Etiket arşivi: Faruk Beşer

Dini anlamanın ölçüleri

İMANIMIZIN GÜCÜNÜ ÖLÇEBİLİRİZ

Dindarlık düzeyi daha çok imanla, dolayısıyla kalple alakalı bir şeydir. Ameller bunu destekler ve güçlendirir. Müslümanlığımızın canlı, diri ve yükselme eğiliminde olup olmadığını anlamamızın önemli bir göstergesi Allah için üzülebilmemiz ya da sevinebilmemizdir.

Eğer Allah’ın sözünün üstün gelmesi ya da gelmemesi, yani dünyada İslam ve Müslümanlar için gördüğümüz, duyduğumuz güzellikler ya da kötülükler bizde sevinç ya da üzüntü oluşturmuyorsa bizim imanımız zayıflama eğilimine girmiş demektir. Böyle bir insan isterse gecenin yarısını teheccütle geçiriyor olsun, kimseye faydası olmaz. Bu sevinci ya da üzüntüyü İslam için duymamız aslında bütün insanlık için duymamız demektir. Biz bütün insanların hakikati bulamayıp kötü bir akıbete doğru gitmelerinden üzüntü duyarız. Ayrıca dünyanın neresinde ve hangi inançta olursa olsun, zulme uğrayan, ezilen, ekmekleri elinden alınan insanları duyduğumuzda üzülemiyorsak imanımız bizi uyaracak güçte değil demektir. Sadece insanlara değil bütün canlılara, hayvanlara yapılan zulümler bizi sarsmıyorsa imanımızda problem var demektir. Bu sarsılmayı ilk harekete geçiren duygu vicdandır ve vicdan imansız insanlarda da olabilir. Ama onu canlı tutan, sürekli ve sağlıklı kılan ise imandır. Bu sebeple nice hayvanlar için çırpınan kimseler görürsünüz, insanların haksız yere katledilmesine duyarsızdırlar. Bu da iman açısından marazi/patolojik bir durumdur.

İLMİN/BİLİMİN İSLAMİ OLMAYANI YOKTUR FİZİK İLMİ FIKIH İLMİNDEN DAHA SEVAP OLABİLİR

Düzenli bilgi üreten disiplin bilimdir. Bizim geleneğimizde bilgiye de bilime de ilim tabir edilir. İlim Allah’tandır ve eşyanın aslına uygun olan her bilgi hikmettir, hepsi Allah’ı gösterir, o halde hepsi İslamidir.Allah’ın iki türlü ayeti vardır: Münzel/indirilen ayetler. Bu, vahiy ile gelen bilgilerdir. Kevnî/tabiattaki ayetler. Allah bizden bunların her ikisini de okumamızı ve anlamamızı ister. Hatta Kuranıkerim’de ‘ayet’ kelimesinin tabiattaki deliller için kullanılması diğerinden daha fazladır. Bizce Müslümanların bu ölçüde mağlup olmalarının, geri kalmalarının sebebi, kevnî ayetleri okumayı, yani bugün bilim denen şeyi ihmal etmeleridir. Oysa bugün bilgi ve bilim en büyük güçtür. Allah ‘onlara’ karşı gücümüzün yettiği her kuvveti hazırlamamızı ister.Bir konuda kendi yapmamız gerekenleri yapmadan onu Allah’tan istememiz ayıptır. İstesek de alamayız. O halde Allah için, İslam için, insanlık için en öncelikli bilgiler ve bilimler diğerlerine göre daha öncelikli farzlardır. İlk Müslümanlar meseleyi fark edip astronomiyi geliştirirken bizim bugün Ramazanımızı ve bayramlarımızı tespit edebilmek için dağlarda ay’ı aramamız üzücü bir durumdur. Bu sebeple Müslüman gençlerin, ilmihal olarak yeterli dini bilgilerini aldıktan sonra öncelikli bir bilim dalında Allah için ihtisas yapmaları fıkıhçı, tefsirci ve hadisçi olmalarından daha sevaptır ve daha önceliklidir. Yeter ki bunu Allah için yapmış olsunlar

Faruk Beşer / Yeni Şafak

Sünneti Kur’an-ı Kerim’e Sorsak Ne Der?

Sünnet İslam’ı olmayacağı gibi, Kur’an İslam’ı da olmaz. Allah’ın din olarak kabul ettiği her şey İslam’ın bir parçasıdır. Tıpkı, eğer mecazi anlamda söylemiyorsanız, ‘ruh insanı’ ya da ‘beden insanı’ demenizin anlamsız olacağı gibi. Çünkü insan ruh ve bedenden oluşan bir bütündür. Biri olmadan öbürüne insan denmez. Kur’an-ı Kerim dinin ruhu ise ki, onun kendi içindeki bir vasfı da ruhtur, Sünnet de onun bedenidir, görünür ve yaşanır hale gelmiş yönüdür. Hatta ona uygun içtihatlar bile bu bedenin saçlar tüyler gibi atılıp yenisi gelebilen parçacıklarıdır.

Bir avamın bir âlime fetva sorduğunda aldığı cevabı Allah dinden sayıyor. “Bilmiyorsanız ilmiyle amil olan âlimlere sorun” diyor. Böyle bir âlim fetvasında isabet etmemiş olsa bile, başka birinden başka bir fetva almış olmadıkça, onun fetvasına göre hareket etmesi dinen zorunludur. Eğer başka bir fetva daha almışsa “vicdanına sormak kaydıyla” dilediğini uygulama özgürlüğüne sahiptir. Ama bunların dışına çıkamaz.

Şu kuralı hatırlayalım: Kur’an-ı Kerim’de tamamen aynı anlamda iki farklı müteradif/eşanlamlı kelime yoktur. O halde Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber için kullandığı vasıflar aynı zamanda onun farklı görevlerini ve yetkilerini de bize anlatır. Bunlardan bazılarını görelim:

Tebyîn (16/44): İyi derecede açıklama, anlaşılır hale getirme demektir. Bunun bir alt derecesi beyandır. Beyan sadece sözlü açıklama olabilir. Ama tebyîn aynı zamanda uygulamalı bir beyandır ki, işte buna Sünnet diyoruz.
Tebliğ: Elçinin aldığı bilgiyi aynen yerine ulaştırmasıdır. Bunun için Allah Hz. Peygamber’e ‘Rasul/elçi’ diye hitap ettiği bir ayette, “Rabbinden sana indirileni tam olarak ulaştırmazsan O’nun mesajını ulaştırmış olmazsın” buyurur (5/67). Tebyîn, tebliğden farklı bir şeydir.

Hüküm: “Biz kitabı hakikat olarak sana indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği ile hüküm veresin…” (4/105). Buradaki gösterme ‘re’y’ sahibi kılma anlamında bir göstermedir. Demek ki, Hz. Peygamber’in vahye dayalı olarak bir re’yi/görüşü olacak ve o bununla hüküm verecektir. Bu re’y Kur’an-ı Kerim’den mülhemdir, ama Kur’an-ı Kerim değildir. İşte bu da sünnetten başkası olamaz.

Şu bir tek ayette bile Hz. Peygamber’in sünnetine işaret eden pek çok özelliği sayılır:
Hikmet: “Nasıl ki, size içinizden bir resul gönderdik; ayetlerimizi size okuyor, sizi arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor, önceden bilmediklerinizi öğretiyor” (2/151).

Bu ayeti Kerimede Kitap ve Hikmet yan yana kullanıldığına göre bunların farklı şeyler olması gerekir. Bilindiği gibi Hikmet, hüküm ve muhkem kelimeleriyle alakalı olarak, nihai hükmü verilmiş, muhkem ve eşyanın aslına uygun bilgidir. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim de hikmettir, sünnet de hikmettir, hatta âlimlerin ve mütefekkirlerin ulaştıkları kesin bilgiler de hikmettir. Bunun için İslam mütefekkirlerine hakîm denir. Hatta insan bedenindeki kesin bilgilere ulaştıkları varsayılan tabiplere de yine bunun için hekim denmiştir. Hekim hakîmin Türkçesidir.

İşte insanların müktesep/edinilen ilim ve çaba ile ulaştıkları hikmet, peygambere Allah’ın bir ilhamı ve peygamberi bir özellik olarak verilmiştir. Sıradan insanların Kur’an-ı Kerim’de açıkça gözükmeyen hikmetlere ulaşabileceğini kabul edip, peygamberde böyle bir özelliğin olmadığını söylemek abes olur. İşte ona Kur’an-ı Kerim’in yanında verilen bu bilgi/hikmet sünnettir ve o, tebyîn görevini bununla yapmaktadır.

Bu ayeti kerimede Peygamber’in vasıfları olarak sayılan şeylerden birisi de tilavettir. Bu da onun farklı bir görevidir. Bu noktada tilavet ile kıraat arasındaki farka da işaret etmeliyiz. Kıraat salt okumadır, tilavet ise dinleyenin izleyip uyacağı bir okumadır. Yani onun okuması bile salt bir okuma değildir, uyulması gereken uygulamalı bir okumadır.
Tezkiye: Her türlü maddi manevi, ahlaki ve bedeni pisliklerden arındırmadır. O halde Peygamber, bazılarının sandığı gibi sade bir postacı değildir. O inananlarını yine vahiyden aldığı kabiliyetle eğitip arındırmıştır. İşte bu eğitme ve arındırma uygulaması da sünnettir. Onun bu tezkiyesi İslam’ın ahlak boyutudur. Sünneti attığınızda aslında İslam’ın ahlak boyutunu büyük ölçüde atmış olursunuz.

Onun insanlara bilmedikleri şeyleri öğretmesi Kitab’ın dışındaki bilgileri de kapsar. Çünkü o Kitaptaki bilgileri, onlara tilavet ederek zaten öğretmiş olurdu. O halde buradaki talim farklı bir özelliktir.
Yerimiz elverseydi bu bağlamda onun “Şahid, Müjdeleyici, Uyarıcı, Aydınlatan bir lamba (33/45, 46), ve Üsve (33/21) olmasının Sünnetle ilişkisine de değinebilirdik.

Bunlardan özellikle üsve kelimesi önemlidir. “O sizin için güzel bir üsvedir” denir ki, hal ve harekâtıyla örnek edineceğiniz bir numune-i timsaldir demektir. Sağlam bir örneği bulunmayanların, özellikle de gençlerin bugün kimlere özendikleri, kimleri örnek aldıkları düşünülürse bunun çok anlamlı olduğu görülür. Onun sünnetine/hayat tarzına uyulmadan o nasıl örnek alınabilir?

Faruk Beşer / Yeni Şafak

İhtilaf ve benzeri kavramlar..

İhtilaf; niza, tezâd, şikâk, iftirak ve hidâd’a dönüşmedikçe her zaman kötü olmaz demiştik.

Çünkü ihtilaf fikir inşasına, anlamaya ve hakikatin ortaya çıkmasına da vesile olabilir. ‘Ümmetimin ya da ashabımın ihtilafı bir rahmettir’ anlamında bir sözü hadis diye naklederler. Bu hadis değildir, ama özellikle sahabenin ihtilafının rahmet olabileceği konusunda sonradan söylenen bir sözdür ve bir anlamda doğrudur. Eğer onlar farklı içtihatlarda bulunmamış olsalardı hareket alanımız daralırdı.

Kuranı Kerim’e bakalım:

Eğer senin Rabbin isteseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa onlar hep ihtilaf edegelmişler. Rabbinin merhamet ettikleri ise müstesna. Onları da zaten bunun için yarattı‘ (11/119). Ayet merhamet edilenlerin ihtilaf etmeyenler olduğuna işaret eder. Ancak dolaylı ihtilafın tabii ve kaçınılmaz olduğunu da söyler.

İnsanlar tek bir ümmetti, sonradan ihtilaf ettiler. Eğer senin Rabbinin önceden verilmiş bir sözü olmasaydı ihtilaf ettikleri konuda aralarında hüküm verilmiş olurdu‘ (10/19) ayeti de bir öncekini açıklar.

Kuranı Kerim’de yerilen ihtilafın Kitap konusundaki ihtilaftır. Çünkü Allah’ın Kitabı konusunda ihtilaf etme şikâk’a götürür.

Her halükarda kötü olan ihtilaf ise, dediğimiz gibi, niza, tezâd, şikâk, iftirak ve hidâd kelimeleriyle ifade edilir.

Çünkü bunların hepsi çatışmayı ve güç kaybını anlatır.

Niza çekişme ve sürtüşmedir.

Allah’a ve resulüne itaat edin, nizalaşmayın, yoksa kaybedersiniz, gücünüz ve devletiniz gider. Sabırlı olun. Allah sabırlı olanlar beraberdir‘ (8/46).

Aslında ayet nizaın olmamasının yolunu da gösterir: ‘Allah’a ve resulüne itaat. Ve de hoşlanılmayan hususlarda sabır‘.

Tezad, zıtlaşmadır. Bu da kötüdür.

Şikâk; bölünmüşlüğü, birden çok parçaya ayrılmayı anlatır.

Hidâd; karşı tarafa sınır çizmek, sınırı geçmemesi konusunda onunla kavgalaşmak demektir. ‘Allah’a ve Resulüne hidad edenler, karşı çıkanlar… (58/5)’ ayeti de ihtilafın Kitap ve sünnet konusunda olduğunda tehlikeli olacağını gösterir.

İftirak ya da tefrika; fırkalara, gruplara ayrılma demektir. ‘Allah’ın ipine topluca sarılın fırkalara ayrılmayın‘ (3/103) ayeti kerimesi de hem tefrikayı kötüler, hem de giderilmesinin yolunu gösterir: ‘Allah’ın ipine cemaat olarak sarılmak’. O halde ‘benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Birsi hariç hepsi cehennemliktir. O birisi Cemaattir…‘ hadisi şerifindeki ‘cemaat‘, sahabe ittifakı olarak açıklanmıştır. Çünkü benzer bir hadiste Hz. Peygamber ‘cemaat‘ı ‘benim ve ashabımın yolu‘ diye tanımlar. Allah’ın ipi ise Kuranı Kerim’dir. Aslında Kuranı Kerim’e sarılmadığını söyleyen bir İslamî grup yoktur. Ama mesele, Hz. Peygamber ve sahabe gibi inanmaktır.

Sonraları bu yol ‘Ehli sünnet ve’l-cemaat‘ diye kavramlaştırılmıştır.

O halde müslümanların başka hiçbir beşeri fikir, içtihat ve yorum üzerinde toplanmaları istenemeyeceği gibi, bu fiilen mümkün de değildir. Hatta iyi bir şey de olamaz. İttifak isteniyorsa ki, bu İslam’ın emridir, o halde Allah’ın kitabı etrafında toplanılacaktır.

Buradaki mesele, Kuranı Kerim’in nasıl doğru anlaşılacağı meselesidir. İşte bunu da bize sağlayacak olan Hz. Peygamber’in sünnetidir. Bunun için olacak ki, Allah ‘eğer bir konuda nizaa düşerseniz onu Allah’a ve Peygamber’e götürün…‘ (4/59) buyurmuştur.

Sünnete değer vermeyenler ile olan nizaın hal çaresi de budur. Kuran, Kuran diyorlarsa işte Kuran bunu söylüyor. Bunu sadece Hz. Peygamber’in kendi zamanındakilere söylüyor demenin hiçbir tutar delili yoktur. Bu makul da değildir.

Bu son ayette ‘ihtilaf’ değil de ‘niza’ denmesi de anlamlıdır. Çünkü ihtilaf kaçınılmazdır, önemli olan bunun İslam ümmeti içerisinde nizaa vardırılmamasıdır. Eğer vardırılmışsa onun da çaresi işte meseleyi Allah’a ve Resulüne götürmektir.

Prof. Dr. Faruk Beşer

Din Samimiyettir!

Bu seneki Kutludoğum etkinliklerinin konusu, Hz. Peygamber’in bir hadisi şerifinin serlevhası: ‘Din nasihattir‘.

Bu hadisi şerifte ‘nasihat‘, samimi, dürüst ve hayırhah olmak anlamındadır. Nasihat etmek deyimindeki ‘nasihat’ de aynı kelimedir. Kişi ancak samimi duygularla iyiliğini ve hayrını istediği kimseye nasihat eder, yol gösterir, içten duygularının gereğini söyler.

Hadisi şerifin anlamı şöyle:

Hz. Peygamber, ‘din samimi olmaktır (üç kez) buyurdu. Kimler için, diye sordular. Allah için, O’nun Kitabı için, Peygamberi için, müslümanların yöneticileri için ve umumu için‘ buyurdular (Müslim).

İfade samimiyetin dindeki yerine vurgu yapar. Tıpkı ‘Hac Arafat’tır’ hadisinde olduğu gibi.

Önce bu etkinliklerle ilgili birkaç kelam edelim.

Biz bütün yaptıklarımızı amaç ya da araç olarak yaparız. Araçlar amaca götürmek içindir. Günün birinde araçlar amaç olarak görülmeye başlanırsa kıl dönmesi gibi hastalıklı bir durum ortaya çıkar. Hedef sapması olur.

Kutludoğum etkinlikleri de bir araçtır, bir ibadet yani bir amaç değildir. İnsanımıza Hz. Peygamber’i tanıtmak, sevdirmek ve onu örnek edinmelerini sağlamak için keşfedilmiş bir bahanedir. Eğer anneler günü, babalar günü kutlamaları gibi gelip geçici bir etkinlik, bir eğlence olarak görülürse amaç haline gelir ve mecrasından çıkarılmış olur. Ya da genç kızlara müzikal şovlar yaptırılırsa Peygamberi Türkçe şölenlerine getirmekten farkı kalmaz.

Keza bu kutlamalar bir ibadetmiş gibi görülür ve bu etkinliklere katılmak bizatihi kendisi sevap bir eylemdir diye sanılırsa o zaman da yine mecrasından çıkar, hatta zararlı bir bidat olur.

Ama yüce bir hedef için araç olarak görüldükten sonra bunlarda bir sakınca bulunmadığı gibi sayısız faydaları da vardır.

Mevlit okumaları da tıpkı bunun gibidir. Peygamber sevgisini gönüllere nakşetme gibi sahih bir araç olarak görülür ve öyle uygulanırsa işe yarayabilir, ibadet sanılırsa bidat olur, günaha girilir. Kazanç aracı olarak görülürse dini duygular dünyaya alet edilmiş olur.

Şunu da ekleyelim: İbadetler de iki çeşittir; Birincisi ve asıl olanı dünyevi bir faydası için değil de salt Allah’a ibadet olarak yapılan eylemler. Namaz, oruç ve hac gibi. İkincisi, aslında dünyevi bir fayda için yapılan ama sahih bir niyet ve Allah rızası eklenmekle ibadete dönüşen eylemler. Muhtaçlara yardım etmek, ya da helalinden geçinebilmek için çalışmak ve para kazanmak gibi. İşte bu tür etkinlikler de bizatihi ibadet olmasalar bile böyle iyi bir niyetle ibadete dönüşebilir ve sevap alma vesilesi olabilirler.

Allah için ya da hadiste diğer sayılanlar için samimi olmanın ne anlama geldiğine geçmeden önce bu vesile ile bir iki tespitimi arz etmek istiyorum:

Hz. Peygamber’in müminler için bir üsve-i hasene, yani güzel bir numune olduğunu herkes duymuştur. Bugün buna rol model diyorlar. Ama sanırım bu onu karşılamaz. Terimin aslını korumak gerekir. Çünkü terimler hep doğdukları dünyanın kültü sızıntılarını taşırlar. Rol model kavramını ilk kez Yahudi bir Amerikalı sosyolog olan Robert K. Merton (ö. 2003) kullanmış imiş. Sosyolojide tabi ki bir anlam ifade eder.

Hz. Peygamber’in ‘üsve-i hasene‘ olmasının anlamı şudur: Hal ve harekâtınızda onu örnek almalısınız ve ne kadar müslüman kaldığınızı anlayabilmek, bunu sınayabilmek için zaman zaman kendinizi o örneğe vurmalısınız. Nerede durduğunuzu görebilmek için dönüp ona bakmalısınız. Çünkü müslümanların bile pek çoğu zamanla kendi anlayışlarını ve davranışlarını yegâne hakikat, ya da yegâne İslam zannedebilir. İşte kendi zanlarını onun hayatına vurması ve tabir caiz ise zaman zaman sünnet ayarlarına geri dönmesi gerekir. İşte onun güzel numune olmasının bir anlamı da budur.

Bu durum aynı zamanda çok önemli bir noktaya daha işaret eder ki o da şudur:

Mademki o müminlerin biricik örneğidir, o halde örnek alacakları şey, onun hal ve harekâtından başka nesi olabilir? Yemesi içmesi, kısaca yaşama biçimi. Sünnet denen şey de budur. O halde Kuranı Kerim onu örnek almamızı emredecek ve biz Kuranı Kerim’i anlamak için sünnete gerek olmadığını söyleyeceğiz. Dini makul açısından bu durum tam bir absürttür.

Prof. Dr. Faruk Beşer

Cemaat fobisi oluşmasına sebep olundu!

İki gündür yazdıklarımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bunlar bütün hüsnü niyetimize rağmen bizde oluşan kanaatlerdir.

DAVA ADINA KUL HAKKINA GİRİLDİ

Resmi devairde yetki alan her hizmet erinin cemaatten olmayanlara karşı dışlayıcı davranması ve nasıl olursa olsun, yetkisindeki görevi kendi mensuplarına vermesi, intihaller, imtihanlarda akla hayale gelmedik yolsuzlukların yapılması gibi konularda o kadar çok şeyler söylendi, o kadar örnekler anlatıldı ki, aklı başında kimse artık bu söylentilerden şüphe duymaz hale geldi. Oysa Efendimiz buyurur ki, ‘Kim bizim işimize daha layık birisi varken, sırf yakınlığına bakarak layık olmayanı alırsa kıyamet günü onun hasmı bizzat ben olacağım’. Kuvvetle muhtemeldir ki, hizmet eri olma başlı başına bir liyakat sebebi olarak görüldü.

Kul hakkı sadece insanın elindeki malını çalmak değildir ve kul hakkı gayretullaha dokunur, sanıyorum dokundu.

Bütün olup bitenlerin karşısında cemaatin; ‘bunlar yalan, ispatlasınlar bakalım, polis yolsuzluklara müdahale etmişse bunun bizimle ne ilgisi var, hiç birini tanımıyoruz’ gibi beyanları insanların zekâlarıyla alay etme derecesine vardırılan bir başka takıyye örneği oldu.

AFFEDİLMEZ POLİTİK HATALAR YAPILDI

Yolsuzlukların üzerine gitmede samimi olunsaydı bu konuda otoriteye destek olunurdu ve yapılanlar hakka hizmet olmuş olurdu. Ama bunda iyi niyetli olduklarına kimseyi inandıramadılar.

İran konusunda durup dururken garip iddialar ortaya atıldı. Mut’adan, humustan ve birilerinin İrancı olmasından yerli yersiz söz edilir oldu. Kendileri bile buna inanmaya başladılar. Sonunda bu reflekslerin İsrail politikalarına mümaşat dışında hiçbir mukni gerekçesinin olmadığı kanaati yerleşti. Cemaatin inandırıcılığı yara aldı.

Ortada durarak Allah için düşünen birisi, özellikle Erdoğan’a ve Davutoğlu’na, yapılan düşmanlığın, buyurun, devletin hepsi sizin olsun dememeleri, ya da özellikle İsrail’e karşı dik durmaları dışında bir gerekçesini bulabilir mi? Başbakan’ın sarf ettiği ağır sözler sebep görülüyorsa, bunların ihanete uğradığı ve sırtından hançerlendiği kanaatine varmasından sonra olduğunu hatırlamak gerekir. ‘Allah açık açık kötü sözler söylenmesinden hoşlanmaz, ama zulme uğrayanlar bundan müstesnadır’.

Ve şaka zannettiğimiz halde gelindi, seçimlerde sahip olduklarını bildiğimiz değerlere düşman olanlarla birlik olundu ve ikna toplantılarında, bakın biz desteklemeye başladıktan sonra nasıl Sarıgül’ün yüzüne nur geldi, demeye varacak ironiler yaşandı. Buna siyasi bir manevra olarak bir cevaz bulabilirsiniz, ama bunun böyle takdisi, maneviyatı ve her şeyde hikmet aramayı merkeze almış bir topluluğun muti ve sıradan fertlerinde bir akide sapması oluşturacağını da hesaba katmak gerekir. Allah, ‘Zalimlere en küçük bir meyil göstermeyin, yoksa sizi ateş çarpar da sonra bir dost ve yardımcı da bulamazsınız’ buyurur.

CEMAATTEN OLMAYANLARA KORKU SALINDI

İslam ahlakıyla da hiç bağdaştırılamayacak dinlemeler, kasetler alüfte şantajları herkeste bir korku oluşturdu.

Mesela, herkesin aleyhine konuştuğu halde kimsenin bir şey demediği, ama cemaatin, onun medyasının, liderinin, diyaloğun aleyhine konuşmaya başlayınca cübbesiyle maruf bir efendinin başına gelenler, ilgili herkeste; cemaate karşı olanlar uydurma sebeplerle de olsa cezalandırılır, hatta şerefi ve haysiyeti bile çiğnenebilir, mahremine girilebilir endişesi uyandırdı. Özellikle cemaatten olmayan inanan kesimde bir cemaat fobisi oluştu. Çokları bunu dillendirmekten bile çekinir oldular. Sonra bu efendi meseleyi anlayınca ‘Hoca Efendi’yi çok severim’ edebiyatı yapınca ancak çıkabildi.

SONUÇ HAYIRLI DA OLABİLİR

İsabet etmiyor olsak bile neticede işte bunlar konuşulmaya başlandı. Muhtemeldir ki, bütün taraflar kendilerine yeniden çeki düzen verme fırsatı bulurlar.

Madem ki, hükümete karşı en büyük adavet sebebi yolsuzluklar ve haksızlıklar olarak gösteriliyor, öyle olmasa bile bu konularda siyasilerin de artık çok daha dikkatli olmaları gereği anlaşıldı. Kur’an-ı Kerim’le alay edecek, kendisine lütfedilen bakanlık elinden alınınca çekip gidecek kadar davaya ters ve bencil insanlara başka mülahazalarla milletvekilliği ve bakanlık bahşetmenin yanlış olduğu ortaya çıktı.

Hulasa yanlışlardan ders almak ve olandaki hayrı da görmek işin güzel tarafı oldu.

Prof. Dr. Faruk Beşer