Etiket arşivi: Fırıncı Ağabey

Bediüzzaman, Talebeleri ve “Fırıncı Abi”

Kendini “entelektüel” zannedenlerin duçar oldukları bir hastalık var: Hiç tanımadıkları insanların, hiç okumadıkları, okusalar da anlayamayacakları eserlerine saldırma hastalığı…

En yakın hedefleri ise Bediüzzaman ve talebeleri…

Bu “entelektüel hastalık” öteden beri var, ama özellikle FETÖ olayından sonra “moda” haline geldi: Televizyonlarda öyle programlar gördüm, gazetelerde öyle yazılar okudum ki, akla ziyan! 

Aslında bunlar açısından FETÖ sadece bir bahane, dine ve dini değerlere düşmanlıklarını onun üzerinden ifade ediyorlar.

Bediüzzaman’a cepheden saldırmayı gözleri yemeyenler ise talebelerine vuruyor: Birkaç cahili, birkaç samimiyetsizi, ciddiyetsizi, kıskancı, ölçüsüzü delil getirerek büyük bir camiayı kirletmeye çalışıyorlar: Ortaya, “Üstad iyi, hoş, güzel, ama talebelerinde iş yok!” anlamına gelen iddialar atıyorlar. 

Hâlbuki “Bediüzzaman’ın talebeleri” tüm dünyaya yayılmış büyük bir “cemaat”ın mensuplarıdır. İçlerinde bazılarının olumsuzluk yapması cemaati ilzam etmez: Bunların isimlerini verirsiniz, fiillerini eleştirirsiniz, olur biter…

Ama böyle yapılmıyor. İsim verilmeden tüm camia töhmet altında bırakılmak isteniyor: Bunu ilim-irfanla bağdaştırmak mümkün olmadığı gibi, iyi niyetle telif etmek de mümkün değil.

İslâm da güzeldir, iyidir, hoştur, ama bazı Müslümanlar yanlış yapabilir, hata edebilir, günah işleyebilirler: Bu İslâmiyet’i bağlamaz! Çünkü hiçbir Müslüman “İslâm” değildir…

Tabiatıyla, hiçbir Risale-i Nur talebesi de “Risale-i Nur Cemaati” değildir! 

Kanaatimce bu kabil soyut suçlamalar ve ispatsız ithamlar ya İslâmiyet’e karşı duyulan gizli kinin ya Risale-i Nur’a karşı dışa vurulamayan ideolojik kıskançlığın veya eskiden kalma siyasal veya kişisel hesaplaşma arzusunun bir yansımasıdır…

Netice olarak, Bediüzzaman’ı ve eserlerini bir başka biçimde vurma temayülüdür!

“Kış kışlığını yapar” diyelim ve bunları bir tarafa bırakalım: Peki, “Nurcu” olduklarını söyleyen bazılarını ne yapalım? Bediüzzaman’ın sağlığında hizmetine girmiş, bizzat rahle-i tedrisinden geçmiş, hayatı boyunca inandığı davaya hiçbir karşılık beklemeden fedakârane çalışmış, Üstad’ı günlerce İstanbul’daki evinde misafir etmiş, “zindan” ve “hicran” döneminde yayın hizmetlerini korkusuzca sürdürmüş, yolu sık sık cezaevlerine, hatta tabutluklara düşmüş, davasına sadakatin her türlü bedelini en ağır biçimde ödemiş, nihayet 3 Ekim Cumartesi günü, tam 92 yaşında Hakk’a yürümüş bir pîr-i faninin arkasından niçin çemkiriyorlar?

Kendisini 50 seneye yakın bir süreden beri tanırım. Gülümsemenin “sadaka” olduğu şeklindeki Hadis-i Şerifi bu kadar içsellemiş birini daha görmedim. Cebindeki son kuruşa kadar “ikram” ve “ihsan” ettiğine defalarca şâhidim. 

Şefkatinin ve merhametinin binlerce delili bende mahfuzdur. Öne çıkan üç mümeyyiz vasfından biri “tevazu”, ikincisi “şefkat”, üçüncüsü “sade hayat”tı. Çocukların karşısında bile ayağa kalkardı.  

Böyle bir “sadakat” timsalini “ajanlık”la suçlayabilecek kadar çizgiden çıkmış küçük bir zümrenin “cemaat” içinden olduğunu düşünmek bile istemiyorum. 

Zira böyle “Nurcu” olmaz, olsa olsa bunlar “maskeli FETÖ kalıntıları”dır!  

Çok zor bir dâvayı, en zor şartlarda üstlenerek bugünlere getiren fedakâra saygıyla yaklaşmak en azından insanlık görevidir. 

Ahirete irtihal eden bütün “Abi” ve kardeşlerle birlikte Fırıncı Abi’ye de rahmet ve mağfiret diliyorum.

Yavuz Bahadıroğlu

Fırıncı Ağabeyin Büyük ve Küçük İşleri

Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir.
Yahya Kemal

Bediüzzaman’ın eserlerinden bir muhteşem eserdi Fırıncı Ağabey. Uzun ve bereketli ömrünün en verimli çağında Risale-i Nur ile tanıştı ve ondan sonra da son nefesine kadar Risale-i Nur’dan ibaret bir hayat yaşadı. Risale-i Nur’u tanımasıyla birlikte değişen sadece kendisi olmadı. Giderken, arkasında bizzat vesile olduğu güzelliklerle süslenmiş bir dünya bıraktı.

Onu Fırıncı Ağabey yapan macera, merhum Enver Ceylân Hocanın engin ferasetiyle yaptığı bir yönlendirme sonucunda başlamıştı. O zamanlar genç bir fırıncı olan İnegöllü Mehmet Nuri Güleç’in zihnini kurcalayan sorular vardı. Allah bir anda her şeyi nasıl görüyor, nasıl biliyor, nasıl yaratıyor, nasıl yönetiyor; bunların cevabını arıyordu.

Enver Hoca onu üniversite öğrencisi Nur talebelerine yönlendirdi. Verilen adresteki küçük apartman dairesinde, en gösterişli mobilya olarak bir portakal sandığı ile sıcak bir alâka ve aradığı soruların cevabını buldu genç fırıncı. O sadelik ve sıcaklık mı genç fırıncının ruhuna aksederek onu kitlelerin Fırıncı Ağabeyi yaptı, yoksa iki sadelik ve iki sıcaklık mı orada buluşup kaynaştı? Bunu kesin olarak bilemesek de, bildiğimiz birşey var: O buluşma, İnegöllü genç fırıncıyı bütün bir milletin Fırıncı Ağabeyi yapan bir sürecin başlangıcı olarak ezelde takdir edilmişti.

Fırıncı Ağabey, Risale-i Nur’u tanıdıktan bir müddet sonra bu harikulâde eserlerin Müellifiyle de tanışma ve onun hizmetine girme şerefine erişti. Bu arada, onun mütevazi fırıncılık mesleği iyice bereketlenmiş ve muhtemelen kendisini büyük servetlere ulaştıracak bir tırmanışa geçmişti. Ama o bunu iman hizmetinden kendisini uzaklaştıracak bir tehlike olarak gördü ve fırıncılığı terk ederek kendisini tamamen Risale-i Nur’un hizmetine verdi.

Fırıncı Ağabey sadece kendi işini yapmakla yetinen bir insan değildi; o, planlar kuran, hedefler belirleyen, insanların içindeki kabiliyetlerin kokusunu alarak onlara yol açan, organizasyonlar yapan ve bu plan ve organizasyonlar için sürekli faaliyet halinde bulunan bir insandı. Kendisinin iki günü değil, iki saati bile birbirine eşit geçmediği gibi, etrafındakileri de harekete geçirmesiyle tanınmıştı. Bu özelliği sebebiyle Üstad ona “zemberek” ve “İstanbul’un Hüsrev’i” adlarını takmıştı. Yine Üstadın ona verdiği bir üçüncü isminin daha olduğunu söylemişti, ama bunu öğrenmek nasip olmadı.

İnsanları harekete geçiren bir özelliği vardı Fırıncı Ağabeyin, ama oturduğu yerden değil! O her zaman her türlü hizmetin bizzat içinde, ortasında, başında, sonunda, her tarafında idi. Onu bazan en yüksek seviyedeki ilim ve sanat erbabı ile sohbet halinde görürdünüz, bazan da Fatih’in sokaklarında medresenin inşaatına sırtında helâ taşını taşırken. Bir taraftan imkânların en ziyade kısıtlı olduğu zamanlarda Amerika Birleşik Devletlerinde Risale-i Nur hizmetini başlatmak için organizasyonlar yapar, imkânları ve insanları bulup buluşturur, sonra San Francisco yakınlarındaki El Cerrito’da faaliyete geçirdiği medrese ve yayınevinin mutfağında bulaşık yıkar, onu bitirince de oturup kitap ve dergi formalarını katlardı. Bugün dünyanın neresinde bir Risale-i Nur faaliyeti görecek olsanız, bilin ki o faaliyeti vücuda getiren halkaların bir yerlerinde mutlaka Fırıncı Ağabeyin himmeti vardır.

***

Fırıncı Ağabeyin bir özelliği dünyanın dört bir tarafına uzanan büyük hizmetleri ve – Üstadın tabiriyle – zemberekliği ise, en az onun kadar önemli diğer bir özelliği de “küçük işleri” idi. Hattâ onu herkesin Fırıncı Ağabeyi yapan asıl özelliği buydu. Tanıdık tanımadık kimin hangi işi düştüyse onunla kendisinin en önemli bir işi gibi meşgul olur ve sonuç alıncaya kadar o iş onun gözünde dünyanın en önemli işi olurdu. Bu yönüyle Fırıncı Ağabey, Peygamber ahlâkının günümüzde pek az bulunan temsilcilerinden biriydi denebilir. Resulullahı anlatan Sahabîleri “O yoksullarla ve dul kadınlarla beraber yürüyüp onların işlerini halletmekten asla yüksünmezdi”[1] diyorlar. Mazlumların avukatı merhum Bekir Berk, ona bu özelliği sebebiyle “Somuncu Baba” adını takmıştı. Fırıncı Ağabeyin yanından geçip de ondan bir iyilik görmemiş kimse görülmemiştir desek, herhalde mübalâğa etmiş olmayız.

Gelin görün ki, büyük işlerle meşgul olanlar, Fırıncı Ağabey gibi yurdun ve dünyanın dört bir yanındaki mühim hizmetlere imzasını atmış bir kimsenin böyle ufak tefek işlerle zamanını harcamasına mânâ veremeyip bu yönünü hep küçümsediler. Kendi dünyalarının küçük işlerinde boğulmuş olanlar da onun büyük hedeflerini ve büyük başarılarını ya anlayamıyor, ya da anlamak istemiyordu.

***

Dünyamız bu sabah daha yoksul bir dünya olarak güne başladı. Dünkü dünyamız, içinde Fırıncı Ağabeyi barındıran bir dünya idi; bugünkü dünyamızda artık Fırıncı Ağabey yok. Ve bu, hepimizi çok yakından ilgilendiren bir yoksullaşma. Ne yazık ki, böyle büyük şahsiyetlerin müddet-i hayatlarında insanlar onların yokluğunu tasavvur edemiyor. Bu yüzden, onlar gibi olmak ve onlara benzer insanlar yetiştirmek ihtiyacı çok fazla hissedilmiyor. Ama hayatın en büyük gerçeği bir gün o büyük insanları aramızdan alıp götürdüğünde, bir başka büyük gerçeğin ister istemez farkına varıveriyoruz:

Büyük ve küçük âlemlerin her ikisinde birden böyle hedeflerin peşinde koşacak ideal sahiplerine meğer pek çok ihtiyacımız varmış!

[1] Nesâî, Cum’a: 31; Dârimî, Mukaddime: 13.

ÜMİT ŞİMŞEK