Etiket arşivi: geçim

Evlilikten Boşanmaya Giden Sürecin Anatomisi..

DÜNYAYA GELME VE GELİŞME

Her biri bir yerde dünyaya gelen insanlar zamanla büyür. Büyüyünce bilgileri artar, birçok konuda beklentileri oluşur, pek çok şeyleri gibi hormonları da hızla gelişir. Bu değişim tipik olarak romantik ve cinsel duygularda uyanma, sonra da karşı cinse yönelme şeklinde görülür.

DEĞİŞME VE HAREKETE GEÇME SAFHASI

uzun yol bulutlu havaDerken, karşı cinse yönelen bu cinsel ve sevgi türü duygular kişileri içten içe sıkıştırır, durur. Ayrıca, dünyaya geldiğinde ham olduğu halde genç ve yetişkin olmakla pişmiş, bundan sonra da “yanmaları” istenen bu kişiler dışarıdan “yaşın geldi, ev bark kurmanın zamanı geçiyor, şu kız nasıl” türü sosyal telkinlerle de beslenir, yuva kurmaya karşı istekli ve motive bir hale getirilmeye çalışılır. Tüm bu sayiklerin tesiriyle kişiler birçok gereksinimin en meşru, en kabul edilir biçimde karşılanacağına inandıkları evlilik gibi mühim bir kurumun çatısını örme yönünde hızla harekete geçmeye başlarlar.

TATLI TELAŞ EVRESİ

Bir zamanlar tıpkı kendileri gibi olan nice çiftin şimdilerde mahkeme koridorlarında, yıllarca üstünde karşılıklı çay içtikleri sandalyenin bacaklarını bile “üçü bana biri sana” diyerek paylaşmaya çalıştıkları bir ortamda hızla koltuk, kanepe seçme, nişan davetiyeleri belirleme gibi işlerin tatlı telaşı içine girerler. En güzel sözler bu dönemde söylenir, en kibar tavırlar bu evrede yaşama geçirilir. Zaman zaman ileriye dönük nedeni belirsiz endişeler duyulsa bile her iki taraf da genelde çok şanslı olduklarını, adeta hayatlarının prens ve prenseslerini bulduklarını düşünürler.

EVLİLİĞİN İLK ZAMANLARI

…Ve beklenen an gelir, eşler dünya evine girerler, evlenirler. Erkek yüzünde tatlı bir ifadeyle dışarıda “biraz daha oyna” diyen arkadaşlarına “baba geç oldu, hanım evde” diyerek sorumlu bir eş portresi çizer. Bayan da arkadaşlarına sürekli çok mutlu olduğunu, eşinin iyi biri çıktığını anlatır, adeta kıskandırırcasına çevresine sağanaklar halinde gülücükler yağdırır.

Kadın mutfakta yemek hazırlarken ağzı mutluluktan bir karış açık vaziyette “aşkım salataya marul da koyayım mı” diye sorar; eşi ise anında “fark etmez canım, kafana göre takıl” diye cevap verir. (Görüyorsunuz, eşler ilk başlarda salatanın içine neyin konulacağını bile soracak, bu konudaki tercihi eşine bırakacak kadar duyarlı ve kibar davranabiliyorlar birbirlerine. Demek ki sorun yapı ve yapama meselesi değil. Ne oluyorsa sonradan oluyor eşlere!)

Hatta erkek salonda duramaz, kalkar ve mutfağa koşar. Eşine arkasından sımsıkı sarılır. Zaten içindeki mesudane duygularla erimek üzere olan kadın bu sımsıcak yaklaşımla iyice tükenir. Gözleri enginlere dalar, yüzündeki gülümseme daha duygusal bir hal alır. Hemen içinde, adeta pişmiş aşa su katmak üzere pusuda hazır bekleyen “keşke bu yıllarca böyle sürse” endişesi filizlenmeye başlar. Sanki birden harekete geçen bu endişeler gelecekte olacak şeylerin haberini, ipucunu veriyor gibidir.

DEDİYDİN – DEMEDİYDİN DÖNEMİ

El oğlu ve el kızı olmanın getirdiği o resmiyet ve mesafe adım adım aşılmaya başlamış, aileler evlenilen gün çıktıkları yolda çaktırmadan sona yaklaşmışlar, işin içine değilse bile kenarına – kıyısına kadar gelip çadır kurmaya başlamışlardır artık. “Kızım senin herif…, oğlum hanımına demiyon mu sen hiç…” türü telkinler ufaktan ufaktan eşlere annelik ve babalık süslü ambalajı içinde hissettirmeden servis yapılmaya başlanmıştır çoktan.

Bu sadece aile cenahındaki işleyiştir. Bir de zamanın ve yeteri kadar paylaşımın getirdiği bir başka sinsi gelişme daha yüzünü göstermeye başlamıştır, kutsal aile çatısı altında. Belki de en özel şeylerini bile defalarca paylaştıklarından olsa gerek, eşler birbirlerine ziyadesiyle alışmışlar, hatta yüz göz olmaya bile başlamışlardır. (Alıştık mı şeyini, suyunu çıkarırız nedense. O yüzden bir çok patron işçisine günboyu despot görünmek zorunda kalır. Yüzüne gülsem gelir şapkamın içine eder mazallah diye).

O nedenle aile ortamında, birbirlerine karşı o eski ilgi ve alakadan, o baş döndürücü özenden eser kalmamıştır neredeyse. Kadının, “Ahmeeeeeet, kaç defa dedim ya duymuyon mu” demesi, adamın da “Sen ye Cemile, canım istemiyor benim” şeklinde konuşması (hatta daha da ilerisi) çoktan benimsenmiştir benliklerde, farkına bile varılmadan. Tüm gelişmeler sanki haykırırcasına, “Aman Allahım, yoksa kral çıplak mıymış” ve “örten takke düşmekte, altında saklanan kel ise görünmek üzere” demektedir adeta.

KRAL ÇIPLAK VE KEL GÖRÜNDÜ EVRESİ

Başa taç edilen ve önünde bir secdeye varılmadığı kalınan kralın aslında çıplak olduğunun anlaşıldığı, o rengarenk takkenin altında saklananın ise sırma saçlar değil maalesef ki kellik olduğu gerçeğinin iyice açığa çıktığı evredir bu evre. Sevgi kılığı giydirilmiş duyguların aslında bencilce bir heves olduğu, her hevesin bir gün doyum rüzgarıyla savrulup dağılacağı gerçeği evde her şeyi tozu dumana katmış, bir bakıma köprüyü geçene kadar bin bir zorlukla bastırılan, ertelenen tutumların aylardır kıstırıldığı yatağından tam bir basınçla, adeta fışkırırcasına ayaklandığı evredir bu evre. Bu öyle tazyikli bir basınçtır ki önüne kattığı cümlelerin tonu ve rengi değişmiş; “yetti ya, olmaz ki ya, valla bitti ya, yok yürümez ya…” türü cümleler havada beşi beş kuruşa uçuşuyordur artık.

NİHAYET “AAAAHHH, AHH…” AŞAMASI

Yok ya, sevgi – mevgi yokmuş, yazıklar olsun yıllarıma” aşamasıdır bu. Bu aşamada yollar ikiye ayrılır genelde. Kimi böyle diye diye yaşamaya devam eder, gider. Kimi de kendi yolunu bir kez daha çizmek üzere harekete geçer.

SORMAK LAZIM

Niçin herkes bir zamanlar ufacık, şirin, masum bir bebekken yıllar sonra en azılı katil olabiliyor?

Bunu hangi koşullar, nasıl sağlayabiliyor?

Niçin bir ilişki başlarda salataya katılacak marulu bile soracak kadar özenli ve ilgi doluyken sonradan sandalyenin bacaklarını dahi paylaşamayacak derecede bozulabiliyor? Başta mutluluk için gerekli olan her şeyi yapabilen, yaptıkları için mutlu da olabilen çiftler bunu yıllar içinde nasıl oluyor da unutuyor, artık sürdüremeyecek bir hale gelebiliyorlar?

Bir şeyleri oradan alıp da ta buralara kadar getiren nedir, nelerdir sahi?

Aslında nedeni çok basit… Bu neden, “Hayla gelen huyla gider” sözündeki manada saklı.

Mevlana, “Ben esen bir rüzgarla gelmedim ki savrulan bir yelle bu eşikten geri döneyim” der. Birçok eş bu sözdeki manaya uygun olarak evliliğe heves yeliyle adım atıyor, bu duygunun geçip gitmesi neticesinde de (geçmeyen heves olmaz… Heves zaten gelip geçici olan duygu demektir) sudan çıkmış, susuz kalmış balığa dönüyor.

Neden?

O güne değin eşine karşı sergilediği (dikkat edin, sergilediği sürece her şey yolundandır) davranışları özüne kattığı, doğru bulduğu için yaptığı, yani içselleştirdiği kurallarının üzerine değil; çürük, yıkılmaya hazır bir zemin olan hevesinin üzerine kuruyor çünkü.

Alttan heves duygusu çekilince üstündeki doğrular duvarı da yıkılıyor. Bu duvar yıkılınca üzerine kurulu olan mutluluk ve aile saadeti evi de yerle bir oluyor haliyle.

Düşünün hadi: Trafikteki kuralara uyup uymamanızı değişmeyen gerçekler değil de gelip geçici olan hevesleriniz belirlerse ne olur?

Evlilik binasını ayakta tutan kuraları da aynı şekilde yıllar içinde içselleştirerek özünüze kattığınız kurallar (doğrular) değil de hevesiniz, yani duygularınız belirlediğinde ne olacaksa aynı şey.

Yani ikisinde de, kaza…

Birindeki öldürücü, öbüründeki yaralayıcı…

(Not: Bu kuralsızlığın bir çok nedeni olmakla beraber en önemlisi taaa çocukluk yıllarından gelenlerdir… Toplum olarak bizler çocukları kuralların öneminin idrak ettirildiği, bu kurallara uymanın özümsetildiği – alışkanlık haline getirildiği kural odaklı bir ortamda değil, daha çok duygu (doğru – yanlış bazlı değil, kızma – sevme odaklı çocuk büyütme alışkanlığımız) tonlu uygulamalarla yetiştiriyoruz.

Kuralsızlığa alışan – alıştırılan çocuklar haliyle büyüyünce evliliğinde kurallı davranmakta zorlanıyorlar. O nedenle evliliğini ancak dürtüleri elverdiği, hevesleri yettiği sürece götürebiliyorlar. Bu yüzden benzini biten arabanın yolda kalması misali hevesi bittiğinde evlilikleri de bitiyor, yarı yolda kalıyor. Bunun masum bahaneleri ise anlaşamamak, geçinememek, iletişimsizlik, kültür çatışması vs. oluyor.)

(Kendisinden bir fakülte kadar şey öğrendiğim kıymetli bir dostum, “Eşimle aramızda kültür çatışması” var diyenler için, “Kültür çatışmasıymış! Kültür mü kaldı ki çatışması kalsın. Bencilce isteklerini eşine keyfice dayat, sonra da o bunu kabul etmeyince kalk ve kültür çatışması var de.” derdi. Yeri gelmişken hoşuma giden bu mühim anekdotu da paylaşmak istedim.)

Psikolog İzzet Güllü

Kaynak: cocukaile.net

Ailenin Yıkımı Olan Boşanma ve Sebepleri!

Rabbimiz bize evlenmeyi helal, fuhuş dediğimiz zinayı da haram kılmıştır. Boşanma ise meşru olmakla beraber Peygamberimiz (as) bir Hadislerinde mealen ‘Helaller içinde Allah’a en sevimsiz gelen muhakkak boşanmadır diyerek geçerli bir özrü ve sebebi olmayanları uyarmış ve bir manada men etmiştir. Günümüz itibariyle belli bir yaşa gelen gençler evlenerek yuva kuruyorlar ve Peygamberimizin (as) bu sünnetini yerine getirmiş oluyorlar. Elbette evlenen herkes mutlu ve huzurlu bir aile yuvası ister. Hiç kimse evinde kavga, dövüş, huzursuzluk ve geçimsizlik istemez ve istemiyoruz. Fakat maalesef, özellikle asrımız itibariyle istemediğimiz halde çok geçimsizlik, huzursuzluk ve boşanmalar söz konusu oluyor ve giderek de artıyor.

Binalar çoğalıyor, aileler azalıyor. Binalar konforlu olduğu kadar, aile hayatı konforlu ve çekici olmuyor. Binaların sağlam ve dayanıklı olmasına gösterilen özen, aile yapısının sağlam olması ve yıkılmaması için gösterilemiyor. Hal böyle olunca kurulan bir aile kısa zamanda boşanma ile neticeleniyor.

Aile bir bina gibidir. Bir binanın zemini ve temeli ne kadar sağlam olursa o bina sarsıntılara karşı mukavim ve dayanıklı olur. Zemini ve temeli sağlam olmayan bir bina küçük sarsıntılarda sallanır, zedelenir ve yıkılır. Kurulan aile de böyledir. Sağlam zemin ve sağlam bir temel üzerine kurulmayan, geçici his ve heves üzerine bina edilen aileler de çabuk bozuluyor ve kolay yıkılıyor. Dünyada ve ülkemizde boşanma oranları hızlı bir şekilde artış göstermektedir. Bunun çok çeşitli ve farklı sebepleri bulunmaktadır. Evlilikler genel olarak hayatı birlikte geçirmek ve paylaşmak niyetiyle kurulurlar. Fakat aile her ne kadar bu niyet ile kurulsa da boşanma ile ayrılmalar meydana geliyor ve kurulan aile yıkılıyor. Bu oran her gün artarak yükseliyor. ABD’ de her iki evlilikten biri boşanma ile biterken Ülkemizde de bu oran hızla artmaktadır. Bizler Müslüman olarak meseleye İslami açıdan bakarak boşanma ve sebepleri ile ilgili öne çıkan bazı maddeleri başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:

1-Denk olmama. Dinimizin evlenecek olanlardan en öncelikli olarak istediği şart küfüv yani denk olma şartıdır. Bu denk olma şartının kapsamı oldukça geniştir. Eş adaylarının özellikle inanç ve hayata bakış açılarının aynı veya birbirine yakın olması gerekir. Madem evlilikte birlik olacak, paylaşım olacak. Öyle ise düşünce ve inancı bir veya birbirine yakın olmalı ki paylaşım olsun. Eğer böyle olmaz ise anlaşamayan, birbirini anlamayan, ortak değer ve paylaşımı olmayan bir aile olur. Böyle bir aile de sevgi saygı yerine, tenkit, tartışma ve sonu boşanma olan bir aile olur.

2-Zina ve aldatma. Ailede eşlerin birbirine sadakati çok önemlidir. Belki olmazsa olmazlarındandır. Sadakatin olmadığı yerde güven ve itimat olmaz. Birbirine güvenmeyen eşlerden meydana gelen bir evde saadet ve huzur olmaz. Veya birbirini aldatan eşler arasında saygı ve sevgi olmaz. Asrımızın şartları ve teknik imkanları, nikahı kaldırmaya ve serbest olmaya yönelik telkinleri ve yayınları zina ve aldatmayı da beraberinde getiriyor ve neticede aile yıkılıyor. Yıkılan aile enkazı altında da çocuklar ezilip perişan oluyor. Maneviyatın olmadığı yerde bunlar çok daha yaygın olmaktadır.

3-Ekonomik sebepler. Asrımızda gelenek ve görenek belası ile ihtiyaç olmayan onlarca şey olmazsa olmaz konumuna gelmiş ve bir aile bir kişinin çalışması ile geçinemez olmuştur. Onlarda var bizde neden olmasın anlayışı, taklit, özenti insanları maddi olarak sıkıntıya sokuyor ve bu durum ister istemez aileye yansıyor. Ödenemeyen borç ve faturalardan eşler birbirini suçlayınca ailede kavga ve geçimsizlik boşanma ile bitiyor.

4-Alkol, kumar, şans oyunları. Peygamberimiz (as) ‘Allah’ın size haram kıldığı şeyde fayda ve yarar yoktur’ diyor. Biz bu emri tutmayarak haram olan kumar ve içkiye yönelince başlıyor sıkıntılar. Evin ve çocukların rızkı kumarda kaybedilince bir ay borç ve sıkıntı içinde geçiyor. Öbür ay kazanırım belki düşüncesiyle tekrar kumara paralar gidiyor. Kaybetmenin sıkıntı ve üzüntüsü o kimseyi içkiye sevk ediyor. Sarhoş bir eş ve baba evde terör estiriyor ve geçimsizliğin sebebi ve sembolü olunca, böyle bir babanın eşi soluğu mahkemede alıyor. Alkol ve kumar bir aileyi daha yıkmış oluyor.

5-Karakter ve kişilik farkı. Huy olarak, ahlak olarak insanlar farklı olunca, farklı kişilikte olan insanların anlaşması da zor oluyor. Mesela çok sinirli iki kişinin evlendiğini düşünün. Biri ateş, diğeri barut gibi. Ufak bir mesele büyük bir mesele oluyor ve o evde pire için yorgan yakılıyor. Birbirine zıt olan huy ve karakterli kişiler uyuşamaz, anlaşamaz ve paylaşımcı olamaz. Bu da aileyi yıkan ve boşanmaya götüren sebeplerden olmaktadır.

6-Din ve Mezhep farkları. Bazen din ve mezhep farkı da ailede huzursuzluğa sebep olabiliyor. Eğer ortak nokta bulup belli şeylerde anlaşıp ailelerin de rızası alınsa mesele olmayabilir. Fakat ileriyi düşünmeden aileler arası ilişkileri ve münasebetleri hesaba katmadan yapılan evlilik bir müddet sonra geçimsizliğe sebep olmakta ve eşlerin birbirinden kopmasına yol açmaktadır. Bu da boşanmalara sebebiyet verebiliyor.

7-Suç işleme. Arabalara kaza yapmasın diye fren sistemi koyarlar. İnsanlar da suç işlemesin diye tedbir ve önlem alırlar. Bu önlemler sadece polisiye tedbirleri olunca yeterli olmuyor. Her mahalleye bir karakol yapacak, herkesin peşine bir polis koyacak halimiz ve imkanımız da yok. Fakat her kalbe bir yasakçı koyabilir ve insanları Allah ve ahiret inancı ile yetiştirebiliriz. Böylece beni polis görmüyor ise de Allah görüyor ve biliyor. Yaptıklarımın hesabı var der. Kalpteki bu yasakçı onu suçtan alıkoyar. Kalpte böyle bir yasakçı olmazsa o zaman işlenen her suç toplumda ve ailede yaralar açar.

8-Ailelerin yöre ve kültür farkı. Her yörenin kendine göre örfü, adeti, geleneği, göreneği ve bunlara bağlı olarak aile şekli ve yapısı vardır. Aynı yöre insanı birbirini anlar ve birbiriyle daha uyumlu olurlar. Farklı yöreden iki kişi evlense ve bir aile kursa bir müddet sonra aralarında yöre farkından dolayı anlaşmazlık çıkabiliyor. Bu anlaşmazlıklar çözülemez ve büyütülürse kavga ve boşanmalara kadar giden bir sebep olabiliyor.

9-Yalan ve iftira. Eşlerin birbirine yalan söylemesi veya birbirini yapmadıkları şeylerle suçlamaları, karşılıklı hak ve hukuklarına saygılı olmamaları da o ailenin yıkılmasına ve bozulmasına sebep olmaktadır. Eşler arasında sevgi, saygı, muhabbet ve itimat olmaz ise o aile de yıkılmaya ve bozulup dağılmaya mahkum olur.

10-Manevi değerlerin zayıflaması. Boşanma sorununun alt yapısında maddi ve manevi sebepler vardır. Özellikle manevi sebepler ve maneviyatın zayıflaması sorunları daha da çözümü zor bir hale getirmektedir. Maneviyatla desteklenmeyen bir aile hayatının devam ve saadeti gittikçe zora girmekte ve maneviyatın olmadığı yerlerde ulvi değerler de olmamaktadır. Ulvi değerlerin azaldığı yerlerde aile hayatı da çok ciddi darbe alıyor ve gün geçtikçe yıkılan, bozulan, boşanan aileler de artıyor. Rabbim bizleri, aile ve milletimizi bu gibi sıkıntılardan korusun ve manevi ve ailevi olan değerlerimizi muhafaza eylesin. Amin.

Mustafa Şevki Kavurmacı

Said Nursi Ne ile Geçindi?

Ehl-i dünya bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yiyle geçinenleri istemiyoruz.”

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum, o parayı da mânen millete iade ettik). Hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlâhî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur’ân hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî olan berekete mazhar oluyorum. Cenâb-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet edecek, bilmiyorum.

İkincisi: Şu mübarek Ramazan’da, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, bütün Ramazan’da benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün Ramazan’dan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: “Git, ekmek getir.” İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum” dedi.

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.”

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi.”

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.

İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” çektiklerini anlarsın.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.” Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan’da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

Risale-i Nur, Mektubat, On Altıncı Mektup

www.NurNet.org