Etiket arşivi: Gazab

Gazab ile Tanıttırmak

Bediüzzaman Allah’ın kendini tanıttırmak için âlemin inşası ve güzelleştirilmesi, insana hizmet eden şeylerin gösterişli ve cazip olması, insanın kendinin de en güzel surette olmasını değişik yerlerde anlatır. İnsanın gözlerine ve onun arkasında aklına bu tanıtıcı ve sevdirici fiiller imanı ve ibadeti ona zorunlu hale getirir. İnsan iman ile tanımalı ibadet ile de sevmeli. Şayet bu tanımamak ve sevmemek umumi bir hal alırsa o zaman Allah sevdirmenin aksine kendini tanıttırmak için felaketler ve zelzeleler verir. Bediüzzaman’ın zelzele konusunda yaptığı açıklamalar Allah ‘ın bu felaket dili ile kendini insanlara tanıttırmak istediğini gösterir. Bediüzzaman ulûhiyet canibinden bakar olaylara, beşer canibinden değil.

Meselâ, bu âhirde, beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümâtlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hàlık-ı Arz ve Semâvât dahi, değil hususi bir Rubûbiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile kâinatın heyet-i mecmûasında ve Rubûbiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyânından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsâlsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumi gibi umumi ve dehşetli âfâtı, nev-i insanın yüzüne çarparak onunla Hikmetini, Kudretini, Adâletini, Kayyûmiyetini, İrâdesini ve Hâkimiyetini pek zâhir bir sûrette gösterdiği halde; “(Sözler 160)

Beşerin isyanına karşı Allah daima insana dost yüzünü gösteren silahlarının düşman yüzlerine kullanır. Su, hava, elektrik, zelzele, fırtına, umumi harp onun insanlığa kendini tanıttırmak için yaptığı zorunlu tanıtma tavırları ve fiilleridir. Allah’ı tanıttırma işinden bir sürelik vazgeçen Hz. Yunus’a nasıl hava, deniz, gökyüzü ve balık düşmanken birden dost yüzlerini gösterir onu kurtarırlar.

Ebedi Hayatın Zelzelesi Çok Daha Ciddi

Aşağıdaki ifadede ise İkinci Dünya Savaşının insanlığa getirdiği zarardan çok Osmanlıdaki tahribatı zararlı görür. Osmanlıdaki bozulmayı baki saadetin ve ebedi hayatın zelzelesi olarak yorumlar. “İkinci Harb-i Umûmi, beşere ettiği tahribât-ı azîme, gerçi çok geniştir; fakat, hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribâta nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye, mânen o İkinci Harb-i Umûmiden daha dehşetlidir.“(Münazarat 148)

Osmanlı kurumları ile dine karşı her zaman saygılı bir yapı kazanmış ve İslam dininin mekânlarına, onun temsilcilerine Peygamberimizden itibaren sahip çıkmış, onların sözlerini, mekânlarını ve davalarını devam ettirmiştir.

Onun büyük bir şer grup tarafından dejenere edilmesi ikinci harbi umumiden daha büyük bir zelzeledir. Böyle anonim bir tanıma ve sevdirme faaliyetini kendine gaye eden, ilayı kelimetullah bekçisi olan Osmanlının bu özelliğinin yıkılması da yine büyük bir tahribat ve zelzeledir. Tanıtmadan vazgeçilmesi felaketleri getirmiştir.

Kur’an’ın Çok Ciddi İkazları

Bediüzzaman tanıtma ve sevdirme fiillerini kâinat ve arz gözlemlerinden hareketle ifade eder. Haşir, Ayet ül Kübra, Münacat risalelerinde gösterme ve tanıtma konusunda yoğunlaşır. Kur’an’dan hareketle tanıtma, gösterme, sevme sevdirmenin dışına çıkan bütün bu eylemleri görmezlikten gelen serkeşlik ve inatçılık yapan insanları korkutur ve tehdid eder. Çünkü olumlu görüntüler ve nimetler karşısında tanıma ve tapınmadan kaçan insanları zelzele ve kahredici olaylarla ikaz eder.

Ya maşerelcinni vel ins inistatatüm en tenfüzü min aktarissemavatıi vel ardi fenfüzü latenfüzüne illa bi sultan. Febieyyi alai rabbiküma tükezziban . Yürselü aleyküma şuvazün minnarin ve nühasün fela tentesiran. Febieyyi alai rabbiküma tükezziban. Velekad zeyyennessemaedünya bimesabiha vecealna ha rücumen lişşeyatin.“Ayetlerine dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki

Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannit olan ins ve cin

Emirlerime itaat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudud-ı mülkümden çıkınız” Nasıl cesaret edersiniz ki öyle bir Sultan’ın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki; öyle azametli muti askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.

Hem küfranınızla öyle bir Malik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki cünudundan öyleleri var; değil sizin gibi küçük aciz mahlûklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvvü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar.

Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki onunla öyleler bağlıdır; eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler” (Sözler 405)

İşte tanıttırmaya güzelce iman etmeyip karşılık vermeyen, nimetleri ile sevdirmeye karşılık ibadetle sevip karşılık vermeyip isyan edenlere Allah zelzele ve felaketlerle ve Kur’an’ın dili ile ve nesneler ve olaylar askerleri ile cevap veriyor, tehdit ediyor. Beşer her halükarda iman ile tanımalı ve ibadetle sevmelidir, yoksa dünyada felaket ve tehditlere uğrar, olmazsa ahirette cennet ile tehiri mümkün olmayan ceza alır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Rahmet Gazaba Nasıl Dönüşür?

Yağmur rahmet mi? Tabii ki rahmet. Bereket mi? Hiç şüphesiz bereket. Nimet mi? Her haliyle nimet. Yağmursuz hayat olur mu? Olmaz ve onsuz hayat söner ve biter.

Ama bazen öyle oluyor ki, bütünüyle rahmet, bereket, nimet ve hayat olan yağmur gazaba dönüşüyor, hayat felç oluyor, her yer bir felaket şekline giriyor.

Benzeri bir olay 1500 sene önce Saadet Asrında da yaşanmıştı.

Medine’de büyük bir kuraklık hakimdi. Aylarca yağmur yağmamış, her yer kurumuş, kibrit gibi olmuştu. Sahabiler ne yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini bilemiyorlardı

Çaresiz bir halde bekleyip duruyorlardı. Fakat sonunda çareyi buldular.

Olayı Hz. Enes anlatıyor: Bir Cuma günüydü. Peygamberimiz Cuma hutbesi için minbere çıktı, hutbesini okumaya başladı. Bu esnada bir sahabi ayağa kalktı, durumu Resulullaha (a.s.m.) arz etti:

Ey Allah’ın Resulü, malımız helâk oldu, ailemiz perişan oldu, bizim için Allah’a dua eder misiniz?dedi.

“Bunun üzerine Peygamberimiz ellerini kaldırdı. Biz gökte bir bulut göremiyorduk. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Resulullah daha ellerini geri çekmeden, semâda dağlar gibi bulutlar meydana geldi. Resulullah henüz minberden inmemişti ki, sakalından yağmur damlaları dökülmeye başladı. O gün, ertesi güne kadar yağmur yağdı. Daha sonraki günde de yağdı, onu takip eden günde de yağdı, hatta ertesi hafta cumaya kadar yağış devam etti. Öyle ki, o sahabi tekrar ayağa kalktı ve:

“Ey Allah’ın Resulü, binalarımız yıkıldı, mallarımız suyun altında kaldı, bizim için Allah’a dua edin de artık yağmur dinsin” dedi.

Peygamberimiz ellerini kaldırdı ve ‘Allah’ım, (yağmur) etrafımıza yağsın, üzerimize değil! Allah’ım, dağların ve tepelerin üzerine, vadilerin içine, ağaç biten yerlere olsun’ diye dua etti. Sonra da eliyle bulutlara doğru, hangi istikametteki buluta işaret ettiyse, bulutlar orada açıldı. Bütün Medine buluttan temizlendi, biz de çıkıp güneşte yürüdük.’” (Buhari, İstiskâ: 6)

Evet, olay bu kadar açık ve net. Kur’ân’ın ifadesiyle yağmurun bir adı “rahmet”, diğer adı da “yardım” anlamında “ğays”tır. Âyetin bildirdiğine göre, insanlar ümitlerini kestikleri ve çaresiz kaldıkları bir anda yüce Allah yağmuru indirir, rahmetini gönderir ve her tarafa yayar. (Şûrâ, 42:28)

Demek ki, yağmur rahmetin tâ kendisi, bir yerde rahmetin tecessüm etmiş şekli, gözle görünür hale gelişi.

Ama neden “rahmet” durup dururken bir felaket haline geliyor, insanları perişan ediyor, her şeyi alt üst ediyor? Bu sonuç yağmurdan mı kaynaklanıyor, yoksa bizden, insanlardan mı?

Başka bir ifadeyle tedbir alınmadığı için, gereken önleme başvurulmadığı için mi her seferinde, bazı illerimiz bu olumsuz hallerle yüz yüze geliyor?

Bu manzaraya “tedbirsizlik” demekten başka bir şey denmiyor. Aslında her nimet böyle değil midir?

Zenginlik bir nimetken, yerinde ve faydalı bir şekilde kullanılmayınca başa bela oluyor. Sağlık Allah’ın bir ihsanı iken, “koruyucu hekimlik” dediğimiz önlemler alınmayınca birden hastalığa dönüşüyor. Evlat sahibi olmak hayırlı bir imkanken, yeterli eğitim verilmeyince, aile için bir musibet şekline bürünüyor.

Akıl ve ilim gibi iki büyük servet insana bu nimetleri ve imkanları yerinde, faydalı bir şekilde kullanmak üzere verilmiş. “Tedbir, takdirin önüne geçer” sözü de bunun için söylenmiştir.

Meseleye kader inancı açısından bakıldığında, insanın cüz’î iradesi, tercih ve seçenekleri devreye girmeden, Allah’ın külli ve sonsuz iradesi tecelli etmiyor.

Mesele, yağmuru, yağışı ve rahmeti suçlamaya girmeden, verilen aklı, bilgiyi, tecrübeyi ve imkanları âzami ölçüde kullanabilmek, istifademize sunulan nimetleri bir azap ve gazap haline çevirmemektir.

Bir de rahmet, felaket haline dönüşür gibi olunca, elimizi ve gönlümüzü duaya açmaktır.

Mehmet Paksu / Moral Haber