Etiket arşivi: filistin

Kudüs

Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un Filistin bölgesine gelip yerleşmelerinden itibaren bu bölgenin tümü mübarek kabul edilmiştir.
Bereketli kılınan bu bölgenin mübarek olarak kabul edilmesinin nedeni, Cenab-ı Allah’ın hikmetiyle buradan pek çok peygamberin gelip geçmesi ve burada vefat edip defnedilmesinden ileri gelmektedir.
Hz. Peygamber(sav) “Ziyaretler ancak üç mekâna yapılır. Mekke’deki Mescidu’l-Haram’a, Medine’deki benim bu mescidime ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya.” buyurmuştur. 
Resulullah(sav)’ın bu hadisi ile bu üç belde İslam’da kutsal ilan edilmiş ve bunların dışında kutsiyeti olan başka bir dördüncü şehirden söz edilmemiştir. Ancak Şam ve İstanbul da hadislerde zikredildiklerinden bir bakıma kutsiyetlerine işaret edilmiş beldelerdir.
 
En önemli ibadetlerinden biri olan namazın Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılınması İslam’ın ilk kıblesinin bulunduğu Kudüs şehrinin önemini açıkça gösterir. Müslümanlar bu ilk kıblenin kutsiyetini idrak ederek tarih boyunca buraya sahip çıkılması gerektiğinin bilinciyle hareket etmiş ve bu mukaddes beldeyi her zaman koruyarak tevhit inancının bayrağı altında bulunması gerektiğine inanmışlardır. Kudüs ebediyen İslam’ın ilk kıblesi olma özelliğini koruyacak ve Müslümanlar buraya sahip çıkmak zorunda olduklarını hep idrak edecek ve bu beldenin Haçlı veya Yahudiler tarafından işgal edilmesi hâlinde tarihte olduğu gibi mutlaka kurtarılması gereğine inanarak çalışacaklardır.
Kudüs Yahudilerin değil, Hz. Âdem’den bu yana gelen tevhidin temsilcisi peygamberlerin mirasıdır.
Cenab-ı Allah bu kutsal toprakların daima salih kimselerin yönetiminde kalmasını irade buyurmuş, fasık ve zorbaların hâkimiyetine geçen bu toprakların tekrar peygamberlerin veya peygamber mirasçılarının eline geçmesini istemiştir. Bunun için de sık sık bu bölgeye peygamberler gönderip onları uyarmıştır. Hz. Musa’dan sonra gelen ve İsrailoğullarına mensup birçok peygamberin (Davud ve ardından Süleyman’ın) bu topraklarda Allah’ın şeriatıyla güçlü bir devlet olarak hükmetmelerinin sebebi budur. Davud öncesinde de Allah İsrailoğullarını tekrar küfre karşı cihat etme hususunda imtihan etmiş ve onlara Talut’u hükümdar olarak belirlemişti. Fakat onlar yine itaat etmeyip isyan ederek bu mukaddes topraklar uğruna savaşmaktan kaçınmışlardı. İşte bütün bu olaylar çerçevesinde, (Davud ve Süleyman’dan sonra) bu kutsal mekân ve toprakların mutlaka mümin ve muvahhidlerin yönetiminde olması gerektiğini anlıyoruz. Kâfir ve müşriklerin bu topraklar üzerinde velayet hakları olmamalıdır. Özellikle daha sonra Zekeriya ve Yahya’yı öldüren kitlenin bu topraklar üzerinde velayet hakkına sahip olamayacakları açıktır.
Yahudiler bu topraklara Hz. Musa zamanında sahip çıkmayıp, “Git, sen ve Rabbin savaşın…” demişler ve bu kutsal mekânları korumaya yanaşmamışlardır. Bu tutumlarının sonucunda da kutsal topraklar ellerinden alınmıştır.
Cenab-ı Allah, salih bir kulu ve habibi olan son peygamber Hz. Muhammed (sav)’e bu kutsal mekânı teslim etmek ve bu yerlerin kıyamete kadar onun ve ümmetinin elinde kalmasını temin etmek için onu İsra ve Miraç vasıtasıyla alıp oraya götürmüştür. İsra olayında bir devir teslim merasimi vardır. Cenab-ı Allah, İsra ve Miraç gecesinde bu mekânı bütün peygamberlerin ruhlarının şahitliğiyle Resulullah (sav)’a teslim etmiş, o da bu mübarek şehri ümmetine bir miras olarak devretmiştir. Burada Cenab-ı Allah’ın bu devir ve teslimden sonra bu mukaddes şehir ve mescidi, peygamberlerini katleden ve yeryüzünü fesada boğan bir milletin elinden alarak Resulullah’a teslim ettiği gayet açıktır.
İşte bundan dolayı biz Müslümanlar inancımız gereği Hz. Peygamber’in İsra ve Miraç mekânı olan bu yere büyük bir kutsiyet izafe edip buranın ebedi kutsiyetine inanırız. 
Bu mirasa sahip çıkmak maksadıyla Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer tarafından Bizanslıların elinden alınarak İslam devletinin topraklarına dâhil edilmiştir.
Hz. Peygamberin 23 yıllık peygamberlik süresinde 14 yıl boyunca namazlarını Mescid-i Aksa’ya yönelerek kıldığı bu mukaddes mekânın -etrafı mübarek kılınmış mescit ve kutsal şehir Kudüs’ün- işgal altında olması bütün ümmet için bir zuldür. 
 
Kudüs 1099 yılında  Haçlı ordularınca işgal edilmiş ve 88 yıl  işgal altında kalmıştır.
Selahaddin el-Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü kuşattığında Beytü’l-Makdis’e beslediği sevgi sebebiyle bu mübarek beldeyi savaş felaketinden korumak istemiş.
Kutsal şehrin surlarını yıkmak, binalarını yok etmek ve en ufak bir taarruzla şehre zulüm yapmaktan çekiniyordu. Bu nedenle barış yoluyla şehri teslim almaya çalıştı. Bunun için şehre elçiler gönderip, “Kudüs’ün Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum etmek ve girmek istemiyorum.” dedi.
Kutsal mekânlar, salih kulların sahipliğinde kutsallıklarına paralel olarak korunurlar. Temennimiz, İslam dünyasındaki uyanış ve direniş hareketlerinin güç kazanması, bu kutsal mekânların tekrar Allah’ın kendilerinden razı olduğu salih kulların eline geçmesidir.
Siyonistlerin amaçları, Mescid-i Aksa’yı yıkıp batıl itikatlarınca kutsal sayılan Siyon mabedini diğer adıyla Süleyman heykelini Mescid-i Aksa’nın yerine dikmek istiyorlar.
Eğer Müslümanlar sorumluluklarının gereğini yerine getirmezlerse bu tehdit devam edecek.
Bu dava ,sadece Filistinli Müslümanlara emanet edilmemiştir. Bu Mescid, Allah Rasulü’nden, Hz. Ömer’den ve Selahaddin-i Eyyubi’den bütün Müslümanlara bir emanet olarak bırakılmıştır.
Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa bunca yıldır Siyonist katiller güruhunun elinde tutsak ve mahzun kalmamalı
Artık bütün bir İslam dünyasının sesini yükseltmesinin tam zamanıdır. Bu işgal sona ermeden İslam dünyasının başını dik tutması mümkün değildir!
Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamberine hıyanet etmeyin ve bile bile size emanet edilen şeylere hıyanet 
etmeyin.
Kudüs ya da Mescid-i Aksa davası, sadece bir avuç toprak ya da hükümranlık,egemenlik meselesi değildir. Bu dava, bir inanç, bir akide davasıdır.
Bu sorumluluk, savsaklanabilecek ya da ertelenebilecek bir sorumluluk değildir, mutlaka yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur. Peygamber Efendimizin bir Hadis-i Şerifinde, bir İslam beldesi işgal edilirse, o beldedeki işgali kaldırmak için cihad etmek, her Müslüman’ın üzerine farz-ı ayın olduğunu buyurmaktadır. Bu Hadis-i Şerif de göstermektedir ki, her Müslüman’ın, işgal altında bulunan ve özellikle de Mescid-i Aksa ya da Kudüs’ün işgalden kurtarılması için mücadele etmesi, tıpkı namaz gibi üzerine farz ayn bir görevdir. 
Büyük İslam Kumandanı Selahaddin-i Eyyubi “Kudüs ve Beytü’l-Makdis, Mescid-i Aksa, Haçlıların işgali altında bulunduğu müddetçe ben nasıl olur da gülebilirim, nasıl olur da sevinebilirim ve istediğim gibi nasıl olur da yemek yiyebilirim? Hele hele, gözüme uyku nasıl girebilir?” demiştir.
Ey Rabbimiz! Kudüs’ü küffâr elinden kurtar. Mü’minleri aziz eyle, şu zilletten cümlemizi halâs eyle. Bu necip milletimizi tekrar o mübârek beldelere hadim eyle… Korktuklarımızdan emin eyle, kâfirlerin şerrinden bir an önce insanlarımızı kurtarıp halâs eyle. Sen bizim Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize zaferle yardım eyle. Dinine yardım edenleri muzaffer eyle. Müslümanlara eziyet edenleri perişan eyle.
Amin.
Derleyen: Çetin Kılıç
Kaynaklar:
ALİ KAÇAR
Prof. Dr. Ahmet Ağırakça 
Metin Duymaz

Biz de Dahiliz Bu Meydan Savaşlarının En Büyüğüne

Küçük cihaddan büyük cihada döndünüz. O, kulun nefsani arzularına karşı yaptığı cihaddır.

Bu yazımızda size bir meydan savaşından bahsedeceğiz. Bu savaş, Çeçenistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da ve dünyanın başka yerlerinde süren mücadelelerden fazla bizi  ilgilendirmesi lazım. Evet bizim için en büyük savaş (cihad-ı ekber) bu savaştır.

Bu savaş Vücut memleketinde ve Göğüs meydanında, Nefis ordusuyla Kalp ordusu arasındaki meydan savaşıdır.

Nefis ve Kalp arasında vuku bulan savaşlar,bizi en çok ilgilendirmesi gereken savaşlardır. Bir tarafta aklın hakîmiyeti ile kalp ve vicdan, diğer taraftan nefis, şeytan ordusu ve iki ayaklı şeytanlar ordularıdır. Bu savaş Hazreti Ademden başlayarak , kıyamet kopuncaya kadar devam edecek olan mücadele ve eşi olmayan savaştır.

Nefisin cenahında zulmüyle meşhur “Kuvve-i Gadabiye, ahlâksızlığı içeren “Kuvve-i Şeheviye” vardır. Nefis, savaşı kazanacaklarına kesin gözüyle bakar. Öte yandan Kalp var. Kalbin iki veziri Akıl ve vicdandır . onların sancaklarını  İhlâs taşır,  Kalp, sağ cenahın komutasını ‘Takva’ya, sol cenahın komutasını ise Sabr’a vermiştır.

Nefse galip gelmek için, Himmet’in imdadına İhlâs yetişir, “Allah için olunuz!” düsturu onu ikaz etti. Unutmayalım ki, yukarıda saydığım o üç düşmanı mağlup etmek için ilim lazım, Müslüman bu üç düşmanı mağlup etmek için manevi kuvvetini ilimden alıp terakki etmesi şarttır. Bu zamanda da manevi sahada geçerli para Risale-i Nur eserleridir . Çünkü fen hakim olduğu devirde ispat konuşur. Bugün iman hakikatlerini ispatlı izah eden Risale-i Nur eserleridir. Bu eserlerden yeteri kadar hisse alanlar. Namazı terk etmemekten başla, Allahın emirlerinin tamamını yerine getirmeye himmet göstererek, Yasaklarından da nefretkârane uzaklaşmaya gayret gösterirler. Cesaret de sabır hasleti de Nurlardan yeteri kadar hisse alan kardeşlerde mevcuttur  . Bu hususlarda, yani Allahın emir ve yasaklarını samimi olarak yerine getirmek ve aralarında dayanışmayı te’min edip bir diğerini sevmekte ilerlerler bu kardeşler. “Emir ma’ruf ve nehyi anilmünkere” yani (Allahın emirlerini yerine getirmekte ve yasaklarından kaçınmakta) sadık kalmaya gayret ederler. Netice İhlaslı olmayı ana prensip edinmek Mü’minin en büyük işidir. Zaten bu haslet biz Nur talebelerinin ana gaye-i maksadımızdır. Çünkü Üstad Bediüzzaman hazretleri İhlas Risalesini en azından on beş günde bir defa okumayı tavsiye etmiştir.

Evet, şeytanların da akılları vardır, fakat onlar sevap yapamazlar, yalınız günah yaparlar ve yaptırırlar. Melaikelerin da akılları vardır, onlarda terakki ve tedenni yoktur. Onlara Allah ne emretti ise onu yaparlar. kimine devamlı secde yapmasını, kimine rukû yapmasını Allah emretmiştir, onlar o vaziyette devam ederler. İnsan ise bu üç düşmanın sayesinde, dini gayretini ve sonsuz kabiliyetini Allah yolunda kullanabilirse  meleklerden de üstün bir dereceye yükselebildiği gibi, nefsin ve şeytanın emirlerine uyarsa, vahşi hayvanların altına da düşebilir.

İnsan âilesinden veya başka yerden alabildiği dini kültürün yardımı ile, kendine verilen o en büyük ni’met olan aklını kullanması neticesinde ma’na aleminde terakki edebilir. İnsanı imtihana tabi tutmak için Allah tarafından kendisine verilen o nefsani duyguları ve vücuduna yerleştirilen kötülük yapma kabiliyetini kullanarak, yani, nefis devamlı kötülüğü emrederek, insanı cehenneme bir odun parçası yapmak için durmadan çalışır. Bunun şerlerinden kurtulmak için,  imanın  öteki şartları ile birlikte, Allahın varlığına inanıp ve ahret gönünde amellerin hesabını firade firade vereceğine inanan insan kurtulur.

O ahiret hayatında mü’minlere cennette verilecek sonu olmayan  mutlu bir hayatın varlığına inanmak,  günahkârlar için günahlarını temizleyinceye kadar,  İmansızlara ise  cehennem de sonu olmayan muzdarip bir hayata düçar olacaklarına inanan kimse nefis ve şeytana uyup günah yapabilir mi? O insan öteki insanlara hiç benzeyebilir mi? O başka bir insandır. Yani bu sebeptendir ki bu dünyada imansızdan iyilik beklemek aptallıktır. İnsan menfaatsiz iş yapmadığına göre, imansızlar da burada yaptıklarının mükâfatını ahirette alacaklarına inanmadıkları için, onlar yalınız şehevi duygularını tatmin ve maddi menfaatlerini te’min den başka  düşünmezler.

İnsanın ikinci düşmanı de bir ayaklı cinni şeytanlardır. Bunların insandaki te’siri evham vermekle olur. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Hadisi şerifinde “Nasıl insanın kanı vücudunda devreder, aynı onun gibi şeytanın evhamları de insanın vücudundunda devridaimdedirler. Bu sebepten Allah-u azimüşşan Kur’anı Keriminde, çok yerde: “Festeiz bil-lahi mineşşeytanirracim. ”(Şeytanın şerrinden Allaha sığının) buyuruyor.

İnsanın üçüncü düşmanı ise Allahın yolundan sapmış bizim gibi iki ayaklı insanlardır. Bazı ulema kitaplarında, insan şeytanının te’siri insanda, yetmiş şeytan kadar te’sirlidir çünkü öteki şeytan bunun gibi konuşmaz yalınız evham verir. Bu ise türlü türlü laflar zırvalar “ Bırak more namazi, sen daha gençsin, yok görmediğine nasıl inanırsın, yok mademki din birdir diyorsunuz, bu dört mezhep nereden çıktı.” Bu gibi olumsuz kelimeleri devamlı zırvalarlar Bu sebepten Kur’anı Kerimde: “Ahiret gününde arkadaşlar biri diğeri ile düşman olacaklar, Allahtan korkanlar hariç.”buyuruyor. (Zuhruf: 67)

Sayıca az nice topluluklar, sayıca çok olan topluluklara Allah’ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir       Bakara, 249

Bu savaşı kazanmak için menfi hasletlerin önüne  Allah indinde makbul hasletlerle çıkacağız, Mesela:

1-  Hubbu dünyaya karşı—Zühdü Çıkaracağız

2-  Aculiyete  karşı———-Sabırı  Çıkaracağız

3-  Gösterişe karşı———-İhlası   Çıkaracağız

4-  Cerbezeye  karşı— Hikme’ti……. Çıkaracağız

5-  Vesveseye karşı — Tefekkür ile… Çıkaracağız

6-  Tul-u emele karşı–Rabita-i mev’ti Çıkaracağız

7-  Kibir,Gurır ve Ucuba karşı –Tevazu’yu.Çıkaracağız

8-  Cerbeze ye karşı —- Hikme’ti Çıkaracağız

9-  Zina ve fücura karş–Iffet’i …. Çıkaracağız

10-      Kizbe  karşı ———-Sıdk’ı.. .Çıkaracağız

11-      Gadaba karşı —– Hilm’ı .… Çıkaracağız

12-      Tehevvüre karşı—Şecaat’ı. Çıkaracağız

13-      Zulme karşı —- Adalet ile… Çıkaracağız

14-      Hırsa karşı—– Kanaat’ı ….. Çıkaracağız

15-      İsrafa karşı  —İktisad’ı ……Çıkaracağız

Bilerek bunları yaptıkmı çok şey başarmış olacağız. Ve Allaha karşi dualarımızı eksik etmeyeceğiz. “Allahümmeh fizna min şerrinnefsi veşşeytan ve min şerril cini vel-insan ve min şerril bid-ati veddalati vel ilhadi vettugyan birahmetike ya Erhamerrahimin.

Evet Aleyhissalatu vesselam Bedir Savaşından dönerken boşa dememiş: “Küçük savaştan dönüp, büyük savaşa gidiyoruz” Sahabeler: Ya Resulallah nerede o savaş?” “İçimizde görünmeyen o nefsi ve şeytani vesveselerdir.” Buyurmuşlardır.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Naci el-Ali Kimdir?

Naci el-Ali, 1938 yılında Filistin’in kuzeyindeki Şecere köyünde dünyaya gelir. 1948 yılında 10 yaşındayken ailesi ile birlikte yaşadıkları topraklardan sürgün edilerek Lübnan’daki Aynu’l-Hilva Mülteci Kampı’na yerleşir. Hayatına dair hatıralarını, özlemlerini ve umudunu kalın duvarlar ardında bırakarak yoluna devam eder Naci el-Ali. Omuzlarında esaretinin ağır yükü ve boynunda, bir gün sona ereceğini düşündüğü sürgünün ardından kavuşacağı evinin anahtarı vardır. Mülteci kampının soğuk ve acımasız dehlizlerinde, çizgilerindeki anlamlı duruşuyla milyonlara kırgınlığını ve yitirilen çocukluğunu anlatmaya çalışır. Küçük bir çocukken duvarlara derin çizgiler kazır. Yıllar sonra kendisi ve kendisi gibi iltica ettirilerek insani haklarından mahrum bırakılmış insanları anlatan bir karikatür çizer. 10 yaşına hapsettiği çizgi kahramanı “Hanzala” direnişin sembolü haline gelir. Çizgi karakter Hanzala’nın en belirgin özelliği, yüzünün dünyaya dönük olmasıdır. Naci el-Ali’nin 10 yaşındaki kahramanının yüzünü göstermesi, Filistin’e geri dönmesine ve Ortadoğu’nun bağımsızlığına kavuşmasına bağlıdır. Ellerini arkasında buluşturan Ali’nin Hanzala’sı bu muhalif duruşuyla yaşananları, kalabalığı ve onların kayıtsızlıklarını sessiz bir biçimde protesto eder.

Naci el-Ali’nin günleri Sayda’daki bir mülteci kampında, çetin hayat şartları altında ve ülkesine geri dönemeyecek olmanın verdiği acıyla geçer. Sonrasında Beyrut’ta Şatila Kampı’nda kalarak bir süre burada çalışır. 1959’da Lübnan’daki Sanat Akademisi’ne girer, fakat zorlu mültecilik şartları sebebiyle eğitimini tamamlayamaz.

Naci el-Ali, Filistin halkının acılarını, içinde bulundukları durumu, mülteci olarak yaşamak zorunda kaldıkları hayatı resmetmeye başlar. Gördüklerini kampın duvarlarına çizer. Ali’nin anlamlı çizgilerini o dönemde el-Hurriyye gazetesi yazarlarından Gassan Kanafani görür ve onun teşvikiyle Naci el-Ali’nin ilk karikatürleri el-Hurriyye gazetesinde yayımlanır. Bu tarihten itibaren Ali, Tali’a, es-Siyase ve es-Sefir gibi dergi ve gazetelerde Filistin topraklarında hüküm süren yıkımı ve kendilerini ifade etme fırsatları kısıtlı olan Ortadoğu’daki mazlum halkların sesini cesur çizgileriyle yükselterek dünyaya duyurmayı kendisine görev edinir. Böylece kitleleri harekete geçirecek, politik olarak da mültecilerde kendi durumlarının farkına vardıracak bir bilinç oluşturacaktır. Kendisini devrimci bir karikatürist olarak nitelendiren Naci el-Ali’nin çizgileri kendi ifadesiyle mağdur halkın gözü, kulağı ve dilidir.

Özelde Filistin’de genelde ise Ortadoğu’da yaşanan vahşete karşı duran kahramanı Hanzala’yı çoğunlukla sessiz bir direniş içerisinde görürüz. Onu bir taş atarken veya olaylara müdahale ederken görmeyiz. Bu anlamda Hanzala, aynı zamanda Müslümanların Ortadoğu’daki kıyımlara yönelik sessiz ve tepkisiz duruşlarına karşı bir tepkidir. Naci el-Ali, Hanzala ile Filistin’e, ait olduğu coğrafyaya dair duygu ve hassasiyetlerini dile getirir. Hanzala’nın nezdinde Filistin; Filistinlinin üzüntüsü ve sevinci, hürriyeti ve tutsaklığı, hamaseti, tüm yaralarıyla umudunun bahçesi, batan güneşi, yaşamı ve ölümüdür. Naci el-Ali’nin tek tasası, İsrail vahşeti ve Filistin meselesi değildir. O, dünyada insanlığın onurunu ve değerlerini zedeleyen her türlü harekete çizgileriyle karşı koymaktadır.

Filistin’deki kıyımın en kanlı günlerinde İsrail katliamlarının şiddetini Hanzala anlatıyordu. Filistin davası ile özdeşleşen Hanzala, yaşanan katliamı gözler önüne seriyor ve Naci el-Ali’nin derin çizgileri ile İsraillilerin ve dünyadaki diğer kıyımcıların belleklerinde sapan taşlarının tahrip ettiği bir fotoğrafı çiziyordu. Filistin’deki çocukların kol ve bacaklarının kırılması tavsiyesinde bulunan “kemik kıran Rabin”e (İzhak Rabin) bir karşı koyuş ve Aksa İntifadası’ndaki direnişin miğferi oldu Hanzala.

Hayatı boyunca dünyada hüküm süren haksızlıklara karşı direniş çizgileri ören ve bu meyanda özelde Filistin ve genelde dünyadaki hak mücadelelerinde yer alan Naci el-Ali’nin cesur çizgileri Siyonistleri rahatsız ediyordu. Her bir çizgisinin zalimlere bir darbe etkisi yaptığı Naci el-Ali’nin hayatına, 22 Temmuz 1987’de Londra’da MOSSAD tarafından son verildi. Ancak arkasında bıraktığı ölümsüz 40 bin çizginin etkileri, dünyadaki tüm haklı direnişlerin sembolü olan Hanzala’nın önderliğinde devam ediyor. Naci el-Ali ait olduğu topraklara kavuşma özlemiyle hayata veda etti. Umarız yakın bir gelecekte onun kalemini devralanların çizgilerinde özgür bir Filistin’i ve de Filistin’in büyüyüp serpilen genç Hanzala’sını görebiliriz.

(Ayşe Olgun’un “Devrimci Bir Karikatürist: Naci el-Ali” yazısından alınmıştır.)

İHH Akademi

Kafanıza Hiç Bomba Düştü mü?

Kafanıza hiç bomba düştü mü? Düşünce bombası.. Üzüntü bombası.. Hüzün bombası.. ya da öyle bir bomba ki ne olduğunu bile anlayamadığınız, galiba kıyamet koptu ben de öldüm, dünya da ölmüş, dedirten cinsten bir bomba..

Benim düştü, bu akşam ateşkesi iki saatte ihlal eden zalim İsrail’in haberini okuyunca.. Böyle hıyanet olur mu, böyle ihanet, böyle münafıklık olur mu.. İşte bunun adı cehennemdir. Allah’ın kullarına böyle ihanet edip Ramazanını alem-i İslama zehir edenlerin yurdu, cehennem. Elbet ahret bunu da bize gösterecek ve azab-ı İlahinin nasıl vaadini gerçekleştirdiğini görüp şükredeceğiz. Hiç şüphesiz vaad-i İlahi haktır ve cehennem haktır..

Hani derler: “Vahşet ve şiddet içerikli yayınları izlemeyin; ruh sağlığınız olumsuz etkilenmesin.” Biz bu vahşet ve şiddet içerikli yayını 7 Temmuz’dan beri naklen ve canlı izliyoruz küre-i arz sinemasının Filistin kanalında.. Her gün şu kadar şehid, şu kadar yaralı haberlerini alarak ve dakika dakika savunamadığımız kardeşlerimizin endişeli bekleyişlerini tasavvur ederek izliyoruz. Ruh sağlığı mı? Sanırım artık sarsıldı, tepki verememekten, iki slogan bir tweet veya 10-20 lira bağıştan öteye geçemeyen tepkiciklerimize de inanmaz bir halde; hissizleşmekten, hisleri iptal etmekten gelen bir yarı uyku yarı uyanıklık halinde, ahir zaman Duhan’ının içinde nefes almaya çalışıyoruz. Müslüman olmaya çalışıyoruz, iyi insan olmaya, bir şeylerin ucundan tutmaya çalışıyoruz.

Evet, biz bir savaşın içinde doğduk; küçükken İran-Irak savaşı, 90larda Kuveytin işgali, 94lerde Bosna’nın işgali, sonra Afganistan, Çeçenistan hep vardı, sonra yine Irak, Filistin ara ara tazeleniyordu, Afrika karıştı, Suriye karıştı ve işte bu günlerdeyiz. Ama kastettiğim savaş bunlar değil; içimizdeki dünyaperest, ahrete iman etmemiş Yahudi ile olan savaş, nefs-i emmare ile savaşımız, biz hep bunun içindeydik. Güzel yiyecekler, gururlar, enaniyetlerle beslenmiş ve artık Ariel Şaron olup kalbimizi öldürmekle meşgul olan Yahudi, yani nefsimiz. Onu aşamadık, dünya rahatı, şahsi gayeler ağır bastı. Müslümanca yaşamak ikinci planda kaldı. Biz içerideki yahudiyi yenemedikçe dıştaki Siyonist zalim devlet de güçlendi; bizim dünyaperestliğimizle, bizim hakkı tutup kaldırmayışımızla, bizim ibadetteki gevşekliğimizle, bizim takvasızlığımızla.. Elhasıl Siyonist zalim bizden beslendi, gafil müslümandan.. Acı ama böyle.. Müslümanların şahs-ı manevisi, zulmü destekleyenlerinkine galip gelemedi; neticede bir haklı bir haksıza mağlub oldu.. Elbet muvakkat, elbet akıbet takva sahiplerinin; ama dünyada muvakkat bir mağlubiyetten de ihmalkarlığımız nisbetinde sorumluyuz. Kundakta ölen bebeklerden, evi damı yıkılmış bacılardan, kol bacak kopmuş kardeşlerden hiç mi bize sorulmayacak.. Onlar bomba içinde otururken, kalkıp 2 rekat namaz da mı kılamadın, 2 damla göz yaşı da mı dökemedin, aldığın boykotlu markaları da mı terk edemedin..? denmeyecek mi bize.. Efendimiz(ASM) sitem ederse, halimiz nice olur.. Şimdi de etmiyor mudur..?

Evet, bu zamanın cihadı manevidir; ve çok ciddidir. İşin ucunda hapisler, falakalar bile olsa bırakılmayacak derecede ciddi bir cihaddır. Hepimiz ahreti gözümüzün önüne koyup, gerekirse bir kabristan resmini çalışma masamıza asıp, “Bak buraya gideceksin” diye her saat kendimize hatırlatıp, dünyaperestliği, zevkperestliği, lezzetperestliği, şahsi menfaatperestliği arkaya atıp “Rabbim benden ne istiyorsun” deyip ihlası kazanarak yaşamaya; imanda takvada çalışmaya MECBUR ve MÜKELLEFİZ.. Yoksa Afrika’daki açlardan, Gazze’de ölen çocuklardan, Doğu Türkistan’da hapsedilmiş kardeşlerden, Mynmar’daki evsizlerden  gelen sorgulara cevap veremeyiz. Zira Peygamberimiz(ASM) buyuruyor ki:  Müslüman O’dur ki: Dünyanın öbür ucunda bir Müslümanın ayağına diken batsa, onun acısını ta yüreğinde hisseder.”…

(Filistin’de şu ana kadar vefat etmiş kardeşlerimiz ve kendi yarı baygın ruhlarımız için el-Fatiha.)

Nabi

Nurnet.org

Büruc Suresinden İsrail Ve Filistin’e Bakış..

İsterdim ki ibret alınsın, isterdim ki tarih tekerrür etmesin ve isterdim ki ben bu yazıyı ikinci kez yayınlamak mecburiyetinde kalmasaydım.

Bu gün sabah namazının farzını kılarken ilk rekatında zamm-ı sure olarak Bürüc suresini okudum. Okurken manasını düşündüm,dikkatle baktım-aman Allahım-Büruc suresi günümüzü anlatıyor, Ortadoğu ve İslam coğrafyasının başına gelenleri anlatıyor, dedim, aklıma ve tefekkür alemime düşenleri okurlarımla paylaşmak için bilgisayarımın başına geçtim. Yazmaya başladım.

Büruc suresinin günümüzü anlatması da gayet doğaldır. Çünkü Kur’an,Üstad-ı Muhterem’in tesbitiyle geçmiş ve geleceği, ezel ve ebedi şimdiki zaman gibi gören ve bilen Allah’ın kitabıdır(1) Zamanın ve asırların geçmesi Kur’an’ı yaşlandıramaz. O daima genç ve tazedi(2) Her asırda yeni nazil oluyor gibi tazeliğini ve gençliğini koruyor. İnsanların eserleri ve kanunları, beşer gibi yaşlanıyor; değişiyor.(3) Allah ise, eskimez ve yaşlanmaz.Eskimez ve yaşlanmaz ki kelamı da eskisin ve yaşlansın.

Kur’an’ın yeni nazil oluyormuş gibi tazeliğini ve gençliğini gösteren delillerden biri de Kur’an’ın seksen beşinci suresi olan Büruc suresi ve onun ayetleridir. Kur’an’ın kısa surelerinden biri olmasına rağmen, nerdeyse temas etmediği konu yoktur. Sanki Kur’an, Büruc suresinde toplanmış ve özetlenmiştir ve sanki Kur’an, günümüzdeki olaylar üzerine nazil olmakta, onlara ışık tutmakta, kimi hangi kategoriye sokacağımızı bize göstermektedir.

Buruc suresi, inanan ve zulme maruz kalanlara teselli ve müjdeyi, inanmayan zalimlere de tehdit ve azap haberlerini içermektedir.

Buruc Suresinde Ashab-ı Uhdud’dan bahsedilir.Ashab-ı Uhdud, hendek veya çukur halkı anlamına gelmektedir.

Kimdir bu hendek ashabı? Ne yapmışlardır? Kur’an bunlardan niçin bahsetmektedir?

Şimdi bu soruların cevabını bulmaya çalışalım.

Ashab-ı uhdud hakkında tefsirlerde farklı rivayetler vardır. Bunlar arasında en meşhuru, Yemen/Necran hükümranlığını ele geçiren ZuNuvas ile alakalı olandır.ZüNüvas, dönemin zalimve diktatörlerinden biridir, bu zalim ve despot adam aynı zamanda bir Yahudi’dir.

Ebrehe, Kabe’ye yönelik başarısız saldırısında Hıristiyanlık taassubu ve dürtüsüyle hareket ederken, ZüNuvas da daha öncesinde Necran’daHz. İsa’ya (a.s) inanmış olan müminlere yönelik vahşi bir katliam gerçekleştirmiştir.

Dördüncü asırda Yemen’e hakim olunca, uzanluğu 20, genişliği 12 metre olan hendekler kazdırmış, onların içinde ateş yaktırmış sonra da Necran ahalisine seslenmiş: “Ya Yahudiliği kabul edersiniz, ya da bu ateşte yanmayı. Başka seçeneğiniz yoktur!” demiştir.

Necran ahalisi, bu zorbalığa “hayır” deyip direnç gösterinceZüNüvas, erkekleri ve kucaklarında çocuklarıyla beraber kadınları ateşle dolu o hendeklere attırmış, diri diri yaktırmıştır.

“Çeşitli rivayetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere atılmış, fakat Allah Teala müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır.”

Bu şekilde öldürülenlerin sayısı bir rivayete göre 20.000, bir rivayete göre de 70.000 kadar olduğu söylenir.

Halk ateş dolu hendeklerde yanarak can verirken, onlara o hendekleri kazanzalimler ve o zalimlerin destekçileri de hendeklerin çevresinde oturmuş büyük bir keyifle onları seyretmişlerdir.

Şimdi değişen bir şey var mı? Filistin, Irak, Suriye ve benzer adlardaki hendeklerde mazlumların yanışını bu bölgelerin dışında kalan zalim güç odakları seyretmektedir. Esip-gürlemekten, yalancı pehlivanlıktan başka yapılan bir şey var mı?

Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah, geçmiş devirlerin hendek kazıcılarına ve o hendeklerde diri diri insanları yakanlara nasıl muamele ettiğini bütün insanlığa duyurmak ve göstermek için bir sure indirmiştir.Onun adına Büruc suresi demiş, bu surede günümüzün olduğu gibi, dünün ve yarının darbeci, katliamcı ve hendekçilerininakıbetlerini bildirmiş, bu bildiri ile hendekçi ve katliamcıların ödünü koparmış, zulme maruz kalan masum ve mağdurları da cennetle tebşir eylemiştir.Bize düşen de işte böyle Büruc suresinin mesajını günümüze taşımak olmuştur.

Şimdi gelin, Büruc Suresindeki ilgili ayetleri hep beraber okuyalım, o pencereden geçmişi, geleceği ve günümüzüseyredelim. Allah Teala buyuruyor:

“Burçlarla, yıldızlarla süslü göğe, geleceği va’d olunan kıyamet gününe, Şahid ile meşhuda, olayları görene ve görülen olaylara yemin ederim ki:

Göklerin ve yerin tek hakimi,mutlak galip ve bütün övgülere layık olan Allah’aiman edenlere hendek kazanlar, hendekleri ateşle doldurup inananlarıdiri diri bu hendeklere atıp öldürenler, sonra da o hendeğin çevresinde oturup yanan insanları seyredenler, bu zulmü kınamayıp sessiz kalanlar gebermişler ve lanetlenmişlerdir.

Bu lanetliklerin, müminlerden intikam almalarının sebebi, başka bir şey değil, sadece Allah’a inanıyor olmaları ve o iman ile gitmek istemeleriydi. O Allah ki Azizdir, kimse onun yücelik ve kuvvetine karşı gelemez, Hamid’dir, bütün övgülere layık olan O’dur.

İnanmış erkeklerle, inanmış kadınları öldürüp de yaptıklarına tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve pek yakıcı bir azap vardır. Allah her şeye şahittir.

İman edip güzel işler ve güzel ibadetler yapanlara gelince, onlar için altından nehirler akan cennetler vardır. İşte bu çok büyük bir kurtuluştur. Bununla beraber Rabbinin zalimleri tutması ve yakalaması çok şiddetlidir.(4)

BU GÜN İSLAM COĞRAFYASINDA OLANLAR

Bu ayetlerde anlatılan insan figürlerinin hepsi, bu gün İslam coğrafyasında görülmektedir. Bu gün maalesef bu coğrafyada inancını ve düşüncesini dayatan ZüNüvaslar var. Dayatmalara itaat etmeyen toplumların hendeğini kazanlar var. Camilerde ve evlerde bulunan insanları türlü türlü ateşli silahlarla, kimyasal gazlarla diri diri yakanlar var. Kimyasal silahlarla insanları ve çocukları bağırta bağırta katleden zalimler, fasıklar, kafirler, müfsitler, münafıklar var. Bütün bu olup bitenleri seyreden, katliama katliam demeyen, zalimlerin zulmüne engel olmayan zalimler, münkirler, müşrikler, müfsitler var.Bu ateşi söndürmek, masumları ve mazlumları zalimlerin elinden kurtarmak isteyen halis, muhlis müminler var, inançlarından dolayı şehid olmayı göze alan azimet erbabı var. Zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmeyi tercih eden kahramanlar var. Bu dünyaya geliş gayemizin Allah’a ibadet ve Allah’ın dinine hizmet olduğuna kesinkes inananlar ve inançları doğrultusunda yaşamak isteyenler ve bu uğurda koşanlar, koşuşturanlar var.

Ayetlerin sonu ne güzel bitiyor: “Allah her şeye şahittir.” Allah her şeyi görmektedir. Zalimleri de, zalimlerin destekçilerini de. “Rabbinin zalimleri yakalaması ise çok şiddetlidir.”

Allah buyuruyor: “Ben mühlet veriyorum, ama ihmal etmeyeceğim. Sabrediyorum, ama asla unutmayacağım. Benim tuzağım metindir, kuvvetlidir.Tuzağıma düşürdüğümü bir daha bırakmayacağım.” (5) “Zalimlerin hesabını, cezasını, belasını gözlerin apışıp kalacağı, şaşırıp kamaşacağı dehşetli bir güne mahşer gününe bırakıyorum.”(6)

Dr. Vehbi Karakaş

RisaleAjans

1-Bkz. Nursi, Said, Sözler, 397

2-Bkz. Nursi, Mektubat, 181

3-Bkz. Nursi, Sözler, 407

4-Bkz. Büruc, 85/1-12

5-Bkz. Kalem, 68/45 tefsiriterceme ile.

6-Bkz. İbrahim, 14/42; ayrıca bkz. Yıldırım, Suat, Açıklamalı Kur’an Meali; Özcan, Mustafa, http://www.risaleajans.com/mustafa-ozcan/arakanli-ashabi-uhdud