlar. İlim-kudret-irade gibi sübutî sıfatlara bütün nesneler, canlılar ve olaylar gözle görülen şahitler ve delillerdir.

Aynen öyle de sübutî sıfatlardan olan kelam sıfatı, kendini vahiy ve ilhamlar suretinde gösterir. Vahiy hakikati, “ tekvinî vahiy ”  ( yaratıcı konuşma ) olarak bütün canlı-cansız, şuurlu-şuursuz her şeyde zuhur ettiği gibi “ teşriî vahiy ” ( kanun koyucu  konuşma ) olarak da insanlık ve cinlerin dünyasına nüzul eder. Tekvinî vahiy, yaratılış âleminin sevk ve idaresindeki İlahî emir ve komutlarla kendini gösterir.Rabbin bal arısına vahyetti[4] âyeti bir tekvînî vahiydir. Tekvinî vahiy, canlıların ve nesnelerin varlık ve hayatını koruyacak şekilde “inzârî”, onların hayatını besleyecek ve güçlendirecek şekilde “ tebşirî ” surette tecelli eder. Hz. Musa’nın (AS) annesine, kucağındaki bebek Musa’yı tabuta koyması ve Nil nehrine salmasını öğütleyen vahiy de bu manada bir tekvini vahiydir.[5] Çünkü o da insan türünden bir canlıdır. İnsanların gördüğü sâdık rüyalar da bu manada tekvînî vahiy sayılırlar. Teşrii vahiy ise, insanlık âleminin özellikle manevi hayatının sevk ve idaresi için şifahî veya kitabî olarak nüzul eden vahiydir. Kitabî kısım, resullerde zübur ve kitab olarak, nebilerde ise, suhuf olarak belirir.

Gerek tekvinî gerekse teşriî vahiydeki inzârî vahiy kısmını, Ruhu’l-Emîn getirip canlıları emniyet altına alır; tebşirî vahyi ise, Ruhu’l-Kudüs getirip o canlıyı dış dünyayla barıştırıp besler ve çoğaltır. Bu manada Hz. Meryem’e gelen ruh ile Kadîr gecesi nüzul edip amellerin 1000 ay seviyesinde makbuliyete yükseldiğini müjdeleyen ruh, Ruhu’l-Kudüs’tür. Tekvinî vahiy kıyamete kadar devam edecek… Teşriî vahiy ise, hatem-i nübüvvetin (ASM) vefat etmesiyle sona ermiştir. Nübüvvet bitince, risalet de otomatik olarak sonra erdi. Çünkü bütün resuller, nebi olmak zorundadırlar. Fakat resul olmayan yüz binden fazla nebi vardır.

 İlham hakikati ise, bilim dünyasının “ sevk-i tabiî ” ( içgüdü ) dediği şekilde, gerek uyanıkken, gerek rüyalarda zuhurat, huturat, tuluat ve ihtarat gibi şekillerde kendini gösterir.

Zuhurat, âniden beliren, iç dünyadaki sıkıntıları sona erdiren bir ilham tarzıdır. Tuluat, bir konudaki belirsizliği ortadan kaldıran, hakikatin manevi bir güneş gibi akıl ve kalbe doğduğu ilham şeklidir. Avam halk bunu “ içime doğdu ” şeklinde ifade ederek devamlı yaşıyor. Newton’un yer çekimini, Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini keşfetmesi, tuluat tarzında, Allah’ın onlara bu hakikatleri buldurması ve onlara öğretmesinden başka bir şey değildir. Huturat, unuttuğu bir şeyi hatırlama hissi eşliğinde yeni bir mananın kalbe gelmesi şeklinde bir ilhamdır. Bilimin “ dejavu ” dediği hadise, aslında huturattan başka bir şey değildir. İhtarat ise, Allah ile irtibatı kavi ve hak yoluna kendini feda eden mücahidlere, yanlış yaptıkları durumlardaki celal ve hiddet içeren İlahî sesleniştir.

Vahiy ve ilham hakikatleri bilinen ve bilinmeyen sayısız çeşitleri ile kâinat ve içindeki her nesneyi İlahî hâkimiyet ve iktidarın bir askeri konumuna getirmekle kelam sıfatının da her an, her şeyle, nesne ve canlıların her bir fiil ve hareketi ile kendini bize gösterdiğini bildirir. Kelam sıfatının tecellisiyle, Sadi-i Şirazi’nin dediği üzere, her ağaç bir defter, her yaprak çok manalar ifade eden bir sayfa halini alır. Vahyin ilk inen cümlesi surenin devamından da anlaşıldığı üzere kâinat ve nesnelerin hilkat ve devamlarıyla insanlara ilm-i hâl ile konuşan Allah’ın yazılarını “ Oku! ” ve “ Hayat kitabına yaz ” diye emreder. Her şeyi, üstünde Kaza ve Kader kalemiyle yazılmış çok ilim ve hikmetler, manalar ve hakikatler taşıyan bir mektup ve sayfa olarak insanlara arz eder.

İslam kelam âlimleri, gerek tasnif etme açısından, gerekse kafa karışıklığına yol açmamak için umumî tekvinî vahye veya Hz. Musa’nın annesi ve Havarilerle yapılan İlâhî konuşmalara vahiy değil, ilham demişler. Hadislerde bir çeşit vahiy olduğu bildirilen sâdık rüyalarla gelecek teşriî emir ve yasakları da sınırları belirsiz olduğu, bazen rüya ters çıkabildiği, “ Dininiz bugün kemale erdi[6] âyetinin sırrına itaat etme niyetiyle itibar edilmez diyerek rüya kanalıyla gelebilecek şer’î emir ve yasakları reddetmişlerdir. Tâ ki bazı kötü niyetli kişiler veya safdil insanlar su-i istimal etmesinler.

[1] Fücur, yapılması yasaklanmış haram fiiller demektir. Takva ise, kendi fıtratını, vicdanını ve ruhunu haramlardan ve zararlarından korumak demektir. Takvayı her hangi bir sebep kullanmadan doğrudan doğruya ilham eden Allahu Teala’dır. Fücur’u ise, İblis ve yardımcıları üzerinden dolaylı olarak ilham eden yine Allah’tır. Allah’a rağmen maddi ve manevi hiçbir fiil tahakkuk edememesi, Mutlak Tevhid hakikatinin gereği ve Lâ ilâhe illallah cümlesinin manasıdır. Zarar Ondan olduğu gibi yarar da Ondandır.

[2] Huzûrî, bilkuvve ve gaybî hali; şuhûdî ise, bilfiil ve şehâdî hali ifade eder.

[3] Mülk sûresi, 14.

[4] Nahl suresi, 68.

[5] Kasas suresi, 7

[6] Maide suresi, 3.

İlahiyat Camiasın(d)a Neler Oluyor?-1

Bu yazının kaleme alınmasının gerekçesi sonraki yazılarda gelecek soruların ve teşkil ettiği sorunların İlahiyat camiasındaki gerek talebe gerekse hocaların zihinlerine gelmesi değil. Çünkü hakikati arayan her bir insanın geçici bir süre —hayal dairesinde kalmak, akıl ve kalb tarafından tasdik edilmemek kaydıyla— zihninde farz-ı muhal olarak şirki ve çok sayıda ilahların varlığını kabul ederek, bunları var saydığımızda neler olabileceğini düşünmesi, bunun sonucunda fesad ve kargaşa çıkacağını tespit etmesine… Akabinde galaktik sistemlerden insan vücuduna, oradan atomlara ve atom-altı dünyaya kadar her bir yerde var olan değişmez düzeni ve sistematik yapıyı görerek ve detaylıca gözlemleyerek tevhid hakikatini elde etmesine yol açan derin bir tefekküre bizzat Allah izin veriyor.[1] Bu açıdan şüpheli sorular, dengesiz fikirler ve vesvese-vari sözler hakikat ve hakka fıtraten âşık her bir insanın dünyasına alâ külli hâl bir süre uğrayacaktır. Bu bir maneviyat kanunu… Ağza alınmayacak derecede ürpertici düşüncelerin zihne gelmesi Hz. Peygamber’ce (ASM) sapıklık ve sapkınlık değil bilakis “ imanın kuvvetli oluşunun göstergesi ” sayılmıştır. Bir sahabenin endişeli sorusu üzerine verdiği cevapta görüldüğü üzere…[2]

Asıl problem bir konuda yetersiz bilgiye sahip öğrencilere veya o konuda hiçbir bilgisi bulunmayan geniş halk kitlelerine İlahiyat hocalarımızın, dengesiz fikirlerini veya akıllarına her geleni sabit hakikat olarak ısrarla anlatmaya çalışması… Kendilerine itiraza kalkan talebeleri “ Bu konuda benim gibi bin kitap oku, sonra karşıma çık ” diyerek veya hiçbir söz söylemeden sınıftan kovmaları… Ekranlara çıktıklarında karşılarında kendilerine itidal ve sabır ile cevap verip hakikati delillerle ispat eden ilim erbabına karşı, Hz. Âdem’e (AS) secdeden kaçınan İblis gibi, kibirle ve yersiz enâniyetlerle karşı çıkmaları, hakikat ve hakkın karşısında secde etmemeleridir. En fenası ise, imanî konuları avam halk kitlesi önünde tartışma konusu yapmalarıdır. Kıymetli bir âlimimiz bizzat kendi yaşadığı böyle bir hadise üzerine şöyle der: “ O gece benden sual ettiniz; ben cevabını vermedim. Çünkü, mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz… Dakik mesâil-i imaniyeyi ( imana dair ince meseleleri ), mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.[3]

Diğer önemli husus ise, herhangi bir sahada ihtisas sahibi olmakla hocalarımızın kendilerini her sahada mütehassıs zannına kapılmalarıdır. Bilimsel manada sabittir ki, insan beyninin sağ lobları, duygusal ve soyut cepheye; sol lobları ise, düşünce ve somut boyuta bakar. Fen bilimleri gibi somut dünyayı inceleyen ilimler, sol loba hitap ettiği gibi; edebiyat, müzik ve sanat gibi soyut dünyayı inceleyen ilimler ise, sağ lobu çalıştırır. İnsanların %99,99’u araştırmaların da gösterdiği üzere iki lobdan yalnızca birini çalıştırmaya ağırlık verirler. Bu durumda diğer lobda gerileme, zayıflama ve âtıl kalmaktan kaynaklanan bir körelme meydana gelir. Bu açıdan matematikte profesör olan bir kişi, ebediyatta bir üniversite talebesi kadar yol alamaz; edebî bir metni derinliğine anlayamaz. Aynı şekilde edebiyatta derinleşen bir kişi de, fizik, kimya ve matematik gibi fenlerde derinleşemez, yol alamaz. Çok nadir ve deha denilen karakterdeki kişiler her iki lobu itidal üzere kullanarak çift kanatlı bir kuş gibi hakikate doğru yükselirler. Bu ise, milyonda bir karşılaşılabilecek bir durumdur.

Dinî ilimler sahasında da aynı durum geçerlidir. Fıkıh gibi muamelat sahasıyla somut dünyaya bakan dinî ilimlerde derinleşen bir hocamız, tasavvuf ve belagat sahasında bir üniversite talebesi kadar yol alamaz. Aynı durum tasavvuf ve belagat sahasında derinleşen bir hocamızın fıkıhtaki geri kalışında da görülür. Çok nadir ilim erbabı ve dinî deha sahipleri her iki sahada söz söyleyebilecek şekilde ilerleyebilirler. Bundan dolayı mesela kelam sahasında ve kelamın da “ İsbat-ı Vâcib ” ( Allah’ın varlığını ispat etme ) konusunda yıllarını vermiş bir hocamızın nefsin mertebeleri ve bu mertebelerde hangi haller zuhur edeceğine dair sözleri sadece bir duyumdan ibaret kalacaktır. Eğer özel bir gayretle bir dergâha bağlanıp kâmil bir mürşidin elinde nefis tezkiyesi yaşamıyorsa… Aynı durum tasavvufun derinliklerine zikir ile dalan bir hocamızın, fıkhın detaylarını anlama veya kelâmın, delilleriyle tenzih-i Rububiyet ve takdis-i Uluhiyet konusundaki sözlerini kavramada geri kalışında da görülebilir.

Evet, İlahiyat mezunu olmak ve dinî kitapları okumak bir insanı dinî her sahada söz sahibi kılamaz. Tıbbî dille söylersek, İlahiyatı bitiren bir kişi     “ aile hekimi ” sayılır. Oysa ümmete her meseleyi delilleriyle her sahada veya sahasında anlatabilecek profesör doktorlara ihtiyaç var. Âcil bir durum olsa hiçbir kimse çocuğunu aile hekimine götürmez; o konunun profesörünü arar. Aynen öyle de ümmet-i Muhammed’in (ASM) zihnen, hissen ve amelen yandığı ve yakılmaya çalışıldığı bu zor devirde elbette ve elbette dinî bir konuda söz söylemek isteyen kişi, sahasında kalmalı ki, manevi hastalıklara hekim olsun. Aksi takdirde kalbi hasta ve imanı yaralı kişiler, o yaralı imanlarını dahi kaybedebilirler. Burada vebalin çoğunluğu hatalı ilim erbabının olur. Hz. Peygamber’in (ASM) dediği üzere: “ Bilmiyorum demek de ilimdendir.[4] İhtiyaç sahibi kişiyi bahis konusu sahada mütehassıs kişilere yönlendirmek, bir emeğe hürmet ve hakka karşı haşyettir.

Eymen AKÇA

[1] Enbiya sûresi, 22.

[2] Bazı sahabeler dediler ki: “Ey Allah’ın Resulû, bazılarımız içinden öyle sesler işitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercîh eder. (Bu vesveseler bize zarar verir mi?).” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Hayır bu (korkunuz) gerçek imanın ifadesidir ” cevabını verdi.” ( Müslim, Abdullah ibn-i Mes’ud )

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 13. Mektub )

[4] Sünen-i İbn-i Mâce.

Tarihselcilik Hakkında Bir Müzâkere

(Aşağıdaki yazı, yapılan bir müzakereye ait yazıların hafifçe ta’dil edilmiş halidir. Dipnotların tamamı metnin sağlıklı anlaşılması açısından tarafımdan eklenmiştir. Kendim hariç diğer kişilerin isimlerini kasıtlı olarak belirtmedim. Tâ ki yayınlanması noktasında kişisel bir problem hasıl olmasın. )

Ş.D.- Tarihselciliğin tarifini en kaba şekilde şöyle yapmak mümkün: Kur’an, muayyen (sınırlı) bir coğrafyanın ve sosyolojinin ihtiyaçlarını karşılayan muayyen bir İlâhî metindir. Başka bir deyişle sınırlı sayıdaki sorun ve sorunlara sınırlı sayıda bir yanıttır. Kur’an’ın asıl-doğrudan muhatapları nazil olduğu dönemdeki Araplar. Diğerleri tali-dolaylı muhataplar. Dolayısıyla Kur’an’ın biz tali muhataplara hitabı “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla!” gibi bir şey. Nitekim ülkemizde tarihselciliğin en ateşin savunucusu Mustafa Öztürk şöyle diyor:

Kur’an’daki tarihselliğin ahkamla sınırlı olduğunu düşünmüyoruz. Kanaatimizce Kur’an bazı temel mesajları hariç tamamen tarihseldir… Öte yandan Hz. Peygamber’in genelde Arap toplumunu özelde de Kureyş kabilesini, diğer bir deyişle Mekke ve çevresinde yaşayan müşrik Arapları uyarması için gönderildiğini bildiren ayetler Kur’an hitabının tarihsel ve yerel olduğunu gösterir.” (Kuran ve Tefsir Kültürümüz, Ankara Okulu y. s.11-12)

Bu yaklaşımın bir Müslüman için bindiği dalı kesmek olduğu izahtan vârestedir.

M.Ö.- Ben şahsen ne Fazlurrahman ne de Mustafa Öztürk hocanın iddialarıyla tatmin olmadım. Ama Ömer Özsoy hoca gerçek tarihselcilik manifestosu yazmış. Bence Fazlurrahman’dan bir kaç adım ileriye taşımış.

C.Ş.- Ben de şahsen Öztürk hocaya katılıyorum. Müslümanların bu gerçek karşısında kafalarını toprağa gömmeleri asıl bence izahtan vârestedir. Ku’ran metni gerek sosyolojik gerekse antropolojik olarak çok açık tarihsel bir metin olduğunu haykırıyor. Bu konu da Mustafa hocanın Kur’an tarihi eserinde anlattığı Kur’an metninin kitaplaşma serüveni dahi metni evrensel kılamayacağımızın bir başka delilidir. Allah ile Resulünün ortak kesiştiği mesele tevhiddir. Temel esas budur. Özellikle pagan olan bir topluma karşı çok açık bir mesajdır. Bu dönem için bu temel hakikat ve devamında diğer bazı hususlar dışında geri kalan metin Arabın ufku dahilinde çizilen tablo kabilindendir.

Ş.D.– Hocam Mustafa Öztürk’ün öğrencisi Hadiye Ünsal ile birlikte kaleme aldıkları Kur’an Tarihi kitabında ” Kuran tarihinin resmi İnkılap tarihimizden pek farkı yok ” dediğini okumuşsunuz belki. Buna da katılıyor musunuz?

C.Ş.- Burada Kur’an tarihini yazan kesime dönük bir eleştiri var. Elbette katılıyorum. Kur’an tarihi üzerine uydurulup gerçekmiş gibi lanse edilen çok görüş var. Örneğin peygamber eşliğinde oluşturulan ve metni kitap haline getirmeyi amaçlayan bir heyet kurulduğu yalanı bu resmi tarihin yalanıdır. Eldeki veriler oluşturulmuş bir tarihi gerçeklik olmaktan uzak. Bu konuda ben pek tatmin olmadım. Elimizde haddizatında kuru bir fideizmden[1] başka bir şey yok. Metnin kitaplaşma serüveni hala çözülebilmiş değil. Kur’an tarihi kitabında Öztürk hocanın dediği gibi bizim bazı problemlerimiz çözümsüz. Böyle olunca elde kuru bir fideizm kalıyor. O da tek dayanağımız. İbn-i Mesud üzerinden oluşturulan muazzam bir hadis külliyatı olması daha sonra Kur’anı en çok bilenlerden biri olduğu halde Zeyd öncülüğünde oluşturulan heyette olmaması. Ebu Huzeyme’nin[2] şahitliği meselesi üzerinden metne alınan âyet mevzusu yani bunlar Müsteşriklere fazlasıyla koz vermemiş mi? Kabul etmesek ve romantizme sığınsak da bu sorunlarımız çözümsüz. Dahası var ama sosyal medya bu iş için pek uygun değil hocam.

F.D.- En çok güldüğüm akım, Tarihselcilik.

F.K.- Bunu söyleyen ya ahmaktır veya mūnafık… Şu anda dūnyanın çeşitli mūzelerinde bulunan o devrin imparatorlarına yazılmış peygamber mektuplarını da mı görmūyor? Hadi ayeti, ayetleri öyle yorumluyor diyelim ya peygamber mektupları…

Ş.D.- Muhammed Hamidullah ve Süleyman Ateş gibi bazı ilim adamları o mektupların dine davet amaçlı değil, siyasi amaçlı olduğunu söylüyor. Ama isabetli bir yaklaşım değil kanaatimce.

F.K.- İhsan Sūreyya Sırma içerikleriyle beraber çok gūzel açıklamıştı, okumuştum. Aklımda toplayamıyorum şimdi…

Eymen Akça- Metnin toparlanması meselesi neden karışık olsun? Vahiy kendi içinde bütün. ” Zikri biz indirdik elbette onu koruyucular biziz ” (Hicr suresi ) ayeti bir kuru vaad değil. Hafızlık müessesesi kitabet kadar ciddi ve köklü bir yapı. Vahiy ister hıfz ile ister kitabetle korunsun vaad-i İlâhî net… Zaten bu konular yüzyıllar evvelinden yazılmış, teyid edilmiş. Biz bilmiyoruz. Şüpheye mahal yok. Ayrıca heyet konusu kafa karıştırmasın. Heyette bulunmayıp da değil âyetler için bildiği bir hadisin tek harfi değiştirilip rivayet edilse itiraz edip hadisin tam metnini ezbere veren ve 1600’den[3] fazla hadis ezbere aktaran İbn-i Ömer hayatta vardı. Ondan daha hakperest olan babası ve hâfız Hz. Ömer (RA) hayattaydı. Ondan hakperestlikte geri kalmayan Ebû Zerr, Hz. Zübeyr bin Avvam ( R.Anhuma ) gibi dinde çok hassas Sahabeler diri idi. Olayı 6 kişilik heyete indirmeyin. Onların özelliği yazıyı en iyi bilen hafız sahabelerden olmaları idi.[4] Bu diğer sahabelerin yazmadığı, hafız olmadığı veya yanlışa sustuğu anlamına gelmez.[5] Siz dahi zayıf imanınızla din adına uydurulan ve atılan çamura tepkinizi gösteriyorken o çelik gibi kuvvetli ve güneş yakıcı iman sahibi, Kur’an’ın tenzili için işkence ve ölüm gören sahabeler susamazdı ve zaten susmadılar. Bir kâfir müsteşrık Avrupa’da çamur atıyor bizim burada Kitabımıza imanımız yıkılıyor. Nasıl bir âcizlik ve kitaptan uzaklıktır bu! Yazık, çok yazık.

Ş.D.- Çok güzel izah ettiniz hocam. Gel gör ki tarihselci Mustafa Öztürk ” Zikri biz indirdik onu koruyacak olan da biziz ” âyeti kerimesinde geçen ” zikr ” ifadesini peygamberimiz olarak anlıyor. Yani ” Muhammed’i biz gönderdik onu koruyacak olan da biziz. ” Böyle olunca insan şunu sormadan edemiyor: ” O halde Kuran’ın kıyamete kadar korunmuşluğunun Kur’anî delili ne?

S.G.- Bir başkası da aynı ayette geçen ” zikr ” kelimesinin aslında ” tevhid ” olduğunu ve ne zaman ki bozulmaya başlandı Allahın müdahalesi ile tekrar tekrar canlandırıldı ve buna da devam edilecek. Peygamberlerin gönderiliş amacı da budur. Zikri korumak.

Ş.D. Hocam bence iki yorum da isabetli değil. Zikrin Kur’an olması Cumhurun dediği gibi çok daha makul.

Eymen Akça-İnnâ nahnu nezzelna’z-zikra ve innâ lehu lehâfizûn ” ( Zikri biz indirdik elbette onu koruyucular biziz ) âyetindeki zikir Peygamber Efendimiz (ASM) olamaz. Çünkü hiç bir âyet ” nezzelna’r-resul ” demez. Fakat ” Ersele resûlehu ” der.[6] Oysa ” nezzelna aleyke’l-Kur’ane“[7] diye veya ” enzele’l-kitab “[8] şeklinde nuzûl-u vahiy ve inzal-i kitab diyor. Peygamberler için ba’s[9] ve ersele fiilleri kullanılır. Bediüzzaman enzele-nezzelnâ farkını ifade ettiği İşârâtü’l-İ’cazda der ki: “ “ Tef’il” kalıbında gelen “nezzelna” tabiri, “Kur’an’ı, kademe kademe, olaylara göre ve tedricen indirdik, demektir. ” ( Bakara sûresi, 23. âyet ) Bu açıdan Hicr suresinin bu ayetinde bahsedilen zikr, Hz. Peygamber (ASM) olamaz. Çünkü O, olaylara göre nüzul etmedi. Hadiselere göre nüzul, vahy-i ilâhî olan Kur’an için olabilir. Mustafa Öztürk hoca tekellüflü te’villerle Kur’anı tahrif ve kendinden mahşerde davacı ediyor. Allah ıslah ve hidayet etsin, basiret ve sıddıkıyet versin. Eğer hakikatte erirse çok güzel bir din hizmetçisi olur, kanaatindeyim. Bu yüzden ona beddua etmek ile İblis tarafına itmemek lazım. Diğer iddiaya gelince: Zikir, tevhid olamaz. Çünkü zikir, hakka karşı yapılır. Tevhid ve iman, hakikat; teslim ve İslam, haktır. Bu açıdan zikir, hakkı tezkir ve hakikati talim eden “ vahiy ” olabilir. Hak müşahede edildiğinden ve İslam hakkı ifade ettiğinden, İslam’ın temeli bu yüzden kelime-i şehâdettir. İslam’ın en büyük bir şartı olan namaz, Kur’anda bu cihetten zikir olarak isimlendirilir.

Ş.D.– Ayette geçen ” zikr ” ifadesinin Kur’an olduğu hemen hemen kesindir. Ama korumanın (hâfizun) nüzul sürecindeki koruma mı yoksa nüzul sürecinden sonraki kıyamete kadar koruma mı olduğu kesin değildir. Bu konuda âlimler tam ortasından ikiye bölünmüş gibi… Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

Eymen Akça- Arapça’da ism-i fâiller sürekliliği ifade ederler. ” Hâfizun ” ifadesi de bir ism-i fâildir, yani fiilden doğan isim… Ayrıca lam-ı te’kid, bir işi kasem ( yemin ) derecesine iblağ eder. Kasem ise, o iş veya fiili bir haysiyet meselesi yapıp sabit hakikat kılar. Âyetteki “ Le hâfizun ” ifadesinde lam-ı te’kid var. Ayrıca bir fiil Esma-yı Hüsnaya merbut ise ve o fiil bütün zamanlara ait bir ihtiyacı ifade ediyorsa ebediyet kazanır. El-Hâfiz ve El-Hafîz isimleri, baki ve daimi Esma-yı Hüsnadır. Hz. Yakub’un (AS) Yusuf sûresinde[10] ve Hz. Hud’un (AS) Hud suresindeki[11] ifadeleriyle…. Ayrıca kitaplara iman ve emniyet, imanın 6 esasından biri olması ve muhafazası hakkında şek olan bir şeyin emniyet verememesi sırrınca, hıfz-ı Kur’an hakka’l-yakîndir. Aksi takdirde kitaplara imanımız Tevrat ve İncil’e karşı imana dönerdi. Onlar hıfz edilmediği için doğan yeni kitap gelmesi meselesi bizlere bir ihtiyaç olarak doğardı. Bu da hatem-i nübüvvet[12] âyetine zıt… Hz. Peygamber (ASM) hatm-i nübüvvet olduğu gibi Kur’an da hâtime-i vahiydir.

Eymen AKÇA

[1] Fideizm, sorgulamadan ve herhangi bir delil olmadan bir meseleye iman etmek olarak felsefede kullanılan bir tabirdir. Din dairesinde buna “ taklidî iman ” denilmektedir.

[2] Burada bir sehiv var… Söz konusu sahabe Huzeyme bin Sâbit olup künyesi ise Ebu Huzeyme değil, Ebu Umare’dir. ( Bakınız, DİA, Huzeyme bin Sâbit Maddesi. )

[3] Müzakerede hatırlayamadığım için kesin rakam veremedim fakat kaynaklara bakınca gördüm ki İbn-i Ömer (R.Anhuma) 2630 hadis rivayet etmiştir. Onun rivayet ettiği hadisler, birebir Hz. Peygamber (ASM) tarafından söylendiği kelime ve harfler üzere olduğundan, rivayet metodunu temel alan Şafii mezhebi kendisini Abdullah bin Ömer (R.Anhuma) kanalıyla Hz. Peygamber’e ( ASM) bağlar. Dirayet metodunu esas kabul eden Hanefilerin Abdullah bin Mes’ud’u (RA) bağlantı kanalı kabul ettiği gibi… ( Bakınız, DİA, Abdullah bin Ömer bin Hattab maddesi. )

[4] Abdullah bin Mes’ud (RA) Kur’anın cem edilmesi ve istinsah yoluyla çoğaltılması heyetinde yer almadı. İddia edildiği gibi bu heyet Hz. Peygamber (ASM) hayattayken değil Hz Osman (RA) döneminde kurulmuştur. Heyetin oluşturulmasında yazı yazmayı bilme temel alındığının delili Abdullah bin Mes’ud’un (RA) Hz. Peygamber’ce (ASM) “ Kur’anı en iyi bilen 4 sahabeden birisi ” sayılmasına rağmen, vahiy katipleri arasında bulunmadığı ve yazı yazmayı bilmediğinden heyete alınmamasıdır. Zeyd bin Sâbit ise, yazı yazmayı en iyi bilen sahabelerdendi. Heyette bulunan Abdullah bin Zübeyr, Abdurrahman bin Haris bin Hişam ve Said bin As( R.Anum ) yazı yazmayı en iyi bilen kişilerdendi. Bu cihetten Sahabeler tarafından ve Tabiin tarafından heyete yönelik ciddi bir itiraz olmamıştır. Sadece Abdullah bin Mes’udun heyet başkanlığına Zeyd bin Sâbit’in getirilmesine bir itiraz olmuşsa da Hz. Osman (RA) onu ikna etmiştir. ( Bakınız, DİA, Kur’an maddesi. )

[5] Kaynaklar, Hz. Ebu Bekir (R.Anhuma) döneminde yapılan Yemame savaşında Muhacir ve Ensar’dan 70 hâfız sahabenin şehit düştüğünü rivayet etmektedir. Muhammed Hamidullah ise yaptığı çok kapsamlı ve derin incelemeler neticesinde sahabelerden hâfız olanların sayısını 3000 olarak belirtmiştir.

[6] Fetih suresi 28. Âyet ve benzerleri…

[7] İnsan ( Dehr ) suresi, 23. Âyet ve benzerleri…

[8] Şûra suresi, 17. Âyet ve benzerleri…

[9] “ Hüvellezi bease fi’l-ümmiyyine resûlen ” diye başlayan Cuma suresi 2. Âyet benzerleri ile; “ hüvellezi ersele resûlehu bi’l-hüdâ ” diye başlayan Feth suresi 28. Âyet ve benzerlerine bakılabilir.

[10] Yusuf suresi, 64. Âyet.

[11] Hud suresi, 57. Âyet.

[12] Ahzab suresi, 40. Âyet

Uçsuz Bucaksız Kâinatta Bizim Ne İşimiz Var?-1

Muhteşem bir tablo olan gökyüzü-yeryüzü ve kâinat, insan denilen sanat-sever canlının zihni ve duyguları önüne serilmiş. Bütün insanlık binlerce yıldır bu muhteşem ve muazzam sanatın hayranı ve âşığı olarak düşünüyor, geziyor, konuşuyor ve yazıyor. İnsan ve kâinat, İlâhî ahlakın ve güzelliklerin ifadesi olan Esmâ-yı Hüsna ile kurulmuş iki âbidedir. Hem Allah’ın maksadlarını gösteren ve okutan iki İlahî kitaptır. Hem sonsuzluğa açık iki evrensel ruh ve programdır.

İnsanın aklı, geçmiş ve geleceği görüyor. Geleceğin endişeleri, geçmişin üzüntüleri her insanın aklının ayrılmaz hediyeleridir. Bu ezel ve ebede uzanan yapısı ile akıl, kâinat kitabı ve yazılımını okumaya, anlamaya ve yutmaya çalışıyor. Nasıl ki bir programı, onun altyapısı ve çözücü programı olmayan bir bilgisayar tanımıyor, okuyamıyor, algılayamıyor. Aynen öyle de insanın zihin-his-fizik cepheleri ile kâinat arasında da aynı ilişki vardır. İnsanın karanlıktan ve belirsizlikten korkan hislerini düşünürsek, dış dünya ve içindeki her şey —akıl kavramasa ve kuşatamasa dahi— insanın his dünyası ve fizik âlemi açısından belirgindir. Aksi halde insan korkudan ölürdü.

Evet insan, fizik ve his yönünden âlemle bir bütündür. Bir fok balığına veya balinaya yapılan zulmü görünce kalbi sızlar, yüzü ekşir, bedeni irkilir. İsterse bu olayı bilgisayar ekranından izlesin. Hem yüzlerce yıl önce yaşanmış bir işkence veya öldürme sahnesini şu an tasvirli bir şekilde duysa ve dinlese, o anda yaşıyormuş gibi üzülür, ağlar ve acı çeker. Hazır an ve geçmiş zaman böyle bir kalb ve nefs için dipdiridir.

Bitkiler ve hayvanlar da, aynen insanın fizik ve his cephesi gibi bu âlemle barış içinde ve bütünlük arz ederek yaşarlar. Onların âlemle bütünmüşçesine şuurlu tavırlarının, akıllıca hareketlerinin —oysa akılsızdırlar— sırrını Allah şöyle açar: “Rabbin bal arısına vahyetti; vahiyle onu sevk etti…” (Nahl Sûresi, 68-69) Hem yine der: “Her şey namazını ve tesbihini bilir.” (Nûr Sûresi, 41) Bilmek akıllılarda olan bir iş olduğunda göre bu âyet der ki: “Her şey bilinçaltı bir şekilde, kalben ve hissen, bir ilim ve komut olan vahyi alır. O vahiyle bu canlılar dünyasında bütünlük içinde yaşar ve vazifelerini yapar.” On binlerce kuşun havada çarpışmadan dans etmesini, milyonlarca somon balığının binlerce kilometre göç edişlerini, aynı cins ağacın aynı gün farklı mekânlarda çiçek açmasını v.s. çevremizdeki milyonlarca külli vakayı göz önüne getirirsek bu muazzam hakikati gözlerimizle görürüz.

Evet dış dünya ve insanın duygusal-fiziksel cephelerinin uyumu ve barışıklığı, tefekkür eden her aklın gözüne kâinat-insan arasında, aynı hakikati farklı surette görüyormuş imajını verir. Kâinat büyük, muhteşem ve kuşatılmaz boyutu; insan ise, küçük, güzel ve kuşatılır hali gösteriyor. Kur’anın ağaç-meyve modeliyle anlattığı bu ilişkiyi fark eden kozmogoni ve kozmoloji âlimleri kâinata, “Büyük İnsan”; insana, “Küçük Âlem” demişler. Bu ilişkiyi Bediüzzaman Said Nursi özetle, mealen şöyle ifade eder: “Bu yaratılış sistemi bir ağaca benzer. Elementler, bu ağacın dalları; bitkiler, yaprakları; hayvanlar, çiçekleri; insanlar ise meyveleridir. Diğer ağaçlardan farklı olarak bu ağacın meyveleri, şuurludurlar. Nasıl ki bir meyve, kalbindeki çekirdekle, ağacın dallı-budaklı muhteşem yapısıyla sergilediği hakikati, kendi içinde taşır; manevi hayatıyla da içten içe bu hakikati okur ve hisseder. Aynen öyle de insan, bu kâinat ve yaratılış ağacının şuur sahibi meyvesidir; kâinatta görünen muazzam hakikati kendi kalb çekirdeğinde taşır; manen hisseder ve yaşar.” (Sözler, 31. Söz, 3. Esas; 32. Söz, 2. Mevkıf; 2. Şua, 2. Makam)

İnsan kendinde o ağacı tanıtan ve minyatürü olan bir fizik yapı, yaratılış ağacının bütün sanatlı güzelliklerine uzanan sınırsız duygular, kâinat denilen hikmet ve ilim kitabını merakla inceleyen muhteşem zihnî güçler taşır.

Hem insan özellikle yeryüzünde yaratıldığı ve Allah’ın yeryüzü halifesi olması hasebiyle üzerinde yaşadığı yerküre ile arasında çok benzerlikler taşıyor. Mesela insanın kafası, göz-kulak-ağız-burun gibi farklı tat, koku ve yoğunlukta sıvıların aktığı haliyle kaplıca, maden suyu ve normal suyun menbaı olan dağlara benzer. İnsanın kaslı gövdesi, damarları ve kan dolaşım sistemi ile yeraltı su nehirlerini, petrolleri ve ılıcaları içeren toprağa benzer. İnsanın kemikleri, iskeleti sağlayan ve etlerini üstünde tutan sert yapısıyla yerkürenin sırtında toprakları taşıyan kayalarına ve taş tabakalarına benzer. İnsanın tüylü derisi, canlı ve hisseden yapısıyla yeryüzünün canlı, yeşil, ekolojik örtüsüne benzer. İnsanın vücut kılları, dünyanın ormanlarına; vücudunda yaşayan mikroplar ve virüsler ise, yeryüzünün dış ve içindeki canlı floraya benzer. Bu yüzlerce ilişkiler, insanı dünyanın minyatürü olarak gösterir.

Gökyüzü ise insanın, gece ve gündüzü, dört mevsimi, fırtına ve şimşeği, yağmuru ve karı, güneşi ve sıcaklığı yaşayan duygusal yönlerinin benzeridir. Bu benzerlikten ötede ayrıca atmosfer hadiseleri ile insanın duygularının birebir bağı da vardır.

Uçsuz bucaksız görünen uzay ise, insanın zihin ve akıl yönünün genişliğini, derinliğini ve zenginliğini bildirir. Hatta güneş-ay-gezegenler, ışık verici ve yol gösterici hüviyetleri ile insan zihninin aydınlık seviyelerinin bilinçaltı ve bilinçdışı sembolüdürler. Ârifler, bir yıldız ve gezegen; âlimler, bir dolunay ve hilal; hikmet sahipleri ise, ışıl ışıl ve sıcak bir güneş hüviyetindedirler. Kur’an bu sembolik yönü Hz. İbrahim’in kıssası ve Hz. Yusuf’un rüyasını anlattığı En’am ve Yusuf Sûreleri ile açar.

Devam edecek…

Eymen AKÇA

Benlik Terbiyesi

İnsan “ ben ” diyerek kendini kâinattan ve Allah’tan göreceli olarak ayırabilme yeteneğine sahiptir.[1] Bu özelliğine Arapça’da “ ene ” denilir. Bu ben özelliğini kullanmaya “ benlik ” adı veriliyor. Kur’andaki Allah’a “ Ente ” ( Sen )  diye hitaplar, insanın “ Ene ” ( Ben ) diyebildiğini gösterir. Bu “ ben ” özelliğini kullanarak dış dünyayla irtibat kurma ve istifade etmeye ise Arapça’da “ enâniyet ” deniliyor. Enâniyet, nesneleri kendisine nispet etmekle fonksiyonunu ve kendi yapısını gösteriyor. “ Benim hayatım, benim evim, benim sanatım ” ifadelerinde olduğu gibi… Bu açıdan benliğin varlığının en net belirdiği nokta bu “ mülkiyet ” ve “ nisbet ” meselesidir. Bazı ideolojiler dünyada bütün kötülüklerin anası olarak bu mülkiyet hissi ve algısını gördükleri için “ Özel mülkiyet, şeytanlıktır ” derler. Onlar, benliğin hakikat ve hakka hizmet ettiği durumlarda sergilediği sayısız güzellikleri, vesile olduğu sonsuz hayırları ve keşfettiği derin manaları görmezden geliyorlar.

Psikoloji ve felsefe ise benliği, süper-ego olarak isimlendiriyor ve ele alıyor. Süper-ego, insanın şuur-üstü kimliğidir. Ki, Aristo’nun insan modelindeki “Zihinsel güçler” e karşılık gelir. Allahu Teala, bu yöne “Akıl” der. Bu yön ile insanlar kendilerini, çevrelerini, geçmiş ve gelecek zamanı çözmeye ve anlamaya çalışırlar. Bu arayış, onları Hakikat’e ve Nur’a eriştirir. Hakikat ve Nur ise, insan ruhu için dünyayı emniyet ve huzur dolu bir hayat kılar.

Kur’anda akıl için “Lübb” (hakikat, öz)[2] ve “Nühâ” (yanlışı sonlandırıcı)[3] ve benzeri seviyeler ifade edilir. Hem aklın, “ tefekkür ” (hakikat çekirdeğini varlık toprağı içinde arayıp bulma)[4], “ tezekkür ” (gerçeği inceleme ve güncelleme)[5], “ tedebbür ” (herhangi bir şeyin arka planını ve derinliğini düşünme)[6] ve benzeri işleme tarzları bildirilir.

Süper-ego insanın ve kâinatın yaratılış sırlarıyla doğrudan alakadar olduğu için benlik terbiyesi din nazarında çok önemlidir. Kur’an, karaktersiz, yalancı ve ciddiyetsiz olarak süper-egosunu berbad eden münâfıkları: “ Onlar, anlayışsızdırlar ” (Münâfikûn Sûresi, 3) diyerek yerer. Hem akıllarını kullanmayan herkes için şöyle der: “ Allah, akıllarını kullanmayanların üstüne bir murdarlık verir; onları leş gibi cansız ve kokuşmuş kılar. ” (Yûnus Suresi, 100) Hem aklî bir hastalık olup insanı kilitleyen ve onun gelişmesini engelleyen gururu şöyle eleştirir: “ İnsan kendini kendine yeterli görünce, azgınlaşır ve taşkınlaşır. ” (Alak Sûresi, 6-7)

Kur’an, aklın ilk hedefini ise, ilim ve hakikate ulaşma olarak gösterip şu teminatı verir: “ Yaratan hiç yarattığını bilmez olabilir mi?! O, ilim ve hakikat üzerine her şeyi yaratıyor. Allah her şeyin özünü ve hakikatini bilen Latîf; hem her şeyin maddi hayatının ve yaptıklarının farkında olan Habîr’dir. ” (Mülk Suresi, 14) Hem bu yükselişle ilim âlemine girenlere “Âlim” ve “Âlem” deyip şöyle över: “ Gerçek şu ki, Allah’a karşı tam bir hürmet ve sevgi hissi içinde olanlar, ancak âlimler kullardır. ” (Fâtır Sûresi, 28)

Kur’an-ı Kerim, ilimden daha ileri seviyeyi ise, hikmet ve hidayetle hakka erişme olarak gösterir. Hikmet ve hidayet, ilim denilen ilaç ve gıdayı zamanında ve zemininde, denge üzere kullanarak yaşamadır. Hem o ilim nurunu kullanarak sağlıklı bir bakışla yaşadığı dünyayı ve ondaki sanatı okumadır. Fâtiha Sûresi nefs-kalp-aklın, Latince ifadeleriyle id-ego-süperegonun yararlı, dengeli, verimli ve gittikçe güzelleşen halinin elde edilmesini, “Sırât-ı Müstakîm” (yükselerek giden etrafı kapalı ana yol) olarak bildirir. Hem bu yücelik yolunun talep edilmesini en büyük dua olarak şöyle yaptırır:

Ey Rabbimiz! Biz yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi sırat-ı müstakim olan o dengeli yola ve hayat tarzına eriştir. O yol ki, kendilerine nimet verdiğin peygamberlerin, hakikate erişmiş sıddıkların, hak yolunun şehidlerinin, yararlı ve barışçı insanların yoludur. Bizi aşırılık yaşayıp gazabına uğrayanlardan ve gerilik yaşayıp bu âlemde tutunamayanlardan eyleme! ” Hz. Peygamber (ASM) ise şöyle der: “ Fâtiha okunmadan kılınan namaz, namaz değildir.[7]

Namaz bu pencereden bakılınca denge duası, kendini dengeleme fiili, fizik-metafizik bağlantıyı yaşama tatbikatıdır. Allah der ki: “ Gerçek namaz kişiyi aşırı ve fâhiş işlerden, geri ve iğrenç hallerden men eder; böyle tavırları ve yönelişleri sonlandırır ve dengeye getirir. ” (Ankebût Sûresi, 45) Demek ki namaz, aklın ” nühâ ” yönünü besleyip güçlendiriyor. Bu özelliğiyle namaz, ömür boyunca süren bir ahlak yolculuğu ve ahlak kazanma fonksiyonudur.

Evet ahlak, bilgi ile kendini formatlamadır. Bu da, zihindeki bilginin duygulara işlemesiyle ancak gerçekleşebilir. İnsanın duygularına ise, ancak kutsal olan işleyebilir. Kutsallık ise, Allah’ın en büyük vasfı olup Allah’ın yarattıklarında ancak kutsallık adına yapılan şeylerde görünebilir. Bilginin kutsallaşmasının alameti ve en bâriz belirtisi, ahlak ve namazdır. Bu bilgi-kutsallık-namaz arasındaki kopmaz ilişkiden dolayı ilk inen sure olan ve “Oku! Düşün! Öğren!” cümleleri ile başlayan Alak Sûresi, namaz kılmayı engelleyeni bencillikle eleştirir ve azgın diye damgalar. Hem son âyetinde de şöyle der: “ Secde et, Rabbine yakınlaş! ” Demek namaz ve içerdiği secde, insanı bencilliğin dar kafesinden kurtarıp kudsiyetin geniş ve ferah ülkesine yükseltiyor; Kuddûs-u Mutlak’a yakın kılıyor.

Alak sûresinin ışığı altında bakarsak ilim, ibadetlerin özü olan şükür, sevgi ve takdir hislerini uyandırıp insanı aydınlatmıyorsa o bilgi yakıcı bir ateştir. Hem insanı hakikate değer veren, gerçeğe tâbi bir yaşantıya erişmek için bir değişime sokmuyorsa o bilgi bir musibettir. Hem insanı Cennetin sonsuz güzelliklerine uçan kutsal bir melek ve şefkat dolu bir ruh kılmıyorsa o ilim bir azaptır.

Eymen AKÇA

[1] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 14. Sözün 2. Makamı, 1. Sır.

[2] Kur’anda 16 âyette geçen bir ifadedir. Mesela Âl-i İmran, 190.

[3] Tâhâ Sûresi, 128.

[4] Haşir Sûresi, 21 ve benzeri âyetler.

[5] Kasas Sûresi, 43 ve benzeri âyetler.

[6] Muhammed Sûresi, 24 ve benzeri âyetler.

[7] Buhari, 765; Müslim, 394; Ebu Avane, 2/124; Ebu Davud, 822; Neseî, 909; Tirmizî, 247; İbn-i Mâce, 837.