Etiket arşivi: fasık

Neden ‘fasıklar’ sapar?

Allahu’l-alem, bana öyle geliyor ki, Bakara sûresinin 26. ayeti sadece kâfirleri tutumları nedeniyle yermekle kalmıyor. Allah’ın izzetinin izlerini de okutuyor. Mü’minlere bir izzetli duruş da öğütlüyor. Nasıl? Belki şöyle: “Şüphesiz Allah sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez…” buyruğunun bir yanı “Allah misal vereceği şeyi kâfirlerin bozuk kıstaslarına göre seçecek değildir!” manasını fehmimize taşırken, diğer yanı “Allah böyle misaller vermekten neden çekinsin? Onun sanatının herbir parçası misal verilmeye değer harikalıktadır zaten!” manasını kalbimize koyuyor. Yani, tabir-i caizse, Cenab-ı Hak, hem zatını ‘kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan’ tenzih ediyor, hem de eserlerini ‘kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan’ beri tutuyor.

İki yanında da izzet var. İki yanında da mü’minin algı ayarlarını yüceltmeye yönelik bir bilgi aktarımı sözkonusu. İlk vecihte, izzet, Allah’ın zatına ve ‘kâfirin bozuk değerler yapısına’ bakıyor. İkincisinde ise izzet, Allah’ın yaratışına ve ‘sanatındaki üstünlüğe’ nazar ediyor. Birincisinde, Cenab-ı Hakkın zatını tenzih ettiği şey, ‘kâfirlerin bozuk kıstaslarından etkilenir’ veya ‘onlara kıymet verir’ olmak sanki. İkincisinde tenzih ettiği şeyse ‘eserlerinden bazılarının misal verilmeye değmeyecek şekilde değersiz olması.’

Yani, birisinde Kur’an’ın savunusu var, diğerinde kainat kitabının. Bir de hatırlatılan şu var sanki: Kainat kitabı ile Kur’an arasında bir çelişki yoktur. Tevhid çelişkisizliği gerektirir. Bir yazarın iki kitabı arasında çelişki olmaz. Birisinde kıymet verilip yaratılan ötekinde kıymetsiz görülecek değildir. Bizim Allahımız böyle bir Allah değildir.

İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler…” buyurulurken ise mü’minin sahip olması gereken ‘teslimî uyanıklığa’ bir dikkat çekiş var bence. Ne demek teslimî uyanıklık? Bencileyin izah edeyim:

Allah’a iman etmiş olmakla mü’min vasfını kazanmış insanların, misal olarak verilen şeylere, kâfirler gibi bakabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. İmanı insana (imanının derinliği nisbetinde) bir bakış açısı da yükler. Mü’minler, perdenin arkasındaki zattan, isimlerinden, sıfatlarından, şe’nlerinden haberdar olmakla, rastladıkları her ayete (yine Kur’anî ifadesiyle) “Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın!” diyecek uyanıklığa sahip olmalıdırlar. Bu, Allah’a, marifetinden dolayı duyulan bir güvendir. Bu, kainata, tevhidden dolayı duyulan bir güvendir. Bu Hakîm isminin kuşatıcılığına duyulan bir güvendir.

Mümin, misallerin hikmeti bilmezden önce, biraz fikrini yorarsa kendisine misal verilen şeylerden Allah’ın hikmetine kapılar açılacağını bilmelidir. Buna imanlı olmalıdır. Bu dua/beklenti ile o kapıya varmalıdır. Buna imanlı olana mü’min denir. Mü’min yaradanının her işinin hikmetle olduğunu bilirse mü’min olur. Çünkü marifete ulaşmasını sağlayan da bu emniyetidir. İtimadıdır. Beklentisidir. Öyle ya! Bilgiye erişileceğine inanılmadan bilgiye erişilmez. Birşeyler bulacağını ummayan bulamaz. Hatta arayamaz.

Mü’min der ki: “Eğer Allah birşeyi misal getirdiyse bunda boşuboşunalık olamaz.” Yanlış anlaşılmasın. Ayette kâfirlerin dilinden aktarılan “Allah böyle misal vermekle ne murat eder?” cümlesi, bir arayışı değil, “Bu şey değersizdir!” önyargısını içerir. Bunun günümüzcesi “Bu da nereden çıktı şimdi?” gibi bir alaycılıktır. Yani: Kâfir sivrisineğin değersizliğinde mühürlenmiştir. Kanaatini sabitlemiştir. Kendisinin bu ihlaslı(!) sabitlenmesi nedeniyle de Allah, duasını kabul etmiş, onu kanaatinde sabitlemiştir.

Kainat kitabındaki bu körelmesinden dolayı Kudsî Kitab’a hadsizlikle laf eder. Burası önemlidir: Kainat kitabını yanlış okuyan illa vahye de ilişir. (Bu noktada hemen Caner Taslaman’la Ebubekir Sifil Hoca’nın münazarasında ‘sinek kanadı hadisini’ bir türlü kabullenemeyen Taslaman’ın “Sinek pistir!” cümlesini bir zikir gibi tekrar edişini hatırlayalım.) Yani bu cümle Allah’ın kainattaki yaratışına dair bir tenkidi de saklar içinde.

Şunun da altını çizelim: Hikmetin ‘varlığına’ dair değil ama ‘içeriğine’ dair böylesi bir sorgulamayı mü’min de yaşar. Fakat mü’minin zemini farklıdır. Mü’min varlığına inandığı şeyi arar. Zaten iman etmiş olduğu gaybın bilgisi peşindedir. Kâfir ise hemen görmediği (veya olmadığını çoktan iman ettiği) şeyi sorar. “Bu ne şimdi? Ne gereği vardı bunun?” der gibidir bu soruş. Mü’min ise “Kimbilir bana burada neler öğretiliyor?” diyerek muhatap olur eşyayla. Yani öğretilenin ‘varlığından’ emin ancak ‘keyfiyetine’ meraklıdır.

Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır…” buyruğu ise, işaret ettiği hakikatle, aklımı yıllar önce başımdan almıştı. Nasıl? Becerebildiğimce ifade etmeye çalışayım:

Ben, bu ayetten ta Bediüzzaman’ın 2. Lem’asına ve orada geçen “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var…” cümlesine uzanıyorum. Buradan oraya giden bir koridor görüyorum. Ve Bediüzzaman’ın o metinde aslında bu ayetin tefsirini yaptığını düşünüyorum. Çünkü fısk bir yanıyla da ‘günahlara müptelalık’tır. Fasığın imanı varsa da Allah’ın emir ve nehiylerine emniyeti yoktur. Onlardan aldığı kem lezzete tutkusundan dolayı kalbinde doğrunun ayarları yerinden oynamıştır. Cürmünden vazgeçememekte ve belki içten içe “Keşke bu iş günah olmasa!” demektedir. Yaşadığı bu kaymayı somut birşeye dayandırması içinse her kapıdan delil dilenmektedir. İşte, böylesi misaller onun nefsine ve şeytanına yardımcı olur ki, bir cerbeze ile aklını da ‘sapmak’ için ikna eder.

Tıpkı mürşidimin dediği gibi:Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.” İşte bir ayet-i kerimenin aklıma getirdikleri. Şükürler olsun tefekkürü dünyadaki herşeyden daha lezzetli olan o Zat’a ki kendisinden habersiz bırakmayarak bizi ziyan olmaktan kurtarmıştır.

Ahmet AY – risalehaber.com

Gıybet, Zayıf ve Zelillerin Silahıdır

Peygamberimiz (a.s.m.) sahabe-i Kirama “Gıybet nedir bilir misiniz?” diye sordu. Yanında bulunanlar: “Allah ve onun elçisi daha iyi bilirler” dediler. “ Gıybet, kardeşini onun hoşlanmadığı bir sıfat ile vasıflandırmaktır.” Buyurdu. “Kardeşimde söylediğim sıfat bulunuyorsa?” diye sorulduğunda: “Söylediğin sıfat eğer kardeşinde bulunuyorsa gıybet etmiş olursun, bulunmuyorsa iftira etmiş olursun.” Buyurdu. (Tirmizi)

 “Gıybet, kardeşinin hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır” (Tirmizî)

Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.(el-hucurat 49/6)

Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle der: “Aziz ve Celil olan Rabbim beni Miraca çıkardığında, demirden tırnaklarla yüzlerini ve gözlerini tırmalayan bir topluluğa rastladım. Cebrail’e dedim ki: Bunlar kimlerdir? Şöyle dedi: Bunlar gıybet ederek insanların etlerini yiyen ve onların şereflerine dil uzatanlardır.” (Ebu Davut)

“Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?” (el-Hucurat, 49/12)

İki Cihan Server’ı Resül-i Ekrem (a.s.m.) şöyle buyurur:

“Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder” (Tebarâni) 

“Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder” (İbn Ebi’d-Dünya).

“Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder.” (Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya)

İslam dininde kardeşliği şu ayet ifade eder, “Müminler ancak kardeştir. İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin ve sakının ki, merhamet olunasınız” (el-Hucurat, 49/10)

Hz. Peygamber (s.a.s)’in buyurduğu gibi, “Mümin müminin aynasıdır. Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler”

Bediüzzaman 22.Mektubun Hatimesinde gıybet hakkında şöyle diyor;    وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ     “Hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin” (İsra suresi,44)

Yirmi beşinci sözün Birinci Şulesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan bir tek ayetin, mucizâne altı tarzda gıybetten tenfir etmesi, Kur’ân’ın nazarında gıybet ne kadar şeni bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur’ân’ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur.

Üstad Bediüzzaman, gıybet Ayetini tefsir etmiş, gıybettin ne kadar zararlı olduğunu kınama ve yasaklama hususunu izah etmiştir. İşte  مَيْتًا يهِ اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِ   “Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” (hucurat suresi:12). Gıybet bir kınamadır. Bu ayet-i kerimenin altı kelimesiyle altı derece gıybeti kınamaktadır.

Âyetin başındaki hemze, sormak “âyâ” acaba manasındadır. O sormak manası, su gibi ayetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir gizli, örtülü hüküm var.

Aya:  (acaba) Soruyorum demektir. Yani eyühıbbü deki -e – (Âyâ) acaba manasındadır, her kelimenin başındaki bu kelimeyi acaba ile sorarak hakikatini öğrenmeye çalışacağız.
        
İşte, birincisi: hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?

Ayettin başında ki “eyühıbbü” deki  – e –  kelimesi ile soruyor. Yani acaba sormak ve cevap vermek mahalli olan akıl sormayı anlıyor, cevabı da anlıyor, hayatın levazımatını tedarik edebiliyor, sorulan tüm suallere anlayış derecesine göre cevap verebiliyor, iyiyi kötüyü seçebiliyor da acaba gıybet gibi kötü ve çirkin olan bir şeyi neden anlamıyor.

İkincisi: يُحِبُّ -yühıbbü- lâfzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Yühıbbü (sevmek)  Sevmek ve nefret etmek kalbin mahalli yani yeridir, yaratılış itibariyle kalp sevgi yeri iken gıybet gibi nefret edilen, sevilmeyen ve iğrenç bir haslete tenezzül etmemek gerekir. Onun için Kur’an’ı Kerim bizi bu çirkin hasletten menediyor.

Üçüncüsü:اَحَدُكُمEhaddüküm. Ehaddüküm, (sizden biriniz)bu kelimenin de başına acaba manasını koyarak Kur’an-ı Kerim bize üçüncü soruyu soracak.

Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

Gıybet bulaşıcı bir hastalık gibidir,  toplumsal ve sosyal hayat için faciaya sebep olabilmektedir. İnsanları birbirine düşürebilir. Burada ki siz kelimesi çoğulu ifade eder, biriniz kelimesi de ferdi ifade etmektedir. Birinin gıybeti yapıldığı zaman bilahare kişi yaptığından pişmanlık duyar ve gıybeti edilen kişi ile helalleşme imkânı olabilir. Bir toplumun veya bir kitlenin hatta bir milletin gıybeti yapıldığında ise herkesten helalleşmek imkânı olamaz. Günah cihetiyle her ne kadar tövbe ederse de büyük bir toplulukla helalleşme imkânı olamayacağından, kişi o günahla birlikte dünyadan ayrılmak mecburiyetinde kalır. Bu nedenle çoğunluğu teşkil eden, yani toplum veya kitle halindekilerin gıybetinden sakınmak gerekir.

Hayat-ı içtimaiyede ferd daima, tesanüt ve teavün düsturu ile hayatını cemaatten alır. İşte Gıybet öyle bir zehir ki: Yardımlaşmayı, dayanışmayı, birlik ve beraberliği de ortadan kaldırır. Bu nedenle toplum olarak bu illetten uzak durmak lazımdır.

Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ –en y’e’küle lehme- kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?

Lehm; et, ekel ise yemek demektir. Bazı hayvanlara vahşi hayvan demesindeki hikmet ise bir başka hayvanı parçalayarak yemelerinden ileri gelir. İşte böylece insana yakışmayacak şekilde kendi cinsinden bir kardeşinin gıybetini yapmak onun vücudunda parça parça etini kesip yiyen bir canavar gibidir.

Beşincisi: اَخِيهِ -Eğihi- kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yokmu ki, kendi azanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Eği, kardeş demektir. Evet, ölmüş bir kardeşinin vücudunda parça parça etleri koparıp bir ateş mangalının üzerinde pişirip yemesi ne kadar çirkin ve vahşet ise kardeşini gıybet eden birisi de adeta dişleriyle onun etini parçalayarak yemesi de o kadar çirkin ve vahşettir. Kardeşlik sevgiyi beraberinde taşımaktadır. Gıybet ise canavarın pençesi gibidir. Birçok cihetle kardeşi olan dostunu, arkadaşını gıybetle onun kalbi ve gönlünü parçalamaktadır.

İnsanın kendi cinsinden olana acıması, şefkat etmesi ve sıla-ı rahim etmesi gerekir. Hele gıyaben bir kardeşinin gıybeti yapmak çok çirkindir. Hazır olmayanın gıybeti yapıldığından kişi müdafaasız kaldığı için mazlumdur. Bir mazlumu gıybet etmek büyük bir zulümdür.

Mahşer gününde bazı insanlar bakacaklar ki: Defterlerinde çokça namaz, niyaz, hac, kur’an okumalar ve birçok ibadetin yazılı olduğunu görecek ve şaşıracaklar. Diyecek ki: Ya rabbi ben bunlardan hiçbirini yapmadım ki bu nasıl olabilir?

Cenab-ı Hakk : “Falancalar senin gıybetini yaptılar bende onların ibadetini onların defterinden sildim senin defterine yazdım” der. Mahşerde bazı insanlarda amel defterlerinde yaptıkları ibadetleri göremeyince şaşıracaklar ve hayret edecekler. Ya Rabbi yaptığımız ibadetlerimiz nerede diyecekler. Allah; onlara: “Siz falancanın gıybetini yaptınız, sizin amelleriniz onun defterine geçti.” diyecek.

Şu fani ve fena ahir zamanın insanları çok kusurlarla zar zor kazandıkları ibadetlerini gıybetle ne kadar kolay ellerinden çıkarabiliyorlar. Ufak bir kibrit çöpü tonlarca kuru otu nasıl birden yakabiliyorsa gıybette öylece yapılan sevapları bir kerede silip, mahşerde kişiyi müflis bırakabilir.

Altıncısı: مَيْتًا , -meyten- kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

Meyten, manası ölmüş demektir. Zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyetten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyetten mezmumdur. İşte yukarıda yazılan ayet veciz bir şekilde altı derece o günahtan insanı uzaklaştırır.

Üstad Bediüzzaman diyorki:Gıybet ehl-i adavet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. İzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez.” Meşhur bir zat demiş: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silahıdır.”

Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; İki katlı çirkin bir günahtır.

Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir. 

Birisi: Şekva suretinde, bir vazifedar adama der; tâ yardım edip o münkiri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.

Yani zayıf ve muzdarip birisi, güçlü birisine kuvveti yetmez, uğradığı haksızlığı defetmek ve hakkını alabilmek için bulunduğu yerde emniyet veya mülkiye amiri gibi birisine gider maruz kaldığı belayı defetmek veya gasp edilen malını alabilmek için o kişi hakkında maruzatını ifade edebilir. Bu gıybet sayılmaz.

Birisi de. Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “onun ile teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.”

Biri, tanımadığı birisi ile çalışmak ister, fakat onun hakkında malumat sahibi olmadığı için onu tanıyan birisine gider onun hakkında bilgi ister. İşte o adam meşveretin hakkını eda etmek için bildiklerini garazsız bir şekilde söyleyebilir.

Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: “o topal ve serseri adam filân yere gitti.” 

Birini tarif ederken karşıdaki onu hatırlayamazsa, topal Ali veya kör Hasan gibi kişiyi tanıttırmak için şiar olunan lakabları ve tarif niyetiyle söyleyebilir,  ama bunu diyen kişi onların kusurlarıyla alay niyetiyle derse, gıybet etmiş olur. Mümkün mertebede incitici ve rahatsız edici söz kullanmamak ve iyi niyetle söylemek lazımdır.

Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.

Birisi yaptığı zina veya kâbih bir fiili ile övünerek açıkça herkese anlatması o kişinin ne kadar gaddar ne kadar kötü ve ne kadar terbiyeden uzak olduğunu karakteriyle ispat etmiş olur. Bu çirkin halini çekinmeden açıkça anlatan adam ile birisi işbirliği yapmak isterse, biri o kötü adamın şerrinden arkadaşını korumak niyetiyle garazsız o kişi şöyle şöyle biridir onunla işbirliği yapma diyebilir. Eğer niyette garaz yoksa gıybet olmaz ama adama olan garazından söyler ise doğru bile olsa gıybet olur, şayet yalan söylese hem gıybet hem iftira olur. İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet yapılırsa caiz olabilir. Gıybet kişinin niyetine bağlıdır. Herkes kendini yokladığında yaptığını çok iyi bilir.

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit,  – allahümmeğfirlenâ velimeniğtebnâhü – Allahım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zâtı mağfiret et- demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, “Beni helâl et” demeli.

Mademki ölüm var, hesap günü ve mahkeme-i Kübra bizi bekliyor, bir an evvel tövbe etmeli, günahlarımızdan pişmanlık duyup gıybetini yaptığımız kişiden helallik istenmeli, ölmüş ise ona dua etmelidir.

Rüstem Garzanlı                                                                                            

Kamu Yöneticisi / Diyarbakır

www.NurNet.org