Etiket arşivi: eymen akça

Niçin çocuklar günahsız oldukları halde acı çekiyorlar?

Bu şefkat dolu, son derece güzel ve çok önemli sorunun yüzlerce yönünden birkaç yönlü cevabı şudur:

Öncelikle çocukların karşılaşacağı en ciddi olay ölümdür. Hem çocuk hem ailesi açısından ölüm, dehşet verici bir olay görünümündedir. Bu tarz durumlarda nasıl davranılması gerektiğini bildiren en sağlıklı fikir ve duygu sahibi kişiler peygamberlerdir.

Peygamberler insanlığın yanılmaz ve yanıltmaz kılavuzlarıdırlar. Çocuk ölümleri konusunda da modellerimiz yine onlardır. Onlar içinden de özellikle peygamberimiz Hz. Muhammed’dir. Çünkü Onun Kasım ve Abdullah isimli 2 çocuğu Mekke’de vefat ediyor.

Hem Medine’de vefatına yakın son bir oğlu oluyor. İsmini İbrahim koyuyor. Fakat o da 3 torunu gibi hastalanıp vefat ediyor. Hz. Peygamber (ASM) bir an üzülüyor, ağlıyor. Sonra şöyle diyor:

Ey İbrahim, eğer tekrar buluşma vaadi olmasa, bu (ölüm) herkesin geçmek zorunda olduğu bir yol olmasa ve son gelenimizin ilk gidene yetişeceğini bilmesek, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok üzülüyoruz ey İbrahim! Göz ağlar, kalp hüzünlenir fakat ağzımızdan Allah’ın razı olmayacağı bir şey çıkmaz.”[1]

Eğer Âhiret ve sonsuzluk olmasaydı, çocuk ölümlerine ve acılarına kesintisizce üzülmek belki makul görünürdü. Amma ebedî ve sonsuz bir Âhiret hayatı var. Ve her bir insan bu ebedî âleme doğru akan bir hayatı yaşıyor. Bir gün ömür ırmağı ebedî Âhiret denizine kavuşacak…

Hem Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi çocukların hastalık, bela ve musibetleri onları gelecekte karşılaşacakları hayatın zorluklarına karşı alıştırıyor, hazırlıyor; bu manada bir aşılama hükmüne geçiyor; hem onların canlılık sistemlerine güç ve direnç kazandırıyor. (Lem’alar, 25. Lem’a, 24. Deva)

Nietzche’nin dediği gibi “Beni öldürmeyen bela ve darbe bana kuvvet kazandırır.”

Ayrıca hastalık ve belalar anne-babaların uyanmalarına, çocuklarına hakkıyla göstermedikleri ve vermedikleri şefkat ve merhameti sunmalarına vesile oluyor.

Bu hastalığın verdiği ve gösterdiği özel ilgi, şefkat ve merhamet o çocuğun kalp, ruh, vicdanını hatta zihnini öyle besliyor ve büyütüyor ki yüz hastalık acısı o tatlı ve güzel ilginin yanında az kalır. Bunu herkes hissedip anlayabilir.

Hem Üstad Bediüzzaman’ın tesbit ettiği üzere bazen hastalıklar, bela ve musibetler çocukların haylazlıklarının neticesidir. (Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, Hâtime) O vakit işledikleri suçun bir çeşit cezasını çekiyorlar. Mesela bir çocuk kendi bacağına dokunulduğunda feryad ettiği halde gitse, bir civcivin bacağını acımasızca koparsa, zavallı hayvanı ömür boyu ızdırap içine atsa, elbette tokada müstehak olur.

Eymen AKÇA

[1] Buhârî, Kitâbu’l-Cenâiz, bab: 152, 162; el-Âmire tab’ı,

  1. II, s. 80, 95 ve diğer kaynaklar.

Bir Yaratıcı var. Ama niçin acı çekiyoruz?

Bu güzel ve önemli sorunun yüzlerce cevabından bir cevabı şudur: Hayat, öğrenme ve öğrendiğine göre hareket etmeden ibarettir. İlk aşamaya, “tâlim”; ikincisine ise “terbiye” denilir. Tâlim kısmı, tatlıdır. Fakat terbiye kısmı, zor ve sancılıdır. Kur’an bu ruh terbiyesini temelde 2 şekil olarak sunuyor: a) Cihad… b) Sabır… [1]

Cihad, öncelikle fikir ve beyin gayreti gösterme; kendi iç dünyasında tembellik, zihin dağınıklığı, yorgunluk, bencillik, gurur, kibir, hastalıklar, bahaneler gibi yüzlerce engeli aşıp herhangi bir konuda % 100 kesinlikte bilgi sahibi olma çabasıdır.1 Bu kesin bilgiye “hakikat”; hakikatin verdiği aydınlık ve güven dolu hale “yakîn” denilir. Sonrasında ise cihad, hakikati başkalarına yaşayarak anlatma ve bildirme çabasıdır.[2] Cihadın bu aşamasında diğer insanların iç engelleriyle savaşılır. Bu savaş kişiye öğrendiklerini devamlı güncelleme, zihninde işleme, o mevzunun detaylarına inme, bütün duygularıyla hakikate odaklanmayı netice verir.

Cihad kişinin olgunlaşmasının en acısız yoludur. Bu fikir savaşı esnasında dar anlayışlılar onu öldürebilirler (birçok peygamberde olduğu gibi) veya ona işkence edebilirler (her peygamberde olduğu gibi)… Bu cihadı yapmayan kişi sabır fırınında pişirilir, olgunlaştırılır. O da “Sizi biraz korkuyla, biraz açlıkla, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile belalara uğratacağız. Bunlara sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155) âyeti ile anlatılır. Belâ, kelime kökü itibariyle, bir nesneyi çürüten olay, madde ve yapı demektir. Çürüme realitesiyle bu âyet, bir benzetmeye kapı aralıyor. Çekirdeğin çürüyerek ağaç olma yolculuğu… Kur’an Tin suresi ile bildiriyor ki, insanlar karakterleri ve yapıları itibarıyla ya incir çekirdeğine veyahut zeytin çekirdeğine benzerler. İçe dönük karakterler, incir; dışa dönük karakterler ise, zeytin gibidirler…

Cihad, bu ruh çekirdeklerinin kendilerinin kendi iradeleriyle filizlenme çabası; kabuğundan sıyrılıp evrensel bir ruh ve kişilik kazanma gayretidir. Sabır ise, filizlenmek istemeyen, tembel ve gayretsiz çekirdekleri Allah’ın filizlenmeye zorlaması, onların kabuklarını kırması veya inceltmesidir. Cihad ve sabır neticesinde o ruh çekirdeklerinden manevi bir incir ağacı ve zeytin fidanı açığa çıkar. Böyle ağaç ve fidan olanlara Tin suresi, Hz. Musa’yı ve Hz. İbrahim’i (Aleyhimesselam) misal verir.

Nasıl ki her bir çekirdek, bir projedir, bir teoridir; gerçek bir ağaç değildir. Aynen öyle de bu terbiyeye girmemiş her bir insan dahi gerçek insan değildir. O, henüz rüşdünü ispat edememiştir. Bu yüzden de gerçekler üzerine kurulmuş bu dünyada böyle insanlar tutunamazlar, yapamazlar. Gerçeği görmenin verdiği sonsuz mutluluğu elde edemezler. Hakka tabi bir hayatın, ebedî saltanatına erişemezler.

Eymen AKÇA

[1] Muhammed sûresi, 31; Âl-i İmran, 142.

[2] Ölümle neticelenen savaş ve mücadeleye, Kur’anda cihad değil, “kıtâl” denilir.

Saadet Çiçekleri

* İnsan kendi acz ve fakrı dışında, şuur ve kalbi vasıtası ile diğer mahlukata bağlı olduğu için, bir açıdan her şeyin acz ve fakrı onun acz ve fakrı gibidir. Ve bunu mahlukatın hallerine üzülmesi ve sevinmesi ile de gösteriyor. İnsanın, şuurunda olarak diğer insanların acz ve fakrlarının giderilmesini görmesi ve şefkatle onlar adına sevinmesi kudsi, nezih bir haldir. Buna “ Ferâh-ı Münezzeh ” ve “ Sürûr-u Mukaddes” denilir. Bunlar “ Allah’ın Ahlakıdır. ( 2. Söz )

* Bahtiyar ve tali’siz: Bahtiyar, Farsça bir kelimedir. Baht yani felek lehine dönen demektir. Arapça’da buna “ tâli’ ” denilir. Yani dünyasında güneşi doğan… İnsan, kendi şuuruna ( hod, ene ve ben’ine ) güvenirse, ezelden ebede uzanan bir vücud aleminde zifirî karanlıkta parıldayan bir yıldızböceği gibi olur. Eğer Allah’a ve Onun güneş-misali Zâtına, şuuruna ve ilmine güvenir, iltica eder, sığınır, dayanır ve onunla boyanırsa, sermedî bir ışık ve nur bulur. Geçmiş-gelecek ve hâzır zaman ile, bütün mekanlar o Nur-u İlâhî ile aydınlanır. Allah’ın emirleri, böyle sermedî bir şuur ve nurdan geldiği ve böyle nurlar verdiği için, Ona uyanın dünyası aydınlıktır. Hakikat Güneşi ona doğar. O da, O Güneş’in ışığı ve ısısı altında huzur, emniyet, sürur, ferah içinde ebediyete yürür, saadete koşar. İşte Üstad bu bahtiyar ve tali’siz ( bedbaht ) kelimelerini Küçük Sözler’de sıklıkla kullanır. “ Sağ ” yolun yolcusu olanları “ bahtiyar ”, “ sol ” yolun yolcusunu ise “ tali’siz ” olarak ifade eder. Bu iki ifade de Kur’an-ı Kerim’in tabirleridir. ( Beled Sûresi, 18-19; Vâkıa Sûresi, 8-9 ) Evet yol, ikidir. Başka yol yoktur: Ya ân için, lezzet için, bencilce bir yaşam için, varlık için, madde için, mülk için yaşarsın; veya sermediyet için, saadet için, kudsî ruhanî bir yaşam için, ebedî bir varoluş için, mana için, melekût için yaşarsın. (3. Söz )

* Namaz, insanı ilm-i İlâhî ile ve gayb ile irtibattar kılar. Kâinata dair sindirilmeyen veriler birer felsefî kusmuktur; mide bulandırır. J. P. Sartre gibilerin yazdıkları “ Bulantı ” lar insanların âlemini karartan “ aklî ”[1] bir mâlûmât yığınıdırlar. Oysa Bediüzzaman gibiler, namaz ve kullukla sindirilen bilgileri, bir biliş ve ilim kılıp kendi dünyalarını aydınlattıkları gibi kaleme aldıkları “ Lemeat ” ( Parıltılar ), “ Şualar ” ( Işınlar ), ve “ Tuluat ” ( Doğuşlar ) gibi nurlu eserlerle insanları da aydınlatmışlar. Hem de onların akıl, kalp ve ruhlarını ilim ile doyurmuş, beslemişler. Yavrusuna kusmuklu yem yediren kuş gibi olmayıp ( Sartre ve Albert Camus gibi ), hazmettiği gıdalardan oluşan süt ile kuzusunu besleyen koyun gibi olmuşlar. Evet, müellif ve yazar insan, bir mürşid âlimdir. O, insanı Hakikat’e çağıran bir âlim ve Hakk’a götüren bir mürşiddir. ( 5. Söz )

[1] Hakiki ilim, akılda “ sûret ” i, kalpte “ hakikat ” i bulunan ve akılla, suretine nazar edilen; kalple, hakikati müşahede edilen ilimdir. Kalpsiz bir akıl, karanlık fotoğraf arşivi temin eder. Oysa hakiki ilim, Güneş gibi bir ışık ve hararet verir. ( Lemeat )

Kaynak: Eymen ve Belkıs Akça / Saadet Çiçekleri Kitabı