Etiket arşivi: fetö

“Bediüzzaman’ın Aziz Hatırasını İstismar Edenlere Silleyi Tedip”

Risale-i Nur Talebeleri Arasında Büyük İttifak ve “Bediüzzaman’ın Aziz Hatırasını İstismar Edenlere Silleyi Tedip”

Risale-i Nur’u Sadeleştirme Teşebbüsü Nur Talebelerini Uyandırdı:

Hain FETÖ örgütü, Paralel Devlet Yapılanmasından (PDY) önce, Paralel Nur Cemaati Yapılanmasını (PNCY) gerçekleştirmeye çalıştı. Bediüzzaman hazretlerinin tesis ettiği nurlu hizmetin temel kavramlarını ve değerlerini gasp etti. Risale-i Nur kitaplarını, tesbihatını, medresesini, hizmetini, abisini, ablasını, şakirdini, sohbetini, çayını, çorbasını, her şeyini istismar etti. Kıymetli kavramların içini boşalttı. Bugün, insanlar dini kavramlara şüpheyle bakıyorsa ve cemaat ve hizmet denildiğinde mesafeli duruyorsa, bunun temel müsebbibi, hain FETÖ örgütünün mukaddes olan her şeyi istismar etmesidir.

Sadeleştirme meselesine ilk defa Necip Fazı Kısakürek tarafından iyi niyetle teşebbüs edilmiş fakat üstadımız buna cevaz vermemiş ve bizzat has talebelerinden Zübeyr Gündüzalp’i göndermek suretiyle bu teşebbüse mani olmuştur. Daha sonra hain FETÖ lideri bu meseleden haberdar olduğunu da anlatarak 1990’lı yıllardan itibaren gazetesinde küçük sadeleştirme denemeleri yayınlamaya başlamıştır. Bu konuda 2004 yılında gazetesinde yayınlanan bir röportajda sadeleştirme meselesini savunur. Üstadımızın o zaman hayatta olan talebeleri sadeleştirme meselesine şiddetle karşı çıktılar. Bu karşı çıkışlardan sonra Nur Talebeleri sadeleştirme meselesinin farkına varmaya ve uyanmaya başladı. Nur Talebelerinin bu uyanışı, FETÖ’nün yıkılışını getirecek müthiş bir öze dönüş ve diriliş hamlesidir.

Üstadımızın Kahraman Nur Talebeleri yapılan bu ihaneti affetmedi ve asla müsamaha göstermedi. Nur Talebeleri Risale-i Nur’un tahrif edilmesini önlemek için hizmetin aslına ve saf haline sahip çıkmaya başladı. Bu tarihten sonra, alçak FETÖ örgütü belini bir daha doğrultamadı.

İktidarın FETÖ mücadelesinde iktidara en büyük desteği veren Nur Talebeleri, bu tavırlarıyla Nur hizmetini büyük bir töhmetten kurtardı. Bu cihetiyle, FETÖ hainlerine en büyük darbeyi ilk önce Üstadımızın Talebeleri indirdi.

Gezi Parkı Olaylarında Nur Talebeleri Net Bir Tavır Koydu:

27 Mayıs 2013 tarihinde “Taksim Gezi Parkı’nda”  bir darbe kalkışması başladı. Çapulcuların başlattığı ayaklanmanın başlangıç tarihi manidardı! Kanlı bir darbe tarihi! Bu isyanın açık hedefi, “meşru olan bir iktidarı devirmek ve Recep Tayyip Erdoğan’ı indirmekti.” Masum gibi görünen bu hain amaç, isyancıları hemen ele veriyordu. Bu olayın destekçisi olan konsorsiyum içerisinde hain FETÖ örgütü baş rolde görünmese de, gizli bir lojistik sağlayan bir taşeron olarak hükümete karşı dişini göstermeye başladı.

Bu hadiseler sırasında Nur Talebeleri safını net olarak belirledi ve hainlerin karşısında ve meşru iktidarın yanında sağlam bir duruş sergiledi.

17-25 Aralık Hain Darbe Oyununu Nur Talebeleri Bozdu:

Gezi olayları yatıştırılmıştı, fakat sular bir türlü durulmuyordu. Hainler asla boş durmuyordu. Milletin parasıyla kurdukları yazılı ve görsel medya kuruluşlarında iktidar aleyhinde yazıp çizmeye devam ediyorlardı. Komplo teorileri birbiri ardına devam ediyordu. MİT tırları operasyonuyla köşeye sıkıştırılmaya çalışılan iktidar hain bir darbeyle indirilmeye çalışılıyordu. Kulislerde hain FETÖ yandaşlarının darbe yapacağı haberleri dolaşıyordu. Sözde “imam” olarak geçinen “hain haşhaşiler”, esnafı dolaşarak darbe çığırtkanlığı yapıyordu.

Nur Talebeleri yapılan bu hainlikleri gördü ve bu kirli oyunları bozdu. Yapılanların alçaklık olduğunu ve meşru bir hükümeti darbe yoluyla indirme teşebbüsünün ihanet olduğunu yüksek sesle ifade ettiler. Oyun planlarının sosyal medyada deşifre olduğunu gören FETÖ yandaşları 28 Şubat tarihinde yapmayı planladıkları hain darbe girişimini 17 Aralık’ta apar topar yapmak zorunda kalıp, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.

Bu oyunu Nur Talebelerinin bozduğunu anlatan vesikalar delilleriyle birlikte 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonuna ulaştırılmıştır. 

15 Temmuz Darbe Gecesi Nur Talebeleri Meydanlardaydı:

15 Temmuz darbe girişiminin ayak sesleri duyulurken hain FETÖ yandaşları gemi iyice azıya almıştı. Aleni olarak hükümet aleyhtarlığı yapıyorlardı. Kulislerde darbe çığırtkanlığı yapmayı bırakmışlardı ve artık meydanlarda alenen darbenin yaklaştığından bahsediyorlardı. Sözde gazetecileri ve yayıncıları iktidarı tehdit eden cüretkâr açıklamalar yapıyorlardı. Bu milletin korkak olduğundan dem vurarak, asker sokağa çıktığında herkesin korkarak evlerine gireceğini iddia ediyorlardı. Nihayet hain darbe girişimini başlattılar. Fakat bu gafillerin hesap edemediği bir şey vardı. İmanlı sinelerin göğsünü kurşunlara siper edeceğini ve adil kader programının fetvasını millet lehine verdiğini bilmiyorlardı. Bu necip ve asil millet, imanına, hürriyetine ve istikbaline sahip çıktı. Anadolu’nun yiğit evlatları “cihat” kavramını tekrar hatırladı ve meydanlara çıktı. Milletin iradesi tanklara meydan okudu. Sıcak ve uzun bir Temmuz gecesinde kadın, erkek, çoluk çocuk herkes meydanlara indi. Bankalar kapanmasın diye cevşen okuyanlar ise meydanlarda görünmüyordu.

Meydanlarda sinsi mermilere göğsünü siper ederek şehit olan Nur Talebeleri hiç te az değildi. Nur talebeleri, bir ellerinde bayrak bir ellerinde Kur’an olduğu halde nöbet tuttular ve nöbetleri reis tamam diyene kadar devam etti.

FETÖ Soruşturmalarının Hedefi Kesinlikle FETÖ Mensuplarıdır:

……….

İfade etmeye çalıştığımız bütün bu süreç incelendiğinde, Nur Talebelerinin hükümet aleyhinde tertiplenen olaylarda milletin, ümmetin ve adaletin yanında saf tuttuğu net bir şekilde görülmektedir. Risale-i Nur talebeleri, büyük bir mutabakatla “EVET” oyu kullanacaklarını kamuoyuna alenen beyan etmişlerdir.

Lider yapısının olmadığı ve “Kitabi ve İlke Merkezli Bir Cemaat” olan Nur Talebelerinin bu büyük mutabakatı, basiretlerini ve ferasetlerini göstermektedir. Doğru İslam anlayışını temsil eden ve Kur’an ve Sünnet yolunun dönmez bir müdafisi olan Nur Talebelerinin isabetli kararları, istifade ettikleri kaynağın sıhhatinin bir delilidir. Eserlerden ve üstatlarından müspet hareket dersini alan ve aklını kimsenin cebine koymayan ehli tahkik Nur Talebeleri, milletin ve ümmetin selameti için “EVET” kararında ittifak etmişlerdir.

Nur Cemaatlerinin “EVET” kararında ittifak etmesinin baş mimarı, “Üstad Bediüzzaman’ın Mutlak Vekili” sıfatıyla “Yaşayan Son Nur Kahramanı” ve “Ortak Akıl” manasının tahakkuk ettiği “Meşveret” ruhudur.

Hüsnü Bayramoğlu ağabeyimiz, “EVET” tercihinin, “Bu Milletin Prangalarından Kurtulmasının Kararı” ve bir “Vatan Millet Meselesi” olduğunu, “EVET” tercihinin kazanmasıyla terör yandaşlarını destekleyen şımarık Avrupa’ya sert bir tokat vurulacağını ifade etmekte ve Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a hususi olarak dua etmektedir.

Bütün Nur Talebeleri, 16 Nisan 2017 Pazar günü, büyük bir mutabakatla “EVET” mührünü vuracaktır. Bu suretle, Bediüzzaman’ın aziz hatırasını ve resmini istismar ederek kamuoyunu aldatmaya çalışan “Sözde Gazetecilere” ve “Hain Terör Örgütlerine” sert bir silleyi tedip indirecektir.

Dr. Nadir Çomak – nurdanhaber.com

“Lahikaları Okutmayandan Korkarım”

Dıştan güdümlü din ve vatan hainleri fetöcüler şimdi de vefat etmiş olan mutlak vekil ağabeylerin adını kullanmaya çalışıyorlar.

Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey (R.A), dışarının maşası olan Feto İzmir’e yeni geldiğinde, lahikaları okutmadığını duyunca:“Lahikaları okutmayandan korkarım. Sonu doğru çıkmaz.” demişti. 

Sonra sadeleştirme adıyla tahrif ihaneti için Zübeyir Ağabey’den -sözüm ona- cevaz almak için geldiğinde, Merhum Zübeyir Ağabey’in çok şiddetli mukabele ettiğini, kitabında “İyi bir zılgıt yedik” tabiriyle yazmış. 
 
Mel’unun o gelişinde ifade ettiği bir itirafı aynen yazıyorum: “Onbinlere vaaz ediyoruz; mendillerini ıslatıyorlar. Camiden çıkınca aynı tas aynı hamam. Değişen birşey olmuyor. Ben şimdi onbinleri ağlatmaktansa; şöyle 7-8 kişiyle Risale-i Nur dersi yapmayı tercih ediyorum.” demişti.

İşte enaniyet-i fir’avuniyesinin sevkiyle ve dıştan aldığı bir ihaleyle sadeleştirme adı altında, te’sirine böylesine şahid olduğu asrın Kur’an dersi ve manevi mu’cizesi olan böyle bedi’ bir tefsire üç defa ihanet teşebbüsünde bulunmuştur. 
 

Birincisinde Merhum Zübeyir Ağabey’den (R.H) -kendi tabiriyle-zılgıt yemiş.
İkincide bütün Nur Cemaati’nin şiddetle reddiyesine muhatab olmuştu.
Üçüncüsünde Merhum Mustafa Sungur Ağabey, Üstadımızın altı mutlak vekilinin imzaları ile bir mektupla ikaz edilmek istenmiş.

Red ile tuğyan edince -videoda var- Merhum, Üstadımızın Mutlak vekili Mustafa Sungur Ağabey; elli sene sabır ile tahriften vazgeçirmeye çalışmasından sonra yine tuğyan edince.. yani Allah’ı bırakıp emperyalist kafirlere dayanmayı tercih edince; videoda var: “Bu niye böyle oldu!. olmaması lazımdı….Ha! Bunun içinde Üstadımıza karşı bir çekememezlik vardı. Üstadımızın makamında gözü vardı. Lanet olsun!. Elleri, bacakları kırılsın!..” buyurdular.

İşte o zamandan beri AZİZÜN-ZÜNTİKAM, İslam kahramanı Sayın Erdoğan’ın, istihdam-ı Rabbani ile, dirayetle istihdamı ile emperyalist İslam düşmanları örgütünün öznesi olan bu mel’unun ellerini, bacaklarını kırmak üzere ve İslam’ın bekası ve Asr-ı Saadet’ten sonra bir de ilim ve fen asrında, Kur’anın ilmi ve manevi mu’cizesi Risale-i Nur’la güneş gibi parlamasının hamlelerini idrak ediyoruz.
 

Merhum Tahir Mutlu Ağabey üzerine uydurdukları yalan ise; üç isimden bir isim olarak o menfurun Hizmet Vakfı heyetine girme teklifi, Merhum Rüştü Tafral’dan gelmiştir. Hizmet Vakfı’nın ilk başkanı Tahiri Mutlu Ağabey idi. Şimdi Hüsnü Bayram Ağabey’dir. Onun başkan olma mes’elesi de menfur bir yalandır. Bizzat Merhum Tahiri Ağabey’in hizmetinde bulunan kardeşimiz Hizmet Vakfı’nda bulunmaktadır. 
 
Şürür-uş-şeyatıynın uşaklarının da malumatı olsun.
Eyüp Ekmekçi – risaleajans.com

TİTANİK Batıyor

    TİTANİK BATTI,  FİLİKALARA BİNENLER KAÇTI !

Tarihte Titanic olarak bilinen transatlantik yolcu geminin yapımına 31 Mart 1909‘da başlanmış ve üzerinde 26 ay boyunca 11.300 kişi çalışmıştı. tam kapasitesi 3,547 kişi idi ve  ilk seferine  İngiltere’nin Southampten limanından çıkarak New York City’e doğru 10 Nisan 1912’de hareket etmişti.  Titanic yolcuları ve mürettebatı ile birlikte 2,228 kişi idi, yoldan yeni yolcular da alacaktı.

Lüks, zenginlik ve ihtişam konusunda tüm rakiplerinin üzerindeydi. Yapımında zamanın mevcut olan en ileri teknolojileri kullanılmıştı. Birçok insan tarafından “batmaz gemi” olduğuna inanılıyordu. Bu derece ileri teknoloji ve eğitimli mürettebata rağmen batması birçok insanı şoke etmişti. Bir buzdağına çarpmış ve sonunda batmıştı.

Titanic gemisinin serüvenini niçin anlattım? Günümüzdeki toplumumuzu derinden yaralayan en önemli siyasal bir olayla benzeştiği için. Nedir o olay? İlk çıkış amacı dine hizmet, kendini “Hizmet hareketi” diye isimlendirdi, 40 yıldan fazla süregeldi ama sonra önce “Paralel yapılanma” sonra da terör örgütü FETÖ’ne evrildi ve darbe yapmaya kalktı. Millet, hayatını hiçe sayıp sokağa çıktı,  karşı koydu ve ihtilal teşebbüsü hezimete uğradı. FETÖ’cülerin kendilerine bir şey olmayacağına olan müthiş özgüvenleri yerle bir odu, itibarları, onurları, ticari hayatları veya memuriyetleri kaybedildi.  Bu süreç batmaz denilen Titanic’in o müthiş batışına ne kadar çok da benziyor.

Bu hareket şimdi anlaşıldı ki müthiş bir takiyyecilik imiş, yani asıl maksadını çok uzun süre gizleyen, olduğu gibi görünmeyen, uzun soluklu, hesaplı, planlı, sabırlı, içerdeki insanları kendine tam bir itaatle bağlayan ama hiç sorgulatmayan bir hareket. Ve de en önemlisi dışgüçlerin ortak aklıyla oluşturulan bir başkaldırının hikayesidir bu hareket. Maalesef kendilerine inananları, onları seven bütün siyasileri, devlet adamlarını, işadamlarını, öğrencileri ve hatta diğer dini cemaatleri bile topyekun aldatmış ve sonu millete ihanetle bitmiş bir harekettir bu hareket.

Bugünlere nasıl gelindiğini anlamak için Türkiye’nin yakın siyasi tarihine bakmak, milletin seçtiklerine reva görülen hareketleri iyi analiz etmek gerekiyor. Devlet kademelerindeki kadrolara bu kadar kolay yerleştirilmelerin arkasındaki sebeplere bakıldığında, bunun köklerinin geçmişte yaşanmış bir sürü hukuk dışı olaylara, millet üzerinde kurulan baskı ve vesayetlerden kurtulma arzularından kaynaklandığı görülecektir.

Ülkemizdeki seçkinci ve laik kesim tarafından yıllarca hep ötekileştirilen, hor görülen, iktidar olmasına sıcak bakılmayan, oyları çeşitli partilere böldürülen milliyetçi-muhafazakar kesimin yaşadıklarını iyi anlamak gerekiyor ki FETÖ’cülerin kadrolara neden bu kadar çok dolduruldukları anlaşılabilsin. Çünkü hükümet, ülkeyi idare edecek iyi kadrolara sahip olursa başarılı bir yönetim sergiler, kadrosu yoksa iktidar olsa bile muktedir olamaz.

Bu ülkede milletin üzerinde Cumhuriyetle beraber bir vesayet sisteminin de kurulduğunu, çoğulcu demokratik sistem yerine tek partili otoriter bir rejimle idare edildiğini herkes biliyor. Ülkemiz 1946 yılına kadar ne yazık ki tek parti ile idare edildi, halkın iktidarı değiştirmesi ancak 1950 seçimleriyle mümkün oldu. Bu sefer de ihtilaller ve muhtıralar dönemi başladı. Askeri vesayet eskisi gibi devam etmek arzusundan hiç vazgeçmedi. Önce Üniversite öğrencilerine yürüyüşler yaptırıldı, basın ve anamuhalefet partisi onları destekledi ve sonunda Ordu-CHP işbirliğiyle 1960 ihtilali ile halkın seçtiklerini iktidardan indirdi. Siyasal iktidar Yassıada’da hukuk dışı yargılandı ve peşinen verilmiş mahkumiyet karaları sonucu, Başbakan ve 2 Bakan idam, diğerleri hapse mahkum edildi.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ülkede hep sorunlu olmuş, uzun yıllar askerlerin istediği adaylar o makama seçtirilmiştir. Başka adaylar ortaya çıktığında ise zorlamalar ve tehditler başlamıştır. Mesela 1961 yılında bağımsız senatör olarak Parlamentoya giren Ali Fuat Başgil’in Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmemesi için yoğun baskılar, tehditler olmuş, zorla yurtdışına gönderilmiş ve sonunda CHP nin adayı Cemal Gürsel seçtirilmiştir

1963 seçimlerinde iktidar, halkın oylarıyla askerlerle işbirliği yapan CHP hükümetinden geri alınır ve Adalet Partisine teslim edilir. CHP, askerlerin ihtilal yaparak kendilerine verdiği iktidarı seçim olunca yine kaybeder ve muhalefete düşer. Ancak aynı senaryolar, askeri vesayetin istediği olana veya yeni bir ihtilal ile seçimle gelen iktidarı indirene kadar devam edecektir.

1968 yılında Üniversitelerde solcu-sağcı öğrenci olayları, çatışma, yürüyüş, boykotlar, yıllarca devam edecek başörtü meselesi ve fabrikalarda grevler başlatılır. Bir ihtilalin olabilmesi için önce zemin hazırlanmalıdır. Çeşitli muhalif yollarıyla iktidar aralıksız hırpalanmalıdır. Güçsüz bir hükümet için aynı tabana hitap eden çeşitli partiler olmalı, oylar bölünmeli,  asayiş bozulmalı ve huzur kaçırılmalıdır. Güçlü hükümetler yerine koalisyonlar olmalıdır ki askeri vesayet kolay olsun. Hükümetler, sonunda sıkıyönetim ilan edilmek zorunda bırakılmalıdır. Bunlar psikolojik harp taktikleridir. Sonunda birileri kurtarıcı olarak ortaya çıkar, milleti kurtarır ve iktidarı ele geçirir. Seçime gidilince halk yine onların arzuladığı partilere oy vermez ise oyun yine değişmez, yeni senaryolar, yeni figüranlarla yola devam edilir ta ki istedikleri olsun.

12 Mart 1971 muhtırası ülkede büyük siyasi hayatta çalkantılara neden oldu. 1973 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerine askerler yine müdahale ettiler, Genel Kurmay başkanı Faruk Gürler istifa etti, bir gecede kontenjan senatörü olarak atandı ve Cumhurbaşkanı adayı oldu, fakat Meclisin askerlerce doldurulmasına rağmen iktidar ve muhalefetin manevrasıyla seçtirilmedi.

Cumhurbaşkanlığı makamı, Anayasa mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay askeri vesayetin 3 önemli ayağıdır. Bu makamlara, Rektörlüğe ve Valiliğe atamalar Cumhurbaşkanından geçtiği için bu makam çok önemlidir.

1969 seçimlerinde bağımsız olarak parlamentoya giren Erbakan ve arkadaşları tarafından 1970 yılında Milli Nizam Partisi(MNP)  kuruldu. Ancak 20 Mayıs 1971 de Anayasa mahkemesince kapatılınca 11 Ekim 1972‘de, Millî Selamet Partisi (MSP) kuruldu ama o da 1980 darbesiyle kapatıldı.

1977 de Taksimdeki 1 Mayıs kanlı Pazar olayları,34 işçinin açılan ateşle öldürülmeleri,29 Mayısta Ecevit’e İzmir’de suikast teşebbüsü o günlerde kimse fark etmese de yeni bir ihtilalin alt yapısını oluşturuyordu. 1974-1980 arasında ülkemizdeki solcu-sağcı çatışmalarında toplam 5.388 kişi öldürülmüştü. İhtilalin ayak sesleri artık çok yakından duyulmaktaydı.

12 Eylül 1980 de yine bir ihtilal ile halkın seçtiği iktidar indirilir, vesayeti devam ettirmek için solcu-sağcı siyasetçiler gözetim altına alınır. Yeniden serbest seçimlere gidileceğinde istemedikleri kurucu adaylar da veto edilir. Askerlerin belirlediği iktidar partisi MDP ve muhalefet partisi HP dir. Bunların dışında bir de Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi vardır ki ona şans verilmez ama ANAP halkın oylarıyla 1983 seçimlerini kazanır ve Özal başbakan olur. Hesap yine tutmamış, millet vesayet partilerine geçit vermemiş,  oylarıyla istediği ve güvendiği partiyi başa getirmiştir.

MSP nin kapatılmasından sonra 1983 yılında Refah Partisi(RP) adıyla yeni bir parti daha kurulur. 1998 yılında o da Anayasa mahkemesince kapatıldı.

28 Şubat 1997 de askerler yine iktidara müdahale ederler, hükümet el değiştirir, o dönem koalisyon başbakanı olan Erbakan başbakanlıktan indirilir ve vesayet altına girmeye gönüllü siyasetçiler iş başına getirilir.

R.Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye başkanı iken okuduğu bir şiir yüzünden 1999 da 4 ay hapse girer.

2001 yılın gelindiğinde Erbakan ekolü Saadet Partisi(SP)ni kurar ama artık o ekolden ayrılan R.Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve arkadaşları da  AK parti adıyla yeni bir parti kurarlar. 2002 de seçime gidilir, Erdoğan genel başkandır ama siyasi yasağı nedeniyle seçimleri kazanmasına rağmen başbakan olamaz, yerine Abdullah Gül başbakan olur. Bu anormal durumu ortadan kaldırmak için daha sonra yasa değiştirilir, ara seçim yapılır,  R.Tayyip Erdoğan milletvekili seçilir ve 14 Mart 2003 de başbakanlığı devralır.

Şimdi yakın siyasal gelişmeler böyle devam ederken biraz ara verelim ve gelelim Gülen hareketinin nasıl doğup nasıl geliştiğine, AK Parti ile yollarının kesişmesine ve ilişkilerine, hizmet hareketinden terör örgütüne nasıl dönüştüğüne ve 15 Temmuz darbesiyle son bulan bu hareketin hazinane haline…

F.Gülen bir imam olarak görev yaparken 1960 lı yıllarda İzmir’de Nurcularla tanışır, onların arasına katılır, sohbet toplantıları yapar, çeşitli yerlerde vaazlar verir ve yazın gençlik kampları kurar. Ancak F.Gülen, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra “irtica propagandası” yaptığı gerekçesiyle 6 ay tutuklu kalır. Yargılandığı davada 3 yıl hapse mahkûm olur ve bu ceza Askeri Yargıtay’ca da 1973’te onanır. Ancak 1974’te çıkan Af Kanunu ile davanın düşürülmesine karar verilir. 54 sanıklı bu davada, kendisi ve kendisine bağlı bulunan birkaç kişi dışında yargılanan tüm sanıklar Nurcu olduklarını kabul ederken, Gülen bunu inkâr etti. Gülen nurcu olmadığını ilerde bir kez daha söyleyecektir. O da 2000 yılındaki 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesinde(DGM) avukatı aracılığıyla gönderdiği şu ifadeyle anlatmıştır. “Müslüman olmak dışında Nurculuk, vb. hiçbir akıma mensup değilim. Şimdiye kadar ‘ci, cu’ gibi değerlendirmelerin ayrımcılık manasına geldiğini, bu bakımdan Müslüman olmak dışında hiçbir akıma mensup bulunmadığımı ve dolayısıyla Nurcu olmadığımı defalarca belirttim.”

F.Gülen Nurculuk hareketinden önce faydalanmak ister ama buna imkan bulamayacağını anlayınca kendi hizmet anlayışını kurup işe koyulur ve yıllarca “altın nesil(!)” yetiştirme adına hareket ettiğini iddia eder, çevresini de inandırır. Diğer dini cemaatlerden farklı olarak “zengin iş adamlarını” çevresinde toplamaya ve onları himmet adı altında yardım etmeye yönlendirir. Aynı zamanda ülkedeki siyasal partilerle ilişki kurar, iktidarlarla daha yakın ilişkiler kurmakla beraber muhalefeti de asla ihmal etmez. Erbakan hariç, Demirel, Ecevit, Özal ve Erdoğan ile ilişkilerini hep sıcak tutar. Erbakan ekibiyle aralarında hep mesafe olmuştur.

1979 yılında Sızıntı dergisi,1986 yılında Zaman gazetesi,1993 de Samanyolu TV’yi, 1994 de Aksiyon dergisi ve daha sonra diğerlerini kurdurarak basın yayın hayatına da el atarlar. 1994 de Gazeteciler ve yazarlar vakfını kurdurur.

Devlet kadrolarına kendine bağlı insanların yerleştirilmesine çok önem verir. Özellikle onları askeriye, emniyet ve adaletteki kadrolara yerleştirmeğe özen gösterir. Bu elemanları seçerken testler yaptırarak fakir fakat zeki öğrencileri seçer. Bunlar geleceğin subayı, emniyet müdürü, hakimi,  savcısı, Yargıtay ve Danıştay üyeleri olacak şekilde hazırlanır. Diğer önemli kamu görevleri ile öğretmenler, doktorlar da bu halkanın diğer elemanları olarak yetiştirilir.

Etkilediği zengin iş adamlarına yurt içinde ve dışında özel okullar, yurtlar ve dersaneler açtırır. Yurtdışında orada okuyan öğrencilerden seçilmiş bir grubu Türkiye’ye getirterek “Türkçe Olimpiyatları” düzenletir. Bunların ilki 2003 yılında başlar, 2012 de  ise 10.su yapılır., sonra işler karışır.

2000 li yıllarda “Kimse yok mu derneği”ni kurdurarak insani yardım adı altında yardımlar toplatır, vekaletle kurban kesimi için(!) paralar alınır.

Özellikle 2002 de AK partinin iktidarı devralması ve bundan sonraki seçimleri de hep kazanması nedeniyle devlette yapılanmaları bu iktidar zamanında en üst düzeyde olur, adalet, emniyet ve askeriyede ağırlıklı görevlere getirilirler. Askeri vesayetlerden, Anayasa mahkemesi eliyle geçmişte parti kapatmalarından bıkmış olan AK Parti için hizmet hareketinin mensupları sanki birer can simidi olur.

Bu ülkede 2003 yılında Gülen hareketinin harekete geçmesiyle Balyoz davası sürecini yaşandı, bu süreçte pek çok asker ve sivil tutuklandı, yargılandı. İktidar kendilerine karşı bir darbenin yapılacağına inandırılmıştı. Zaten geçmişte de 2 ihtilal bir muhtıra devri yaşanmıştı, askerlerin AK Partiden hoşlanmadığı herkesin malumu idi. Bu davada suçlu suçsuz herkes bir torbaya dolduruldu, sonunda pek çok kimse mahkum edildi ve mahkumiyetleri Yargıtay’ca da onandı. Bu arada mahkum askerlerin boşalttığı kadrolara sonradan Gülen hareketine bağlı olduğu anlaşılacak olan subaylar çoktan yerleştirilmiş oldu.

Daha sonra AK parti tarafından 2010 yılında halk oylamasıyla yapılan anayasa değişikliği ile bireysel başvuru hakkı verilir. Başvuruya ilişkin hükümlerin yürürlük tarihi 23 Eylül 2012 olarak belirlenir. Bunun üzerine daha önce mahkum olanlar şimdi yeniden yargılanma hakkı elde ederler ve bütün mahkum olanlar beraat eder.

Tutuklayan polis, iddianame hazırlayan savcı, yargılayan hakim ve sahte delilleri gerçek kabul eden bilirkişiler ile son kararı verip mahkumiyetleri onayan yagıtay hakimlerin hepsi sonradan anlaşıldı ki FETÖ’cü imiş. Milletin adalete güveni bu sahnelenen olaylarla tamamen sarsılır. Bu davalarla suçluların yanına suçsuzları da koyup büyük bir tasfiye hareketinin yapıldığı ve o kadroların ele geçirilmesi için böyle yaptırıldığı ne yazık ki daha sonra anlaşılacaktı.

2006 da Av.Alparslan Aslan Danıştay saldırısı yapar ve 1 hakimi öldürür. 18 Nisan 2007 de Malatya Zirve kitapevine baskın yapılır, biri Türk 2 si Alman, 3 Hıristiyan kişinin boğazı kesilir, sanıklar yakalanıp yargılanır, ceza alırlar ama sonra onlar da Ergenekon davasına dahil edilirler.

2007 de Ergenekon terör örgütü iddiasıyla yeni tutuklamalar başlar. Toprak altında gömülü bombalar, silahlar, havan topları, mermiler bulundu. Bu dönemde Başbakan davaların savcısı, ana muhalefet lideri de avukatı rolüne girmişlerdi. Yeni tutuklamalar 2008 ve 2009 yıllarında da devam etti.

27 Nisan 2007 de Cumhurbaşkanlığı seçimleri için oylama yapılır, Anavatan başkanı Mumcu ile DYP bakanı Ağar oturuma katılmamaya ikna edilir, meclise gelmezler. Abdullah Gül ilk turda 357 oy alır, son turda seçilmesi garanti iken, ilk turda 367 oy gereklidir iddiası üzerine CHP olayı Anayasa mahkemesine taşır aynı gün akşamı da iktidara askerler tarafından 27 Nisan e-muhtırası verilir. Sözde değil özde laiklik ve demokrasiye bağlılık vurgusu yapılır. Yeni bir oyun başlamıştır. Anayasa mahkemesi oylamayı iptal eder, Cumhurbaşkanlığı seçimi kilitlenir, sonra erken seçime gidilir ve 22 Temmuz 2007 genel seçimlerini AK Parti yine alır. ANAP ve DYP siyasi tarihten silinir. Ağustos’ta yapılan seçimlerde ise Gül Cumhurbaşkanı seçilir.

Kasım 2007 de Başbakanın eşi E.Erdoğan GATA’ hasta yatan Nejat Uygur’u ziyarete gider fakat başörtülü olduğu için içeriye sokulmaz.

2008 yılında devreye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı girer ve AK Partiyi kapatma davası açılır.

29 Ekim 2010 Cumhurbaşkanlığı köşkünde verilen Cumhuriyet resepsiyonu ilk defa eşli yapılır fakat kuvvet komutanları eşi başörtülü olan Cumhurbaşkanının bu davetine katılmazlar.

Ancak 2010 yılında Gazze’ye yardım götürmek için giden ve 9 şehit veren İHH ya bağlı mavi Marmara gemisi için F.Gülen İHH nın “İsrail’den izin almadan hareket otoriteye başkaldırıdır “ diyordu.

Anayasa değişikliğine ilişkin 12 Eylül 2010‘de yapılan halk oylaması sonucunda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu açıldı ve bireysel başvuruya ilişkin hükümlerin yürürlük tarihi 23 Eylül 2012 olarak belirlendi.

2010 yılında İzmir kaynaklı askeri casusluk davaları diye yeni bir dava başlatılır yine askerler tutuklanır,2012 de mahkeme yargılama sonucu bir sürü askeri mahkum eder ama onlar da 2016 yılında yeniden yapılan yargılamayla beraat ederler.

Bu yargılamaların dışında başka illerde de aynı tarzda yargılamalar olur. Mesela 2010 da Erzincan’da başlatılan Cihaner davasında da aynı olaylar yaşandı, önce tutuklama, yargılama, mahkumiyet ama sonra yapılan yargılamada beraatler.

2012 yılı ve ondan sonraki yıllar paralele yapıyla hükümetin arasındaki savaşın başlayıp devam ettiği yıllar olması nedeniyle çok önemlidir:

2012 yılında MİT müsteşarını ifadeye çağıran FETÖ cü bir savcı iktidar ile hizmet hareketi arasında ilk krizin başlamasına neden oldu.

2012 yılında hükümet Kürt meselesini çözmek için önemli bir adım atar, tutuklu Öcalan ile bu konuda konuştuklarını açıklar. Daha önceki yıllarda da bu konuda başkalarıyla da görüşmeler yapılsa da somut adımlar şimdi atılmaya başladı. İmralı’ya gönderilen heyetler belli aralıklarla Öcalan ile görüşür. 2014 yılında buna özel kanun çıkarılır, akil insanlar heyeti kurulur ve yeni bir süreç başlar. Ama bütün iyi niyetlere rağmen PKK verdiği sözler hiç yerine getirmez, silahları asla bırakmaz.  2015 de çözüm süresi sona erer.

2013 de ise dersanelerin kapatılma kararı ve bunun arkasından gelen 17-25 Aralık operasyonu, paralel yapının hükümetle olan krizin daha da derinleşmesine neden oldu. Artık hizmet hareketiyle hükümet arasında silahlar çekilmiştir ve bu savaş, bir taraf mağlup oluncaya kadar devam edecek kararlılıkta sürecektir.

10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde taraflar yine karşı karıya gelir. Paralel yapı var gücüyle aday olan Erdoğan’a karşı E.İhsanoğlu’nun seçilmesi için her türlü yayın ve herkes ile işbirliği içine girer, ama halk Erdoğan’ı o makama seçer. Tarihsel olarak cumhurbaşkanlığı seçimi bu sefer de sorunlu olmuş ama halk, ilk defa kendisine verilen doğrudan seçme hakkını Erdoğan lehinde kullanarak oylarıyla bu sorunu çözmüştür.

Haziran 2015 genel seçimlerine gelindiğinde paralel devlet yapılanması var gücüyle hükümetin karşısında yer alır, muhalefetle işbirliği yapar. AK partinin kaybetmesi için duruma göre kendine bağlı olanlara oylarını CHP ye, MHP ye ve HDP ye verdirmek için çalışır. Seçim sonucu HDP barajı aşar, 80 milletvekiliyle Parlementoya girer. MHP de 80 milletvekilliği kazanır. AK Parti birinci parti olmasına rağmen hükümet kurulması için gerekli 276 sandalyenin altına düşer ve hükümet kurulamaz. MHP ye koalisyon teklif eder, kabul edilmez. CHP ile görüşülür ama o da olmaz. Sonunda hükümet kurulamaz, istikrar bozulur. Güneydoğuda PKK terörü yeniden alevlendirilir. HDP onları destekler. Hükümet de tek bir terörist kalmayıncaya kadar savaşa karar verir. Bu arada yeniden seçime gitme kararı alınır ve 1 Kasım’da yeniden seçime gidilir. Paralel yapı yine hükümet aleyhinde çalışır ama millet olayları iyi analiz eder ve ülkenin nereye sürüklendiğini görür. MHP ve HDP seçimlerde oy kaybeder, AK parti %49.47 ile 1.parti olarak hükümeti kurar. Paralel yapı yine kaybeder.

Artık devir değişmiş eskiden insanları tutuklayan savcılar hakimlerin kendileri yargılanmaya başlar.17 Aralık soruşturmalarını yürüten ve HSYK kararıyla meslekten ihraç edilen savcılar Zekeriya Öz, Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç için 2015 Ağustos’unda yakalanma kararı çıktığında yurtdışına kaçmış oldukları görüldü. Sıranın kendilerine de geleceğini gören paralel yapının diğer elemanları da artık yurtdışına kaçmaya başladılar. Bunların içinde Ekrem Dumanlı hakkında tutuklama kararı verildiğinde onun 21 Ağustos 2015 de kaçtığı tespit edildi.

Mayıs 2016 da MGK da alınan kararla daha önce paralel yapılanma olarak isimlendirilen hizmet hareketi terör örgütü olarak kabul edildi ve kısaca FETÖ olarak isimlendirildi. Bu yıl gözaltı, tutuklamaların yılı olarak devam etti ta ki 15 Temmuz’a kadar.

15 Temmuz’dan sonra tutuklamalar ve itiraflarla ortaya çıktı ki FETÖ ile PKK işbirliği halinde çalışmışlar, birçok operasyonu PKK önceden haber almış veya bombalamalar boş dağlara atılmış.

15 Temmuz 2016 Türkiye’nin tarihinde hem bir kara leke hem de bir Kurtuluş savaşıdır. Darbeye kalkışan FETÖ hiç ummadığı bir biçimde halkı karşısına bulmuş, her türlü siyasal eğilime mensup vatandaşlar bir cep telefonundan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın  yaptığı çağrı ile sokaklara dökülür, 248 şehit ve 2 bin dolayında gazi vererek isyanı bastırır.

Artık OHAL ilan edilir, FETÖ’cü olduğuna karar verilen bütün memurlar, hakimler, savcılar, askerler ağırlıkta olmak üzere tutuklanır. Şimdi iddianamelerin hazırlanma ve yargılama dönemine giriliyor.

Evet, artık Titanic battı, kaptanı Pensilvanya’da sarayda yaşıyor, CIA tarafından korunuyor. Türkiye’den filikalara binen FETÖ’cü uyanıklar kaçıp kurtuluyor, kaçamayanlar ise tutuklanıyor, işten atılıyor. Şimdi tutuklular da itirafçı olarak kendilerini kurtarmaya başladı. Her şey çorap söküğü gibi açığa çıkıyor. Gazetelere boy boy itiraflar dökülüyor.

“Hüsnü zan ademi itimat “kuralının ne kadar önemli olduğunu acı bir tecrübe de olsa başta idareciler olmak üzere herkes umarım anlamıştır. Hiç kimse, kimseye sonsuz güvenmesin, ya güvendiğim gibi değilse ihtimalini de düşünsün, öyle hareket etsin ki sonunda kaybetmesin. Çünkü kontrol edilemeyen güç seni önüne katar sürükleyip götürür.

Türkiye büyük bir deprem yaşadı, yaralarını sarıyor. Bu yaralar kaç yılda sarılır bilinmez. Adalete, dini cemaatlere güven sarsıldı. Allah bizi bundan sonra her türlü beladan, yıllarca asr-ı saadetten örnekler vererek dini duygularımızı istismar edip güven sağlayan FETÖ ile PKK ve DAEŞ gibi bölücü örgütlerin ve bunları idare eden dış güçlerin şerlerinden korusun. Bizlere de basiret ve feraset versin, hüsnü zan ile adem-i itimatı birlikte dikkate alan kullarından eylesin. Amin, amin, amin.

Selçuk Eskiçubuk

Şadi Eren Bildiri

Prof. Dr. Şadi Eren

Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

7 Ekim 2016 tarihinde Iğdır Cumhuriyet Başsavcılığının yürüttüğü soruşturma kapsamında çoğu öğretim elemanı olmak üzere Iğdır Üniversitesine bir operasyon yapıldı. 40 kişinin evinde ve üniversitedeki odalarında arama yapıldı, ilgili şahıslar soruşturmaları yapılmak üzere emniyete götürüldü. Olay medyaya “FETÖ’nün Iğdır Üniversitesindeki yapılanmasına yönelik bir operasyon” olarak verildi. Hatta “İlahiyat Fakültesi Dekanı Şadi Eren’in odasında Fethullah Gülen’e ait kitapların bulunduğu!” bile haber kaynaklarında yer aldı.

Hâlbuki darbe girişimi sonrası hemen her resmi müessesede olduğu gibi Iğdır Üniversitesinde de FETÖ’yle ilişkisi olanlara operasyon yapılmış, 17 kişi açığa alınmıştı. Bu yeni operasyonun, sanki öncekinin bir devamı gibi gösterilmesi tamamen bir algı operasyonudur, gerçeği yansıtmamaktadır.  Cumhurbaşkanımızın tam bir basiretle ifade ettiği gibi, “son zamanlarda ülkemizin değişik yerlerinde yapılan tutuklamalarda at izi it izine karışır hale gelmiştir.” Iğdır Üniversitesine yapılan bu operasyon, bu hakikatin tipik bir örneğidir.

Konuyla ilgili bazı gerçekleri şöyle ifade edebiliriz:

1-Ülkemiz 15 Temmuz darbe girişimini püskürtmekle tarihinin en önemli olaylarından birine tanıklık etmiş, yeni bir İstiklal Harbi kazanmıştır. Iğdır Üniversitesi, Iğdır’daki demokrasi nöbetlerine aktif olarak katılmış, ciddi katkılarda bulunmuştur. Bu operasyonda tutuklanan İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerimizden Yrd. Doç. Dr. İbrahim Akgün, Yrd. Doç. Dr. Musa Çetin gibi isimler, demokrasi nöbetlerinde yaptıkları konuşmalarla milli şuurun uyanmasına ve güçlenmesine ciddi, samimi katkılar sunmuşlardır. Ancak Iğdır gibi nüfusu küçük bir ilimizde bulunan tek resmi vakfı (Hamidiye Kültür Eğitim Vakfını) -hiçbir alakası olmadığı halde- FETÖ Vakfı olarak yasaklı vakıflar listesine aldıran bir zihniyet, bu olayda da FETÖ’yle uzaktan yakından alakası olmayan bu 40 kişiyi FETÖ mensubuymuş gibi göstermeye çalışmaktadır. Bu kişiler, asla FETÖ’den olmadıkları gibi,  aksine onlara karşı çok net bir şekilde tavır alan ve mücadele veren vatanperver kimselerdir. Kökü Amerikada olup oradan aldığı direktifleri Türkiyede uygulamaya çalışanlara karşı ciddi mücadele veren bu insanları, sanki onlardanmış gibi lanse etmek, büyük bir iftiradır, tam bir vicdansızlıktır.

2-Batı Dünyası, Ortadoğuda güçlü bir Türkiye görmek istemez. Hele hele Lozanın hükümlerinin bitmesine az bir zaman kala, masaya güçlü bir şekilde oturma potansiyeli olan Türkiye, hiç mi hiç işlerine gelmez. Son 25 yılda başta Irak olmak üzere Suriye ve ülkemizde meydana gelen olaylar bunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Batı Dünyasının İslam coğrafyasını çok iyi araştırdığı, toplumsal ve mezhepsel haritalarımızı çıkardığı ve bunlara göre stratejiler geliştirdiği, en azından konunun uzmanları tarafından bilinen bir gerçektir. Hem Irak, hem Suriyede meydana gelen olaylarda sünni-şii farklılığının ön plana çıkarılması, bunun açık bir göstergesidir. 80 li yıllarda Irak ve İran birbiriyle savaştırılmış, sekiz yıl süren bu savaşta bir milyon Müslüman hayatını kaybetmiştir. Iğdır ilimizde % 40 nüfusun Caferi mezhebine bağlı Şii olması, ülkemizi kaosa sürüklemek isteyenlerin iştihanı kabartmaktadır. Elhamdülillah, Iğdırda sünni-şii farklılığı İslam alemine model olacak şekilde medeni bir seviyededir ve taraflar birbirleriyle İslam kardeşliğine yakışır bir tarzda beraberce yaşamaktadır. Bunda Üniversitemizin, özellikle de İlahiyat Fakültemizin ve Üniversitemiz bünyesinde faaliyet gösteren Caferilik Araştırma Merkezi’nin (CAMER’in) önemli katkıları bulunmaktadır. Caferi mollalar ve İlahiyat Fakültemizin hocalarının Hz. Alinin sözlerini derleyen Nehcü’l- Belağa eserini yıllardır beraberce okumaları, bu birlik ve beraberliğin güzel göstergelerinden biridir. Ayrıca, İlahiyat Fakültemizin öğretim elemanları sünni-şii ayırımı yapmaksızın okullardaki değerler eğitimi gibi faaliyetlere katılmakta, toplumsal birlik ve beraberliğin sağlanmasına ciddi katkılar sunmaktadırlar. Eğitim camiasının içinde olanlar bunun farkındadır ve üniversitemizi takdirle karşılarlar. Ancak, bu manzaradan hoşlanmayanlar da vardır. Bu son operasyon, bu hoşlanmayanların bir operasyonudur. Bu nadide insanların Iğdır Üniversitesinden ayrılmaları sağlanıp, yerlerine başkalarının alınması planları yapılmaktadır. Öyle görülüyor ki, Iğdır’dan bazıları da kökü ta Amerikaya uzanan bu oyunun bir parçası olarak piyon görevi görmektedir. Elde edebilecekleri birkaç daire başkanlığı veya şube müdürlüğüne Iğdırın ve Türkiyenin huzur ve refahını satmak, en hafifiyle söylersek “büyük bir hıyanettir.” Ve “büyük düşün!” gerçeğinden uzak kalmaktır.

3-“Her ile bir üniversite”, hükümetimizin önemli ve başarılı projelerinden biridir. 5 yılı aşkın bir süredir Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemizde öğrencilerimize faydalı olmaya çalışan ve üniversitenin bir şehre neler kattığını günbegün gören biri olarak, yapılan bu hizmetlerin sekteye uğratılmaması gerektiğini düşünüyorum. Konuyu ifade etmesi bakımından şu hatıramı nakletmek isterim:

Bundan iki yıl evvel Kars ilimizde Kredi Yurtlar Müdürlüğü bünyesinde öğrencilere yönelik konferanslar vermek üzere davet edilmiştim. Caferi mezhebine bağlı iki esnaf arkadaş ile beraber gittik. Yolda, bu arkadaşlarımızdan biri dedi: “Hocam, şu işe bakın. İlahiyat Fakültesi Iğdıra açılacağı zaman biz buna karşı çıkmış, ‘devlet bizi asimile etmek istiyor” şeklinde düşünmüştük. Ama gelinen noktada konferansınıza biz sizi götürüyoruz.”

Bu türden yaşadığımız çok şeyler var. Özellikle kendim kaleme aldığım “Hz. Ali Diyor Ki” ve “Kardeşlik Felsefemiz” isimli eserlerin on binden fazla Üniversitemizce basılması ve değişik vesilelerle insanımıza ulaştırılması, çok faydalı sonuçlar vermiştir.

4-Iğdırda nüfusları birbirine yakın iki kesim vardır: Aşiret ve Azeriler. Bu iki kesim, aralarında ciddi bir problem yaşamamakla birlikte, tam istenilen bir birlik ve beraberlik de gösterememektedir. Üniversitemizin her iki kesimle de çok güzel münasebetleri ve faaliyetleri vardır, bu yönüyle adeta arada bir tampon görevi yapmaktadır. Böyle operasyonlar, ne Iğdıra bir fayda sağlar ne de ülkemize… Suçlular varsa elbette cezalandırılmalıdır. Fakat peşinen suçlu görüp FETÖ kılıfı altında böyle toplu bir operasyon yapmak, kamu vicdanını ciddi rahatsız etmektedir.

5- Adeta “üniversiteyi çökertme” diyebileceğimiz bu operasyonun kimin ve veya kimlerin işine yaradığı düşünülürse, resmi daha bütün olarak görebiliriz. İçeri alınan Üniversite elemanlarımız, sevilen, sayılan, saygın kimselerdir. Böyle bir operasyon, FETÖ’nün ekmeğine yağ sürer. Gezi Parkı, 17-25 Aralık operasyonları ve en sonunda meş’um 15 Temmuz Darbesiyle hedefine ulaşamayan dış güdümlü bu örgüt ve onu yönlendirenler, böyle operasyonları yönlendirerek muhalefet cephesini yaymaya, hükümet ve devlete karşı bir nefret duyulmasına sebebiyet verdirmeye çalışmaktadır. Keza, böyle bir operasyon, FETÖ davasını sulandırmaya, Ergenekon ve Balyoz gibi sonuçsuz kılmaya yol açabilir. Dolayısıyla, devlet yetkililerinin daha hassas davranması, böyle operasyonların arkasındaki büyük resmi ve hain emelleri öngörmesi beklenir.

6-Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemiz 1350 öğrencisiyle orta halli bir ilahiyat olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın “dindar nesiller yetiştireceğiz” şeklinde formüle ettiği hedefe karınca kararınca hizmet etmektedir. Böyle kamu nezdinde küçük düşürücü, itibar zedeleyici operasyonlarla fakültemizi itibarsızlaştırmaya çalışmak, dinini ve ülkesini seven dindar halkımızı üzmektedir.

Sekiz yıldan bu yana DOST TV de proğramlar yapan ve beş ayrı yayınevinde 20 den fazla kitapları toplamda 200 binden fazla basılmış yazar bir akademisyen olarak üstteki bilgileri değerli halkımızla paylaşır, saygılar sunarım…

NurNet.Org

Amerika’yı Yeniden Keşfetmeye Gerek Var Mı?

Tarih boyunca fen veya sosyal bilimlerle uğraşan herkes geçmişten faydalanmış, kendisi de bir şeyler katmış ve yeni şeyler üreterek insanlığa sunmuştur. Geçmişin fikirleri, deneyimleri günümüze böyle gelmiştir. Bazen geçmişte doğru kabul edilen şeylerin yeni araştırmalarla yanlış olduğu da ortaya çıkmıştır. Ama bazı olaylarda durum öyle değildir, “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok”tur.

Bir olayı önceden görmek, sakıncalarına herkesi inandırmak ve tedbir almak her zaman mümkün olmaz. İsteseniz de bazen yapamayabilirsiniz. Nitekim Gülen hareketi olayında da böyle oldu. Çok önceden bu harekete temelde karşı olanlar bu hareketi kötülerken, 60 lı yıllardan itibaren ülkemizde etkili iktidar veya muhalefetteki bütün siyasetçiler tarafından ise korundu, kollandı ama 2002 yıllarından itibaren de daha etkili konuma geldiler. Ancak sonra yollar ayrıldı ve iktidar ile “Gülen hareketi” birbirlerine karşı savaşa başladılar. Her iki tarafa da yakın olanlar önceleri yaşanan olaylara iktidarla Gülen hareketi arasında bir anlaşmazlık olarak baktı, zamana bıraktı ve düzeleceğini umdu. Ama bu iyi niyetli öngörüler gerçekleşmedi.

Nur talebeleri arasında, bu sitede veya başka sitelerde onlara hüsnü zanla bakanlar, makale yazanlar, röportaj verenler olduğu gibi, sessiz kalanlar veya baştan beri duruşunu hiç bozmadan karşı olanlar ve onları baştan beri Nur hareketinin dışında görenler de vardı.

Bu hareketin amacı 40-50 yıl gibi uzun yıllar içinde değişmiş, şimdi adı bir terör örgütü, “FETÖ” olmuştu. Siyasal iktidar bundan sonra onları terör örgütü olarak görerek mücadeleyi artırmıştı. Herkes kendi yaşadığı yıllara göre bu harekete bakmış, öyle değerlendirmiş olduğundan bu yeni ismi uzun zaman kabul edememişti. Evet burada her kesimin, kendi yanılgıları yatıyordu. Yıllarca bu hareketin içinde bulunan bazıları kopmaya başladı bazıları hala devam ettiler. Kafalar karışıktı. O cemaatten nemalanan kim yanıldığını kolayca itiraf edip kabullenebildi? Kim gururunu kırıp, “evet ben de yanıldım” diyebildi? Hatta hiçbir menfaati olmayanlar varsa eğer, ben yanıldım diyebildiler mi?

Siyasal iktidar bundan sonra onları terör örgütü olarak görerek mücadeleyi artırmıştı. En son ülkemiz 15 Temmuz da 2016 FETÖ tarafından organize edilen başarısız bir darbe girişimi yaşadı. Cumhurbaşkanının halkı sokağa çağırması, ihtilalcilere karşı koymalarını ve milli iradeye sahip çıkmalarını istemesiyle de halk, parti gözetmeksizin buna karşılık verdi, ölümü göze alarak sokaklara çıktı. Uçaklardan, helikopterlerden atılan mermilerden şehit oldu, gazi oldu, kimisi tankların altına yattı kimisi de tankların üstüne çıktı. Bu milletin 237 evladı şehit, 2191 evladı da gazilik mertebesine ulaştı.

Darbe teşebbüsün ardından 4 ay gibi bir zaman geçti, şifreli haberleşme ağları ele geçti, birçok itiraf oldu, örgüt çözüldü, abiler ablalardan bir kısmı yurt dışına kaçtı. Binlerce kişi kamudan atıldı, darbeye katılan asker, polis ile onları maddi olarak destekleyen işverenler tutuklandı. Her gün yenileri bu konvoya ekleniyor.

Siyaseten ve hukuken ciddi adımlar atılması gerekirken, 15 Temmuz öncesinde maalesef atılamamıştı. 15 Temmuzda ortaya çıktı ki onlara hüsnü zanla bakan herkes yanılmıştı. Herkesin bugüne gelmekte suçu vardı, kiminin az, kiminin çok. Ama bunu ölçmeye kalkışmanın hiç faydası yok. Evet yanıldık deyip artık ileriye bakalım.

Depremde bazı evler yerle bir olurken bazılar da zarar görür. Bu hareket ülkemizde sosyal bir deprem yaşattı. İslami bir kanaldan gelip FETÖ adı verilen örgüte evrildiği için bu ülkede yaşayan bazı kimseler, siyasetçiler, sol aydınlar veya bazı ilahiyatçılar(!) şimdi FETÖ dışındaki dini cemaatlere hem baskı yaptırmak için gayret gösteriyorlar hem de kamudan işlerine son verilen Fetöcü personellerin avukatlığını yapıyorlar. Aynı zamanda devlet dairelerinde çalışan personel arasındaki çeşitli cemaatlere mensup kişileri hedef tahtasına koydurup onları kamudan çıkarttırma gayreti gösteriyorlar.

Hukukta suçlar bireyseldir, kişi suçlu olduğu kesinleşene kadar masumdur. FETÖ örgütü için çalışan, maddi manevi onu destekleyenler ile onlarla yakından uzaktan ilgisi olmayan diğer cemaatlerin ne suçu var? Gülen hareketi bir terör örgütüne dönüştüyse başka bir cemaate bağlı olmak  niçin suç olsun? Devlet eyleme bakar, kimin eylemi suç ise onu cezalandırır, kim o suça ortak olmuşsa onu cezalandırır, kimseyi potansiyel suçlu olarak göremez.

Biz Müslümanlar için Kur’an’dan sonra sünnetler gelir. “Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” hadisinin ışığı altında başkasının değil kendisinin ferasetine bakmalı, geçmişe dönüp, Gülen hareketinin bugünlere gelmesinde, FETÖ’ye dönüşmesinde kendisinin maddi manevi bir desteği olup olmadığını sorgulamalı. Bir katkısı olmuşsa hem Allah’dan, hem de şehitlerin ailelerinden, gazilerden af ve özür dilemekte acele etmelidir, yoksa tarih yine tekerrür eder değil mi?

Biz bu depremi yaşadık başka ülkeler bize iyi baksınlar, özellikle FETÖ örgütünün açtığı okullar, işyerleri o ülkenin geleceğini karartabilir. Çünkü FETÖ artık yalnız değil, onun arkasında bazı devletlerin gizli servis örgütleri var. Nerden mi anladık? Bu kadar sinsilik, bu kadar gizlilik, onca yıllar kendi belli etmeden takiyye yapmak bir kişinin aklı olamaz. Onların işleri önce ülkede bazı insanlara güven sağlanması için her türlü desteğin verilmesine çalışmak, ona güven sağlanınca devleti ele geçirmek için insanlarını devlete yerleştirmek ve vakti gelince ülkede huzursuzluk çıkarmak ve mezhep savaşlarını körüklemek, terörle ülkeyi kana bulamak, sonunda ülkeleri işgal etmek ve kendilerine hizmet edecek olan köle idarecileri seçtirmek veya ihtilalle başa getirmek.

Bu ortak akılla yapılan uluslar arası bir proje, ilk önce bizde denendi. Böyle projelerde önce hainler kullanılır zamanı gelince sonra feda edilir. Çünkü onlar yarın efendilerine de ihanet ederler.  Elbette vatanına, milletine, inançlarına ihanet edenlere güvenilmez. Peki onları ülkelerinde saklamakta ne zamana kadar devam ederler? Projeden tamamen ümit kesince.

Bu devletler kim mi? Yurt dışına kaçanların yaşadıkları ülkelere bakın, onları geri vermemek için ipe un serenlerin izini takip edin, onları buldunuz mu? Kaç ülke?

Bu ülke bizim tarihteki 16. devletimiz, bu vatanın her karışı bizim atalarımızın kanıyla sulanmış. Bu ülkeyi bizlerin de kanımızın son damlasına kadar koruyacağımızı 15 Temmuzda gördünüz. Biz buradayız, bekleriz.

Ey emperyalistler geleceğiniz varsa göreceğiniz de var. Vatan şairinin sözleriyle size sesleniyoruz:

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

Dr.Selçuk Eskiçubuk