Etiket arşivi: Fuat Türker

Merhamet Peygamberi

Gerçek anlamda iyi, şefkatli, merhametli olmak imanın getirdiği birer nimettir; birer güzelliktir. Özellikle merhamet duygusu, güzel ahlâkın kökenini oluşturur.

“Allah, kullarına karşı şefkatli olandır.” Allah’ın sıfatları, Kendisine yakın olan insanın üzerinde tecelli eder. Müminlerin şefkat ve merhameti Allah’ın merhametinin bir tecellisi olduğundan, Allah’ın hoşnutluğunu gözeten bir merhamet şeklidir. Merhametlerinde aldıkları ölçü, ayetleriyle zulmü ezen Kur’an’dır.

Bize sevgi, şefkat ve merhametin sanatını sevgili Peygamberimiz(asm) öğretir. Resûlullah(asm), etrafındaki kişilerin cehalet, art niyet, ön yargı, kötü ahlâk ya da zalimlik sebebiyle sergilediği kötü davranışlarına karşı, onları merhametle doğruya yönlendirme ve ıslah etme yolunu seçer.

Allah’ın İlâhi rahmetinin tecellilerini üzerinde taşıyan Peygamber(asm), “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” buyurur… Bir gün ashabına, “Bir anne sevgiyle öpüp kokladığı yavrusunu ateşe atar mı hiç?” diye sorar. Ve ilave eder; “hiç şüphe yok ki Allahu Teâlâ kullarına karşı annenin yavrusuna olan şefkatinden çok daha şefkatli ve merhametlidir.”

Cahiliye geleneklerini yıkar Resûlullah; çocuklarla alâkasını hiç kesmez, sık sık onlarla birlikte olur. Hepsine sevgi, şefkat, merhamet ve hatta hürmet gösterir. Yanında yetişen Enes(ra), Hz. Peygamberin kendisine nasıl merhametli davrandığını şöyle anlatır:

“Allah Resulü’ne 9–10 yıl hizmet ettim. Bir kere bana “Öf!” demedi. Yaptığım bir iş hakkında hiçbir zaman “Niçin böyle yaptın?”, yapmadığım iş hakkında ise “Şöyle yapsaydın ya!” ya da “Beceremedin, ne kötü yaptın!” dediğini duymadım. On yıl boyunca bir kere zorlanacağım bir iş vermedi. Bir işi beceremeyip zayi ettiğimde bana kızmadı, beni kınamadı. Hatta ailesinden biri bir konuda beni kınamak istediğinde onları engelleyerek: “Onu bırakın! Eğer öyle yapması takdir edilseydi mutlaka yapardı” buyururdu.”

Abdullah Bin Ömer çocukken bir seyahatte Peygamber(asm) ile birliktedir. Söz geçiremediği devesi yol boyunca birkaç kez Peygamber(asm)’ın önüne geçince, babası tarafından azarlanır.

Resûlûllah, çocuğu rahatlatmak için deveyi babasından satın alır. Ve Abdullah Bin Ömer’e; “Abdullah, deve artık senindir. Ona istediğin gibi binebilirsin” buyurur. (Buharî)

Sevgiyle büyütülen çocuğun hayata karşı çok daha güçlü duracağını biliriz ama sevgiyi göstermede ya da dile getirmede cimrilik ederiz. Ama merhamet Peygamberi(asm), minik kalplere, onların en fazla ihtiyaç duydukları şeyi; sevgiyi dağıtır, sokakta gördüğü çocukların şefkatle ellerini tutarak, “sizi çok seviyorum” der. O, çocukları sevgisinin gerçekliğine ikna etmek için yemin dahi eder: “Vallahi sizi çok seviyorum.”

Kızı Zeynep’in ölmek üzere olan oğlunu kucağına aldığında, kalbi merhametle dolar Peygamber(asm)’ın. Gözlerinden süzülen yaşları görüp, şaşkınlıkla, “Ey Allah’ın resulü, bu gözyaşı bu ağlama nedir?” diye soran sahabeye şöyle cevap verir; “Bu gözyaşı, Allah’ın merhametli kullarının gönüllerine koyduğu, Kendi rahmetinin bir eseridir. Cenab-ı Hak bu duyguyu, kullarından şefkatli gönüllere ihsan eder.”

Merhamet nefsi zorlar; merhamet etmek çaba ister, emek ister. Özellikle Deccal’in zulmünün en azgınlaştığı bu dönemde nefsin bencil arzularına kapılmamak lâzım. Kalbi karartan kin ve nefretten sıyrılmak lâzım. Samimi iman ediyorsak, Beled Suresi’nde buyrulduğu üzere sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak lâzım… Peygamberimiz (asm)’ın aydınlattığı yolda güzel ahlâk göstererek örnek olmak, insanları güzel ahlâka davet etmek, uyarmak, merhameti hatırlatmak lâzım.

Allah, O’nun kalpleri imana ısındıran ve Kur’an ahlâkına yaklaştıran sevgisini ve merhametini kalplerimize raptetsin, o “İlâhi rahmetin parıltısı” ile ruhlarımızı aydınlatsın.

Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler… (Fetih Suresi, 29)

Fuat Türker

Din ve Dünya İşleri

“Allah, niyeti ‘önce ahiret’ olana dünyayı da verir. Ama niyeti ‘sadece dünya’ olana, ahireti vermez.” (Hadis, İbn-i Mübarek)

Din hayatın her anında güzellik ve mutluluk sunan sistemdir. Dünya hayatındaki bu sistemin anahtarı, Allah’ın hoşnutluğudur. İnsan hayatının gerçek amacı sonsuz bir mükâfat kazanmak ya da cezadan kurtulmak değil, Allah’ın rızasıdır.

Peygamber(asm)’ın ifadesiyle “Din güzel ahlâktır” ve hayatın bir kısmını değil, tümünü kapsar.  (Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

İslam’da kulluk ve günlük hayat birbirinden ayrılamaz. Kur’an böyle bir ayırımı uygun görmez. Namazını kıldıktan sonra Allah’a kulluk bitmez. Evinden, camiden çıkarken Allah –haşa-kapının ardında kalmaz. Hayatın her anı Allah’ın huzurunda geçer; bu sebeple hayatın her anı Allah için yaşanır.

Mümin mal-mülk, makam, kariyer, saygınlık ve fiziki güzelliğin geçici olduğunu ve dünya hayatında sahip olunan hiçbir metaın kendisini gerçek kurtuluşa götürecek yol olmadığının şuurunda yaşar. Her şeyin yok oluşundan sonra da var olan, fani olmayan, mülkün ve din gününün sahibi olan Allah’a yönelir.

Samimi iman eden insan dünya hayatında ‘Rabbi için sabreder’, O’na güvenip dayanır; gökten yere her işi düzenleyip kontrolü altında tutanın, gizlinin gizlisini ve içindekini görüp bilenin Yüce Allah olduğunu bilir. Yaptığı her işte, izlediği her görüntüde Allah’ın üstün aklını, hayranlık uyandıran benzersiz yaratma sanatını ve O’nun sonsuz gücünü görüp, üzerlerinde derin düşünür. İnsan için tüm bunları görebilmek, tefekkür etmek, dile getirmek de büyük bir nimet ve ibadettir. Hayatını Allah’a adamak, insanı tüm kötülüklerden arındıran, insanın kalbine güven duygusu ve huzur indiren, sonsuz hayatta da –Allah’ın dilemesiyle-kurtuluşa ulaşmasına vesile olacak olan en önemli yollardan biridir.

Müminler, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı dünyevi hiçbir çıkara değişmezler, çünkü dünya üzerindeki -küçük ya da büyük- hiçbir çıkar, O’nun rızasını ve cennetini kazanmaktan daha önemli değildir. Müminin yaptığı işin hikmeti, onu Allah’ın hoşnutluğunu amaçlayarak yapması ile oluşur. Bu nedenle kişi, sahip olduğu güzel ahlâkı her zaman büyük bir dikkatle korumaya çalışır.

İmanı bilmeyen insan, bu derinliği anlamakta güçlük çekebilir. Maddeci/batıl görüş, ölümü bir yok oluş olarak tarif eder. Yok olup toprağa karışmadan önce dünyadan olabilecek en fazla ölçülerde faydalanmak gerekir. Bu sapkın görüş, insana dünyada da ahirette de azap getirir.

Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd ettiler (çaba harcadılar). İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 15)

Kimilerinin felsefesine göre ise din gereklidir, inanç güzeldir ancak her şeyi kararında yapmak lazımdır. Din, insan hayatının belirli anlarıyla sınırlanmalıdır çünkü yaşanacak tek bir hayat vardır.

Kur’an, yüzeysellik ve çoğunlukla ikiyüzlülük olan bu görüşteki insanlara karşı, “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahit getirir; oysa o azılı bir düşmandır. (Bakara Suresi, 204) ayetiyle uyarır.

Din ahlâkında şüphe ve kuruntuya yer olmaz. Sürekli şüphe ve tereddüt insanı inkâra kadar sürükler. Sorgulasa da mümin, tüm soru işaretleri Kur’an ile cevabını bulur. Halisane teslimiyet ve itaat, imanın omurgasıdır.

İnsan dünyevi bağımlılıklardan sıyrılıp Allah’a yöneldiğinde kurtuluş bulur. Samimi mümin için hatadan, gafletten ve her türlü eksiklikten uzak olan Allah’a yönelmek ve hayatını O’na adamak önemlidir. İnsanın sürekli kendini gözden geçirmesi, gün içinde imanını kendisine ispat eden davranışlarda bulunması ve “acaba bunu yalnızca Allah rızası için mi yaptım?” diye düşünmesi gerekir.

Allah’ın rahmetini üzerinde hisseden insan üzerinde şeytanın zorlayıcı gücü kalmaz. Önce dünyanın, sonrasında ahiretin tüm güzelliklerine kavuşur.

İnanan insanın hayatında din ve dünya işleri diye iki farklı kavram yoktur. Din hak kitabın doğrularıdır ve dünya işleri de bu doğrular üzerinde kurulur. Belirli zamanlarda Kuran ahlâkı, kimi zaman da nefsin isteklerine uyarak yaşamak, Allah’a ‘bir ucundan ibadet’ etmektir. Bir aldatmacadır. Apaçık kayıptır.

İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)

Fuat Türker

www.NurNet.org

Ömrümüz Üç Buçuk Yıl

3.5Hayatımızı sürdürmek için her gün belli bir zamanı uyuyarak geçirmek zorundayız. Ne kadar çok işimiz de olsa uyumamız, dinlenmemiz gerekli.

Uykunun ise bir alternatifi yok. Öyle aciziz ki gün uyumasak istesek de istemesek de sonunda yenik düşeriz uykuya. Gözlerimiz kapanır, kendimizi birdenbire uykuya dalmış olarak buluruz.

Uykuda vücudumuz adeta ölür gibi duyarsızlaşır. Sesleri algılayan kulaklarımız duyamaz, işlevlerini yerine getiremezler. Bedensel faaliyetlerimiz minimum seviyeye iner. Bir tür ölümdür uyku; ruhumuz bedenden ayrılmıştır. Soğuk bir kış gecesinde sıcak yatağımızda yatarız ama o anda ruhumuzla denizin serin sularında hissederiz kendimizi. Değişik mekânlarda, çok değişik olaylar yaşadığımızı zannederiz.

Ölüm de benzer etkiyi yapar: bizi dünyadaki bedenimizden ayırır ve yeni bedenimizle yeni bir dünyaya taşır.

Kur’an uyku ile ölüm arasındaki bu benzerliğe, “sizi geceleyin öldüren ve gündüzün ‘güç yetirip etkilemekte olduklarınızı’ bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten O’dur” (Enam Suresi, 60) ifadesiyle dikkat çeker.

Allah’ın, ölecekleri zaman canlarımızı aldığını, ölmeyeni de uykusunda bir tür ölüme soktuğunu, hakkında ölüm kararı verilmiş olanı tutarak, öbürünü adı konulmuş bir ecele kadar salıverdiğini haber verir. Zümer Suresi, 42. ayetin devamında ise, “Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır” buyrulur.

Allah’ın her yaratması bir ayet, bir mucizedir. Ancak hayatımızın dörtte birini adeta ‘ölü’ olarak yaşadığımız halde, bunun üzerinde pek düşünmeyiz. Uyku halinde iken bizim için önemli olan ne varsa bir kenardadır oysa. Ne kazanacağımız para, ne yeni aldığımız otomobil, ne o ‘hayatımızın dönüm noktası’ olacak sınav; hiçbirinin bir önemi ve anlamı yoktur.

Gezip dolaştığımız, eğlendiğimiz, dilediklerimizi yapabildiğimiz zamanlar hayatımızın sadece bir çeyreğidir. Zorunlu ihtiyaçlarımız olan beslenme, giyinme, temizlenme, uyuma ve çalışmaya harcanan zamanlarımız ise hayatımızın dörtte biri olan oldukça uzun yılları kapsar.

Ömrü 60 yıl olan insanın yaklaşık 15-20 yılı kesin olarak uykuda geçer. Kalan 40-45 yılın ise ilk 5-10 yılında insan çocuktur; şuursuz yaşar. O halde hayatın yarısı uyku ve çocukluktan kaynaklanan şuursuzluk dönemidir. Arda kalan 30 yıl ise yemek hazırlamak ve yemek, bedenini ve etrafını temizlemek, hatta bir şeyleri beklemekle geçer. Yani o ‘koca’ 60 yıldan geriye 3-5 yıl kadar bir zaman kalır.

İnsanı bekleyen sonsuz bir hayat varken bu kısacık sürenin ne kadar değeri olabilir?

Bu soru üzerinde düşünebilen insan, hayatının yalnızca bu dünyada yaşadığı yıllardan ibaret olmadığının bilincindedir. “Göz açıp kapayıncaya kadar” geçen dünyanın kendince “tadını çıkarmaya” çalışıp boşuna yorulanların aksine, dünya hayatının hem çok kısa hem de çok sayıda eksikliklerle dolu olduğunu bilir; dünyaya bağlanmaz. Çünkü zaman ölüme doğru akmaktadır ve mutlak varlığına inanılan dünya hayatı yavaş yavaş sona ermektedir.

Dünya saatte 1600 km değil de 3000 km hızla dönse gündemimiz değişir. Buna benzer trilyonlarca konu varken, insan adeta büyülenmiş gibi gaflet ve ülfet içinde yaşar. Kimileri, ‘Carpe Diem’ mantığıyla yalnızca anı yaşamaya çalışsa da gerçekte bilinçaltında bir ‘yok olma’ korkusu taşır. Bu düşünce ise korkunçtur; yok olma düşüncesi gerçek anlamda dehşete düşürücüdür. Allah’a güvenip dayanmamak dünyanın bütün sıkıntılarının, endişe ve korkularının acısını çekmektir.

Hayatını Allah’ın rızasını kazanmak için çalışarak geçiren, Allah’a teslim olmanın huzurunu yaşayan insan, korku ve hüzünlerinden kurtulur, sonunda ise sonsuz mutluluğu kazanır. “En bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın.” (Mesnevi-i Nuriye)

Allah insanlara dünya hayatında belli bir süre verir. Kuşkusuz bu süre sonsuza dek sürmeyecektir. İnsanın, bu sürenin bir gün –belki aniden- biteceğini, Allah’ın tanıdığı her fırsatın son fırsat olabileceğini düşünerek öğüt alması ve yaşadıklarından ders çıkarması en doğru olandır.

Kendi ölüm anını bilmemesi ise insanın dünyadaki imtihanının bir sırrıdır. Bu sırrı düşünüp, gerçeği çözebilmeli insan. Aksi halde sarhoşluktan gerçeklere geçiş anında, dünya hayatının gerçekten kısa olduğunu, artık geriye dönüşün de mümkün olmadığını anladığında pişmanlıklar başlar. Ancak artık telafisi de yoktur.

Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı nesilden nesile aktarılır ama hep dünyada kalır… Daha ne kadar ihtiyaçlar içinde çırpınan canı düşüneceksin? Ne vakte kadar sıkıntılarla, kavgalarla dolu dünya için tasalanıp duracaksın?..” (Mevlânâ)

Fuat Türker

Gemideki Yükü Sırtında Taşımak

“Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan Suresi,30)

Bütün yarattıklarını düzenle ve dengeyle idare eden Yüce Allah, Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık (Kamer Suresi, 49) ayetiyle haber verildiği gibi,  tüm varlıkları kaderleriyle birlikte yaratmıştır. Belirlenmiş kader dışında, iyi veya kötü hiçbir olayı engellemeye hiç kimse güç yetiremez; çünkü ayette de bildirildiği gibi,  …Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. (Ahzab Suresi, 38)

Allah’ın hayat rehberi olarak indirdiği Kur’an’ın ayetlerinden habersiz olan ve toplumda yerleşik yanlış bilgilere sahip kişilerin en büyük yanılgılarından biri, kader konusudur. Kur’an’dan uzak oldukları için, kaderi gerçek anlamda bilemeyen bu kimseler, kaderi kavramanın verdiği rahatlık ve huzurdan da mahrum kalırlar.

Kader, geçmişte olmuş, bugün yaşanmakta ve gelecekte de yaşanacak olan herşeyi, her hareketi, düşünceyi, konuşmayı Allah’ın en ince detayına kadar bilmesi ve kontrol etmesi demektir. Her insanın hayatı boyunca yaşayacağı her şey, Allah Katında o daha doğmadan belirlenmiş ve planlanmıştır. İnsan, yaşamı boyunca Allah’ın kendisi için dilediğinin dışında bir olayla karşılaşmaz. Kur’an’da, Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük, büyük herşey satır satır (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 52-53) âyetiyle de kader konusunun iç yüzü bildirilir.

İnsan dahil, yarattığı tüm canlıların ve olayların Kendisinin kontrolü ve hakimiyeti altında yaşamakta oldukları gerçeğini Yüce Allah bir başka Kur’an âyetinde şöyle haber verir:

Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Müminleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)

…Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir (Ahzab Suresi, 38) hükmü gereği, insanın kaderinin dışına çıkması asla söz konusu olamaz. Kişinin yaşadığı kötü gibi görünen her olay ve gösterdiği tepki de Allah’ın belirlediği ‘takdir edilmiş kader’dir; kısacası o da Allah’ın emridir. Bu yüzden tüm insanlar kaderlerine teslim olmuşlardır.  Ayette de bildirildiği üzere, istese de istemese de herşey Rabb’ine teslim olmuştur ve kaderinde olanı yaşar.

…Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa  göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)

Müminler, dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak, Yüce Allah’ın insanları hem hayırla hem de şerle denemekte olduğunun bilincindedirler. Bu önemli sır,  Kuran’da,  “...Biz sizi şerle de hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi 35) ayetiyle haber verilir.

Dinden uzak yaşayan insanlar ise, karşılaştıkları her olayı zahiri yönüyle değerlendirirler. Bu durumu Allah, Rum Suresinin 7. ayetinde, Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır.” buyurarak haber verir. Mümin ise olayların zahirine aldanmaz, ardında gizlenen hayırlara, hikmetlere bakar. Çünkü, “...Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216) hükmü gereği her olay, insanın görebildiği ve göremediği birçok hikmetle birlikte yaratılır.

Allah’tan korkup sakınan bir mümin,  zahirinde ne görünürse görünsün, yaşadığı olayların ardında kendisi için çok büyük hayır ve güzellik gizli olduğunu bilir. Hatta her olay kendi aleyhinde gelişiyor gibi görünse dahi mümin, kendisi için gerçekleşecek olan hayırları bekler. Rabbimiz, Kendisine sığınanları, arınmayı ve hoşnutluğunu dileyenleri mutlaka yardımıyla destekler. İnanan insan, Kuran’da Hz. Yusuf’un sözlerinde de bildirildiği gibi, ‘Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendir’ (Yusuf Suresi, 100) diyerek, Allah’a güvenip dayanır. Olayları yaratan Rabb’imizdir ve O, yarattığı insan için neyin iyi kötü olduğunu en iyi bilendir. Bunun aksini düşünmek Allah’ın kadrini gereği gibi takdir edememek olacaktır ki, bu da insanı kayba sürükler.

Ancak inanan insan, Allah’ın yarattığı bir musibet isabet ettiğinde, hiçbir şey yapmadan sonucu beklemez. Bir bela karşısında fiili anlamda hiçbir şey yapmadan, konuyu Allah’a bırakmak şeytani bir tevekkül olur. Mümin, bir zorluk durumunda fiili dua mahiyetinde sebeplere de sarılır. Çünkü Rabbimiz, yalnızca sonucu değil, sebepleri de yaratmaktadır.

Kader kavramının bilincinde olmak, Allah’a tam teslim olmamızı sağlayacaktır; çünkü insan gereksiz yere korkular yaşar, hayatını zorlaştırır. Bediüzzaman kader konusunu, gemideki bir insanın, gemi giderken yükünü omzuna alıp, sırtında taşımasına benzetir. Oysa gemi o yükü zaten götürmektedir; kişi yükü sırtına taşıyarak boşuna kendine eziyet eder. Özetle; her iş olacağına, yani Allah’ın belirlediği şekilde bir sonuca varır ancak insanlar boş yere tedirgin olup acı çekerler.

Kötü İle Kıyaslamak

Birçok insan, Allah’ın herşeyi kendileri için özel olarak yarattığını düşünmediğinden, kendi durumunu başka kişilerle kıyaslar. Kendisinden kötü durumdaki kişilerden örnekler vermek, Allah’ın herkes için bir kader belirlediğini, kendi kaderi içinde –eğer kişi samimiyse- mutlaka herşeyin lehinde ve en güzel şekilde yaratılacağını düşünmemesi anlamına gelir.

Bu gerçekleri tam olarak kavrayamayan kişiler, “kaderde herşey belirlenmişse, dua etmeye ne gerek var?” diye düşünebilirler. Oysa dua, gerçekte bizi kaderimizde var olana doğru yönlendirir. Duasını yapmamız, Allah’ın icabet edecek olması anlamındadır. Kaderimizi takdir eden de, bize dua etmeyi ilham eden de Allah’tır. İmam Rabbani bu konuda şöyle söylemektedir:

“Bir şeyi istemek, ona nâil olmak (onu elde etmek) demektir; Zirâ Allahû Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez.”

Başına bir musibet geldiğinde,  kader gözüyle bakıp, “Allah’tandır” diye düşündüğünde insan rahat eder. İman sahibi, “Allah’ın kaderi ne güzel, sonu hayır olacak” şeklinde düşünmelidir. Ancak Allah’ın bunu diyebilecek gücü vermesi için de dua etmelidir. Ve bu dua bir kez değil, sürekli olmalıdır.

Fuat Türker

www.NurNet.Org

Yaz Kışa, Gençlik Yaşlılığa Değişecek

Gençlik, Allah’ın lütfu olan en güzel çağdır ve bu dönemde yapılan ibadetler, sonsuz kurtuluşa ulaşabilmek için çok değerli vesilelerdir. Yaşlanmadan evvel değeri iyi bilinmelidir.

Gençlik dönemi, Kur’an ahlakını yaşamak, yaygınlaştırmak ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için en verimli çağdır. Kur’an’da kıssaları verilen elçiler, peygamberler ve onlarla birlikteki müminlerin de çoğunluğunu gençler oluşturuyordu. Bu kutlu gençler yaşlarına rağmen taşıdıkları sorumluluk bilinciyle, imanî olgunlukları ve güzel ahlaklarıyla birçok insanın imanına vesile olmuşlardır.

İmam Rabbanî Mektubat 73.Mektup’ta, “Biz kuluz. Sahibimizin emrindeyiz. Başıboş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sahibi olalım! Kıyamet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele bir şey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip elden kaçırmaz. İhtiyarlık herkese nasip olmaz. Nasip olsa da elverişli vakit ele geçmez.” sözleriyle gençlik çağının imanî açıdan önemini vurgular.

Yaşadığımız zaman, dejenerasyonun en fazla yaşandığı, bu nedenle de Kur’an ahlakının yaygınlaştırılmasının çok gerekli olduğu dönemdir. Bu döneme en büyük katkıyı sağlayacak kişiler kuşkusuz samimi iman sahipleridir. Özellikle de imanı kalbine yerleştirmiş gençler, Kur’an ahlakına hizmet etmek için yoğun çaba göstermelidirler.

Din ahlakından uzak yaşayan cahiliye toplumunda, gençlik döneminin deli dolu ve kontrolsüz yaşanan bir dönem olduğu düşünülür. Yine bu dönemde insanlar eğitimlerini tamamlar, meslek edinir, geleceklerini ve yaşlılıklarını garantiye almaya çalışırlar. Dünya hayatına dair bu işler doğal olarak gençlik dönemine rastlar. Ancak tüm bunlar amaç değil, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olacak araçlardır. İnsanın fiziksel ve zihinsel en sağlıklı olduğu, en zinde ve enerjik dönemi olan gençlik yılları, Allah yolunda ciddi çaba gösterilebilecek, açık zihinle derin düşünülebilecek çok değerli bir yaşam dilimidir.

Cahiliye toplumu anne babaları, çocuklarını Allah’ın değil insanların beğendiği gibi yetiştirmeye çalışırlar. Oğulları kesinlikle güzel bir meslek edinmeli, kızlarını da ne ‘doktorlar ne mühendisler’ istemelidir.

Toplumun bu gibi yanlış telkinleri yüzünden, insanlarda Allah’a bağlılık önemsenmez ve birçok genç dinden uzak yaşar. Oysa insandaki en önemli özellik takvadır ve bu üstün özellik Kur’an’da, “Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır…” (Hucurat Suresi, 13) ayetiyle haber verilir.

Kur’an’dan Örnekler

Kuran’da da bildirildiği üzere Yüce Allah, kutlu kullarına, genç yaşlarında müjdeci ve uyarıcı olarak elçilik ve peygamberlik görevlerini vermiştir. Allah’ın peygamberlikle şereflendirdiği kutlu gençlerden biri Kendisine dost edindiği Hz. İbrahim’dir. Hz. İbrahim putperest olan kavmine genç yaşta dini tebliğ etmiştir. Hz.İbrahim’in oğlu Hz. İsmail de, çocuk yaşında yaşadığı imtihanında, imanını, teslimiyetini ve Allah’ın buyruklarına olan itaatini kanıtlayan örnek bir mümindir.

Diğer yandan Hz. İsa ve onun yardımcıları olan Havariler de Allah’ın genç yaşta hidayet verdiği müminlerdir.

Kur’an’dan bir diğer örnek de Hz. Yusuf’tur. Çocukluğu, gençliği, atılan iftira ve yaşadığı hapis hayatıyla müminler için hikmetli ve önemli örnektir. Allah’ın Hz. Yusuf’a genç yaşta hidayet verdiği “… Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz.” (Yusuf Suresi, 22) ifadesiyle Kur’an’da bildirilir.

Firavun döneminde büyük bir mücadele örneği gösteren Hz. Musa’nın çağrısına icabet eden ve yardımcıları olan kişiler de İsrailoğulları’nın gençlerinden oluşur.

Resûlullah’ın (sav) tebliğine de Mekke’nin önde gelen ailelerinin gençleri, toplumdaki diğer kişilerden daha çok ilgi göstermişlerdir. İslâm’ı yayma konusunda Peygamberimiz’in (sav) destekçi ve yardımcıları bu iman sahibi gençlerdir.

Peygamberimiz (sav) gençlere büyük önem vermiş, vahiy katibi olarak genellikle gençleri görevlendirmiştir. Gençleri öğretmenlik ve ordu komutanlığına tayin etmiştir. Peygamberimiz’e (sav) tabî olan bu gençlerin, Arap Yarımadası dışında da Kur’an ahlâkının tebliğinde çok önemli katkıları vardır.

Sonuç Olarak;

Gençlik, Allah’ın lütfu olan en güzel çağdır ve bu dönemde yapılan ibadetler, sonsuz kurtuluşa ulaşabilmek için çok değerli vesilelerdir. İnanan tüm gençler kutlu peygamberleri ve Allah yolundaki samimi müminleri örnek almalı, yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu amaçlayarak çaba içinde olmalıdırlar.

Bediüzzaman’ın da gençlik hakkındaki bir tefekkürü şöyledir: “Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde (kesinliğinde), gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.

İnsan, ön yargılarını kırıp yaşamını gerçekçi düşünmelidir. Zaman çok hızlı geçmektedir ve dünya hayatında geçen her gün insanı yaşlılığa biraz daha yaklaştırmaktadır. Yaşlılık dönemi ise, “Allah, sizi bir za’ftan yarattı, sonra (bu) za’fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir za’f ve yaşlılık verdi...” (Rum Suresi, 54) ayetiyle bildirildiği gibi insanın zayıf olduğu dönemlerdir. Allah, yaşlılık döneminde insanda eksiklikler yaratarak, dünyanın geçiciliğini hatırlatır. Dünyadaki eksiklikler de görebilenler için, gerçek yurt olan cennete olan özlemi artırır.

Gençler, dünyanın her köşesinde Allah’ın beğendiği ahlakın yayılmasından, çatışmaların, savaşların, acıların sürmesinden, Müslümanların zulüm görmelerinden kendilerini sorumlu hissetmelidirler. Müminlerin en önemli görevlerinden olan iyiliği emredip kötülükten sakındırma ibadetini samimiyetle yerine getirmeli, çarpık görüş ve sapkın felsefelerle fikir mücadelesi yapmalıdırlar. Allah’ın kutlu elçilerini ve onlarla birlikte Rabb’leri yolunda malını ve canını satmış samimi genç müminleri kendilerine örnek almalıdırlar. Bu çabalar –Allah’ın dilemesiyle- insanlığı aydınlık günlere ulaştıracaktır.

Fuat TÜRKER

nurdergi.com