Etiket arşivi: fakr

Aslolan açlıktır

Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse… Alâk sûresi, 6-7.

Bana şöyle geliyor: Mülkümüz tokluk değil açlıktır. Tokluk geçici bir haldir. Aslolan açlıktır. Allah en çok neyin kıymetini bilmemizi isterse bizi ona acıktırır. Tekrar be tekrar acıktırır. Ona dair herşeyi tadımlık kılar. Acıkmak kaybetmektir çünkü. Kaybetmek aramanın başıdır. Her nimet bir açlığa mukabildir. İnsan ihtiyaç duymadığı (veya duymadığını sandığı) şeyden yapılan başığı nimetten saymaz. En güzel sofralar dahi tokun istiğnasını sarsmaz.

Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar eder ancak lazımımız olduğunu. Eksikliğinin yokluğu hatırlatır varlığını. Bu nedenle ‘nimet’ kelimesine bir tanım getirdiğimizde, yalnız ‘faydalı’yı değil, ‘lazım derecesinde faydalı’yı da kullanmalıyız.

‘Lazım’ ile ‘faydalı’ arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksiltendir.

Bu kulakla dinlersek; “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” emr-i Kur’anîsi diyor ki bize: Dikkatli olun. ‘Lazım’ için çıktığınız yolculuk ‘faydalı’ya uğradıktan sonra (çünkü lazım olan herşey nihayetinde faydalıdır) müptelası edip israfa düşürmesin. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Ne güzel. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Aman maşaallah. Fakat sakın lüzumun mükafatını lazımın kendisi sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et’imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Sağlığınızın bozulmasından dahi azaldığınızı farkedersiniz. Mürşidim nasıl tarif ediyor onu 19. Lem’a’da:

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

Dedik ya başta: Her nimet bir açlığa mukabil. Kumruya aslanlara layık et versen makamında değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa ona yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağlasan severler mi sanırsın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü ‘ihtiyaç’a bakıyor. Muhtaç edildiğin kadar edinebilmeyi öğütlüyor. Görebilirsek.

Ve görebilirsek, Allah’ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: “Ey insanlar ve cinler topluluğu ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?” Öyle ya. İhtiyaçlar inkâr edilmezdir. Nimeti ihtiyaç penceresinden okuduğunuzda nimetler de inkâr edilmezdir.

Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir.”

O mübarek sûrede sayılan mübarek şeylere dikkatle baksan göreceksin ki: Olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur’an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun, farkedemiyorsun.

Ey imtihana gelen arkadaşım, sen, Allah’ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz’de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu biraz da böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen, o gözle bakabilirsen.

Sen Allah’a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Sen Allah’ı ihtiyaçların sayısınca bilebilirsin. Sen Allah’a ihtiyaçların sayısınca dua edebilirsin. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin, arayabileceğin, görebileceğin. Demem o ki: Ancak ihtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var.Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur.” Yani ancak böyle Rahman u Rahim’e doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah’ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?

Ahmet Ay – hicbisey.com

Kendini dağlarken onları çağırıyorsun!

Hepsini denedim ama ancak bir derdim olduğunu kabullendikten sonra iyileşmeye başladım.” Paulo Coelho, Aldatmak’tan.

Kanaatimce mürşid ‘yarası olmayan insan’ demek değildir. Yaralarının ve devalarının farkında olan veya en azından arayan, çoklukla buldurulan ve yenilerini çağıran insandır. Kulluğun yaraları hiç geçmez çünkü. Acz bir yaradır. Fakr bir yaradır. Merhamet bir yaradır. Aşk bir yaradır. Bir yerde okuduğum gibi: “Yaralarımız sonradan edindiğimiz duyu organlarımızdır.” Bunlar geçerse azgınlaşırız. (Şüphe yok ki insan elbette azar. Kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görünce… buyuran Alâk sûresi bu dersi ne güzel verir.)

Gaflet veya küfür dediğimiz şeyler ‘yarasızlık’ değil ‘yaralarının farkında olamamak’ veya ‘kabul edememek’tir. ‘İhtiyaçtan kurtulmuş görünce’dir yani. Kurtulma değildir. Bu noktada, irşad olunan da, mürşidinin karşısına yaralarının farkına varmış olarak geçer. Mutsuzluğunu kucağına almış olarak gelir. İrşad olanın mürşidden farkı derdini biliyor ama devalarını bilmiyor oluşudur. Devaların cinsi de muhteliftir. Bazısı hava gibidir. Solur gibi muhtaçsındır. Bazıları su gibidir. İçer gibi muhtaçsındır. Bazıları nur gibidir. Aydınlanır gibi muhtaçsındır. Bazılarına duyulan ihtiyaçsa daha seyrektir.

Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ… Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.

Yaranın cinsine göre devanın kullanım sıklığı da değişir. Fakat yine altını çizmek istiyorum: Yarasızlık diye birşey yoktur. Yara hastalık değil kendimizdir. Sınırlarımızdır. Faniliğimizdir. Varlık şeklimizdir. Hem mürşid adına hem mürid adına. Yani mürşid bütün yaralarını iyileştirmiş ve aşkın insan olmuş (veya Niçe’nin tabiriyle ‘üst insan’ olmuş) bir canlı olarak nirvadan konuşmaz sizinle. (İnsan-ı kamil asla bu anlama gelmez bizde.) Yanınızda ve yaralarıyla ‘içinizden birisi’ olarak konuşur. ‘İçinizden birisi’ kalarak konuşur. Kendi yaralarının farkındalığı, sizin acınızı anlaması ve merhamet etmesini sağlar. Tevbe 128 ‘mülkün güzelliği’ aleyhissalatuvesselam ile bize bu dersi ne güzel aktarır:Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. Elbette merhametlidir. Yaraların acısı nicedir biliyor çünkü. O bizim en çok imtihan olanımız. En diri sabırlımız. En yaralımız. Bu yüzden şifalarına bizim de kavuşmamızı istiyor.

George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar’da bir çocuğun dünyasına girmenin ancak anılar vasıtasıyla olabileceğini söyler:

İnsan bir çocuğun gerçekte ne hissettiğini ve düşündüğünü bilmenin müthiş zorluğuyla karşı karşıya. Oldukça mutlu gözüken bir çocuk aslında açığa vurmayacağı ya da vuramayacağı korkunç şeylerden mustarip olabilir. Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan, kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor.

Ben Orwell’ın bu düşüncesinin irşad faaliyeti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir mürşidin başarısı irşad ettiği insanla yaşayabileceği empatiye bağlıdır. İrşad zaten budur. Onun gibi olan yanlarını/yönlerini, belki insandan insana uzanan dertten ve yaradan yollarını keşfedip, kendininkini deşerken ona da dokunmaktır. Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez…” cümlesini böylesi bir ‘gönülden gönüle yol’ olarak da anlayabiliriz.

Hadi biraz bilim kurguya sapalım: Yaralarımız birer karadelik gibi ‘ben’den ‘ona’ sıçrama yapmamızı sağlar. İçimizde solucan delikleri gibi çalışırlar. Nefsinde ıslah, başkasında da o nefse benzer bir nefis bulunduğu için, senden ona uzanan yoldur. Kalemi kendine batırdıkça karşındakinin de kalbine dokunursun. Ne kadar derine batırırsan o kadar yaralı insan inleyişini işitip etrafında toplanmaya başlar. Bu can yanması tanıdıktır çünkü. İçindeki insana dokunmak ‘asl-ı insan arşına’ dokunmaktır.

Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.

Yaralarını bu yönüyle sevebilirsin. Onlar sayesinde herkesleşiyorsun. Daha çok insan oluyor ve daha çok insanı anlayabiliyorsun. Ve yine o dolmayan boşluklar seni Allah’ı aramaya itiyor. Yazdıran da onlar, düşündüren de. Kendi içindeki o boşluğa düştüğün zaman dalgınlığa kapılıyorsun. En güzel cümleler o zaman yazılıyor. Onsuzluğun boşluğundan Onun varlığına kaçış, ‘istiaze/sığınma’ sırrı, böyle birşeyin ifadesi biraz da belki. Kış Günlüğü’nde “Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?” diyen Paul Auster da buna dokunuyor fakat tanımlayamıyor. Tanımlayacak inanç onda yok.

Göklere ve yerlere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım…” sırrınca, kalbinde, ancak bir sonsuzluk sahibinin marifetiyle dolacak kara delikler var. Ne kadar dünya, hatta dünyalar bastırsan; ne kadar kanını akıtsan, bağırsan, çağırsan ‘oh’ demez, dolmaz, bıkmaz o. Cehennem gibi “Daha yok mu?” diye sorar.

Sahabilerin irşad başarısını biraz da bu şekilde anlayabiliyorum. Cahiliyeden sonra İslam’ın sadasıyla uyanan o güzel insanlar ehl-i şirkin yaralarını ve şirkin psikolojisini çok iyi bildikleri için irşadları da bu kadar güçlüydü belki. Muhataplarının yaralarını çok iyi biliyorlardı. O yaralarla bir zamanlar kendileri de yaralıydılar.

Bediüzzaman’ın bir Kur’an tefsiri olarak tanımladığı Risale-i Nur’da kendi hatıralarını bu kadar çok anlatmasını da biraz buna bağlıyorum. Kendi kalbine kalemini batırmak bu. Önce kendi yaranı kanatmak. Kanının kokusunu alan diğer yaralılar toplanıyorlar etrafına. Kendini dağlarken onları çağırıyorsun. “Ben yaramı böyle iyileştirdim!” demek aslında biraz da yaralarından bahsetmektir. Yaralarının varlığını kabul edip yüzleşmektir. Zaafını görmekten korkmamak, ‘mış gibi’ yapmamaktır. İçimizden biri olmaktır yaralarıyla. Yarasını kabul etmeyenin bu yerde yeri yok. Ne boşuna yazsın, ne de dinlesin/okusun. Irvin Yalom’um Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar.

Ahmet AY – Risale Haber

Kendini Anlamak

Hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun, ruhunda iz bırakan bir takım özlem ve beklentilerle doludur insan.

Yapmak isteyip yapamadığı, söylemek isteyip söyleyemediği, bakmak isteyip bakamadığı o kadar şey vardır ki benliğini saran, zihnini meşgul eden, âdetâ içinde yıllarca barındırdığı sırlar yumağıyla ebedî yolculuğa uğurlanacak, ama hiç kimseler bilmeyecek, duymayacak, anlamayacak, derman olamayacak…

Sığınacak Rabbine bütün içtenliğiyle Yusuf peygamber gibi, iffetin nezih zirvesinde bayrak açacak tüm evrene ve seslenecek tüm haya yoksunu zavallılara, açacak en saf duygularla ellerini semâya ve duracak en yüce divana, gözünü dikecek tek bir hedefe ve istikamete ve bekleyecek BİR ve TEK olanın hükmünü… Bekleyişi ve sığınması öylesine umutlu olacak ki, gözünde ne muammâ hâli, ne umursanmaz dertleri, ne anlaşılmaz duyguları ve ne de ortaya koyamadığı yüreği elinde kalacak, sadece ve sadece ufka dikecek gözlerini, kendisini anlayacak BİR’i bekleyecek ve O’na yönelecek.

Kim bilir, belki de bu yönelişi de anlaşılmayacak birileri tarafından, ızdırap ve çilelerle dolu bir hayatın anlaşılmaz film senaryosu ukbaya kalacak ve âhiret yurdu sakinlerince ancak anlaşılabilecek!

Cennetü’n naîm ya da Cennetül firdevsi kazanmak adına teslim etse de cismini köle tüccarı (!) kervancılara, ruhunu teslim etmeyecek, abdi, kölesi kalacak Ma’bûd-u mutlakın son nefesine dek tüm zerreleriyle…

Kimi zaman olur ki, en yakınındakine bile açılamazken, en uzak görülenle teselli bulacak meşrû dairede, paylaşabilecek içindeki tüm benliğini, güç verecek, güç alacak, belki de yine anlaşılmayacak dünyaların insanı olarak kalacak, yaralarını sarmak için yeni yaraların açıldığının farkına varsa bile, çaresizliğin (oysa o çaresizlik, çarelerin dermanına ulaştıracak en güçlü vesile olmasına rağmen) çaresini arama yolunda heba ettiği özüne yeniden dönecek, acz, fakr, naks ve kusurla âlude ruhundaki boşlukların bir bir doldurulması gerektiğine inanacak en sonunda.

Evet, ruhlar ve gönüller!.. Ne esrarlı âlemlerin birer unsurudurlar ki, anlaşılmadıkları ve uyuşmadıkları birileri tarafından çarçabuk kenara konabilen, gözden çıkarılan varlığının, duygularının, beklentilerinin, algılarının ve topyekun maddî-mânevî mevcudiyetinin BİR ve TEK tarafından sahiplenmesiyle, merhamet ve şefkatle sevk ve idare edilmesiyle yeniden yörüngesinde mütevekkil bir duruşun ve gidişin ruh sükûnetine bürünmesi ve teslimiyle hayat bulmasına mesrur olacak.

İnsan denen bu esrarengiz varlığın sırlarını açmadan, ön yargılardan ve anlaşılmaz tutumlardan kaçmadan, hayatı hayat gibi, memâtı memât gibi yaşamadan, madde ötesine ulaşamadan, benliğinden sıyrılıp on sekiz bin âleme taşamadan, ruh ve gönül dünyasına yanaşamadan içindeki hasret hiç bitmeyecek!

Sizi anlamak istemeyenlerin veya anlamakta zorlananların ne hükmü var ki hayatınızı rahmetiyle kuşatanın yanında?

Sizi anlayanlar da yok değildir kuşkusuz. Bırakın takdir edilmeyi bir yana, varlığınızı hissetmeleri bile dünyaya bedel. Paylaştığınız doyumsuz sohbetlerin, lâhûtî nefeslerin, hoş kokulu atmosferin, dostluğun, kardeşliğin, kadirşinaslığın paha biçilmez anları, hayatınızın tek tesellisi olacak. Hayatı sarıp sarmalayan mutlu bir dünyanın aktörü olmak Allah’ın bir lutfu olsa gerek.

Peki ya biz? Anlayabildik mi bin bir çilenin sahiplerini? Hırs ve kıskançlık dünyasına kendini hapsetmiş olsa bile, bizden beklenti içinde olanları? Hiç sorguladık mı masumca duyguların, kırık gönüllerin meşrû isteklerin, sessiz dileklerin yakaran dilini?

Bencilliğe bencillikle mi karşılık verdik, yoksa engin gönüllere yakışan bir tavır mı sergiledik?

Belki de hiç düşünmedik, fedakârlığı tek taraflı olarak yapmamız gerektiğini… Bocaladık durduk sorgulanmış ve şartlanmış düşüncelerin kıskacında, ya da bunalıma girdik kabullenemediğimiz davranışların, tavırların, tutumların, söylemlerin hayal kırıcı tezgahında!..

Ne tam olarak anlaşılabildik sevdiklerimiz tarafından, ne de nüfuz edebildik onların ruh dünyalarına, çocuksu davranışlarına, anlaşılmaz görünen beklentilerine…

Hayat bizi öylesine sürükledi ki kumsalların ıslak zeminindeki farklı boyutlarına, haykıramadık sevgilerimizi bile, terennüm edemedik dostluğun büyülü rüyalarını, okuyamadık paylaşmanın doyumsuz romanını…

Öyle bir an gelecek ki, yol bitecek, yolculuk tükenecek. Sonsuzluk ülkesinde yaşamak üzere tehir ettiklerimizin hasretiyle ve beklentisiyle kudreti sonsuza dayanmaktan başka yol kalmayacak ki!..

Ya bir de, cennet yamaçlarındaki kurulu meclislerin sohbetleri olmasaydı? Bencilliğin, kıskançlığın, anlayışsızlığın, vurdumduymazlığın, egoizmin kıskacından arınmış, sadece ve sadece hoşnutluğun, anlayışın, güzelliğin, sonsuzluğun sınırsız olarak sergilendiği ve yaşanacağı cennet hayatının ve yeniden dirilişin sonsuzluk ülkesinde sonsuzluğa adanmış olanlarla buluşmak olmasaydı, halimiz nice olurdu?

İsmail AKSOY

Nefisperestliğe Sevk Eden Sebepler ve Çareleri

Peygamberimiz (sav) insanın en büyük düşmanının “nefis” olduğunu ifade ederek, “Allah’ım sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimin eline bırakma!” diye de dua etmiştir. Hz. Yusuf (as) Züleyha ile imtihanını, Allah’ın rahmeti ve delili görerek kendi lehine çevirdikten sonra, “muhakkak ki, nefis kötülükleri emredicidir” demiştir. Bu ve benzeri nasların teşvikiyle müminler her zaman, “Ya Rabbi sen bizi nefs-i emmarenin şerrinden koru” diye dua etmeyi önemli bir gaye haline getirmişlerdir. Yine Hz. Muhammed (sav) bir savaştan sonra,”Biz küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuştur. Bütün bu ve benzeri ifadeler, nefsin insanı kötülüklere teşvik eden özelliğine işaret ediyor. Bu haliyle nefs-i emmare, şeytanın arkadaşı olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamlar gözönüne alındığında, “nefisperestlik”, kötülükleri isteyen nefsin arzularına boyun eğmeyi ifade etmektedir. 

Nefisperestlik, bir anlamda insanın “dünyaperest” olması manasına da gelmektedir. Bu ise, insanın -Said Nursi’nin ifadesiyle- geçici ve elemlerle dolu ve “kömür” değerinde olan dünyayı, daimi ve “elmas” kıymetinde olan ahirete tercih etmesi demektir. Ki, bu tercih Kastamonu Lahikası’nda, ahirzamanın en önemli özelliği olarak ifade edilmektedir. 

Biz bu çalışmamızda insanın niçin nefisperest olduğu sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. Acaba insan neden nefisperest olmakta ve dünyayı ahirete tercih etmektedir? Nefisperestliği büyük manevi hastalıklardan birisi olarak kabul edersek, bunun tedavisi nasıl olabilir? 

Nefisperestliğin sebeplerinden birisi şudur; insan nefsinin az, elemli, geçici bir lezzeti, daimi ve elemsiz bir lezzete -sadece birincisini “peşin” gördüğü için- tercih etme özelliği vardır. İnsanoğlu nefsin bu aldatmacasını, bir üzüm yiyip on takat yedikten sonra bile farkedemeyecek kadar gaflet içerisindedir. Çünkü peşin ücret için alınan anlık bedensel haz ve lezzetler, aslında “zehirli bir bal” olduğu için, insanın istikametli düşünmesini engellemektedir. Özellikle ruh, akıl, kalp ve sırrın dairesine hiç girmeyen ve her zaman sadece bedenin dairesi içinde kalan, insan olduğu halde insani özellikleri kullanmayan kişilerin, bu anlık, elemli lezzetleri bırakıp ebedi lezzetler olan kalp, akıl ve ruhun dairesine girmeleri ancak, “tefekkür ve zikirle” mümkün olmaktadır. Kur’an birçok ayetinde insanı tefekküre ve zikre teşvik etmektedir. Kur’an’ın teşvik ettiği tefekkür ve zikirle insan kendini ve kainatı tanıyacak, Rabbini bulacak ve bununla ebedi lezzetlerin menşeine ulaşacaktır. Emirdağ Lahikası’nda dikkat çekildiği gibi, insanın nazarını sadece dünyaya hasretmesi ona manevi bir sarhoşluk vermekte, kalp, ruh ve aklın daimi lezzetlerine olan ihtiyacı unutturmakta, insan da bunların yerine nefsin teşvik ettiği bedensel, fani ve elemli hazların peşine düşmektedir. 

Nefisperestliğin sebeplerinden ikincisi; bu asırda insanların dünya sadece hayatını medeniyet fantaziyeleriyle geçirme düşüncesine aldanmalarıdır. Bu uğurda insan din ve namus gibi mukaddes değerlerini bile rüşvet olarak verebilmektedir. Bu anlayışa göre insan için hayatını güzelce yaşamak, gününü gün etmek uğruna her şey mübahtır. İnsanı bu şekilde düşünmeye ve yaşamaya sevk eden unsurların başında çevre faktörü gelmektedir. Yani birlikte olduğu arkadaşları, medya, sinema… Kur’an bazı insanların Allah’a, “Ya Rabbi, bize sadece bu dünyada iyilik ver!” diye dua ettiklerini, bu gibi insanların ahiretten bir nasiplerinin olmadığını beyan etmektedir. Bu, nefisperestliğin bir sonucudur. Hayatı, sadece bu geçici dünya hayatından ibaret zannedenler bu şekilde dua ve temennide bulunurlar. Böyle insanlara çevre faktörü de yardımcı olur. Bu tür insanlar, Allah’ın kendilerine yanlış yoldan dönmek için “mühlet vermek” maksadıyla ömür bahşettiğinin farkına da varamazlar. Buna karşılık bazı kimseler ise, “Rabbimiz bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette iyilik ver!” diye dua ederler. Bunların hem bu dünyada “helal dairesinde” nasipleri vardır, hem de ahirette. Hayvanlar bu dünya için yaşarlar. Ama insan her iki dünya için yaşar. Bu dünya ahiretin bir tarlasıdır. Bu yüzden nefsin ve şeytanın bu dünyayı süslü, güzel ve cazibeli göstermesine aldanmamalıdır. Sadece dünya için çalışmak bizi ahiret mutluluğundan mahrum edeceği gibi, dünyada da tam ve elemsiz bir lezzet almamızı engeller. 

Nefisperestliği teşvik eden faktörlerden üçüncüsü; insanın asıl gayesinin “teşebbüh-ü bilvacib” olduğunu söyleyen dinsiz felsefi anlayışın yaygınlaşmasıdır. Otuzuncu Söz’de, “ene” bahsinde konu çok dakik bir şekilde ele alınmaktadır. Buna göre felsefe, “teşebbüh-ü bilvacib, insaniyetin gayet-i kemalidir” prensibiyle insanları Allah’a benzemeye teşvik etmektedir. Bu teşvik, Kur’an’ın ve Peygamberimizin emirlerine uymak olarak ifade edebileceğimiz, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı” değil, O’nun Zatına benzemeyi ifade etmektedir. Bu batıl görüş gönümüzde, “insan potansiyel tanrıdır” fikrinin doğmasına sebep olmuştur. Kur’an’da “nefsini ilah edinen insan” nitelendirmesine bu temelsiz düşüncenin peşini takip edenler düşmektedir. Hatta bu, günümüzde Batı kaynaklı “kişisel gelişim” kitaplarındaki bazı fikirlere de kaynaklık etmektedir. Bu tür kitapların bazılarında insanda “sınırsız güç” olduğundan bahsedilebilmekte, çok dindar kabul ettiğimiz bazı kimseler de buradaki tuzağın farkına varmayarak ehl-i iman arasında bu insanı şirke götüren fikri yayma yanlışlığına düşmektedir. İnsan böyle bir düşünceye inandırılmak istenmektedir. Bu fikir, “teşebbüh-ü bilvacib” ya da, “insanın potansiyel tanrı olduğunu” iddia eden fikirlerin uzantısı görünümündedir.

 Halbuki böyle bir akıl yürütme tarzı, insanın ibadet etmesini netice veren onun “sınırsız acizliği, fakirliği ve noksaniyeti ile” tezat oluşturmaktadır. İnsan sınırsız güç sahibi değil, sınırsız acz ve fakr sahibidir. Bunun farkına varan bir insan gücü sınırsız olan Allah’a, zenginliği sonsuz olan Yaratıcıya sığınma, ona kulluk etme ihtiyacı duyar. Bununla da -Yirmi Altıncı Söz’ün sonundaki Zeyl’de ifade edildiği gibi- “mahbubiyet” makamına, yani Allah’ın emirlerini yaptığından O’nun tarafından “sevilme” makamına erişmiş olur. Kendinde sınırsız güç vehmeden insan ise, nefisperest olarak, Allah tarafından sevilen değil, nefret edilen biri muamelesi görüp, uçuruma yuvarlanacaktır.

 Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ında izah edildiği gibi, insan kendi nefsini kendine “mabud ve mahbub” yapar. Yani nefisperestlik yaparak, kendi nefsine tapar ve nefsini Allah’tan daha fazla sever. Nursi’nin ifadesiyle kendi nefsine “Rububiyet” verir. Halbuki, insan nefsi bir Rab olarak kabul edilemez, mabud ve mahbub olamaz. Çünkü sevginin sebeplerinden hiçbirisine insan nefsi, insanın kendisi sahip değildir. Nursi’ye göre sevginin sebepleri, kemal, menfaat, lezzet, güzellik, hayır gibi şeylerdir. Acaba insan bunlara sahip midir? Hayır. İnsanın sahip olduğu şeyler, kusur, naks, fark ve aczdir. Karanlık ne kadar koyu olursa, ışık o kadar parlak olur. İnsan da kendisindeki acz, fakr, kusur ve naksı ne kadar çok hissederse, zıtlık itibariyle Celal sahibi Allah’ın sonsuz Kemal, Cemal, Kudret ve Rahmetini fark eder, anlar, derk eder. Buna göre nefisperest insan kendisini zıtlık kuralıyla Allah’ın kemal sıfatlarını gösteren, yüksek bir makam olan “ayinedarlık” makamından, “Rab” makamına çıkarmış olmaktadır. Böylece Kur’an’da büyük bir zulüm olarak ifade edilen “şirk”in içine düşmektedir. Buna göre insan nefsini bir ilah derecesine çıkarmış olmaktadır. Halbuki, mabud ve mahbub edinilen, nefis gibi put haline getirilen bütün nesneler, insan nefsi açısından mabudiyetten uzaklık noktasında farklı değildir. Cahiliye döneminde tapılan putlar cansızdı, nefisperest insanın taptığı nefis putu ise canlı bir put olma özelliğini taşımaktadır.

Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşince Dal’ının Birinci Meyvesi’ndeki izahlar, nefisperestliğin tedavi yolunu da göstermektedir. Buna göre, insan nefsi, kusur, naks, fakr ve aczden yoğrulmuştur. Bu yüzden sevginin sebepleri olan kemal, menfaat, lezzet ve hayır gibi şeylere gerçek anlamda sahip değildir. İnsan kendini bunlara sahip zannetmektedir. Öyleyle insanın kendi nefsini, nefisperestlik ederek mabuda layık bir şekilde sevmesi ve onun emrine girmesi doğru değildir. Bunun sonucunda insan nefsini sevmemeli, ona düşman olmalıdır. Çünkü nefs-i emmare, insanı kötülüklere sürüklediği, kötülükler de insanı cehenneme götürmeye sebep olduğu için insanın düşmanıdır. Bu haliyle böyle bir düşmana sevgi beslemek, ona dostluk elini uzatmak, insanın bilerek kendini bir uçurumdan atmasından daha feci bir durumdur.

Peki ne yapmalıdır? Nefse acımalıdır ve mutmainne olduktan sonra ona şefkat etmelidir. Yüce Allah, nefs-i mutmainneye hitap etmekte ve “Ey nefs-i mutmainne! Rabbine razı olan ve olunan olarak dön, kullarımın arasına gir, cennetime gir.” demektedir. Buna göre nefs-i emmareden kurtulmaya çalışmak gerekir. İnsan gerçekten kendini seviyorsa, kendine şefkatliyse, kendini cehenneme sürükleyecek, dünya ve ahiret mutluluğundan uzaklaştıracak nefs-i emmareden kurtulmaya çalışır, daima mücahede içinde olur, “büyük cihadın” bilinci içinde olur. Levvameden, mutmainne mertebesine çıktıktan sonra da ona şefkat eder. Yani onu tekrar kötülükleri isteyen bir konuma, “emmare” konumuna düşmekten korumaya çalışır. İşte bu korumaya çalışmanın adı, Risale-i Nur’da “mutmainne olan nefse şefkat etmek”tir.

Çünkü şefkat etmek burada, insanın kendini tehlikelere düşmekten korumasıdır. En büyük tehlike de insanın nefs-i emmarenin isteklerine uyarak kötülüklere bulaşmasıdır. Bu yüzden Said Nursi, çok önemli bir noktayı “tecdid” anlayışı ile ortaya koymakta; nefse muhabbet beslemek ile mutmainne olduktan sonra ona şefkatli davranmayı birbirinden ayırmaktadır. Nefs-i emmareye sevgi, onu ilahlaştırır. Mutmainne olmuş nefse şefkat ise onu şirkten, imansızlıktan, günahlara girmekten korur. İşte bu da Risale-i Nur’da şefkatin kaynağı olarak takdim edilen Rahim isminin bir tecellisi, yansıması olarak değerlendirilebilir.

Dr. A. Said Yargıcı

(Köprü Dergisi, Yaz 2004 Sayısı, “Popüler Esaret: Nefisperestlik “)