Etiket arşivi: fedakarlık

Aşk Evliliği Kurtarmaya Yeter mi? Neden Şefkat?

Bir işin gerek şartı aynı zamanda yeter şart olmadığı gibi, parça da bütün değildir. Gelin görün ki, insanoğlu çoğu kez gerek şartı yeter şart zanneder ve çoğunlukla parçayı bütünle özdeşleştirir. Zira, bir iş gerek şart olmaksızın gerçekleşmez ve bir bütün parça tamam olmadan bütün olmaz. Ve bu durum, dikkatlerin kendisi olmadan sonucun gerçekleşmediği ‘gerek şart’ ile kendisi olmadan bütünün yarım kaldığı ‘parça’ üzerinde yoğunlaştırır. Bu yoğunluk–parça-bütün ilişkisi gözden kaçtığı ve gerek şartın yeter şart olmadığı unutulduğu takdirde sair şartlara ve sair parçalara, hatta işin ve bütünün tamamına dair bir algı körlüğünü getirir. Bu körlük, idraki daraltır. Sonuç parçanın bütünün tamamı imiş gibi muamele görmesi, ‘gerek şart’ın ise ‘yeter şart’ makamına terfi etmesidir.

Evliliğe ve aile hayatına dair yazılan, çizilen, konuşulan, düşünülen ve paylaşılan şeylere baktığında, insan bu yanılgı zincirinin bir yansımasını rahatlıkla görüyor. Birçok zihinde, evlilik ile aşk, aile hayatı ile birbirine aşık iki insan neredeyse eş-anlamlı hale gelmiş bulunuyor. Evliliğin ‘gerek şart’larından biri olarak aşk, genelde, ‘yeter şart’ olarak algılanıyor. Ve, sıhhatli bir aile hayatının ayrılmaz bir parçası olarak birbirine aşık iki kalb, bu aile tablosunun tamamı gibi muamele görüyor.

Evliliğe ve aile hayatına dair ‘aşk’ üzerinde yoğunlaşan bu vurgu, birçok alanda çok farklı tezahürleriyle çıkıyor karşımıza. Nikah davetiyelerinin çoğunda, olan-bitenin birleşik iki kalb figürüyle özetlendiğini görüyoruz. Düğün pastalarını kalb suretinde yaptırıyor kimileri. Düğün arabalarına bir çift kalb yapıştırılıyor ve her birinin içine hanımın ve erkeğin isminin ilk harfi yerleştiriliyor. Öte yandan, binlerce film, onbinlerce roman, yüzbinlerce şiir ‘beraberlik’ ile ‘aşk’ı âdeta özdeş tutuyor. ‘Aşkın gücü’ne dair filmler yapılıyor, mutlu evliliğin biricik formülü olarak ömür boyu aşkı öneren kitaplar hazırlanıyor, “Sevmek ne güzel şey/Sevgiyle düzelir herşey” türünden şiirler yazılıyor.

Ve, aşka dair bu vurguyla birlikte, bir evliliği başlatmak veya yaşatmak, bir aile hayatını kurmak veya kurtarmak için aşkın yeterli olduğunu zanneder hale geliniyor.

Ama öte yandan, hüsranla sonuçlanmış, mahkeme kapısına dayanmış, önemli kısmı bir seneye varmadan tükenmiş evliliklerle karşılaşıyor. Aşk, evlilik için yeterli görülüyor; ama aşklar evliliği kurtarmaya yetmiyor. ‘Aşk evlilikleri’nin ciddi bir oranının yaşadığı akıbet, gerek şart olarak aşkın evliliğin yeter şartı olmadığını apaçık gösteriyor.

Bu vâkıa, aşkın kötü birşey olduğunu göstermiyor elbette. Rabb-ı Rahîm’in insan kalbine yerleştiği, insanı heyecana ve harekete sevkeden, insan gayrete ve cevelana yönelten bir duygu olarak aşk, elbette hayatlara bir renk, bir anlam katıyor; ve açılmamış birçok duygu aşk ile açılıp olgunlaşıyor. İnsan aşkla gelişiyor, farketmediği bir dizi nüansın anlamını ve önemini aşkla farkediyor, pek çok insanî özellik aşk sayesinde inkişaf kaydediyor. Aşk insanı yontuyor, törpülüyor, inceltiyor, olgunlaştırıyor ve ‘mükemmel’e uzanan yolda adımlar attırıyor. Bütün bu yönleriyle, aşk, evliliği anlam katıyor, renk katıyor, neşe ve lezzet kazandırıyor.

Ne ki, evlilik denen şey, aşkla başlayıp bitmiyor. Bir aile hayatının kurulmasında ‘gerek şart’ olarak kesinlikle önem taşıyan aşk, ‘yeter şart’ da olamıyor. Zira, yetmiyor! Bu bakımdan, hem ‘gerek şart’ olarak aşkı vurgulamak, hem de aşkın ‘yeter şart’ olarak sunumuna açık bir muhalefet şerhi koymak gerekiyor. Aşka dair bu iki sunumun arasını açıkça ayırmak gerekiyor.

Bu noktada, öncelikli olarak, sevmenin çok bilinen ve çok vurgulanan bir yansıması olarak aşkın, sevmenin ta kendisi ve yegâne yansıması olmadığını farketmek gerekiyor öncelikle. Sevmenin, şefkat gibi, hürmet gibi, acımak gibi başkaca tezahürlerinin de olduğunu bilmek gerekiyor. Meselâ, anne çocuğunu sever, ama âşık değildir ona. Çocuğun anneye olan sevgisi de aşk değildir. Birincisi şefkat sınıfından, ikincisi ise hürmet cinsinden bir sevgidir.

Hem, sevmenin yegâne türü değil, bir türü olduğunu bildikten sonra, bir sevgi türü olarak aşkın tarifini doğru yapmak da gerekiyor.

Nedir aşk, nasıl bir sevmektir? Karşılıklı sevmektir. Karşılık bekleyerek sevmedir. Karşılıklık görmediği halde dahi, karşılık beklemektir. Bir başka insanı aşkla seven, ondan mukabele bekler, karşılık görmek ister. Ve, tatlı başlayan bütün aşklar, karşılık görmeyince yahut karşılık görmez duruma gelince veyahut karşılık görme ümidi dahi tükenince, biter. Karşılık görmeyeceğini kesinkes bilerek, karşılık göreceğine dair zerre miskal bir ümit hissetmeyerek devam eden tek bir aşk yoktur. Bütün aşklarda ya bir ‘hemen şimdi’ boyutu vardır, veya ‘bir gün mutlaka’ boyutu.

Sözün kısası, aşk karşılık ister. Aşk, karşılıklı sevmektir. Aşk, karşılık bekleyerek sevmektir.

Dolayısıyla, yalnızca aşk üzerine kurulan bir evlilik, bir açıdan, pamuk ipliğine bağlı bir evliliktir. Ömrü ve sıhhati, karşılığa endekslenmiş bir evliliktir. Karşılık görme yüzdesi yükselince sağlamlaşan, karşılık görme yüzdesi düştükçe zayıflayan ve hatta çöken bir evliliktir. Aşk, bir evliliği ömür boyu taşımak, bir aile hayatının aslî ve yegâne direği olmak için asla yeterli değildir.

Sarsılan, sallantıda olan, hatta yıkılan evliliklere bakalım. Karı ve kocadan her ikisi veya en azından biri, eşinden lâyık olduğu ilgiyi ve karşılığı görmediğini düşünmektedir. Ki, ya gerçekten karşılık görmemekte veya görüldüğü halde görülmediği düşünülmektedir. Aşka dair onca filme ve romana kırılma veya kopma anlarının cümleleri olarak yazılan, gündelik hayatta da sıklıkla duyulan “Eskiden böyle miydi?,” “Sen o eski sen değilsin,” “Seni tanımakta zorlanıyorum,” “Bazan benim evlendiğim adam bu muydu diye düşündüğüm oluyor” kabilinden bin türlü söz yalnız aşka dayanan bir evliliğin karşılık görülmediği zaman nasıl çökebildiğini belgelemektedir.

Açıkçası, aşk karşılıklı sevmektir; ve, karşılık beklediği için, aşk asla fedakâr değildir. Fedakâr bir sevgi olmadığı için de, bir evliliğin devamı için aşk asla yeterli değildir.

Zira, Rabb-ı Rahîm, ehadiyet sırrıyla, her insanı ayrı bir âlem olarak yaratmış, her insanı sonsuz sayıda duygu ve arzuyla donatmıştır. Bu sonsuz çeşitlilik içinde, her insanın sair insanlardan ayrıldığı bir yön, ayrıştığı bir özellik muhakkak vardır. Hâlik-ı Zülcelâl, birbirinin tıpatıp aynısı iki insan yaratmamıştır. Dolayısıyla, iki ayrı âlem olarak iki insanın evlilik sûretinde beraberliği–akrabalıktan iş hayatına, okul arkadaşlığından yol arkadaşlığına başka tüm beraberliklerde de olduğu gibi–içinde bir dizi ayrışma ve çatışma noktasını gizlemektedir.

Meselâ, eşlerden biri maviyi çok severken, öbürü pembeye bayılıyor olabilir; ve evi boyamak sözkonusuysa, bu pekâlâ bir problem üretebilir. Hatta aynı rengi seven iki insan, bu rengin tonları konusunda çatışabilir. Patlıcanı imambayıldı suretinde seven bir koca ile kendisi öyle sevdiği için karnıyarık suretinde yapan bir hanım, sırf bu sebepten dolayı birbiriyle tartışabilir ve en azından biri diğerine darılabilir. Her evliliği, böylesi küçük meselelerden hayata ve dünyaya dair daha derinlikli tercihlere uzanan uzun bir çizgide çok sayıda gerilim ve çatışma beklemektedir.

İşte bütün bu çatışma noktalarında, aşk çözümü garanti etmez. Zira, aşk fedakâr değildir, karşılık istemektedir, “Ben şunu yaptım, ondan da bunu beklerim” demektedir.

Oysa, hayatın kıvrımlarında yaşanan nice mesele, taraflar “Ya o ya bu!” noktasında kilitlendiğinde, ancak feragatla çözülebilmektedir. Feragat yoksa, kilit çözülmez. O yüzden, birbirini gerçek bir aşkla seven iki insanın, birbirine aşık olduğu halde birbirine küstüğü, darıldığı çokça görülmektedir. Herkesin kendi tercihinde direttiği bir kilitlenme hali, taraflardan en az biri feragata yönelmez ise, ciddi bir kopmayı getirebilmektedir. Sonradan, “Onu hâlâ seviyorum,” “Şimdiki aklım olsaydı” diye ağıtlar yakılıyor olsa bile…

Kısacası, feragat temininde aşkın yetersiz kaldığı bir özelliktir, ama yine feragat bir evliliğin sıhhati ve devamı için kesinlikle gereklidir. Birbirini sevdiği halde sürekli çatışan ve çözümü hep karşıdan bekleyen insanların bir evliliği sürdürmeleri mümkün değildir.

Ve bu noktada, ‘karşılıklı sevgi’ olarak aşkın yanısıra, ‘karşılıksız sevgi’ olarak şefkat gündemimize girmektedir. Edgar Allen Poe’nun en güzel aşk şiirlerinden biri olarak hafızalara yer eden Annabel Lee’sinde söylediği “We loved with love that was more than love” dizesinde kasdettiği şey şefkat midir, yoksa Türkçe müterciminin yazdığı üzere karasevda mıdır bilinmez; ama bilinen, şefkatin ‘aşktan da üstün bir sevgi’ anlamına geldiğidir. Zira, karşılık görerek veya en azından karşılık bekleyerek sevmenin adı olarak aşka mukabil, şefkatin en temel özelliği karşılık beklememesidir.

Yolda gördüğü bir kedi yavrusuna, günün birinde evime giren fareleri yakalar beklentisiyle süt vermez insan. Yahut, bir anne, otuz-kırk sene sonra belki bana yardım ederler beklentisiyle hayatî tehlikeyi de göze alıp hamileliğe yönelmez. Çocuğu ezilmesin diye kendisini arabanın önüne atan bir annenin, yavrularını yemesin derken kendi başını köpeğe kaptıran tavuğun, kuzusunu kurtarmak isterken kurda yem olan koyunun veya koçun davranışı ‘beklenti’yle izah edilebilir türden değildir. Bütün bu davranışların muharriki şefkattir; ve bu davranışların gösterdiği üzere, şefkat karşılıksız sevmektir, beklentisiz sevmektir. Aşkta olmayan bir özellik, şefkatin en belirgin özelliğidir. Aşk fedakâr değildir, ama şefkatin meyvesi feragattir.

Bu bakımdan, aile hayatı içinde aşkın çözemediği gerilim noktalarında şefkatle gelen bir feragat ve fedakârlık kesinlikle işgörmekte; aşkın kurtaramadığı birçok evlilik, eğer aşk o evliliğin ‘yeter şart’ı değilse, şefkatle kurtulmaktadır. Ki, birçok problemli evlilikle çocuğun bir ‘kurtarıcı’ olması bu sırdandır.

Aşkın çözmediği birçok düğüm şefkatle çözmekte; nice karı-koca, aralarındaki sorunları çocuklarına olan şefkatlerinden dolayı–nefislerini ve incinen gururlarını bir kenara atıp–feragatle bir çözüm arama yoluna gitmektedir. Şefkatin aşka olan üstünlüğünün bir diğer göstergesi, evladını terkin eşini terkten çok daha zor olmasıdır. Çocuklu ailelerin boşanmaya karşı daha dirençli olduğu; birçok evliliğin çocukların hatırına ayakta durduğu bir vâkıadır. Hem, çocukların olduğu ve şefkatin açıkça devreye girdiği evliliklerde insanlar gerginlik anlarında ‘yutkunarak konuşma’ ve iki kere düşünme tavrı sergilemekte; meseleyi kestirip atmaktansa söyleyeceği son sözü söylemeyi ertelemekte; ve hadise bu yüzden ani ve fevrî bir karara yol açmadan soğuduğunda, mesele zaten makul biçimde çözülmektedir. Böylesi durumlarda da, karşılık görmediğinde yitip gidiveren aşkın kurtaramayacağı beraberlikler şefkatin hatırına yürümektedir.

Bu noktada, vurgulanması gereken, ama en ziyade ihmal gören bir nokta, eşlerin birbirine karşı da şefkatle muamele etmesidir. Çünkü karı ve koca, karşı cinsten biri olarak yekdiğerine eştir; ve ‘eş’ olma açısından, aşk sözkonusu olmaktadır. Ama eşinin zaafları ve faziletleriyle, artıları ve eksileriyle bir insan olduğunu; eşinin ‘çocuklarının annesi’ olduğunu; eşinin kayınvalide ve kayınpederinin çocuğu olduğunu.. dikkate aldığında insanın eşine karşı şefkat hissi de galeyana gelmektedir. Yaşanan gerilimde onun sergilediği tavrın ‘kendisine karşı’ olmaktan öte olduğu; bunun, ehadiyet sırrı gereği ayrı bir ailede ayrı bir donanımla apayrı şartlarda yetişmiş ayrı bir âlem olmasından kaynaklandığını dikkate aldığında da, şefkat hissi uyanmakta; anlayışlı olmayı, empatiyi ve feragati besleyerek, gerginliği çözmektedir.

Velhasıl, aşkın çözemediği gerilim durumlarının ilacı feragattir; feragatin olabilmesi için ise, şefkatin işletilmesi gerekir. Karşılıklı sevgi olarak birbirine duyulan aşkın yetmediği yerde, karşılıksız sevgi olarak sevgi pekâlâ imdada yetişebilir.

O halde, şefkat, hayatın sair alanlarında olduğu kadar, evlilik hayatında da daha bir dikkati ve vurguyu hak etmektedir.

Umulur ki, ‘ömür boyu aşk’ gibi güzel ama yetersiz formüller ‘ömür boyu şefkat’le tamamlandığı takdirde, aile içi gerginliklerin ömrü kısalırken evliliklerin ömür boyu olma şansı ve ömür boyu evliliklerin sayısı yükselecektir.

Metin Karabaşoğlu

Hayatını Davasına Adayan Adam!

‘Sır kapı’lık olaylar dizisi diye tarif edilen avukat Bekir Berk‘in yaşadığı yüzlerce olaydan birkaç özet arz ediyoruz ki, bu hizmet insanının fedakarlığı nerelere kadar varmış daha net anlayalım :

Balıkesir’in Dursunbey’indeki bir davaya trenle gitmektedir. Ne var ki yavaşlayan tren istasyonda inmeye fırsat vermeden tekrar hızlanır. Bekir Bey’i tutmak mümkün değildir.

“Ben davam için varım, davama giremeyeceksem hayatın ne değeri vardır!” diyerek önce çantasını fırlatır yere, arkasından kendini atar aşağıya. Düştüğü yerden sağ salim kalkar. Toz toprağını silerek mahkemeye nefes nefese erişir. Hapisteki mazlumları kurtarır, okudukları Risale-i Nurların iadesini sağlar. Ancak onu mutlu eden düştüğü yerden bir yeri kırılmadan kalkması değil, davasına erişerek mazlumları kurtarıp Risale-i Nurların iadesini almasıdır.

Bekir Bey için durmak yoktur. Yeni bir dava için yine bir arabada dağ yolunda ilerlemektedir. Trafik polisi önlerine dikilir : “Yolda dinamit patlatılacaktır, bekleyin, birkaç dakika sonra geçin!” Bekir Bey saatine bakar. Polisin başka tarafa bakması üzerine şoförüne ısrar eder : “Gaza bas kardeşim, vakit yok. Dağdan kopan taşlar üzerimize düşerse dava yolunda şehit oluruz, düşmeden geçersek davaya yetişiriz. Her iki halde de biz kazanırız…

Namludan çıkan kurşun gibi ansızın fırlayan araba, dinamitin kopardığı havada uçuşan kayaların altından geçer, toz toprak içinde mahkemeye erişirler. Kitaplar iade edilir, okuyanlar da serbest bırakılır. Onu mutlu eden ise kayaların altından geçerek kurtulmak değil, kitapların iadesini sağlayarak, okuyanların tahliyesini temin etmektir.

Yine yoldadır Bekir Bey. Ama bu sefer doğunun en şiddetli bir kış günü akşamı geç vakit rastladığı bir tankerin şoför mahallinde. Adilcevaz’a sabaha mahkemeye erişecektir. Bu defa yanına iki arkadaşı da biner ki, yolda bir tehlikeyle karşılaşmak mukadder gibi görünmektedir. Nitekim sabaha karşı tanker kara saplanır. Şoför mahallinde dondurucu soğukta beklemeye mecbur kalırlar. Bekir Bey’le arkadaşı Nazım Gökçek birbirine sarılarak donma belirtisi gösterirler. Arkadaşları Hakkı Bozkurt, sabaha kadar ikisini de tokatlayarak uyumalarını, yani donmalarını önler. Sabah tankerden boyunu aşan karın içine atlayarak Adilcevaz’a ulaşır, yol açma makinesiyle gelip kendilerini alır. Bekir Bey’i mutlu eden donmaktan kurtulmak değil, kitapların iadesini alıp mahkumların beraatını sağlamaktır.

Evet, yaşanmış tam bir sır kapısı dizisidir “hayatını davasına adayan adam!”.

saidnur.com

Husûmetlerin İnadına Gelir Bayram !

“Her doğruyu demek doğru değildir” süzgecinden geçirmediğimiz her kelâm, bir kalbi yıkabilecek veya bize “kardeş eti yedirebilecek” riski taşır. Yayından fırlamış okun geri dönmemesi gibi, dudaklarımızın arasından çıkıveren talihsiz bir ifadenin de telafisi olmaz. Kalpleri kırdıktan sonra tamir etmeye çalışmak yerine, ağzımıza kadar gelen muvazenesiz bir sözü yutup sindirmek, bize halis bir niyetle (menfi) ibadet sevabı kazandırabilir. Bu “güzel ahlak mekanizması” nı her daim çalıştırmak, kemâlât basamaklarını uçarcasına çıkarıp bizi Rabbimize yaklaştırabilir.

İzzet, “ağzı gevşek” bir adamın bize taşıyıp getirdiği bir dedikodu karşısında, “O öyle dememiştir !” tepkisini verip mümin kardeşini zemmetmeye tenezzül etmemektir.

Fedâkârlık, “bir kalb müteessir olabilir” ihtimaline karşı “taşı gediğe koymak” tan vazgeçmektir; son sözü söylemenin hazır cevapçı keyfinden ferâgat etmektir.

Mimikle dahi olsa istihza (alay) ve dahi gıybet etmemek, her muhataba ciddiyet ile değer vermek âlicenâplıktır.

Dikkat, bir mecliste diğerlerini rencide etmemek için uyanık olmaktır.

Husûmet mikropları, kin ve hased bataklığında ürerler.

Herkesi kendinden üstün bilmek ve kendi nefsini aşağılamak, hasedi mahveder. Nefret ve kine yol vermeyip girmesine mani olmak kalbin orucudur.

Safh, ona hissettirmeden ve izzetini incitmeden, bir mümini gizlice afvetmektir.
Afvetmediğimiz ve barışmamakta inad ettiğimiz her küskün, ruhumuzda taşıdığımız lüzumsuz birer yüktür; yıpratır, yıpratır, yıpratır…

İnsan hatadan hali olmaz ve olamıyor, küskünlükler var…

“Allah’ım beni ve gıybetini ettiğim kimseyi affeyle” duası ümidimiz, helalleşmek tesellimiz…

Husûmetlerin inadına gelir bayram ! Bazen bir tebessümün kudreti, yıkar kartondan kalelerini husumetin .. Muhabbet dolu bir selam, süpürür çöpleri yüreklerden.. O an anlarız ki, “Uhud Dağı’ndan büyük değilmiş meğer çakıl taşları !”

Samimiyetsiz sanal âlem bizi yutamaz, siberistanı ancak uhuvveti tesis etmek için araç yaparız tesanüdümüze…

Ticaret, arkadaşımızı küçücük menfaatler için sevmek değil, Rabb-i Vedûd’un rızası için kucaklamaktır.

Musafahadır günahlarımızı döken, İslam kardeşinin gıyabında onun için dua etmektir bizi temizleyen…

Vefa, irtibatta ifrattır, münasebetin “tutkal gibi” olmasıdır. Evet, evvela bizim ittihadımıza ihtiyaç vardır.

İttihad, küre-i arzın her tarafındaki kardeşler ile kalplerin beraber atmasıdır.

İhtiyaç, kalbi temizlemek için bol bol istiğfardır.

İbadet, zannın kötüsünden sakınmaktır.

Günah, el-âlemin günahlarını casus gibi araştırmaktır.

Husûmetlerin inadına gelir bayram ! Fırsattır, sinemizde besleyip büyüttüğümüz ejderhaları cehennemin dibine fırlatmak için…
 
Yahu, ne kadar da kolaydır, Cennet-âsâ bahar rüzgarlarının ruhlarımızda huzurla esmesine imkân vermek !

Ali Nureddin

www.NurNet.Org

İnsanlar İçin Dünyasını Feda Eden Kimdir?

İnsanlar için dünyasını feda edip, gerek olursa Müslümanların Cennet’e gitmeleri için cehennemi kabul ederim diyen bu adam kimdir?

Kuran’dan ve Hazreti Muhammed a.s.m’den aldığı dersle: Kendisi dünya mutluluğu ve yaşantısı namına güzel bir gün bile yaşamadığı halde, insanların ve Müslümanların mutluluğunu bütün kalbiyle istemiştir. Müslümanların mutlu olması, yani sağlam bir şekilde iman edip, imanın gereği olan ibadetlerinin yapmaları için dünyasını onlara feda etmiştir.

Bütün hayatı boyunca özellikle bu vatan topraklarında, genelde ise dünya üzerinde yaşayan bütün insanların ahiretini kurtarmak için bütün hayatını ve dünyasını feda etmiştir. Bu uğurda dünyevi olan her türlü güzellikten vazgeçmiştir.

Dünyaya ait kendisine gelen hiçbir teklifi kabul etmemiş, evlenmemiş, baba olmamış ve bir mülk edinmemiştir. Bütün mal varlığı bir elinde taşıyacak kadar mütevazi olmuştur.

İnsanların imanlarını kurtarmaları ve cennete gitmeleri için dünyasını seve seve feda ettiği gibi “lüzumu olsa ahiretimi de feda etmeyi mutluluk sayarım” demiştir. Yine “lüzumu olsa Müslümanların Cennet’e gitmeleri için Cehennem’i kabul ederim” demiştir.

Bu denli büyük bir fedakârlığı yapmış ve eserleriyle halen yapmaktadır. Peki, bu fedakârlığı yapmayı kimden öğrenmiştir? Bu fedakârlığın başta Kuran-ı Kerim ve Hazreti Muhammed Mustafa a.s.m’dan öğrenmiş ve yapmıştır.
Evet, böyle yüksek ruhlu bir adam bir asır önce yaşadı ve eserleriyle halen içimizde yaşamaktadır. Biliyorum merak ettiniz ve soruyorsunuz. Bu adam kim? Bu adam: Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Yüce rabbim, Kuran’ı, Hazreti Muhammed a.s.m’i ve bu asırda yüksek ruhlu insanları anlamayı ve onlar gibi yaşamayı nasip etsin inşallah. Âmin…

Yüce rabbim bu asrın güzel bir nimeti olan Risale-i Nurları Kur’an ve Hadisi Şerif perspektifinde okumayı ve anlamayı ve hayatını ona göre yaşamayı nasip etsin inşallah. Âmin…

Yarabbi bizi Kuran’dan, Hazreti Muhammed Mustafa a.s.m yolundan ayırma. Amin…

Bahattin Doğan

www.NurNet.org

Azerbaycan’dan bir hoş sada (devamı)

(Yazının başlangıcı için : http://www.nurnet.org/azerbaycandan-bir-hos-sada-guzel-bir-hatira/)

Ayşe dedi ki: “Eşim dersane açmayı çok severdi.”

Yine tahmin ettiğiniz şaşkınlığı yaşadım, yani bu şişe açmak gibi bir şey değil ki, koca dersane.. hem de Azerbaycan gibi yeni Rus esaretinden çıkmış bir yerde.. Anar Abi bütün maaşını dersane kirası ve ihtiyaçları için harcarmış, evine ancak geçinecek kadar bir şey ayırıyormuş. Lojmanda kaldıkları dönemde gidip şehirde bir ev tutmuş, orayı dersane yapmış. Lakin elde avuçta para yok, dolayısıyla eşya alamamış içine. Ne yapıyormuş..? Ders günü –askeri denetime takılmamak için- gün doğmadan önce evindeki halı, tüp, bardak vb. eşyayı arabasına atıp dersaneye götürüyor, gece ders bittikten sonra da, karanlıkta eşyaları evine geri getiriyormuş. Ayşe gayet normal bir üslupla: “Bana da 1 termos çay bırakırdı” dedi..

(Eğirdir yolundaki elmalıklarını geçtik, Barla yoluna döndük, ova aşağıda kaldı..ama ovadan haberimiz olamayacak bir alemdeyiz. Ölçü, tartı, muvazene, normal gibi kavramlarım sallandı. Sadece ihlası görebiliyor, anlayabiliyor, arada da Allah içeren bir sözcük ağzımızdan çıkarsa tepki verebiliyorum..)

Sonra Anar Abi istifa edip kendini tamamen hizmete vermek istemiş. Lojmandan çıkıp çeşitli şehirlerde 5-6 tane dersane açmış. Bu sırada geçimlerini Ayşe’nin ailesi desteklemiş çünkü Anar Abi’nin devletten aldığı para tamamıyla hizmete sarf ediliyormuş. Bir de Ayşe dedi ki: “Biz kanaate alışmışız”, hali de öyle anlatıyordu.

Anar Abi hanımlar için de bir ders başlatılması için eşini ikna etmeye çalışmış. Ayşe de hiç risale okumamış olduğu için çok çekinmiş, kabul etmek istememiş. O zaman Anar Abi eşine ilk 4 sözü ezberletmek suretiyle onu ders okuyacak hale hazırlamış. “Her hafta bir konu oku, kardeşlere de dağıt. Belirlediğimiz yerleri derste okuyun.” diyerek Ayşe’nin ilk derslere başlamasına ve hanım derslerine vesile olmuş. Ayşe dedi ki: “Eşim çok az bir zamanda çok insana ulaşabilirdi, etrafına insanları toplardı.” Abi, Rusya’ya gittiğinde yamaç paraşütü almış. Onu açınca etrafına bir sürü halk toplanmış. -Daha evvel halkın hiç görmedikleri bir şey, yokluk zamanı- O da bu vesileyle nurları onlara aktarma zemini yakalamış.

Daha sonra şehirleri gezip dersane açma ile meşgul olmuş hep, ama cemaat içinde bazı sıkıntılar zuhur edip fazla tanınan bir insan olunca bundan rahatsız olmuş ve İran’a gitmeye niyetlenmiş. 3 defa İran’da ev tutma teşebbüsleri olmuş ama muvaffak olunamamış. Dördüncüsünde Cenab-ı Hakk kapıyı açmış ve İran’a taşınmışlar. Ayşe dedim: “3 kere gitmişsiniz olmamış, neden 4.ye ısrar ettiniz?”  dedi ki: “Eşim bir kapıya 100 kere gidip çevrilsen bile 101.defa yine gideceksin” derdi, bu Peygamberimiz(ASM)’ın sünnetidir..

En son İran’dan vizelerini uzatmak için Azerbaycan’a dönerken malum kazayı(!) geçiriyorlar. Boş otobüs 3 defa üzerlerine doğru direksiyon kırıyor. Abi ne kadar arabasını kaçırsa da kaza vuku buluyor ve kazadan az zaman önce söylediği şehadet mertebesine mazhar oluyor. Ayşe “Eşim cennet yaşı 33te vefat etti” dedi. Teselli vermeye çalıştım, “Burada sizi bıraktı cennette inşallah rövanşını alacaksınız“ dedim. Ayşe durdu, sakince “Ama ben onun ahireti için artık telaş etmiyorum” dedi. “Zaten sürekli hizmetlerde olduğu için, gider 3-4 ay belki 1 sene gelmediği olurdu, yokluğuna da alışmıştım. Şimdi eski bir evimiz var, onu yıktırıp 2 katlı ev yaptıracağız, üstü dersane, altı bizim olacak inşallah. Allah hizmetten ayırmasın.” dedi.

Artık kelimeler tükendi, sağ tarafımızda Eğirdir gölü, kuşlara bakarak Barla’ya girdik. Akşam merhum Bayram Abi’nin vefakar eşi Nuriye Abla ile hep beraber  sohbet edilirken çocukları soruldu. 9 yaşında Muhammed, 10 yaşında Nurseven isminde 2 evladı var bu kahraman kardeşimizin.

Muhammed 5 yaşından beri babasıyla dersanelerde kaldığı için evde kalmak istemiyormuş. İlla ki dersanede kalacak. “Dersanede kalırsam okula da giderim, öğretmenimin dediğini de yaparım” diyormuş. Ama yaşı küçük olduğu için ağabeyler dersanede kalmasına müsaade etmemişler. Muhammed demiş ki: “Babam sağken kalıyordum da, babam ölünce mi küçüldüm..?” mücahit fıtratlı Muhammed’den böyle bir sözü de işittik, içimden “Anar Abi’nin oğlu anca böyle olur” dedim. Nurseven, kız, ise okula gidiyormuş, çok baskıya rağmen başörtüsünü açmamış. O da dersanede kalmak için annesini çok zorluyormuş. Şimdi canım kardeşim Ayşe ve iki evladı Azerbaycan’ın bir şehrinde Allah rızası yolunda hizmete devam ediyorlar..

Hassaten Ayşe ve evladlarını duadan unutmayalım.  Allah razı olsun.

Nâbi

www.Nurnet.org