Etiket arşivi: fayda

Hikmet Nedir? Ne Faydası Var?

Hikmet; ilim, sır, gaye, fayda, adalet, felsefe demektir. Ayrıca hikmet, kâinatı ve ondaki varlıkların yaratılış gayesini ve faydalarını bilmek gibi manalara gelir.

Hikmet; Kur’an-ı Kerim, ilim, fıkıh, ilm-i ledünni, nübüvvet, din ve dünyanın salahı, “İlahi emirlerin faydasını anlama”, güzel fiilleri meydana getirme melekesi, “ahlak-ı ilahiyye ile ahlaklanma” ve “müktezayı hale göre hareket etmektir.” Başka bir ifadeyle hikmet, “Hakkı hak bilip ittiba etmek ve batılı batıl bilip ondan sakınmaktır.”

Hikmet, her türlü aşırılıktan uzak durarak sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır.

Kur’an-ı Kerim’de hikmet kelimesi bir kaç manada kullanılmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allahın üzerinizdeki nimeti ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşün. “1 Bu ayetteki hikmet, nasihat ve öğüt manasındadır.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Andolsun biz, Lokmana hikmet verdik” 2 Burada geçen hikmet, “derin anlayış, Kur’an’ın sırlarına vukufiyet, tefekkür ve ilim” manasındadır.

Bir başka ayette ise: “Allah(c.c.) Davud’a saltanat ve hikmet verdi.”3 Burada ifade buyrulan hikmet kelimesi ise peygamberlik manasındadır.

Yine bir başka ayette de şöyle buyrulur: “ Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” 4 Bu ayette geçen hikmet kelimesi de Kur’an’ın inceliklerini ve sırlarını anlama manasınadır. Hikmetin ehemmiyetini ve onu hangi zatların takdir edebileceğini gösterir.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Allah Teala, kullarından dilediğine güzel amele karşılık olan ilim verir, hakaik-ı eşyaya vukuf verir. Evamir-i ilahiyenin faidelerini, gayelerini anlayabilecek istidad verir ve fazilet ihsan buyurur. Böyle kimse pek mesuttur ve pek büyük bir lütf-u ilahiye naildir. Ebedî selamet ve saadete namzet bulunmuş olur. Bunun bir muazzam mevhibe-i ilahiye olduğunu takdir ederek vazife-i ubudiyetlerini kemali şevk ile, bir latif hiss-i şükran ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet!”5

Bazı müfessirler de Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinde geçen hikmet kelimesini sünnet olarak tefsir etmişler. “Kitap ve hikmeti onlara öğretir.” 6 Burada zikredilen kitaptan maksat Kur’an, hikmetten maksat ise sünnettir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.v) hikmet sahibiydi. Onun her sözünde ve fiilinde bir incelik ve mana vardı. O az sözle çok derin ve engin manaları ifade ederdi. Hakka uymayan söz ve fiil sudur etmezdi. Hazret-i Peygamber (s.a.v) “(Ey Muhammed) Sen (insanları) rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”7 ayet-i kerimesine kemal derecede mazhar olmuş ve İslamın neşir ve ilan edilmesinde en büyük esas olan tebliği, hikmetle yerine getirmiştir. O’nun varisi olan ümmetinin de bu mazhariyete nail olması iktiza eder. Böylece diğer ümmetlerin haiz olmadığı yüksek bir dereceye ulaşılmış olur.

İslam âlimleri, “Hikmet; faydalı ilim ve salih ameldir.” diye tarif etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle hikmet, “eşyanın hakikatlerine olduğu gibi vakıf olmak ve onun muktezasıyla amel etmektir.” Nitekim Peygamber Efendimiz “Yarabbi! Bana eşyanın mahiyetini bildir.” diye dua etmişlerdir. Avrupalı bir mütefekkir, “O zattan başka hiç bir kimse böyle bir sözü söylememiş, böyle bir niyazda bulunmamıştır.” demiştir.

Hikmet bir nurdur ki, hak ile batılı ve hayır ile şerri birbirinden tefrik eder. O öyle faydalı bir ilimdir ki, insanı, salih amellerle Cenab- Hakk’a yaklaştırır. O’nun sevgisine ve rızasına mazhar eder. Allah’tan hakkıyla korkup, yasaklarından sakındırır. Zira, “hikmetin başı Allah korkusudur.”

Allah’tan korkmak insanı her türlü kötülük, zarar ve günahtan muhafaza eder ve ebedi saadetin kazanılmasına vesile olur. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur. Bir insanın Allah’tan korkması ve akibetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir.

Allah’tan korkmanın birçok mertebesi vardır. En aşağı mertebesi, küfürden sakınmak, vasat mertebesi günahlardan sakınmak ve en yüksek mertebesi de Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve marifetine mani olacak her şeyden kalbi muhafaza etmektir.

Her hikmet, güzellik ve iyilik Allah korkusundan meydana gelir. İnsanlara fazilet hissini veren Allah korkusudur. Cenab-ı Hak kendisinden korkanı sever ve kendisinden hakkıyla korkanı korkutmaz. Allah korkusu insanları bütün dalaletlerden, tehlikelerden ve nice afetlerden kurtararak sırat-ı müstakime götürür ve insanın aklına nur ve rehber olur.

Hikmet eşyanın hakikat ve mahiyetini idrak etmektir. İlimlerin menbaı ve bütün faziletlerin kaynağı hikmettir. Dünyevi ve uhrevi saadetlerin, maddi ve manevi nimetlerin vesilesidir. Cehaletle ölmüş kalpleri dirilten ve onları ihya eden hikmettir. Hikmet, dünyevi ve uhrevi maksatları anlayıp ikisini beraber yürütmek ve o nisbette tarakki ve tekamül etmektir.

İnsan hikmet ve felsefenin takip ettiği yolu dikkatli incelerse görür ki, hikmetin asıl gayesi vahdaniyet-i İlahiyeyi delil ve hüccetlerle ispattan başka bir şey değildir. Evet, hikmetin gayesi ve neticesi teslis değil, tevhiddir.

Cenab-ı Hakk’a isnad olunan hikmetten murat ise, O’nun ilim ve kudretinin, şefkat ve merhametinin sonsuz olması, abes hiç bir şey yaratmaması ve yarattığı her şeyde binler fayda ve maslahat bulunmasıdır. Zira, bütün eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla, vazife ve gayeleriyle bilen Cenab-ı Hak’tır. Öyle ise, mutlak hikmet sahibi ancak O’dur.

Merhum Hamdi Yazır da; “Hem ilim, hem amel-i salih, hikmetin esası ve temelidir.” demiştir.

Evet, ilimsiz amel, faydalı da olsa hikmete muvafık olmayacağı gibi, amelsiz ilim de ne kadar cazip ve faydalı olursa olsun hikmet ismini alamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” diye buyurmuştur. Ulum-u akliye ve ulum-u nakliye olarak ikiye ayrılan ilimlerin bir arada cem olmasına hikmet denilir. Bunlar birbirinden ayrıldıkları zaman letafetlerini kaybederler. Zira birini ihmal edip, diğeri ile iktifa etmek, hikmete zıttır.

Hükema ise; “hikmet, alemin ahvalini derinden derine tefekkür etmektir.” demişlerdir.

Avrupa hükemasından Yufro ve taraftarları da “ hikmet, hakikatı henüz taayyün etmemiş bir sırdır. Eğer taayün etmiş olsa idi, hükema adedince hikmet olmazdı. Yani birden fazla hikmet bulunmazdı.” demişlerdir.

Felsefe ve hikmetin hakikatini anlayan Yunan mektebinin reisi olan Talis adlı bir feylesof da, “ Bu alem bidayetten ve nihayetten münezzeh olan bir Sânii Hakim’in eseridir.” diyerek Cenab-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olduğunu ifade etmiştir.

Şunu da ifade edelim ki, bütün bu hükema ve feylesofların fikir ve düşünceleri insanın hakiki saadet ve selameti adına ciddi ve sağlam bir yol ortaya koyup, onları irşat edememişlerdir. Bunun içindir ki, Avrupalı bir fikir adamı şöyle der: “Ben bir çok hükemanın fikirlerine müracaat ettim ve bir çok eserlerini tetkik edip okudum, ancak cümlesini anlamakta aciz kaldım. Zira onlar birbirinin görüş ve iddialarını çürütüp, kendi fikrinin doğruluğunda ısrar eden dayanaksız ve cahil bir topluluk olarak gördüm. Bütününün delil ve düşüncelerinin fasid olduğunu anladım. Baktım ki, hepsi kendi dava ve şöhreti namına doğruyu söylemiyor. Felsefeciler iyi bilsinler ki, ruy-i zemini tenvir ve ihya eden kendi hikmetleri değil, hak din olan İslamiyettir.”

Sokrat da “feylesoflar aldanmışlardır, his ve zevkler de bizi aldatır.”8 diyerek, bunların bir noktada ittifak etmediklerini ifade etmiştir.

Felsefe hep ihtimaller üzerine hareket eder. Çünkü menbaı akıl ve fikirdir. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüş, birbirlerini tekzip ve fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan felsefeciler, tarih boyunca bir noktada ittifak edememişlerdir. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, ahiret alemini bilemezler ve bilemediler de. Demek ki akıl, tek başına hakim olamaz ve daima sırat-ı müstakimde yürüyemez.

Bediüzzaman Hazretleri Kur’an ve felsefenin mukayesesini şu orijinal cümleleri ile şöyle ifade eder:

Felsefenin talebesi, “Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır… İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır.

Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”

Hikmeti, nazari ve ameli olarak iki kısma ayıranlar da olmuştur.

Nazari hikmet; kâinatta cereyan eden ilahi kanunları ( sünnetullah, Allah’ın takdir edip var ettiği kanunlar) tefekkür ve muhakeme yoluyla elde edilir. Kâinat, tefekkür erbabı için hikmetlerle dolu bir kitaptır.

Ameli hikmet; akla uygun ve faydalı fiillerdir. Faydalı ilim salih amelden ayrı düşünülemez. Onun için ehl-i hikmet şöyle demiştir; “hikmetin evveli kainat kitabını tefekkür, ortası din ve itaat ve nihayeti de ebedi saadettir.

Kainat, insan aklının önüne açılmış, okumakla bitmez koca bir kitaptır. Kainatta olan mahlukat nevileri hesaba gelmeyecek kadar nihayetsizdir. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler ayet ve ilahi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Halik’ının mevcudiyetini bilir ve O’nun azamet ve kudretini tasdik eder. Kâinat kitabını ibretle tefekkür edip okuyan bir insan, eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkâşa, sebebler âleminden o sebepleri yaratan Cenab-ı Hakk’a intikal eder. Bundan sonra bütün bu kainatı evirip çeviren, bütün mahlukatı yoktan var eden Rabbine karşı kulluk vazifesini ifa eder. İnsanın yaratılış gayesi olan tefekkür ve ubudiyet de onu ebedi saadete mazhar eder. İşte hakiki hikmet budur ve hikmet buna denilir.

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Bakara Suresi 2/23

2 Lokman Suresi 31/12

3 Bakara Suresi 2/251

4 Bakara Suresi 2/269

5 Ö.N Bilmen Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri 1.Cilt

6 Âl-i İmran Suresi 3/164

7 Nahl Suresi 16/125

8 Bkz. E. H. Yazır Metalip ve Mezalip s,46

Köylerde Cemaat Nasıl Artar? Etki Alanı – İlgi Alanı Nedir?

Ramazan dolayısıyla katıldığım kitap fuarlarında ve belediyelerin düzenlediği konferanslarda, birçok okuyucu ile yüz yüze gelme fırsatı buldum. En ilginç sohbetlerden birini Ankara’daki Kocatepe Kitap Fuarında bir imam arkadaşla yaptım. Uzun boylu, yanık yüzlü, gayret-i diniyesi olan bir arkadaştı.

-Sizi Akit’teki yazılarınızdan tanıyorum, eğitim yazılarınızı takip ediyorum diye söze başladı.

Heyecanla bir şekilde konuşmasını sürdürdü:

Kızılcahamam’a bağlı bir köyde imamlık yapıyorum. Köyde nerdeyse cemaat yok. Kızılcahamam’ın birçok köyünde cemaatsizlik yüzünden cuma namazı kılınmıyor. Hükümet dul kadınlara maaş bağlıyor. Bu bir dünya para yapar.”

Konu onun için önemli olmalıydı. Kaç dul kadına maaş bağlandığını ve bunun ayda ne kadar yekûn tuttuğunu ayaküstü hesap edip söyledi. Bunun yerine köylere hanım hoca tayin edilmesini, bu sayede köylerde kalan kadınların eğitilmesinin daha iyi olacağını ilave etti. Köyde cemaat yoktu, nerdeyse yapılacak bir şey yoktu.

Ankara’dan sonra Konya’ya geçtim. Öğretmen-yazar Duran Çetin’le sohbet ederken de benzer bir tespitle karşılaştım. Duran Bey ziyaret için köyüne gitmiş, köyde pek az insanın oruç tuttuğunu tespit etmiş. Merkezi ezan, merkezi vaaz, merkezi hutbeler imamları tembelliğe alıştırmış, pek çoğu namaz memuru olup çıkmış; cemaatle iç içe olmak, onlara vaaz etmek, Kur’an öğretmek, dinî yaşantılarının güçlenmesi için çaba sarf etmekten uzaklaşmışlar.

Duran Çetin’le şu tespiti yaptık:

Şehirlerde camiler dolup taşıyor. Birçok yerde “Haydi çocuklar camiye!” kampanyaları düzenleniyor. Diyanet, “Camiler çocuk açacak.” başlıklı çok güzel bir kampanya düzenledi. Camiye arada sırada çocuk gelirde gürültü çıkarırsa onları azarlayan cemaat, çocuklara ve onların sevimli seslerine alıştı. Şehirler dindarlaşırken köyler dinden uzaklaşıyor. Köylerde yeni bir hamle başlatmalı.”

Kızılcahamamlı okuyucumun karamsar tavrı beni şaşırttı. Ona şöyle dedim:

“Herkesin bir ilgi ve etki alanı vardır. Stephen Covey, insanların bir ilgi bir de etki alanı vardır, der. Evimiz, iş yerimiz, ailemiz bizim etki alanımızdadır. Hükümet, Ankara bürokratları, dünyada olaylar ve savaşlar bizim ilgi alanımızdadır. İlgi alanımızdaki olayların çekiciliği sebebiyle çoğu zaman ilgi alanımızda olup bitenleri konuşuyor; vaktimizi, heyecanımızı ve gayretimizi tüketiyoruz. Biz konuştuk diye bu alanlarda hiçbir şey değişmez. Hâlbuki enerjimizi, dikkatimizi ve gayretimizi kendimize, evimize, iş yerimize çevirsek bu alanda elimizden geleni yapsak birçok şeyi değiştirebiliriz.

Her imam ve öğretmen, peygamber varisidir. Peygamberler,miras olarak ilim bırakmıştır. Peygamberimiz (sav) tek başına İslam davasını dünyaya ilan etti. Kendi nefsinden başlayarak İslam’ı yaşamaya başladı. Sonra en yakınları olan eşi Hz. Hatice(ra), yeğeni Hz. Ali(ra), arkadaşı Hz. Abubekir (ra), azatlı kölesi Hz. Zeyd’e (ra) anlattı. Onların Müslüman olmasıyla İslam kuvvet buldu. Zaman içinde dalga dalga yayıldı. 23 senede bütün Arap Yarımadası Müslüman oldu. Sonraki yıllarda kıtalar ve kitleler İslam’ı seçti.

Her imam, camiye ders koymalı.

Kur’an, hadis, ilmihal okumalı.

Komşularını gezmeli, onları camiye ve cemaate davet etmeli.

Peygamberimiz (sav) gibi cemaat aramalı ve bulmalı. Önceliği eşimize, çocuklarımıza, akrabalarımıza, yakın arkadaşlarımıza vermeliyiz.

Üstat Bediüzzaman bu konuda son derece ilginç bir tespit yapar:

İnsanın etrafında halka halka daireler vardır. Nefis dairesi, akraba dairesi, köy, şehir, ülke, dünya, siyaset dairesi. En uzak dairede nadiren vazife bulunabilir. Harici dairelerin cazibedarlığı yüzünden insanların çoğu o dairelerle ilgilenir ve nefis dairesindeki vazifelerini unuturlar. Hâlbuki en yakın dairede devamlı ve mühim vazifeler vardır. Yakın dairedeki vazifelerimizle meşgul olmak, uzak dairelerle meşgul olarak vaktimizi zayi etmemek gerekir…”

İmam okuyucumla hayli uzun ve tatlı sohbetler ettikten sonra vedalaştık.

Fuardan ayrılırken tekrar yanıma geldi.

Üç poşet kitap almıştı:

Hocam, cemaati ve komşuları hesap ettim. Hepsi için birer kitap aldım. Dua ve okuma kitapları. Hepsini tek tek ziyaret edeceğim ve bu kitapları hediye edeceğim.”

Etki alanını etkili kullanma kararı vermişsin, en yakın dairedeki mühim vazifelere odaklanmışsın. Tebrik ederim.”dedim.

Gülümsedi. Vedalaştık.

Netice olarak şu hususlar önemli:

1. Diyanet merkezi vaaz ve hutbelere son vermeli. Camilere meal, tefsir, hadis, ilmihal vb. dersleri konmalı. Cemaat şuurlandırılmalı.

2. Aile hekiminin hastaları evinde ziyaret ettiği gibi hocalarımız da cemaati evlerinde ziyaret etmeli, camiye gelmeyenleri davet etmeli.

3. Hükümeti, Amerika’yı, dünyayı idare etmekten vazgeçip en yakın dairede dinî irşat vazifemize önem vermeliyiz.

Beyin Vitamini: Nefsimizi Müslüman etme bilincini veren Üstad Bediüzzaman’ın Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve Meyve Risalesi adlı kitapçıklarını tavsiye ederim. Bayram ziyaretlerinde dostlara şeker ve çikolatanın yanı sıra bu tür kitapları da hediye etmeli. Bütün okuyucularımızın Ramazan Bayramlarını tebrik ederim. İrtibat: 444 24 14

 Ali Erkan Kavaklı

Risale-i Nur okurken en iyi şekilde nasıl istifade edebiliriz?

Risale-i Nur okurken en iyi şekilde nasıl istifade edebiliriz? Sesli okumak mı, sessiz okumak mı? Veya çok okumak mı, düşünerek az okumak mı? Ayrıca cevşen ve sair evradları okumanın Risale-i Nur’dan istifadeye faydası var mı?

Risale-i Nur, Kur’an-ı Kerim’in harika bir tefsiridir. Böyle kıymetli bir eserden istifade etmek büyük bir nimettir, bir ayrıcalıktır. Okurken şu gibi esaslara dikkat edilse, istifade çok daha fazla olur diye düşünmekteyiz:

• Başkalarına anlatmak için değil, kendi nefsimize hitap ederek okumak.

• Az da olsa her gün okumak.

• Küçük Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Haşir Risalesi gibi daha kolay anlaşılabilen risalelere öncelik vermek.

• Bilinmeyen kelimelerle ilgili lügat çalışması yapmak. Bir insan her ay bir risalenin kelimelerini çıkararak okusa, bir yıl gibi bir sürede çok mesafe alabilir.

• Çevremizde Nur dersleri yapılıyorsa düzenli olarak takip etmek, yapılmıyorsa da başlatmak.

• Seviyesi iyi kimselerle ön çalışmalı dersler yapmak. Mesela, bir hafta önceden belirlenen bir derse hazırlanıp gelmek, başkalarıyla bu konuyu enine boyuna müzakere etmek son derece faydalı olacaktır.

• “Ya Rabbi, bu eserleri anlamayı ve yaşamayı nasip eyle” şeklinde dualar etmek.

• Her gün hiç olmazsa on beş dakika sesli okumak, hem okuyuşu düzgünleştirir, hem telaffuzu güzelleştirir.

• Ayrıca sessiz olarak da yoğun bir şekilde okumak gerekir. Külliyetle dalmak mühimdir.

• Okuduğumuzu başkalarıyla paylaşmak önemlidir. İlim, paylaşıldıkça artar ve bereketlenir.

• Başlangıçta anlamasak da çok okumak, sonraki okuyuşlarda ise anlama ağırlıklı okumak daha faydalı olacaktır.

• Cevşen ve sair evradları okumanın Risale-i Nurdan istifadeye ve feyz almaya büyük faydası vardır. Bunlar insanın ulvi latifelerini geliştirir, ona kıvam ve kalite kazandırır.

Kaynak: Sorularla Risale-i Nur