Etiket arşivi: Faruk Beşer

Tekel Oluşturmak ve Liderleri “Takdis” Etmek Doğru mudur?

Dünkü yazımızla birlikte okunmalı. (http://www.nurnet.org/musriklere-karsi-sedid-muminlere-karsi-rahim-miyiz/)

TAKDİS MAKSADINI AŞTI

Şüphesiz yaratılmış en yüce insan Hz. Peygamber’dir. Ama onu yüce bilmede aşırı gidenleri Allah da uyarmış, onun bizzat kendisi de uyarmıştı. Çünkü onun ulaştığı noktadan sonrası artık uluhiyete aittir ve o dairedeki özelliklerin bir insanda görülmesi bizzat Allah’ın hakkına tecavüz olur. Takdis sınırını aştığınızda mürşidiniz önce kâinatın sahibi/gavs olur, sonra mehdi olur, bu da yetmez, Mesih olmayı aşar ve artık hata yapma özelliğini peygamberlere bırakır. İnsan tabiatı budur. Bu durumun açıkça dillendirilmese de, cemaate mensup pek çok kardeşimizde belli ölçüde bir kanaat haline geldiği inkâr edilemez. Böyle olunca eleştirme şöyle dursun, karşı fikir bile söyleyemezsiniz. Bir de bundan bağlılarınızı etkileme ve birlikteliği sağlam tutma adına medet umar ve fayda beklerseniz hatanın nerede duracağı belli olmaz. Aslında bu problem tarikatların da en büyük problemidir.

Ehlisünnet geleneğinde gizli ve gizemli güçler üzerine din bina etme yoktur. Masum ve mahfuz mürşitler olamaz.

Bu konuda da Efendimiz bizim örneğimizdir. Onu Allah eğitmiştir, ona bazı zelleler yaptırmış ve zellelerini anında düzeltmiştir. Çünkü onun hayatı dindir. Ama onun dışındaki insanlar bu korumadan mahrumdurlar, onlar bu örneği kendi iradeleriyle izlemelidirler.

Ben inanıyorum ki, Allah (cc) insanın bu takdisi abartma duygusunu bildiği için Efendimizin hayatında kasten böyle örnekler yaratmıştır. Hudeybiye’de, haklı olmasalar bile sahabenin hemen tamamı Hz. Peygamber’e itiraz etmiştir. Belki etmemeleri daha güzeldi, ama etmeliydiler ki, örnek oluşturmuş olsunlar. Hz. Ömer defalarca Hz. Peygamber’e ‘böyle olmamalı ya resulellah’ anlamında itirazlarda bulunmuştur. Belki Hz. Peygamber’in yaptığı daha doğru idi, ama Ömer’in dediği de doğrulardan biri olunca örnek olma adına onun fikri tercih edilmiştir. Bunun tek örneği Ömer değildir. Ve onların hiç biri dışlanmamıştır.

DİĞER CEMAATLERE TAVIR ALINDI

Cemaatin kendi dışındaki İslamî faaliyetleri başından beri hiç hesaba katmaması, hatta ayrı gözükmeye özen göstermesi, bunu hissettirmeye çalışması onu diğerlerine karşı haksızlık yapma noktasına kadar götürdüğünü sanıyorum. Bundan ilk nasibini alan ‘öteki’ Milli Görüş camiasıdır. Öyle ya da böyle bu camia Türkiye şartlarının en samimi ve heyecanlı müminlerindendir. Ama ne hikmetse, 28 Şubat Döneminde olduğu gibi cemaat ona karşı olduğunu bir yerlere özellikle göstermek istemiştir.

İmam Hatip okullarına ve ilahiyatlara da başından beri bir karşıtlık yaşandığı inkâr edilemez. Kamuoyu oluşturmada İlahiyatların etkisi kırılamayınca birkaç yıl önce bütün ilahiyat öğrencilerinin cemaate mal edilmesi gibi bir proje uygulanmış ve ne yazık ki, cemaate muadil hizmet yapan evler ve kurumlar ‘Mescid-i Dırar’ olarak nitelendirilmişti. Bendeniz bu nitelemeyi kulaklarımla ilk duyduğumda yüreğim burkulmuş ve içim acımıştı.

Öyle sanıyorum ki, Tayyib Erdoğan’a düşmanlığa varan bunca karşıtlığın ana sebeplerinden biri onun İmam Hatip okullarına ve Diyanetin eğitim hizmetlerine verdiği destektir. Elbette bu kurumların eleştirilecek pek çok yönleri vardır, ama yine öyle sanıyorum ki, İmam hatip mezunları yeri geldiğinde, ‘iyi de Allah şöyle diyor, Resulüllah böyle buyuruyor’ diyecek kadar asıl bilgi kaynağını kullanabilme durumda oldukları için hemen hiçbir cemaat tarafından istenmezler. Çünkü takdise dayalı saygı adına her zaman pürüz çıkarabilirler.

17 Aralık darbe teşebbüsünde başka cemaatlerin hizmetini finanse eden iş adamlarının hedef seçilmiş olmasının arkasında da bu aranmalıdır. Oysa benim görebildiğim kadarıyla Türkiye’de kendi cemaati dışındakilere bile yardım edebilen yegâne cemaat Hüdai Vakfı çevresidir. Darbede onu da hedeflemenin anlamı din algısını tekeline almanın dışında ne olabilir?

Bütün bu karşıtlıklar tabii olarak şaşkınlık doğurdu. Diğer din mensuplarına hoşgörü edebiyatı yapılırken, cemaatten olmayan müslümanlara neden düşmanca tavır alındı? Sorusu dillendirilir oldu.

Buna şunu da ekleyebilirsiniz: Demirel, Ecevit, hatta İsrail otorite sayılıp saygıya layık görülürken veya böyle bir takıyye yapılırken Tayyib Erdoğan Hükümeti neden otorite sayılmadı? Bizden olanlara takıyye caiz olmadığı için mi?

Bütün bunlar hareketin arka planında, ucu başkalarının elinde olan ‘Ilımlı İslam’ gibi bir proje bulunduğu iddialarını güçlendirdi.

Yarın devam edeceğiz.

Prof. Dr. Faruk Beşer

Müşriklere Karşı Şedid, Müminlere Karşı Rahîm miyiz?

Camia mı cemaat mi? Kavramlara verdiğiniz anlama göre değişir. Şimdilerdeki kullanışa bakılırsa sanki camia daha kapsamlı görülüyor, cemaat daha küçük birliktelikleri anlatıyor gibi. Bu sebeple bazıları camia denmesini yeğliyorlar. Sanki cemaatler üstü bir cemaat kastediliyor. Ama bu durumda camianın diğer cemaatleri de şemsiyesi altına alması gerekirdi. Oysa durumun böyle olmadığını biliyoruz.

Başka bir açıdan bakarsak ‘cemaatin‘ en büyük ve en sağlıklı birliktelik olduğunu da söyleyebiliriz. ‘Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat‘ ifadesi bunu anlatır. Her neyse, bu bir kavram tartışması ve anlam kast ettiğinize göre değişir.

Yazıp yazmamakta yine çok tereddüt ettim. Allah için yazmalı mıydım, yazmamalı mıydım? Birincisine karar verdim. Hayırhahlık yazmamı gerektirir dedim. ‘Din samimi olmaktır‘. Hata etmiş olsam bile fikrimi söylemem daha Müslümanca olur. Farukiliğim de bunu gerektiriyor.

Daha önce övdüğünü şimdi neden eleştiriyorsun diyenlere de tek cevabım var: Yanılan bir ben miyim?

Önce şöyle başlayalım

Farzedin ki, mevcut sistemlere ve kanunlara aykırı olsa bile bir İslam âlimi çıkmış muazzam bir teşkilat kurmuş, dünyaya açılmış ve ‘telattuf‘u, yani sezdirmeden ilerlemeyi metot edinerek bununla bir İslam devleti kurmayı, hilafeti geri getirmeyi, dünya Müslümanlarını birleştirmeyi, yeniden bir güç olmalarını sağlamayı hedeflemiş olsun. Dini bilen bir Müslüman bundan rahatsız mı olur, yoksa bununla övünür mü? Böyle bir Müslüman varsa ben ikincisini tercih edeceğini düşünüyorum.

O halde bizim açımızdan problem burada değil. Problem bir tane de değil. Hem din anlayışında hem de metotta hataların yapıldığını düşünüyorum. Bendeniz de hata etme hakkımı kullanarak düşündüklerimi söylemek zorundayım. Bunu bana İslam anlayışım emrediyor. İşte düşündüklerim:

BU BİR TELATTUF DEĞİL ABARTILMIŞ TAKIYYE YA DA MÜDAHANEDİR

Bilindiği gibi takıyye, kişinin canını ya da malını kurtarmak için zalime, olduğundan farklı konuşmasıdır. O da bir azimet değil bir ruhsattır ve fiile ve ahlaka dönüşmesi de caiz değildir.

Bunu abartan ve dinin bir esası gibi gören anlayış Şia’dır. Onlar ‘Takıyyesi olmayanın dini de olmaz‘, ‘Takıyye dinin onda dokuzudur‘ derler. Onun için Şii olmayan hiç kimse onlara hiçbir zaman güvenemez, çünkü o ‘ötekine’ olduğundan farklı görünmek zorundadır.

İslam’ın izzeti ve şerefi adına Müslümanlar bu anlamda umumen bir takıyye yapamazlar ve bildiğimiz kadarıyla hiç yapmamışlardır. Bunun caiz olup olmadığı sorulduğunda Ahmet bin Hanbel’in dediği gibi: ‘Âlim takıyye yapar, cahil de cehaletiyle konuşursa hakikat nasıl ortaya çıkacaktır?‘. Güçler dengesi ve sebepler açısından gizlilik ve telattuf ise ayrı bir şeydir ve gerekli olduğu yerler vardır.

Yine bildiğimiz kadarıyla hiçbir peygamberin hayatında olmadığı gibi, bizim Peygamberimiz’in hayatında da hakikati ve asıl maksadını gizleme şeklinde bir sünnet yoktur. Aksine, ‘Emredildiğini açıkça haykır‘ vardır. Müslümanların bir avuç olduğu Mekke döneminde bile ‘Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize‘ manifestosu çekilmiştir. Yine aynı dönemde, ‘Onlar istiyorlar ki, sen yağcılık edesin de onlar da biraz yumuşasınlar‘ uyarısı vardır. Buna müdahene denir ve Müslümanın müdahene yapması yakışık almaz, caiz de görülmez.

Bu durum çok kötü sonuçlar doğurur ve ‘müşriklere karşı şedid, müminlere karşı rahîm‘ olması istenen Müslümanları aksi pozisyona sokar. Dinin ruhu zedelenir, maksadı kaybolur. Sizin dışınızda kalan Müslümanlar öteki olur ve haksızlığa uğrarlar.

DİN ALGISI DEĞİŞTİ

Din elbette zahirden ibaret değildir, ‘Kur’an’ın bir zahrı bir de batnı vardır‘. Ama zahire uymayan bâtın, yoldan çıkarır, Batinîliğe götürür. Onun için biz zahirle amel ile emrolunmuşuz. Rüyaların salih olanları elbette maveradan işaretler taşır, ama dini öğrenmede ve uygulamada rüya bir bilgi kaynağı olamaz, amele konu edilemez. Hadisçiler ne muhteşem bir ölçü koymuşlardır: Birisi rüyada Hz. Peygamber’i görse ve ona, ‘Filan söz senin hadisin midir?‘ diye sorsa, o da, ‘Evet benim hadisimdir‘ dese, bu yolla o hadis sahih kabul edilebilir mi? Hayır asla kabul edilmez demişlerdir.

Efendimiz’i, rüyada bile görmek bir şereftir, ama rüyalara itimat gibi bir kapının açılması, rüyanın bireysel olmaktan çıkarılıp umuma mal edilmesi dini Batıniliğe götürür. Tarihteki sapmaların çoğu rüyalar vasıtasıyla olmuştur.

Yarın ve Pazar günü de sürecek

Prof. Dr. Faruk Beşer

‘Onları’ veli ya da dost edinme!

Şunu bir kez daha vurgulayarak başlayalım:

İnsanlar Allah’a inanırlar ya da inanmazlar. Bu konuda bile Allah insana irade özgürlüğü vermiştir. ‘De ki, hak Rabbinden gelendir, artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Ama zalimler için cehennem var…‘ (18/29).

Demek kimse zorla inandırılamaz.

Ama inananlar da şu ayetleri yok sayamazlar, ya da bunlar o zaman içindi, şimdi başka türlü davranabiliriz diyemezler.

Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’la ilişiği kalmaz. Onlardan bir korunma durumunda olmanız başka…‘ (3/28). İşte takıyye bu son cümleden çıkar, ona geleceğiz.

Veli edinmek, yani tevelli, hem dost bilmek, hem de velayetini yönetimini kabullenmek demektir.

Ey müminler, benim de sizin de düşmanımız olanları veli edinmeyin! Siz onlara sevgi gösterisinde bulunuyorsunuz ama onlar size gelen gerçeği inkâr ediyorlar… Kim bunu yaparsa yoldan çıkmış olur‘ (60/1).

Bakın, siz onları seviyorsunuz ama onlar sizi sevmezler. Hem de kitabın tamamına inanıyorsunuz. Yüz yüze geldiğinizde inandık deseler de, gıyabınızda kinlerinden parmakların ısırırlar… Sizin durumunuzun iyileşmesi onları üzer, kötüleşirseniz sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız onların hilesi size asla zarar veremez. Çünkü Allah onların bildiklerini de biliyor‘ (3/118-120)

Yahudiler de Hıristiyanlar da, siz onların milletine girmedikçe sizden hiç memnun olmayacaklardır‘ (2/120).

Ey müminler, Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirilerinin velisidirler. Sizden kim onları veli edinirse artık o da onlardandır. Allah zalim bir kavme hidayet vermez‘ (5/51).

Allah kâfirlere müminler üzerinde hiçbir zaman yetki vermeyecektir‘ (4/141).

Ey müminler, eğer küfrü imana tercih ederlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin. Hanginiz onları veli edinirse işte zalim odur‘ (60/23).

Sizin veliniz ancak Allah’tır, O’nun Rasulüdür ve namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren müminlerdir‘ (5/55).

Ey müminler, eğer bir grup Ehlikitaba uyarsanız imanınızdan sonra çevirip sizi kâfir yaparlar‘ (3/100).

İZZETİ ONLARDA ARARSANIZ YANILIRSINIZ

Müminleri bırakıp ta kâfirleri veli edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar! Oysa izzet bütünüyle Allah’ındır‘ (4/140).

Kim izzet arıyorsa bilsin ki, izzetin tamamı Allah’ındır‘ (35/10).

Onların söyledikleri seni üzmesin, çünkü izzetin tamamı Allah’ındır ve O her şeyi duyuyor, her şeyi biliyor‘ (10/65).

İzzet; Allah ile, O’nun rasulü ile ve müminlerle beraber olmaktadır‘ (63/8).

Kuranı Kerim’de bunlara benzer o kadar çok ayeti kerime vardır ki, bizim şu anda bunların sözünü etmekten çekiniyor olmamızın, güçsüz ve mağlup olmamız dışında bir sebebi yoktur. Oysa müslümanların maddeten en güçsüz oldukları zamanlarda bile Hz. Peygamber’in hayatında onlarla asla müdahane, mücamele ve müşareke olmamıştır. ‘Sizin dininiz size benim dinim bana’ anlamındaki ‘Kâfirûn Suresi’ Mekke dönemindeki kesin bir ayrışmayı ifade eder.

Aslında ilk inen sure bile kesin hükmü koymuştur: ‘Sakın ha! Ona asla itaat etme, secde et yaklaş’ (96/19).

Şu da müslümanların en güçsüz oldukları Mekke Döneminde inen ayetlerdendir: ‘İstiyorlar ki, biraz sen yumuşayasın, biraz da onlar yumuşasınlar‘ (68/9).

Ve şunları da anlamak zorundasınız:

‘Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen de onlara azıcık meyledecektin. İşte o zaman biz de sana hayatın da mematın da katmerli azabını tattırırdık ve artık bize karşı bir destekçi de bulamazdın‘ (17/74-75).

Zalimlere karşı en küçük bir meyil göstermeyin, yoksa sizi ateş çarpar. Sizin Allah dışında bir veliniz yoktur. Sonra kimseden destek de göremezsiniz‘ (11/113).

Fıkıhta şöyle acizane bir tespitim vardır: Her kuralın istisnaları olur ama iki kuralın istisnasını görmedim:

Biri sağlık meselesidir; hangi tedbir insan sağlığı için daha elverişli ise İslam ona müsaade eder.

İkincisi de müslim gayrimüslim ilişkileridir; hiçbir zaman müminler üzerinde başkasının velayetine izin verilmez.

Bu iman bizim atasözlerimize bile yerleşmiştir:

  • Ayıdan post gâvurdan dost olmaz
  • Gâvur ekmeği iyen gâvur kılıcı çalar
  • Dinsizin yanında iman artmaz

El tutma, yardım etme, hukukunu gözetme ise ayrı bir şeydir ve İslam bunu her zaman herkes için emreder. Müslümanlar dünyanın öbür ucundaki mazlum bir gayrimüslimin hukukundan bile sorumludurlar. Tarihte böyle olmadı mı? Bunun için güçlü olmak da bir farzdır.

Prof. Dr. Faruk Beşer

Yılbaşını kaçıranlar için..

Son yazımızda yılbaşı kutlamalarına ‘başkalarına benzeme ve kimlik’ açısından bakmaya çalışmıştık. Şimdi yılbaşı kutlamalarına bir ucundan katılanlar için konuyu tamamlamaya çalışalım. Çünkü mesele sadece yılbaşı meselesi değildir, aynı zamanda kimlik meselesidir.

Hamidullah Hoca şöyle bir bilgi zikreder:

‘Halebî’nin naklettiğine göre, Mekkelilerin, herkesin büyük bir coşkuyla katıldığı yıllık bir bayramları vardı. Her yıl, Muhammed (sa) bunlara katılmamak için bir mazeret ileri sürerdi. Bir defasında, halaları onu, başkalarıyla birlikte bu şenliklere katılmadığı için azarlayıp, ilâhi gazap ile tehdit ettiler. Bu kez Muhammed (sa) onlara katıldı, ama tam bayram şenliklerinin ortasında, benzi bembeyaz ve tir tir titreyerek, akrabalarının çadırına geri döndü. Kendisine, bu müşrik bayramına ne şekilde olursa olsun katılmasını yasaklayan garip ve tuhaf insanlar gördüğünü anlattı. Amcalar ve halalar da sonraki yıllarda bu tür törenlere katılması için onu zorlamadılar. (İslam Peygamberi I/48).

Bilindiği gibi Hz. Peygamber iki defa da Mekke’deki eğlenceli düğünlere katılmak istemiş, ama giderken uyuya kaldığı için gitmekten alıkonulmuştu.

Herkesin bildiği ‘ötekileştirme‘ diye bir kavram var ve ötekileştirmeye karşı çıkma günümüzde yükselen bir değer. Bunun zıddı ne olabilir? Herhalde ‘aynılaştırma’ olur. Herkesin her konuda ‘tıpkısının aynısı’ olması gibi bir şey. Böyle bir dünya hayal edin. Yaşamanın hiçbir anlamı, hatta imkânı kalmadığı bir dünya.

O halde ötekileştirmeyi değil, onu kötü kılan ve onun çağrıştırdığı kötü unsurları ortadan kaldırmak gerekir. Ötekinin haklarını ve en başta da hayat, düşünce ve inanç hakkını tanımama… İşte kötü olan bu. Ve İslam adına kötü olan şey, aslında ötekileştirmeden ziyade, ötekileşmedir, yabancılaşmadır.

Allah ilk insanı yaratırken onun ‘ötekisini‘ de yaratmıştır, Şeytan. Çünkü senin ‘sen‘ olabilmen için bir ötekinin olması gerekir. Aslında ötekileştirmeye karşı olduklarını söyleyenler de paradoksal olarak bunu yapanları ‘öteki’ kabul ederler. Ötekileştirenler ve ötekileştirmeyenler.

O halde ötekisiz var olma mümkün değildir. Mesele, bir öteki kabul etmeme meselesi değil, Allah Rasulü’nün ifadesiyle ‘her hak sahibine hakkını tastamam verme’ meselesidir. İslam’da adaletin tanımı da budur.

Kur’an-ı Kerim daha ilk sayfalarında müminleri ve ötekileri zikretmekle başlar: Kâfirler, münafıklar ve fasıklar. Ve daha önce de değindiğimiz gibi, Hz. Peygamber müminlerin en küçük detaylarda bile ötekine benzememelerini öğütler. Mesela:

‘Yahudiler pabuçlarıyla ibadet etmezler, siz bazen pabuçlarınızla namaz kılarak onlara muhalefet edin… Onlar sadece Muharrem’in onuncu günü oruç tutuyorlarsa siz dokuzuncu ve onuncu gün tutun ve onlardan ayrılın. Müşriklerin de sakalı var, diyenlere, o halde siz sakalınızı boyayın ve onlar gibi olmayın. Saç tıraşınızda başkalarına benzemeyin. Kadın erkeğe, erkek kadına özenip benzemesin’ gibi pek çok hadisi şerif vardır. Basit gibi görünen bu detaylar aslında birer varoluşsal meseledir.

Ötekileştirme, ya da kendisi için bir öteki kabul etme biraz da güçle ve kendi başına ayakta durabilme ile alakalı bir durumdur. Kimlik açısından zayıf olanlar, ötekileştirme yapılmasın derken aslında, bizi de kendinizden sayın, dışlamayın, biz de sizden olalım demiş olurlar. Ötekiler ise kendilerini farklı gördüklerinden buna itiraz ederler. Avrupa Birliği ile bizim ilişkimiz böyle bir ilişkidir. Onlar kendilerini güçlü saydıkları için biz onlara göre ötekiyiz. Bizi terbiye edip kendileri gibi yapmaya çalışırlar. Biz de kendimizi terk edip ötekileşmeye çalışırız.

Din demek, kendini bilmek, Rabbini tanımak, O’nu tanımayanları tanımak ve onlardan olmamak demektir. Kur’an-ı Kerim bize sürekli olarak, ‘Şeytana uymayın, kâfirlere, zalimlere uymayın’ der. Allah Rasulü’nün hayatı hep bağımsız bir kimlik oluşturma ve bunun için Müslümanların en küçük detaylarda bile başkalarına benzememeleri öğütleriyle doludur.

Din, ötekileri tanımak ve onlardan olmamaktır. Bütün dinler böyledir.

Prof. Dr. Faruk Beşer

Beşer: Kötü olan emzirmek değil, hukuka riayet etmemektir

beser_kotu_olan_emzirmek_degil_hukuka_riayet_etmemektirSüt emmeye ilişkin pek çok hükmün bulunması bize bunun kötü bir şey olduğunu zannettirmesin. Kötü olan emzirmek değil, bunun oluşturacağı hukuka riayet etmemektir. Süt emzirmenin pek çok hikmet ve faydasından söz edilebilir. Olayın sosyal boyutu da vardır. Bunlar hesaba katılarak bir kadının bir başkasının çocuğunu emzirmesi haram değildir, hatta bazen teşvik bile edilebilir

Bir defa kadının emzirdiği çocukla aralarında mahremiyet oluşacağı için bu yolla evlat edinmenin olumsuzluklarının bir kısmı ortadan kaldırılmış olur. Mesela evlatlık olarak almayı düşündüğü çocuğu, mümkünse emzirir ve artık mahremiyet problemi kalmaz.

Çalışan kadın çocuğunu kreşlerin merhametsiz ortamına teslim etmektense bir sütanneye verir böylece emziren kadın da o çocuğun bir bakıma annesi olacağı için ona kendi evladı gibi bakar, sevgi ve merhamet hisleri duyar. Öz annesi de çocuğundan emin olur, çocuğunun anne sütüyle beslenmesini sağlar, aralarında bir akrabalık bağı oluşur.

Ayrıca emziren kadınlara kendi evlerinde yapabilecekleri bir iş sahası açılmış olur, onlar da bu yolla hem para kazanırlar hem de yeni akrabalar edinmiş olurlar. Hizmetçi durumundan çıkar, toplumun zengin olan kesimiyle akrabalık bağları kurarlar.

Farklı kabileler arası olacak süt emzirmeler, kavimleri ve etnik farklılıkları kestirmeden birbirine bağlar. Meselâ Ha­be­şis­tan’a hic­ret eden Müs­lü­man­la­rın baş­ka­nı Ca­fer’in ha­nı­mı Es­ma, ora­da dün­ya­ya ge­tir­di­ği Ab­dul­lah’la be­ra­ber Ha­beş kra­lı­nın oğ­lu­nu da em­zi­rmişti. Bilahare Müs­lü­man­la­rın, Ha­beş kral­lı­ğı ile iliş­ki­le­rin­in iyi­ye git­me­si­nde bu olayın katkısı olmuştur. Hatta belki bu yüzden Allah Rasulü Efendimiz (sa) ‘Habeşliler size sataşmadıkça siz de onlara dokunmayın‘ buyurmuştur. Yani sütkardeşliği aynı zamanda bir barış sebebidir.

Ayrıca sütkardeşliği bazen kadının çok ya­kı­nın­da bu­lu­nan­la­ra kar­şı te­set­tür­lü ol­ma­ problemine bir hal ça­re­si de olabilir. Hem süt ço­cu­ğu, hem de onun emmesiyle ken­di­si­ne ak­ra­ba olan ya­kın­la­rı için ka­pan­ma zo­run­lu­lu­ğu or­ta­dan kal­ka­r ve gün­lük ha­ya­tlarına yakın­lık ha­va­sı içe­ri­sin­de ko­lay­lık ge­lir.

İki fetva meselesinden de söz edelim

Birkaç yıl önce bir bey Avrupa’dan beni aramış ve hanımıyla sütkardeşi olduklarını yeni öğrendiklerini söylemişti. On beş yıllık evliyiz, üç çocuğumuz var ve biz sütkardeşi olduğumuzu şimdi öğrendik. Hem benim annem eşimi, hem de onun annesi beni emzirmiş, şimdi biz ne yapmalıyız diye sormuştu. Olayın nasıl olduğunu bilip bilmediklerini sordum, öğrendik dedi; ikimiz de yaklaşık aynı yaştayız, bir gün misafirlikte otururlarken eşimin annesi beni kucağına alıp emzirmiş, benim annem de ona nispet, eşimi alıp emzirmiş.

Evliliklerini sürdürmelerini söyledim.

Çünkü bu durumda fetva siyaseti şöyle olmalıdır: Yeni evlenecek olanlar ihtiyatlı davranıp, sadece Hanefilerin ölçüleriyle sütkardeşi olsalar bile asla evlenmemelidirler. Çünkü muhtemeldir ki, Hanefiler bu konuda isabetlidirler. Ama böyle bir süt akrabalığını bilmeden evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş insanlar için fetva Şafii mezhebine göre olabilir. Sadece bir iki kez emmişlerse süt haramlığı oluşmamıştır, evliliklerine devam edebilirler, denmelidir. Aksi halde bir yuvanın yıkılması söz konusudur. Böyle durumlarda mezhebi değil, İslam’ı kurtarmaya bakmalıyız.

Ama yine on beş yıllık evli ve iki çocukları olan bir çifte de, zor da olsa ayrılmalarını söyledim. Çünkü birisinin annesi diğerini haftalarca emzirmiş. Bu durumda hiçbir yoruma göre sütkardeşi olmayabileceklerini söyleme imkânımız yok. Nasıl kardeşler birbirleriyle bilmeden evlenmiş olsalar ayrılmalarına karar verilir ise bu da öyle olmalıdır.

Faruk Beşer / Yenişafak