Etiket arşivi: Fatih Sultan Mehmet Han

Sultan Murad’ın Fatih’e Nasihatleri

Sultan Murad’ın Fatih’e nasihatlerini konu alan “Nasihatü Sultan Murad” pek bilinmeyen bir eserdir. Kitapta, Sultan Murad’ın küçük yaştaki oğlu, şehzade Mehmed’e anlayabileceği bir dille yaptığı ahlâkî ve sosyal öğütler nakledilmektedir.

Bu eserin orijinali, Venedik Balyoslarından Andrea Coscola tarafından II. Murad devrinde kaleme alınmış ve uzun süre gözlerden uzak kaldıktan sonra, A. Coscola’nun torunu Balyos Marino da Cavali tarafından M. 1559 (H. 967) tarihinde Saray tercümanlarından Tercüman Murad Bey’e tercüme ettirilerek, Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman’a takdim edilmiştir. Eserin orijinal iki yazma nüshası, Topkapı Sarayı ve Nuruosmaniye kütüphanesinde 3295 numarada kayıtlıdırlar.

  • Ey oğul! İnsan başkaları tarafından aldatıldığında, eninde sonunda anlar ve durumu düzeltme çareleri arar. Fakat kişi kendi kendini aldattığında, bunu gidermeyi beceremediği gibi, çare için de çalışamaz.
  • Bilirsin ki bir yemiş, ancak olgunlaştığı zaman güzeldir. Sen de insanların tecrübelerle olgunlaşmış ve güngörmüş olanlarını tercih etmelisin.
  • Aklın gücü, kılıçtan daima üstündür. Ben, nice yiğitlerin sırf kılıçlarına güvendikleri için helâk olduklarını görmüşümdür.

Meselâ, dedemiz Sultan Yıldırım Bayezit sadece kılıcına güvenmeyip, tedbirini de onunla birlikte alsaydı, Timurlenk hâdisesi meydana gelir miydi? Bu hâdise olmasaydı, bizim için daha iyi değil miydi?

  • Güçlü ve kuvvetli olmak elbette iyidir, fakat kuvvet, Hakk’ın ve aklın emrine verilmelidir.
  • Ben, bu çile ve ızdıraplar dünyasında çektiklerimin mükâfatının, Allah tarafından ebedî bir âlemde verileceğine bütün kuvvetimle inanıyor ve O’na her an yalvarıyorum. Ayrıca, kendi hâlimden de son derece memnunum.
  • İnsanoğlu özellikle gençliğinde, yeme-içme ve şehvet konularında normal ölçüyü aşar. Hâliyle bütün bu israflar bedenini zayıf düşürür. Böyle, gençliğini Allah’ın yasakladıklarıyla harcayanlar, ihtiyarlıklarında işe yaramaz bir vücuda sahip olurlar.
  • Beni böyle sapasağlam olarak ihtiyarlığa ulaştıran iki şeyi iyice tecrübe etmiş ve bir âdet haline getirmişimdir. Bunlardan biri, az yemek; diğeriyse, yediklerimi sindirmek için ister sabah, ister akşam, bazen atla, bazen de yaya olarak gezip dolaşmaktır.
  • Ben bu bahçeye kendi elimle diktiğim ağaçları, öz oğullarım gibi severim. Bu güzel kokulu ve tatlı yemişlere değişik bir gözle bakar, Yüce Allah’ın sanatkâr, yaratıcı sıfatlarını tanır, bundan da ayrı bir zevk alırım.
  • Ben de, babamdan pek çok faydalı öğütler dinlemiştim.
  • Şunu da iyice bilmeni isterim, bu dünyada üç türlü insan vardır:

Bunlardan ilki, akıl ve fikirleri yerinde olan, geleceği az çok gören, düşünen ve aşırılıkları olmayan kimselerdir.

İkincisi: Doğruyu yanlışı tam bilemeyen kimselerdir. Nasihat edildiğinde, kafaları alır, kabul eder ve söz dinlerler. Çoğu zaman, duyup, işittiklerine uyarak yaşarlar.

Üçüncü grup ise: Ne kendileri birşeyden haberdardır ve ne de yapılan ikazlara, nasihatlara kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve herşeyi bildiklerini sanırlar.

Ey oğul! Yüce Allah eğer seni ilk sırada saydığım kişiler arasında yaratmışsa sevinirim. İlkinden değil de, ikinciler gibiysen, sana yapılan nasihatlara kulak vermeni tavsiye ederim.

Sakın üçüncü gruba dahil olmayasın! Onlar ne Allah’a, ne de insanlara karşı iyi bir durumda değildir…

  • Padişahlar, elinde terazi tutmuş bir kimseye benzer. Sen padişah olunca teraziyi doğru tutmanı isterim. O zaman yüce Allah da, senin iyiliğini arzular.

Betül Tomor – Zafer Dergisi

Mânânın Avucundaki Şehir İSTANBUL

Mana aleminde, mutlu bir zaman dilimine yaklaşmanın heyecanı vardı. Bu heyecan dünyaya yansırken, toprakları coşturan ve ağaçları tomurcuklandıran bir bahar rüzgârı gibi yeryüzüne iniverdi. Yeni kurulan Osmanlı Devleti Marmara’ya yerleşmiş, Balkanlar’a çelik yumruğunu koymuştu bile. Ancak mânâ coşkusunun ve onun yeryüzüne dalga dalga hayat veren rüzgârının özünde ayrı bir güzellik daha vardı. Ve bu güzellik, Allah sevgilisi Fahr-i Kâinat Efendimizin “Belde-i Tayyibe” (Güzel şehir) diye isimlendirdiği İstanbul’un, İslâm nuru ile tanışmasıydı.
Mânâ kahramanları için böyle bir güzelliği düşünmek bile akıl almaz bir haz veriyordu. Kısa bir süre sonra Hazar’ın batısındaki iklimlerden fışkıran ve Allah sevgisiyle dolu olan bir velîler ordusu, ışık ışık yola çıkarak Osmanlının ana evi olan Bursa’da toplanmaya başladılar. Bu nur ordusunun bazı fertleri ise, kalb gözü açık strateji ustaları tarafından çok esrarlı yerlere yerleştirildiler. Emir Sultan, Bursa’nın yeşil penceresinden İstanbul ufuklarını seyrederken, orada bambaşka bir hayat coşkusu olduğunu, âdeta taşına toprağına manevî bir zemzemin sindiğini hissediyor, zamanın ötelerine açılan gözleriyle asırlardan beri İstanbul’a ulaşmak için hayatını veren şehitlerin nefesini duyuyordu.
Emir Sultan, mânâ âleminin büyük strateji plânında Fatih’e perde perde hazırlanan dekorun en hassas bölgesinde vazife alan velîlerin hangi saat, hangi dakika Hz. Fatih’e ulaşacaklarını ve ışıklarını hangi köşeden yakacaklarını plânlayan bir mimardı. Somuncu Baba‘yı Aksaray’a yolcu ederken, İstanbul’un şifresini ona vermeyi unutmadı. İstanbul’un fethi ile ilgili İlâhî senaryonun en önemli noktalarından biri olan Ankara’da da Hacı Bayram Velî Hazretleri oturacaktı.
Emir Sultan, Hacı Bayram Velî Hazretleriyle sürdürdüğü gönül telgrafında, Aksaraylı Hamidüddin’i görevlendirmişti. Tâ Mısır’dan kalkıp gelen Eşref-i Rumî de, Hz. Emir Sultan’ın mânâ sofrasında sergilenen şifreleri ilk çözenlerden ve Hacı Bayram’a ulaştıranlardandı. Hacı Bayram Velî Hazretleri, Sultan Fatih’e ve ordusuna gerekli olan mânevî teçhizatını hazırlamakla görevliydi. Fatih’in hocası olan Akşemseddin ise, bir yandan kadirî ustası Eşref-i Rumî’den gelen mânâ cereyanını alırken, bir yandan da Hacı Bayram Velî Hazretlerinden Fatih’e destek plânının ayrıntılarını öğreniyordu.
Bu manevî rüzgârların hayat verdiği zaman diliminde daha nice yüceler ve dervişler sahneye çıkmıştı. Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimizin İstanbul’un fethine işaret buyurulan hadîsindeki methe lâyık olabilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Bu coşkulu bekleyişin ve hazırlığın ilk ışığı, Hacı Bayram Velî Hazretlerinin II. Murat’ı ziyaret ettiği bir günde yandı. Ve bu yüce velî bütün İslâm kumandanlarının ortak rüyası olan İstanbul’un fethi düşüncesini Sultan’a arz etti. Zaman dilimindeki inceliğe bakın ki, o sırada âniden hastalanan ve henüz 1 yaşında olan Fatih, dua kapmak için annesinin kucağında huzura geliverdi. Hacı Bayram Velî Hazretleri, gözlerinin derin ışığını İstanbul’u fethetme aşkıyla tutuşan Sultan Murat’a çevirerek: “O fetih size müyesser değil sultanım,” dedi. “İstanbul’un fethi bu yavruya nasiptir.”
fetih istanbulİstanbul’un Fethi, nizâm-ı âleme giden nurlu yolu açacak büyük bir fetihti ve hazırlıkları içinde en ufak bir eksiklik olsun istenmiyordu. Bundan dolayı müjdeli fethi gerçekleştirecek olan kişinin kimliği, Hacı Bayram Velî tarafından çok önceden açıklanmıştı. Nitekim Sultan Murat, 10 yaşından itibaren Fatih’e devlet işlerini öğretecek, 12 yaşında da onu padişahlık mevkiine getirerek o yüce velînin sözlerine olan itimadını ispat edecektir.
Sultan Murat, fevkalâde dirayetli bir padişahtı. Gençti, kılıcının önünde kimse duramazdı. Fakat bu meziyetleri kadar, Allah’a olan sonsuz imânı ve kadere teslimiyeti ile tanınıyordu. Düne kadar İstanbul’un fethi rüyasıyla yaşarken, şimdi artık o plânın bir parçasına hizmet etmek şerefine rıza göstermişti. Niçin İstanbul böylesine önemliydi? Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.v.) İstanbul’u beğenmesi ve onu zaptedecek kumandan ve askerlere iltifat etmesindeki hikmet neydi? Acaba Efendimiz (s.a.v.) İstanbul’a dünyanın çok hoş bir yerinde bulunması ve güzelliği için mi iltifat etmişti? Yoksa İstanbul, yüzlerce yıl İslâm güneşini parlatacağı ve mânâ ehlinin toplanacağı bir yer olduğu için mi methedilmişti?
Allah’ın binbir güzellikle yarattığı bu beldeyi Efendimizin (s.a.v.) sevmesi, Miraç’ta seyrettiği zaman dilimleri içinde İstanbul’a özel bir iltifat göstermesi ve mübarek nazarlarını o şehir üzerine lütfetmesi sebebiyledir. Dolayısıyla nazar-ı Muhammedî’ye (s.a.v.) uğramak şerefi, kader çizgisine bir emr-i İlâhî hâlinde işlenivermiştir. Hz. Fatih velîler sofrasında yetiştirilirken, Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) olan sevgi cereyanlarından fazlasıyla nasiplendi. İçiyle, dışıyla Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) hizmetten başka bir düşüncesi yoktu. Daha 20 yaşındayken namaza karşı gösterdiği saygı ve onun icrâsındaki titizlik, Akşemseddin’i bile hayran bırakıyordu. İstanbul’u fethedeceğinin manevî işaretleri kendisine verilmişti. Ancak, Akşemseddin Hazretlerinden bir işaret gelmedikçe, madde plânına geçmek istemiyordu. Bu işaretlerden ilki, kulaktan kulağa fısıldanan bir parola gibi yüzyıldan beri konuşulur olmuştu.
Somuncu Baba, Molla Gürânî’den aldığı fetih tarihini Hacı Bayram’a mukaddes bir emanet gibi iletmişti. Çünkü Kur’anımızın İstanbul hakkında buyurduğu ”Beldetün tayyibetün” kelimeleri ebced hesabı ile 857’yi gösteriyordu. Ve bu sayı, Milâdî hesapla 1453 tarihiydi. İşte Hacı Bayram Velî ve Emir Sultan Hazretlerinin önceden bildikleri ve kendi zaman dilimlerine rastlamadığı halde, küçük Fatih’i bebekken tanımalarındaki hikmet buydu.
Yüce Fatih, fetih ve gençlik ateşinin tesiriyle âdeta yanıp tutuşuyordu. Bir gün Akşemseddin’in huzuruna gelerek yalvaran bakışlarla: ”Bana bir diyeceğiniz olacak mı?” diye sorduğu zaman, Akşemseddin: ”Karşı yakaya bir sur yap,” dedi. “Öyle bir sur olsun ki, dünyanın bu yöresine bir yüzük taşı gibi Muhammed (s.a.v.) imzası atılsın.” Akşemseddin’in emrettiği Rumeli Hisarına ait taşları temin etmek dahi, İstanbul’un fethinde sembolleşen madde ve mânâ kaynaşmasının harika bir tablosuydu. Gerekli olan malzeme için araştırma yapıldığında, Karadeniz Ereğlisinden daha yakın bir yerden taş temin etmenin imkânsızlığı ortaya çıktı. Fakat o taşların kesilip hazırlanarak boğaza sevk edilmesi, o günkü şartlarla seneler sürecek bir işti. Ama, Efendimizin ismini gösteren Rumeli Hisarı, 120 gün gibi akıl almaz bir sürede tamamlanıverdi. Yüce Fatih, böyle bir imzayı atarken, binlerce askeriyle birlikte sırtında taş taşıma şerefinden vazgeçmemişti.
Fatih’in Edirne’de ordusunu hazırlamaya başladığı sırada gerek Molla Gürânî, gerekse Akşemseddin Hazretleri askerlere manevî destek veriyordu. Şubat ayından itibaren başlayan savaş hazırlıkları, bizzat Fatih’in geceyi gündüze katan moral gücü, askerî ve teknik bilgisi ile birleşince, uzay çağı gibi makineleşiverdi. Onun Haliç’e karadan indirdiği donanması, olmazı olur yapacağının bir işaretiydi. Günümüzün imkânlarıyla sırf film çevirmek ve macera hevesiyle dahi bir küçük geminin karadan Haliç’e inmesi imkânsızken, bir donanmayı göz açıp kapayana kadar Haliç’e indirmek, aklı başında olan Bizans kumandanlarına bu işin çoktan bittiğine dair bir işaret gibi sunulmuştu.
Nisan’ın ilk haftasına gelindiğinde maddenin, mânânın, dağların, taşların ve meleklerin beklediği harekât başlamıştı. Şehit olacağı âna kadar abdestsiz yere basmayan ve namaz vakitlerini geciktirmeyen 10.000 has mü’min, Efendimizi (s.a.v.) mutlu etmek savaşına yıldızlar gibi akıyordu. Ancak bir tarihin açılıp kapanması, sanıldığı gibi kolay olmuyordu. Çünkü Bizans, Topkapı’yı çift sur emniyeti içine almıştı. Dıştaki surdan seyyar merdivenlerle yaklaşan kahramanların üzerine kaynar zeytinyağı dökülürken, buradan mucizevî şekilde kurtulanları da 50 metre içerdeki surlarda mevzilenen okçular bekliyordu.
Yüzlerce mücahidin şehid düşmesine ve aradan 50 gün geçmesine rağmen bir türlü düşürülemeyen surlar, bütün metanetine rağmen Fatih’i bile endişelendiriyordu. Akşemseddin ise çadırında bir yandan duasını ediyor, bir yandan da Fatih’le birlikte yetiştirdiği diğer dervişlere son derslerini veriyordu. Bu dervişlerin arasında Ulubatlı Hasan ve bilâhare Kadı Hızır diye alınacak olan Hızır Bey de bulunuyordu.
Akşemseddin Hazretleri, bizzat Fatih’in bile tırmanmak için sabırsızlandığı surlara baktıktan sonra Ulubatlı’ya dönerek: “Sıran geldi Hasan” dedi. “Haydi göreyim seni.” Ulubatlı, hocasının sözleri daha bitmeden surlara tırmanmaya başlamıştı bile. Üzerine dökülen kızgın yağların acısını, Peygamber (s.a.v) aşkı ile hissetmiyor, vücuduna saplanan 8-10 oka rağmen şehadet yolculuğuna devam ediyordu. Bizans askerleri, gördükleri manzara karşısında korku ve panik içinde ne yapacaklarını şaşırırken, İslâm mücahitleri çoktan surları aşmaya başlamıştı. O sırada Ulubatlı yere düştü, şehadet gülleri açan çehresindeki neşe ile son nefesini vermek üzere bir kez daha Fatih’e bakarak: “Meraklanma sultanım, Resulullah (s.a.v.) surlarda” diyerek bir başka sırrı daha açıklayıverdi.
Ertesi gün Ayasofya’da cuma namazı kılınırken, gerçekten Batıya ait bir çağın kapandığı apaçık sergileniyordu. İstanbul’da kılınan ilk cuma namazından sonra, peri masallarında bile görülmeyen bir sürat ve estetikle, çürümüş Bizans imparatorluğu tasfiye edildi ve yerine, Efendimizin teftişine ve nazarına hazır bir Belde-i tayyibe kuruldu. Fatih, İstanbul’un harika tabiatını koruyan ilk kanunları ile birlikte koskoca şehri su ve yol şebekesi ile bir anda modernize etti. Kiliselerini bile temizletip tamir ettirdi. Hatta papazların maaşını, kiliselerin vaftiz kazanlarını temizleyen özel memurların ücretini ve bu sırada kullanılan gülsularının parasını bile devlet hazinesinden ödedi. Kur’an emirlerine uyarak, Efendimizin (s.a.v.) emirleri istikametinde diğer dinlere karşı öylesine bir hürriyet ve müsamaha sistemi geliştirdi ki, aklı başında her Batılı bilgin Fatih’e hayran oldu. Kendi köhnemiş fikir taassuplarıyla bir yere varılamayacağını, Fatih’in ilme ve insana karşı olan saygısını taklit etmenin kaçınılmaz olduğunu anladılar.
İstanbul’un fethinden sonra en önemli olay olan Rönesans, böylece Fatih’in avuçlarında doğdu. Fatih’in İstanbul’da yaptığı icraat ve getirdiği harika prensiplerin korunması için unutulmaz bir bedduası vardır: “Bu şehre getirdiğim her güzellik, vasiyet ettiğim her güzel kaide Kur’an’a ve Efendimize (s.a.v.) bağlılığımdan doğmuştur. Bunları kim değiştirirse, Allah’ın, Resulünün ve meleklerin lâneti onun üzerine olsun.”
Fatih, eksiksiz bir lider olmanın yanısıra Efendimizin (s.a.v.) iltifatına mazhar olmuş büyük bir velîdir. Ve onda yalan veya yanlış aramak yalnız gafletin değil, büyük bir ihanetin eseridir. Fatih’in bize ve Dünya Milletlerine getirdiği güzellikleri anlamamakta niçin inat edildiğini bilmek zordur. 7 lisânı bilen ve o lisân üzerinden şiir yazacak kadar bilgisi olan Fatih, şiirde de çok üst seviyelerde eser veren, devlet adamlığı ve sorumluluğu açısından çağımızın ulaşamayacağı bir insanlık ve hürriyet fikriyatçısı idi. Ülkesindeki çeşitli kavimlere yaşama ve istediği mahkemede yargılanma hakkını veren, çağımız hürriyet mefhumlarının çok ötesinde yaşamış bir kişidir. Bütün bunlara rağmen onu, başka türlü görmeye ve göstermeye çalışanların gönülleri zaten kurumuştur. İnşaallah dilleri ve kalemleri de kuruyacaktır.
BELDET’ÜN TAYYİBETÜN Kur’an-ı Kerim’de 34. sure olan Sebe Suresi’nin 15. âyetinde geçen “BELDET’ÜN TAYYİBETÜN” ifadesi hakkında, Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, şöyle demektedir: “İttifakatı bedihiyadandır ki, “beldetün tayyibetün” lafzı, ebced hesabıyla İstanbul’un fethine tarih düşmüştür. (Hicri 857) Molla Cami merhumun bir hediyesi olmak üzere maruftur.”
Tahsin Emiroğlu da Esbab-ı Nüzul adlı eserinde şunları söyler: “Beldetün Tayyibetün lafz-ı celilî Sebe” kıssasında, Sebe kavminin beldesini vasıf için irad buyurulmakla beraber, bu terkibin İstanbul şehrine ve bu şehrin mü’minler tarafından fethedileceğine işaret olduğu da, bazı tefsir kitaplarında beyan edilmiştir.
Ez cümle, meşhur âlim Molla Cami, Ebced harflerini hece usulü ile hesap etmiş ve bunların toplamının İstanbul’un fetih yılına tevafuk ettiğini bulmuştur. Bunda ittifak vardır. Molla Cami bunu fetihten evvel hesaplayarak 857 bulmuş ve bu tarihte de İstanbul feth edilmiştir. Bu buluşta ayetteki ‘Belde-i Tayyibe’nin İstanbul şehri olduğuna işaret vardır. Doğrusunu Allah bilir…
Silinmeyen Mühür Fatih Sultan Mehmed’in, stratejik bir tedbir olarak 4 ay gibi bir sürede Rumeli Hisarı’nı inşa ettirmesi, bugünün imkânlarıyla dahi olağanüstü bir başarıdır. O hisar ki, kufi hat ile ‘Muhammed’ ismini resmetmekte ve Bizans’ın sinesinde silinmez bir mühür olarak bulunmaktadır. Hisarın inşaatı, Peygamber Efendimiz’in doğduğu ay olan Rebiülevvel (m. Nisan) ayında başlatıldı. 5000 usta ve 10.000 işçinin çalışması ile tam 132 gün sonra, Regaip kandili günü tamamlandı. 132 ‘Muhammed’ isminin ebced değeridir.
Halûk Nurbaki / Zafer Dergisi