Etiket arşivi: fazilet

Medeniyet-i Fazıla Nasıl İnşa Edilir?

Her toplumun ve hizmet hareketinin esaslarında, düsturlarında kaymalar söz konusu olabilir. Hakka hizmet etmek iddiasında olan insanlar İslamiyeti dinimizin menbaları olan Kitabullah ve Sünnet-i seniyyeden sağlam bir şekilde ders alarak toplumu bu esaslarla tahkim ve teçhiz edilmelidir.

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”[1]

Burada dikkat çeken birçok şey var. Ama bu yazıda dikkat çekmek istediğim “ef’alimizle izhar” etmek üzerine olacaktır. Çünkü “Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.. tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl veamel ortasında uzun bir mesafe açıldı…”[2]

Vefa, insan âleminde adem çukuruna çekilince vefasızlık ortalığı boş bulup her alanda kendini göstermeye ve ipleri eline alıp her şeyi dizginlemeye çalışmaya ve adeta buralar benden sorulur gibi bir eda ile külhan beyi olmaya çalışmaya başladı. Neticede hainlik, merhametsizlik, haksızlık, zulüm, hile hurda, üçkâğıtçılık tabelaları da etrafta görünmeye başladı.

Tabikî burada şunu da görmemiz çok ve çok elzemdir ki, vicdanımızla muhasebe ettiğimizde hangi şeylere vefasızlık ettik ki, başımıza gelen merhametsizlik, hainlik, haksızlıklar ve zulümler oldu.

Müslümanlar olarak, kitap ve sünnetten ayrıldık ki kader-i İlahi vefasızlıkla bizi imtihan ediyor. Çünkü esasatımızdan inhiraflar zikzaklarımız var. Medeniyet fantezileri dünyanın cazibesi farkında olsak da olmasak da insanları hallaç pamuğu gibi yaptı.

Vefa; tesis edilmiş olan sevgiyi sürdürme, yeni sevgi ve dostluk bağlılığı kurmak gibi anlamlarına gelmektedir. En büyük vefa ise ezelde bezm-i elestte Rabbimize verdiğimiz söze ve misaka yemine bağlılıktır. Yani fıtratımıza geri dönmektir.

“Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü’min i’lâ-i Kelimetullah ile mükelleftir.”[3]

Bir ayette Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“…Bana verdiğiniz sözde durunuz ki, size verdiğim sözde durayım…”[4]

Yapılan akitlere verilen sözlere bağlılığın bulunmadığı toplumlar daima güvensizlik ortamında nefes alır verir ve daima içinde bir acabalar olur.

(Kavl) Söz ve amel ortasındaki uzun mesafelerin olması da vefanın toplumdan kalkması sebebiyledir. Ahlaki davranışın zirvesi ve temeli üzerinde “vefa” yazılı olan anahtarda saklıdır.

Sözlerin ve amellerin arasında tersliklerin olduğu bir toplumda vefadan söz edilemeyeceği de su götürmez bir hakikattir.

“Vefa, gavr-ı in’idama çekildi.”: Vefa yokluk çukurunu inzivagah olarak tercih edince,

“Tûfan-ı gadir feverana başladı.”: Hainlik, merhametsizlik, haksızlık ve zulmün her türlüsü feveran etmeye başlıyor.

“Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı.”: Söz–fiil tutarsızlığı oldu.

Risale-i Nur hizmetiyle insanlıktan vefasızlığı silmek ve vefayı o inzivagahtan çıkarıp insanları iman, İslam hamuruyla mezcetmeyi şiar edinmekteyiz. Bu hizmetimizin semeresini hemen beklemek elbetteki acelecilik olacaktır. Çünkü bir ağaçtan bir milyon kibrit çıkar fakat bir kibrit bir milyn ağaçtan daha fazlasını yakabilir.

Bu sebeple Tahrib, tamirden pek çok defa eshel…”[5] olduğunu unutmayarak daima ve daima tamir ve ıslah hizmetlerini sabır ve itina içinde yaparak esastan taviz vermeden ruh-u asliyi rencide etmeden hareket etmemiz elzemdir. Tamir, tahripten her zaman zor ve müşkülatlı olduğunu unutmamalıyız. Zamana zemine yayılan bu hizmetimizde azami dikkat etmeliyiz.

Risale-i Nurla hem hal olup latifelerimize sindirip kavl ve amelimizde rehber etmeliyiz. Kavl ve amelimizi işlerimize, hayatımıza tecelli ettirerek “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”[6] Sözünü hayatımla gösterip “işte bir Müslüman!” sözünü her şeyimizle göstermeliyiz.

Bunun neticesinde Risale-i Nur ile baş başa kalmasıyla aradığı şuuru bulur ve artık o, okuduğunu yaşayan bir Nur Talebesi olur, şuurlu bir mü’min olarak Allah’ın emirlerini Resulünün sünnetlerini huşû ile tatbik eder. Zaten maksad da budur. Böyle ki, toplumda Rasulü Ekrem (asv)’ın bir varisi, vekili olacaktır.

Risale-i Nur sohbetlerinin en dikkat çeken vasıflarının başında ihlâs, uhuvvet ve samimiyet gelmektedir. Risale-i Nur dersleri ruha, kalbe, akla kapı açar, iradeyi bloke etmez.

Vefayı toplumda hükümferma etmek ve kavl ile amelin arasını kapatıp medeniyet-i fazıla inşa edilebilir.

Selam ve dua ile.

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Tarihçe-i Hayat (90)
[2] Muhakemat (96)
[3] Tarihçe-i Hayat (59)
[4] Bakara, (2/40)
[5] Sözler (168)
[6] Tarihçe-i Hayat (16)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Müslümanlarda Yahudileşme Temayülü ve Nefs-i Emmare

Müslümanlarda Yahudileşme Temayülü

ve Nefs-i Emmare

Bugün dünyayı sâri bir illet gibi saran maddi ve manevî hastalıkların birçoğu bir şekilde Yahudi iltisaklı olarak dünyaya bulaşmış. Derler ki, Yahudiler yumurtalarını kaynatmak için dünyayı ateşe vermekten çekinmezler.

Dünyaya yayılan bu illetlerden İslam toplumunun da kendini kurtaramadığı, hatta kıyametin de kopmasına sebep olacağı anlaşılan hastalıklardır.

Dünyevileşmenin tüm hızıyla devam ettiği toplumlarda maddeyi ve dünyayı putlaştırma, sekülerleşme, paraya ve maddeye daha çok tamah etme ve dinin her hükmünün önüne geçirme, rüşvet, faiz, hile, sahtekârlık, zina… Allah’ın hükümlerini sadece sosyal kültürel bir anlayış şekline indirgemek, “olsa da olur olmasa da” şeklinde düşünmek insanın ahiret gözünün kapanıp hüsrana uğrayacağının en büyük alametlerindendir.

Bunun neticesinde kendi adetlerine uydurma, kitapla amel etmeme, hükümleri kendine uydurmak, taassup, ırkçılık, sihir, fesadı yayma, bozgunculuk, kendini tabulaştırma, servete, ziynete, gösterişe önem verme, hırs, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, kibir, zulüm, Cehennemin ebedî olmadığını düşünmek ve azabını istihfaf etmek… gibi nice hükümlerin tam tersi davranmak tuzlu olan deniz suyunu içmek gibidir. İçtikçe susatır, susadıkça içirir ve insanı helak eder.

Yahudiler tarihte bu şekilde dalalete sürüklenip manen helak olmuş ve senelerce de “zillet ve meskenete”[1] düçar olmuşlardır. Bir müslümana yakışan şey Yahudilerin tarihte zillet ve meskenete düştüğü şeylerden uzak durmak ve her daim temkinli davranmaktır.

Bu ve buna benzer hastalıkların hemen hepsi maalesef günümüz Müslümanını da esir almış durumda. Yahudiler mazide Samiri’nin yaptığı altından buzağıya tapıyorlardı. Şimdi de o altın buzağıya karşılık maddenin ve dünyanın her türlü ziyneti ve cazibesi insanı dünyaya tapar bir surete getirmektedir.

Dünyamızı şekillendirirken Hak din olan İslamiyet’in hükümlerini göz kulak ardı etmemeli bilakis o hükümlerle dünyamızı imar etmeliyiz. Dünyamızı bu şekilde imar edersek ahiretimizi de imar etmiş oluruz.

Bu meseleler tüm insanlara bakmakta ve insanlığı tehdit etmektedir. Müslümanların da azami derecede dikkat etmesi gerekmektedir. Çünkü Kabil’i aldatan nefs-i emaresi olduğu gibi tüm insanları da adım adım dalalete sürükleyen gene aynı aktör olan nefs-i emmaredir.[2] Emmare olan nefis herkeste olduğu için din diyanet fark etmemektedir. Herkesi aldatabilir.

Selam ve selamet Hakka teslim olanlara olsun. Rabbim bizleri de bahtiyarlar zümresinden etsin, amin.

[1] Kur’ân-ı Kerîm’de yedi âyette zillet, on altı âyette aynı kökten isim ve fiiller başlıca üç anlam çevresinde toplanır. 1. Bazı âyetlerde zillet ve türevleri yaygın kullanımına uygun biçimde “aşağılanma, âcizlik” mânasına gelir. Bir âyette kudreti ve hükümranlığı mutlak olan Allah’ın dilediğini aziz, dilediğini zelil kılacağı belirtilir (Âl-i İmrân 3/26). İsrâiloğulları’nın Sînâ çölünde Hz. Mûsâ’ya karşı sergiledikleri sert ve saygısız tavırları, Medine yahudilerinin Resûl-i Ekrem’e yönelik hasmane tutumları sebebiyle zilletle damgalandıkları (el-Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112), Mûsâ’nın Tûrisînâ’ya çıkmasının ardından buzağıya tapmaya kalkışan İsrâiloğulları’nın Allah’ın öfkesine ve dünya hayatında zillete mâruz kaldıkları (el-A‘râf 7/152), İslâm aleyhine yahudilerle iş birliği yapan Medine münafıklarının da zillete düşürülenler arasında yer alacakları (el-Mücâdile 58/20) bildirilir. Zillet kavramı altı âyette inkârcıların âhiretteki değersizliğini ve aşağılanmışlık durumunu anlatır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẕll” md.). Sabâ melikesi Hz. Süleyman’dan aldığı mektup üzerine çevresindekilere bilgi verirken, “Krallar bir ülkeye girdiler mi oranın altını üstüne getirir, halkının ulularını zelil yaparlar” demişti (en-Neml 27/34). 2. Bir kısım âyetlerde zillet kavramı cümledeki bağlamına göre olumlu anlamda da kullanılır. Meselâ evlâdın ebeveynine karşı görevleri arasında sayılan zül (el-İsrâ 17/24), müminlerin nitelikleri arasında zikredilen ezille (el-Mâide 5/54) “şefkat, merhamet, tevazu, yumuşaklık” gibi mânalarla açıklanmıştır (Taberî, IV, 626-627; VIII, 61; İbn Sîde, XI, 47; Şevkânî, II, 60; III, 247-248). 3. Âyetlerde zillet kavramı “bir şeyin elde edilebilir, kullanışlı ve yararlanılabilir olması” anlamında da geçer. Dünyanın ve dünyevî nimetlerin insanların yararlanmasına elverişli kılınması (el-Bakara 2/71; Yâsîn 36/72; el-Mülk 67/15), cennet meyvelerinin uzanıp alınabilecek kadar yakın olması (el-İnsân 76/14; krş. Taberî, XII, 364-365; Şevkânî, V, 404) bu kavramla ifade edilmiştir. Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/zillet

[2]Nefs-i emare, kötülüğü emreden ve bundan zevk alan nefise verilen isim. Nefis tezkiyesi kademelerinden ilkidir. İlk kademede nefsin temizliğine henüz başlandığı için nefiste bütün 19 afet mevcuttur. Onun için bu kademede nefis henüz arınmadığı için kötülüğü emreder.

Selam ve Dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

Kâinat Kur’an, insan âyet…

Büyük Selçuklu Sultanı, Alpaslan’ın oğlu Melikşah’ın devlet bütçesinden eğitim ve öğretim için en yüksek payın ayrılması isteğine bazı komutanlar, “Ordumuzun beldeler fethetmesi için en yüksek bütçenin orduya verilmesi lâzım” şeklindeki itirazlarına devletin büyük veziri Nizamülmülk şu mealde bir cevap veriyor:

“Nizamiye Medreselerinde (üniversitelerinde) size öyle bir ordu hazırlıyorum ki, yüreklerinde kin yerine iman, ellerinde kılıç yerine kalem, kafalarında problem yerine çözüm olacak ve hem çabaları, hem de dualarıyla cihanın yüreğini fethedecekler. Ancak böyle bir fetih kalıcı olur.”

Bunun tek şartı var: “Doğru hoca” yetiştirmek: Zaten “doğruhoca yetiştiremeyen milletler “sahte hoca”ların istilâsına uğrar! “Sahte hoca”ların yetiştirmeleri de ya toplumu bölmeye çalışır ya da Meclis’i bombalatır.

Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı Aşireti ilk büyük bölünmesini “âlim” olup “fazıl”olmayan bir hoca yüzünden yaşadı. Ertuğrul Gazi’nin ağabeyleri, Dımışık Hoca’nın dolduruşuna gelerek aşiretin yarıdan fazlasıyla birlikte geri döndüler. Büyük acılar yaşandı. Kendileri de yok olup gittiler. Akıbetleri bile belli değil.

Öte yandan İstanbul da “fazıl” bir “âlim” sayesinde fethedildi. Ak Şemseddin, en umutsuz demlerinde Padişah’ı ya ziyaret ediyor ya mektup gönderip tazeliyordu.

Binlerce örnek var, ama sadece bu iki örnek bile “doğru hoca”nın önemini kavramaya yeter.

Gerçek şu ki, biz “iyi hoca” (muallim) yetiştiremiyoruz. Bu yüzden öğretmenlerin tüm maddi sorunlarını çözüp bir elleri yağda, bir elleri balda yaşatsak bile (nerede o günler) “insan” sorunumuz çözülmeyecektir. Kısacası “doğru insan”yetiştirebilmek için, evvelâ “doğru hoca” yetiştirmemiz gerekiyor. 

“Müeddib” kelimesini daha önce bir yerlerde okudunuz mu, bilmiyorum. Bir nevi “muallim” olduğunu söyleyebilirim. İslâm eğitim sisteminde müeddiblerin önemli bir yeri var. “Terbiye eden, edeblendiren, bilgi ve görgü öğreten” manasına gelen bu kelimenin kökü “edeb”dir. 

“Edeb” kelime olarak bilinir, ama ondan türeyen “müeddib” erbabı dışında pek kimse tarafından bilinmez. “Edeb”i, “hayâ”yı unuttuktan sonra, “müeddib”i nasıl hatırlayalım? O kadar ki, çoğu sözlüklerden kovuldu. Türk Dil Kurumusözlüklerinde ise zaten hiçbir zaman yer bulamadı. Hatta “fazilet” kelimesi bile atılıp, yerine “erdem” getirildi.

Ankara’nın “Solfasol” denen bir semti var. Osmanlı asırlarında bu semtin adı“Zülfazıl”ken (Zülfadl), cumhuriyet döneminde “Solfasol”a dönüştürüldü…

Sebebi malum: “Zülfazıl”, “çok faziletli” demektir. Fazilet: Değer üreten, meziyet (kişiyi yücelten nitelikler) sahibi; ilim, irfan, iman ve şefkat ile ulaşılan yüksek derece. Dini ve ahlâki vazifelere riayet etme anlamlarını içerir… 

Üstelik “Zülfazıl” ismi Hacı Bayram-ı Veli’nin orada dünyaya gelmesinden dolayı verilmişti. Bir bakıma Veli’nin fazileti semte isim olmuştu.

Kelime olarak bile “fazilet”e tahammül edemeyen anlayış yüzünden isim değiştirildi: Semt anlamsızlığa teslim edildi. Geçelim…

Diyeceğim şu ki, devletimiz her okula bir “müeddib” tayin etmeli, bir de “âdab dersi” (insanlık dersi de olabilir)koymalı…

Öğretmenlerimiz çocuklarımızı bilgilendiriyor, ama “doğru insan” olmayı öğretmiyor: “Müeddib”ler işte bu açığı kapatacak… 

“Edeb”, “adab”, “ahlâk”, “fazilet”, “vicdan”, “namus”, “hâya”, “sabır”, “adalet”, “nezaket”, “nezahet”, “nezafet”, “nefaset”, “estetik” gibi, varlığı “insan” yapan kavramları okutacaklar. 

Bunları bilmeyen insan dünyanın en bilgili insanı da olsa, önce kendine, sonra vatanına, milletine, devletine ve tüm insanlığa zarar verir!

Unutmayalım ki, el yapımı bomba yapıp patlatarak bir sürü mazlumu hayattan koparan “terörist” de kimya ilmini kullanmaktadır!

Yani iş ilimde değil, ahlâk ve fazilette…

Yavuz Bahadıroğlu

İhlâsı Güçlendirmenin Yolları

Güçlü bir ihlâsa sahip olmak için, her birisi derin tefekkür ve tecrübenin mahsûlü olan aşağıda sıralayacağımız prensipleri akıl ve vicdanlarımızda tartarak özümsemeliyiz:

* Sonsuz kudret/güç sahibi Allah’ın kontrolü altında ve daima huzurunda olduğumuzu düşünmeli.

* Olumlu / müsbet / pozitif davranmalı.

* Kendi işimiz, mesleğimiz ve içinde yer aldığımız grubun sevgisiyle hareket etmeliyiz.

* Başkasının eksikliklerine, yanlışlarına değil, kendi işimize, mesleğimize, içinde bulunduğumuz düşünce akımına yoğunlaşarak üretim yapmalıyız. Psiko-sosyologlar uyarıyor:  “Başkalarını küçültmeyin, hafife almayın, eksiklikleriyle meşgul olmayın. Temel gıdanız, ekmeğiniz nefret değil, sevgi olsun.”

* Yardımlaşmalı ve dayanışmalıyız: Hangi inançta, düşüncede, meslekte olursa olsun insanlar yaradılışta kardeştir. Ve aralarında pek çok sevgi bağı vardır. Hain ve zalim olanlar müstesna herkes sevgiye ve yardıma lâyıktır.

* İnsafı elden bırakmamalı: Düşünceleriniz en doğru olabilir. Ama bu, başkalarının düşünce, meslek ve işini basite almanızı gerektirmez. “Benim fikrim doğru, haktır” yahut “daha güzeldir” diyebilirsiniz. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel sadece benim yolumdur” diye insafsızca hareket etmemelidir.

* Yanlış düşünebileceğimizi açıklama ve özür dileme faziletini gösterebilmeliyiz. Bu bize, ayrıca izzet ve şeref kazandıracaktır.

* Hakperest, samimî, dürüst, doğru insanlarla ittifak etmeliyiz. Bu, Yüce Yaratıcı’nın da hoşnutluğunu kazandıracak, bu da onların yardım ve desteklerini cezp edecektir.

* Haksızlar, şaşkınlar, sapıtmışlar, zalimler anlaşıp, birlik olup büyük bir güç kazanıyor. Halbuki, birlik ve beraberliğe, hakperestler daha çok lâyıktır.

* Gerçeği, doğruluğu, samimiyeti yanlışın, inkârcı felsefenin hücûmundan kurtarmak için ihlâsı kazanmak zorunda olduğumuzun şuurunda olmalı.

* Nefsimizi/egomuzu alt etmemiz gerektiğini kabul etmeli. İhlâs, enaniyeti / bencilliği / egoizmi yok eder.

* Önemsiz, duygusal rekabetleri terk etmeliyiz.

* Bir işi, insanların ilgisini kazanmak için değil, Allah’ın rızasını kazanmak için yaparsak kazanırız. Eğer insanlardan aşırı ilgi beklersek ve ondan hoşlanırsak ihlâsı kaybederiz.2 İnsanların hoşlanmasının size vereceği enerji ile Sonsuz Güç Sahibi’nin vereceği enerji asla kıyas edilemez.

* Dünyanın geçici olduğunu ve ölümün gerçekliğini kabul etmeliyiz. Acı gibi görünse de gerçeklerden korkmamalıyız. Şu kısacık dünya hayatında samimiyetsiz, riyakâr, yalancı davranışlar sergilemeye değer mi?

* Maddî menfaat / çıkar yerine, uhrevî hizmetlerde birlikte çalışmanın muazzam kazançlar sağladığını düşünmeliyiz. Bunlar maddî ortaklıktaki kazançlar gibi değil. Parçalanmadan, eksilmeden (fazl-ı İlâhî ile) biriken sevapların hepsi, iştirak eden her ferde aynen verilir. Bu, rekabetten gelen çatışmayı önler, ihlâsı kazandırır.

* Kardeşlerinin, hemcinslerinin kazandığı şeref ve sevabın kendisine ve herkese aynen geçeceğini düşünmek, ihlâsı arttırır.

Ali Ferşadoğlu / Nur Postası

Esrarengiz Bir Adam: Üstad Bediüzzaman (Şiir)

Bir adam tanıyorum adı Bediüzzaman

Esrarengiz bir adam, hem cesur hem kahraman

 

Cefa ve çilelerin dayanıklı insanı

Dert ve ızdırapların tükenmeyen dermanı

 

İhlâs ile fazilet O’nda abideleşmiş

Asalet ve adalet O’nda ebedileşmiş

 

Kırılmış ve büzülmüş gönüllerin feryadı

Şahsında bütünleşmiş Bediüzzaman adı

 

Yepyeni bir dünyanın mimar ve müessisi

Sevdalı gönüllerin en güzel sevgilisi

 

Düşkün ve şaşkınların sönmeyen hayat nuru

İmanlı müminlerin tükenmeyen gururu

 

Kur’anın müfessiri insanlığın sertacı

Uğrunda çalıştığı İslam’ın şeref tacı

 

Risale-i Nurların mübellğ-i bülbülü

Diken tarlasındaki biten dikensiz gülü

 

Volkanlar gibi coşan, nehirler gibi koşan

Gönülleri okşayan Üstad Bediüzzaman

 

Fikirlerin fatihi vicdanların hamisi

Mücadele adamı ve Hakkın sevdalısı

 

Ebedi kurtuluşun yolunda yön gösteren

Ümitsizlere ümit, çıkmazlarda yol veren

 

Hakkın keskin kılıncı zalimlerin düşmanı

Gönülleri fetheden Nurların Kahramanı

 

Şaşkın beşeriyete deste deste nur saçan

Ebedi kurtuluşa kapanmaz bir yol açan

 

Asrının müceddidi imanları kurtaran

Kâmil, mükemmel insan Üstad Bediüzzaman

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org