Etiket arşivi: gerçek sevgi

Bediüzzaman’ın Aşkı – 3

Sordular:

-Neden bu son üç yazınıza“Bediüzzaman’ın Allah Sevgisi”demediniz de “Bediüzzaman’ınAşkı” dediniz?

Cevap:

-Birinci makalemizde,Bediüzzaman’dan aldığımız bir cümle ile “aşk”ın tarifini vermiş, ve: “Aşk, muhabbetin muzaafı, yani sevginin yoğunlaşmış ve zirveleşmiş halidir” demiştik. Bediüzzaman’ın Allah sevgisi işte böyle bir sevgi idi; demek için, makalemize başlık olarak “Bediüzzaman’nın Allah Sevgisi” demek yerine, “Bediüzzaman’ın Aşkı” demeyi tercih ettik.

Bu bir. İkinci sebebi de aşkın haysiyet ve şerefini kurtarma niyetimizdi. Çünkü insanlar, “aşk” kelimesini, çok layık olmayan yerlerde kullanır oldular. Aşkkelimesine çok kıydılar. Halbuki aşk, ehl-i dünyanın anladığı gibi sadece gayr-i meşru sevgilerin, gayr-i meşru birlikteliklerin adı değildi.

Aşk, aslında kulun Rabbine olan sonsuz ve sınırsız sevgisinin adıydı. Buna çağımızda en güzel misallerden biri de Bediüzzaman’ın Allah’a olan aşkı ve sevdasıdır, aşık olan, böyle olmalıdır. “Allah’ı seviyorum” diyen, Allah’ı işte böyle sevecektir. Derdi-davası Allah olacaktır. Her yerden, her eserden onu görecek ve Onu gösterecektir. Her yerde ve her eserde Onun taklit kabul etmez turralarını, sikkelerini, mühür ve imzalarını bulacaktır, okuyacaktır.(1) 

Aşk ve sevdanın ne olduğunu, nereye ve kime harcanması gerektiğini öğrenmek istiyorsanız Bediüzzaman’ın şu sözlerini çok iyi analiz etmemiz gerekmektedir. Diyor ki:

“Ey mü ‘min!

Sendeki hadsiz muhabbet (aşk) kabiliyetini, çirkin, noksan, şerur ve sana muzır olan nefsi emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevasını kendine mabud ittihaz etme.

Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini,

1-Nihayetsiz bir muhabbete layık olan,

2-Hem sana nihayetsiz ihsanda bulunan,

3-Hem istikbalde seni nihayetsiz mes ‘ud edecek olan,

4-Hem alakadar olduğun ve saadetleriyle mes’ud olduğun bütün zatları, ihsanatıyla mes’ud eden,

5-Hem nihayetsiz kemalatı bulunan

6-Nihayetsiz derecede kudsi, ulvi, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemal sahibi olan,

7-Bütün esması nihayetsiz derecede güzel olan,

8-Her isminde pek çok envar-ı hüsün ve cemal bulunan,

9-Cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle onun cemal-i rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren,

10-Sevimli ve sevilen kainattaki bütün hüsün, cemal, mehasin ve kemalat onun cemaline ve kemaline işaret ve delalet eden, emare olan bir Zatı, mahbub ve mabud ittihaz et”(2)

Bedüzzaman, Mahbub’u olan Allah’ı öyle seviyordu ki, dilinden Onu düşürmüyor. Haliyle, diliyle, kalemiyle her zaman ve her yerde hep onu anlatıyordu.

Mahbub’unu o kadar çok seviyordu ki, ona toz kondurmuyordu. İnsanlar, Onu inkar etmesin, o Hakiki Sevgili’nin yerine başka bir şeyi koyup ta şirk ve cehennem ateşlerine düşmesin diye Tabiat Risalesini, Asay-ı Musa’yı, İman ve Küfür Müvazenelerini ve benzer eserlerini kaleme aldı.

Yaşlılar, Allah’tan küsmesin, şikayet oklarını O’na yöneltmesinler diye İhtiyarlar Risalesini (Ricaları) yazdı. İhtiyarlığın büyük ve şirin bir nimet olduğunu, kabirden sonra ebedi bir gençliğin kendilerini beklediğini söyleyip onları teselli etti.

Hastalar, Allah Teala’dan küsmesin, şikayet oklarını O’na yöneltmesinler diye“Hastalar Risalesi”ni yazdı. Hastalığı ilahi ihtar, Rahman’ın hediyesi, günahların silgisi, derecelerin yükselticisi olarak gösterdi.

Ölenlerin yakınları ve ölecek olanlar, Mahbub-u Baki’den küsmesinler diye ölümün mahluk ve nimet olduğunu izah etti. Ölümün, yeni ve ebedi bir hayata doğuş ve diriliş olduğunu “Haşir Risalesi”, 10. Ve 29. Sözleriyle  isbat etti. Dünyadan ayrılmayı, ahbaba kavuşmak, cennet bağlarına uçmak, bin can ile arzu edilir bir seyahat ve bir saadet olarak ilan etti.

“Sizlere müjde! Ölüm, idam değil, hiçlik değil, ebedi ayrılık değil, tesadüf değil, hikmeti ve merhameti sonsuz olan Allah tarafından bir terhistir, bir mekan değiştirmedir. Ebedi Saadet ve selamet yurduna, asıl vatan olan cennete bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın toplandığı berzah alemine kavuşmadır ve bir visal kapısıdır.”(3)dedi.

Gençler, Hakiki Sevgili’yi unutmasınlar, unutup ta taşkınlıklarıyla hastahanelere, hapishanelere ve kabristanlara düşmesinler diye Gençlik Rehberi’ni yazdı. Onları yalancı ve öldürücü, sahte ve çakma aşklardan, kötü alışkanlıklardan kurtardı, Hakiki Maşukları olan Rableriyle tanıştırdı, buluşturdu.

Kadınlar, Hakiki Sevgili’ye giden yolu kapatan bir barikat, bir bariyer, bir tuzak olmasınlar, bu dünyada cehennem hurileri haline gelmesinler, hem kendilerini ve hem de başkalarını cehenneme götüren araç olmasınlar, cennet hurilerinden daha güzel birer cennet kadını olsunlar diye, Hanımlar Rehberini yazdı. Onları yalancıaşklardan, menfaatçi yalancı aşıklardan kurtardı. Gerçek Sevgili ile buluşturdu.

Bediüzzaman’ın aşkı, sevdası Allah’dı. Dünyayı ve ondaki varlıkları, isim manasıyla değil, harf manasıyla sevdi. Varlıklar  için: “Ne kadar güzeldir.” Demedi. “Ne kadar güzel yapılmış ve yaratılmış.” dedi. Allah için olmayan hiçbir sevginin kalbin içine girmesine izin vermedi. Çünkü o, “kalbin içi Samed’in aynasıdır, Allah’a aittir.”(4) diyordu. Allah’ın tahtına hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi oturtmadı, layık görmedi.

Doç. Dr. Vehbi Karakaş

RisaleAjans



Bkz. Nursi, Said, Sözler, 22. Söz, 2. Makam, 2. Lem’a

Nursi, Said, Sözler, 637

Orijinali için bkz. Nursi, Said, Mektubat, 20. Mektup, 1.makam, 322

Bkz. Aynı 

Bediüzzaman’ın Aşkı – 2

Bediüzzaman’ın aşkı, zindanları ona cennet eylemiştir. Ama bu aşktan mahrum olanların sarayları kendileri için zindan olmuştur. Bu sebepten dolayıdır ki Bediüzzaman:
 
O’nu (Allah’ı cc) tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.” demiştir.
 
Bediüzzaman’ın aşkı şiddetli bir muhabbettir. Bediüzzaman bu muhabbetini mecazi mahbuplara, sahte ve çakma sevgililere harcamaz. Onun aşkının hedefinde Allah vardır.
 
Allah’ın, insanın kalbineyerleştirdiği sevgiyi Allah’a değil de fani sevgililere harcarsa insan, bir önceki makalemizde de ifade ettiğimiz gibi o aşk ve sevgi, sahibini sürekli bir azap ve acıya mahkum eder. 
 
Bediüzzaman, kalbin ebedi aşk için yaratıldığını, bu aşkın Ezeli ve Ebedi Sevgili’ye harcanması gerektiğini söyler.Çünkü kalbe konulan bu aşkın konuluş gayesi budur. Bu aşk, bundan başka neye harcanırsa harcansın, çok ucuza ve bir hiçe kurban gitmiş olur.
 
Hac için hazırlanan ve tahsis edilen uçağı, siz Sibirya’ya kaçırır ve uçurursanız, uçağı size hazırlayan ve tahsis edenden şiddetli cezaya çarpılırsınız. Mevla’yı sevmek için yaratılan bir kalbi, Mevla’nın rızasını ve iznini almadan Leyla’ya harcayanın hac için hazırlanan uçağı, Sibirya’ya kaçırandan farkı yoktur.
 
Bediüzzaman,”Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevale mahkum, hakiki güzel olamaz. Ebedi aşk için yaratılan ve Samed’in aynası olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.” der.
 
Ebedi aşkın maşuku ve mahbubu, batmakla kaybolan bir sevgili olamaz. Batmayan ve batıp ta kaybolmayan sevgili kimse, her an seni kim görüyor, gözetiyorsa; her yerde kim sizinle beraberse ebedi aşka ve ebediyyen sevilmeye de o layıktır. O da Allah’tır. İşte bundan dolayıdır ki Bediüzzaman, “fıtratı aşkla yoğrulmuş” dediği Mevlana Cami’den şu beyti taşımış Külliyatına:
 
Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. 
Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. 
Biri talep et; başkaları istenmeye layık değiller. 
Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; marifetine, onu tanımaya yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. 
Biri söyle; Ona ait olmayan sözler, malayani sayılır.”
 
Bunları naklettikten sonra Bediüzzaman hem Mevlana Cami’yi onaylıyor, hem de gerçek aşkını ve sevgilisini şu sözleriyle ilan ediyor:
 
Evet Cami, pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki ma’bud, yalnız Odur.” 
 
Adı üstünde “kalb, Samed’inAynası”dır. Allah’ın isimleri içinde “Samed”in seçilmesi de manidardır. “Samed”in anlamı, “Allah hiçbir şeye muhtaç değil, her şey Allah’a muhtaçtır.”demektir. Kalbin en büyük ihtiyacı aşk ve muhabbettir. Her şeyin olduğu gibi, kalbi de, kalbin ihtiyacını da Allah yaratmıştır. Organlar içinde Allah’a en güzel ayna olacak organ kalbdir. Onun içindir ki kudsihadisde: “Ben yerlere-göklere sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.”denilmiştir.
 
Dünyadan bir milyon üçyüzbindefa büyük olan güneşi, mini minnacık bir ayna içine alıp gösterdiği gibi; mümin insanın kalbi de sınırsız büyüklükteki bir Allah’ı içine alır, görür, gösterir ve sever.
 
Bu keyfiyette yaratılan bir kalp, Allah’ı sevmez, sevdiklerini de Allah için sevmezse, sevdiği her şey onun başına bela olur. Onun için Allah uyarıyor ve buyuruyor: “Dikkat edin, kalpler ancak ve ancak Allah’ı zikretmekle, (Allah’ı sevmek ve göstermekle) huzur bulur.” 
 
Bediüzzaman, insanın fıtratındaki şiddetli merakın ve hararetli muhabbetin, dehşetli hırsın, inatla bir şeyi istemenin ve benzeri şiddetli duyguların ahireti kazanmak için verildiğini söyler. Bunlar fani dünyaya ve dünyanın fani işlerine harcamak, fani ve kırılacak şişelere, baki elmas fiyatlarını vermek demektir. der.
 
Soru:
-Burada akla şöyle bir soru gelebilir: İster istemez Allah’tan başka sevdiklerimiz de var. Onları sevmek Allah’ı sevmeye engel midir? Veya onları sevmekle Allah’ı gücendirmiş mi oluruz?
 
Cevap:
-“Aşk ferman dinlemez” diye bir söz var. Bu sözü, Risale-i Nur’da, her halde en iyi karşılayan söz “Muhabbet ihtiyari değil.” Cümlesidir. Yani adam kalkıp diyebilir: “Ne yapayım, elimde değil, seviyorum, lezzetli yemekleri seviyorum, meyveleri seviyorum, anne-babamı seviyorum, çocuklarımı seviyorum, peygamberleri ve velileri seviyorum, eşimi, dost ve ahbabımı seviyorum, hayatımı, gençliğimi seviyorum, dünyayı, baharı ve güzel şeyleri seviyorum. Nasıl bunları sevmeyeceğim? 
Bdiüzzaman’ın bu soruya cevabı şu:
 
Saydığın bu sevdiklerini sevme demeyiz. Bu sevdiklerini sev, ama Allah için sev, deriz. 
Mesela, lezzetli yemekleri, güzel meyveleri, Cenab-ı Hakkın ihsanı ve o Rahman-ı Rahimin in’amı açısından sevmek, Rahman ve Mün’im isimlerini sevmektir; hem manevi bir şükürdür. Şu muhabbetin, yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman’ın namına olduğunu gösteren ölçü şu üç maddedir:
 
1-Meşru dairedekanaatkarane kazanmak,
2-Mütefekkirane ve
3-Müteşekkirane yemektir. 
 
Peder ve valideyi şefkatle teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren Allah’ın hikmeti ve rahmeti hesabına onlara hürmet ve muhabbet etmek, Cenab-ı Hakkın muhabbetine aittir. 
 
O muhabbet, hürmet ve şefkat, Allah için olduğunun alameti şudur: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet, merhamet ve şefkat ediyorsun. Niçin? Allah için. 
 
 
Hayat arkadaşını, (eşini), rahmet-i İlahiyeninmunis, latif bir hediyesi olduğu için sev. Fakat çabuk bozulan suretindeki güzelliğine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki iç güzelliği ve ahlak güzelliğidir. En kıymetli ve en şirin cemali ve güzelliği ise, ulvi, ciddi, samimi ve nurlu şefkatidir. Şu şefkatin cemali ve iç güzelliği, ömür boyu devam eder, hatta gittikçe artar. Ozaif, latif ve narin mahlukun hürmet hakları ancak bu şekildeki bir muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa,fiziki güzelliğin zamanla yok olup gitmesiy en muhtaç olduğu bir zamanda biçare hakkını kaybeder. 
 
Bir gün Rasul-i Ekrem (sav), Hazret-i Ali’ye sorar:
 “–Ya Ali! Allah Teala’yı,O’nun Rasulü’nü, kızım Fatıma’yı, Hasan ve Hüseyin’i seviyor musun?”
 “–EvetyaRasulallah!”
 
 Bunun üzerine Rasul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
 “–Ya Ali! Gönül bir, sevgi dört. Bir kalbe bu kadar sevgi nasıl sığıyor?” buyurur.
 Hazret-i Ali -radıyallahuanh- bu suale bir türlü cevap veremez. Düşünceli bir halde evine döner. Hazret-i Fatıma (ra), Hazret-i Ali’yi durgun ve düşünceli görünce sorar:
 
 “–Sizi durgun görüyorum; üzücü bir şey mi oldu?Eğer üzüldüğünüz şey, bu dünya ile ilgili ise kederlenmeye değmez. Ahiret ile ilgili bir husus ise, nedir sizi üzen?” 
 
 Hazret-i Ali (ra) durumu anlatır. Hz Fatıma (ra) gülümser ve:
 “–Haydi babamın yanına var ve bu suali şöyle cevaplandır:
 “–YaRasulallah! İnsanın sağı, solu, önü, arkası diye yönleri vardır. Kalbin de böyle. Ben Allah’ı aklım ve imanımla, Siz’iruhum ve imanımla, Fatıma’yı insani nefsimle, Hasan ve Hüseyin’i de babalığın tabii icabı ile seviyorum.” 
 
Hz. Ali (ra) gelip aynı şeyleri söyleyince, Sevgili Peygamberimiz tebessüm buyurur ve şöyle der:
 “–Ya Ali! Bu sözler ancak nübüvvet ağacının dalından alınmış meyvelerdir.”
 
Burdan çıkarılan ders şudur: Allah rızasına yönelik bulunan bütün muhabbetler makbuldür. Allah’ınrazı olmadığı muhabbetler ise, kalbin manevi kanseridir. 
Doç. Dr. Vehbi Karakaş
RisaleAjans

Said Nursi (R.A.) “Peygamber Soylu” Olmasa Ne Olur Ki?

Muhterem Ahmet Akgündüz’ün çalışması ince bir emek ürünü ve uzunca bir sabrın göz aydınlığı meyvesidir. Emeğe hürmet ediyorum. Sabrı tebrik ediyorum. Yeni bir şey öğrendik; bu güzel…

Risale-i Nur KülliyatıBir: “İnanıyorum ama kalbim mutmain olsun, keyfim gele gele inanayım” diyen İbrahimî ihtiyacın farkındayız elbette. [Bakınız, Bakara, 260] Said Nursi’nin onca eseri ortada iken, henüz kalbi mutmain olmamış olanlar olabilir. Bu belge onlara itminan verir, inanışlarına keyif katar inşaallah. Diğer taraftan, “perde-yi gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam Ali’nin [ra] yolunun da hakkını vermemiz gerekiyor. Said Nursi’nin kimliğine dair bir perde açıldı: Ben hiç şaşırmadım. Kanca peygamber soyundan geldiğini öğrendiğim gün kalbimi yokladım; Said Nursi’ye muhabbetim kıl kadar artmamış! Aksi olsaydı, kıl kadar azalmayacaktı muhabbetim. Bu böyle biline…

İki: Elimizde bir senet var; doğru. Bulup getirenlere teşekkür borçluyuz. Çabaları mübarek olsun. Ama ben kalbimdeki senede dayanıyorum. Bağlılığımı geçmişe dair bir detaya değil, şimdi ve burada olan aktif ve aktüel senetlere dayandırıyorum: Söz’e, yani vahye. Böylesi Said Nursi’nin kişiler üzerinden değil, hakikat üzerinden kurduğu intisap yöntemine daha uygun. Ve bana yetiyor.

Üç: Said Nursi’nin Sözleri peygamber soyludur; aslolan da budur. Başka türlü bir soyluluk senedine ne ben ne Said Nursi ihtiyaç duyar.

Dört: Said Nursi bizi Söz üzerinden, yani Kur’ân üzerinden bağlar Peygamber’e… Başka türlü bir bağ arayışı içinde olmak vahiy üzerinden kurulan bağı göz ardı etme anlamı taşıyabilir. Niyet böyle olmasa da, aktüel ve aktif olan Söz bağını başka gözlerde zaafa uğratır. Said Nursi’nin kendisini bir şeyh gibi görüp şahsına hürmet ederek ziyaret edenlere Kur’an’a elçilik eden Risale’yi işaret ettiği sayısız belgeyle ortadadır.

Beş: Said Nursi’yi kan bağı üzerinden tanımlamak, eserlerine karşı sorumluluğumuzu geri plana itebilir. Kur’ân, İbrahim’in [as] babasını anlatırken, Nuh’un [as] oğlunu hatırlatırken, soyun kan üzerinden değil, iman üzerinden kurulması gerektiğini ima eder. İman üzerinden kurulan Said Nursi-Peygamber [asm] bağını bir de kanla desteklemek iyidir, güzeldir; amma velakin diğer türlü bağlanma cehdinden uzaklaştırabilir bizi. Kan bağı kimseye bağlanma sorumluluğu yüklemez ama iman bağı, bağlanmayı aktif bir çaba olarak omuzlara yükler. Ter dökülmeden kazanılan bir itibar sahih değildir. Uğrunda ter dökülmemiş bir itibarı bağlılık gerekçesi yapmak da sahih değildir.

Altı: İman bağı geniştir; herkesi içine alır; her türlü ırka davet sunar ve her geleni kucaklar. Ancak kan bağı dardır; kimilerini uzaklaştırır, çoğunluğu dışarıda bırakır. İnsanları baştan kaybedilmiş bir mağlubiyete uğratır. Said Nursi’ye talebe olmak, Said Nursi yüceltmesi yapmayı değil, Said Nursi’ce var olmaktır. Said Nursi’nin hikmetli ve şefkatli söylemi soya dayalı “ya hep ya hiç” hesabını bozar.

Yedi: Said Nursi, kendi soyuna sevgi isteyen Peygamber’in bu isteğini de imana endeksler. Demek ister ki “ehl-i beyt soyca dedelerinin doğal taraftarı olduğu için iman davasından yana durarak bu sevgiyi hak eder.” Bir diğer deyişle, kimse kan bağından ötürü hazır muhabbet kazanamaz, kimse de kan bağını baştan kaybettiği için muhabbetten olamaz.

Sekiz: Said Nursi ne kendi şahsına itibar arar, ne bedenine mezar talep eder. İster ki, diri ve diriltici olan Kur’an’ın mesajı dillerde ve dimağlarda dolaşımda olsun. Risale’nin Kur’an kelimeleri ve esma-i hüsna üzerinden yürüyen özel dili okuyucusunu “yürüyen Kur’ân” yapmayı amaçlar. Çok iyi bilindiği gibi, şahsı türbeleştirilen şahsiyetler, çok geçmeden nesneleşir ve tüketilmeye başlar. Çokları onların ne dediği ile ilgilenmez hale gelir, eserleri gözden ve gönülden düşer. Said Nursi’nin Sözleri halen aktif ve aktüel bir iman çabasının kayıtlarıdır. Hayat doludur; hayata çağırır. Anladığım kadarıyla, Said Nursi’nin şahsı etrafındaki her türlü yüceltmeyi engellemesi, eserlerin elçilik ettiği Söz’e emek vermeye teşvik etmek içindir. Bu da onun benzersiz şefkatinin ürünüdür.

Dokuz: Hadi ben insaflıyım diyelim. Bir de insafsızların ağzıyla konuşayım, izninizle. Said Nursi’nin Arap olduğunu ispatlama çabası, Said Nursi’yi “Kürt olma” şaibesinden(!) “temizleme” niyeti olmasın sakın! Elbette ki değil! Her hücresiyle ırkçılığa karşı imanı ortaya koyan Said Nursi’nin talebelerinin Kürt olmayı bilinçaltında “aşağı” sayması, olacak iş değil! Said Nursi’nin Kürt olmasını ya da Kürt diye bilinmesini itibar kaybı sanmak Nur talebelerinin işi değil elbette.

On: Bir başka muhtemel ve hatta vâki insafsız söz de şöyle: Soyca ehl-i beyte bağlamak, iyice kızışmış olan “mehdi pazarı”na Said Nursi’yi de sürme çalışması mı yoksa! Yine asla! Bin kere asla! Said Nursi mektebinde nezaket dersi almış bir talebe, mehdinin kim olduğuyla değil, kendisinin kim olduğuyla ilgilenir. “Mehdiye gelmişse, gelecekse, her kimse; mehdiye talebe olacak donanım var mı bende?” diye sorar.

Onbir: Said Nursi, hatırasına hürmet bekleyen biri değil, eserlerine gayret bekleyen biridir. Said Nursi’nin geçmişine yönelik belgelerden daha ziyade öngördüğü geleceğe dair değerler üretmek gerekiyor. Acil olan budur. Said Nursi üzerinden kendimize değer atfetmeye çabalamaktansa, Said Nursi’nin ürettiği değerleri insanlığa “peygamber soylu” bir duruş olarak takdim etmemiz gerekiyor.

Oniki: Değer üreten her güzel insan, kendisine gölge olunmasını değil, gövde olunmasını hak eder. Gölge geçmişe dairdir. Gölge hatıralar üzerinden uzar. Ancak gövde olmak, şimdiye dairdir. Gövde olmak sorumluluk almayı gerektirir. Said Nursi’ye gövde olmak, onun durduğu yerde, onun gibi durmayı, nihai tahlilde Peygamberce var olmayı kanıyla canıyla yine, yeni, yeniden gerçekleştirmek demektir vesselâm.

Senai Demirci

Kaynak: Haber7

 

Anneye Bağımlı Çocuklarda Öğretilmiş Çaresizlik

Bir çocuk nasıl anneye bağımlı hale gelir? Anneye bağımlı hale gelen çocukların kişilik özellikleri nedir? Bu soruların cevabını verebilmemiz için doğumdan okul çağına kadar çocuğun zihinsel gelişimini izlememiz gerekir. Bilindiği gibi, çocuğun doğuma kadar olan zihinsel potansiyeli genetik mirasa, yani anneden babadan ve atalarından genler vasıtasıyla intikal eden kodlara bağlıdır. Buna doğuştan gelen zihinsel yetenek diyebiliriz. Yeni doğan bir bebeğin genetik kodlar vasıtasıyla sahip olduğu zihinsel yeteneklerin açığa çıkması ve işlerlik kazanması aileden alacağı eğitime bağlıdır.

Yeni doğan bir bebek, annenin koruması ve bakımı olmadan hayatını devam ettiremez. Annenin şefkatli kollarında ve sıcak kucağında süt emen, altı kirlendiğinde temizlenen, koruyup kollanan bir bebek, geldiği bu yeni dünyada yalnız ve korumasız olmadığını hissetmeye ve anneye güven duymaya başlar. Güven duygusu sadece beslenme ve bakıma bağlı olmayıp, anneden aldığı sevgi ve şefkatle yakından ilişkilidir. Bu sebepledir ki, en az iki yaşına kadar anne çocuk beraberliği güven duygusunun gelişiminde çok önemlidir. Bu süreyi anne sevgisinden ve şefkatinden ayrı geçiren bir bebek, resmi kurumlarda çok iyi bakılıp beslense dahi, zihinsel ve duygusal yönden geri kalmakta; güven duygusu gelişmemektedir.

Çocuk kendi ayakları üzerinde dikilene kadar gerekli olan besleme, temizlik, yardım ve koruma gibi annelik hizmetleri, yürümeye ve konuşmaya başladıktan sonra yavaşlatılmalı; elini yüzünü yıkama, dişlerini fırçalama, yemeğini kaşıkla yeme, giyinip soyunma, oyuncaklarını toplama, tuvalet ihtiyacını giderme gibi becerileri annesinin yardımı olmadan kendi başına yapabilmesi için teşvik edilmeli ve eğitilmelidir.

Bir çocuk üç-dört yaşına geldiğinde yukarıda saydığımız becerileri kazanmış olmalıdır. Eğer anne yardım etmeye devam eder, “sen yiyemezsin ben yedireyim, sen giyemezsin ben giydireyim, atlama düşersin, koşma terlersin,” diyerek sıkıntı yaşamadan her ihtiyacı karşılanır, her istediği yerine getirilirse; anneye bağımlı hale gelir, yapabileceği işleri yapamaz olur. Buna psikolojide “öğretilmiş beceriksizlik” diyoruz. Öğretilmiş beceriksizliğe maruz kalan çocuklar, karşılaştıkları problemleri anne ve babalarının yardımı olmadan çözemez, kendi başlarına karar veremez, sorumluluk almak istemezler.

Anneye bağımlı çocuklar, ihtiyaçlarının karşılanmasını, her isteğinin yerine getirilmesini anne ve babanın görevi bilir; çaba sarf etmeye gerek duymazlar. Hazıra alıştıkları için zihinsel ve fiziksel olarak tembel bir kişilik kazanmışlardır. Özgüvenleri çok zayıftır. Arkadaş edinmede ve oyun kurmada güçlük yaşarlar.

ANNEYE BAĞIMLI ÇOCUKLARDA OKUL KORKUSU

Eğer okulların açıldığı gün bir ana okulunun veya ilköğretim okulunun önünde bulunma ve çocukları gözlemleme fırsatı bulmuşsanız; sanırım bulmuşsunuzdur. İçinizde anne baba olanlar çocuğunu okula götürdüğü ilk günü hatırlayacaklardır. Bazı çocuklar annelerinin elinden ve eteğinden tutmuş, korku ve panik içinde etrafa bakmaktadır. Bu çocuklar anneleriyle birlikte sınıfa girmek, aynı sıraya birlikte oturmak isterler. Öğretmenler, okulun ilk birkaç günü bu çocukların okula alışmaları için anneleriyle birlikte oturmalarına izin verir. Ancak bir hafta sonra bile anneleriyle birlikte oturmakta ısrar eden; anneleri ayrılmak istediğinde ağlayarak peşinden giden çocuklar vardır. “Okul korkusu” veya diğer adıyla “okul fobisi” yaşayan bu çocuklar aşırı koruyup kollanan, her ihtiyacı anne baba tarafından karşılanan, hazıra alışmış, aileye bağımlı hale getirilmiş çocuklardır.

Aileye bağımlı çocuklarda “öğretilmiş âcizlik” dediğimiz özürlü bir kişilik gelişmektedir. Dev ağaçların gölgesinde kalan taze fidanlar, nasıl büyümeleri için gereken ışığı alamadıkları için bodur kalır, gelişemezlerse; bu çocuklar da anne babalarının gölgesinde kalmış, gelişememiş fidanlardır. Aileye bağımlı çocuklar, anne ve babalarının yardımı olmadan yemeğini yeme, dişini fırçalama, tuvalet ihtiyacını giderme, oyuncaklarını toplama, bakkaldan ekmek alma gibi akranlarının rahatlıkla yapabildikleri işleri yapamazlar. Anne ve babalarından ayrı kalmaktan korkar, kendi başlarına okula gidip gelemez, yatılı okulda kalmak istemez, kalabalıkların içinde kendilerini yalnız hissederler.

Anne baba okula başlayan çocuklarına yardım etmeye devam eder, okula götürüp getirir, çantasını taşır, derslerine ve ödevlerine yardım eder; hatta çocuk ödevini yapmadan uyuduğunda öğretmenine mahcup olmasın diye ödevini yaparsa; çocuk “demek bunları yapmak da annemin ve babamın görevi” diye düşünecektir.

İlköğretim üçüncü sınıfa giden bir erkek öğrenci sınıfta kitapsız oturuyordu. Öğretmen neden kitabı olmadığını sordu. Çocuğun verdiği cevap çok ilgi çekiciydi: “Annem kitabımı çantama koymayı unutmuş.” İlköğretim üçüncü sınıfa giden bir çocuk, çantasını hazırlama görevinin annede olduğunu zannediyorsa; bu çocuk kesinlikle aileye bağımlı, öğretilmiş bir beceriksizdir.

“Neden Ağlıyorsun Anne, Bak Düşmedim”

Anne baba okulunda “öğretilmiş beceriksizlik” konusunu işlerken bir annenin gözlerinden yaşlar aktığını gördüm. Aramızda şöyle bir diyalog geçti:

“Neden ağlıyorsunuz, sizi üzecek bir şey mi söyledim?”

“Hayır, beni üzecek bir şey söylemediniz; aksine beni büyük bir yanlıştan döndürdünüz…”

“Nasıl bir yanlışlık bu; bizimle paylaşmak ister misiniz?”

“Şimdi paylaşmak istemiyorum; birkaç gün sonra belki…”

Aradan bir hafta geçmiş; ben olayı neredeyse unutmuştum. Anne aramızda geçen diyalogu hatırlattı ve yaşadıklarını paylaşmak istediğini söyledi. Bunu duyduğuma çok sevinmiştim. Anne anlatmaya başlamış, bütün sınıf dikkatle dinliyordu.

İşte annenin anlattıkları: “Siz öğretilmiş acizlik konusunu işlerken içim cız etmişti. Göz yaşlarımı tutamadım. Biri kız biri erkek iki çocuğum var. Kızım on yaşında ilköğretim dördüncü sınıfa gidiyor. Oğlum henüz üç yaşında. İkisini de çok seviyorum. Ancak, sizi dinlerken, bu sevgimi hatalı yönde kullandığımı fark ettim. Başlarına bir kaza gelmesinden, yanlış yapmalarından, mutsuz olmalarından korktuğum için bütün ihtiyaçlarını karşılıyor, en basit işlerde bile yardım ediyor, neyi nasıl yapacaklarını ben söylüyordum. Kızımı okula ben götürüp getiriyor, ders programını ve ödevlerini ben takip ediyor, yanına oturup ödevlerini ben yaptırıyordum. Onu kendime bağımlı hale getirdiğimi ancak şimdi anlayabiliyorum…”

Anne derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya devam etti: “Sizi dinledikten sonra, çocuklarıma karşı annelik tutumumu değiştirmeye karar verdim. Kızım kendi başına okula gidip gelebilsin diye onu cesaretlendirecektim. Odasının dağınıklığını artık ben toplamayacaktım. Yardım istemedikçe derslerine ve ödevlerine karışmayacaktım. Ancak uygulamaya kalkınca bunun o kadar da kolay olmadığını anladım. Kızımı karşıma aldım. “İlişkilerimizde bazı değişiklikler yapmaya karar verdim…” dedim. “Bazı şeyleri benim yardımım olmadan yapabilecek kadar büyüdüğünü düşünüyorum. Okula kendi başına gidip gelebilirsin. Artık odanın dağınıklığını ben toplamayacağım, kendin toplayabilirsin. Benden yardım istemedikçe derslerine ve ödevlerine karışmayacağım; çalışma programını kendin yapacaksın…”

Daha söyleyeceklerimi tamamlamadan kızım ağlamaya başladı. “Ama bu nasıl olur?” dedi. “Artık beni sevmiyor musun? Bu söylediklerini, sen olmadan, nasıl yapabilirim?..” Kendimi kızımın yerine koyunca ona hak verdim. Onu hazıra ben alıştırmıştım. Kendi ayakları üzerinde durmayı da yine ben öğretecektim. Eğer senin yaşındaki kızlar yapabiliyorsa, sen de yapabilirsin; bence denemeye değer, hemen pes etme, dedim. Deniyoruz, başaracağımızı ümit ediyorum.”

“Gelelim üç yaşındaki oğluma. Onu da kendime bağımlı hale getirmiştim. Ancak, birkaç gün önce yaşadıklarımız bana ümit verdi. Sanırım onunla işimiz daha kolay. Oğlumla sokakta yürürken veya merdiven inip çıkarken elinden tutuyor; başına bir kaza gelmesin diye elini bırakmıyordum. Çocuğum elini kurtarmaya ve kendi başına yürümeye çalıştıkça, ben “hayır” diyordum.

Tutum değiştirmeye karar verdiğim gün, oğlumla bakkaldan ekmek almış eve geliyorduk. Bir deneme yapmak istedim. Oğluma döndüm:

“Ahmet, dedim, neden sokakta değil de yaya kaldırımında yürüyoruz?’

“Çünkü, dedi, sokakta yürürsek arabalar bize çarpar.”

“Elini bıraksam, sokakta mı yürürsün, kaldırımda mı?”

“Kaldırımda.”

“Evet, sen akıllı bir çocuksun, nerede yürüyeceğini biliyorsun. Artık elinden tutmama gerek yok” dedim ve elini bıraktım. Söylediklerime ve elini bırakmama inanamadı. Tek başına yürümenin zevkine varmak istercesine adımlarını hızlandırdı. Düşecek diye korktum. Alışkanlık işte… “Ahmet, biraz yavaşla lütfen, sana yetişemiyorum…” dedim.

Apartmanımızın dış kapısından girdik. İkinci kata, dairemize, çıkan merdivenin başında durduk. “Ahmet, dedim, artık yeterince büyüdün. Elimden tutmadan bu merdiveni kendi başına çıkabilirsin.” Aslında o benim elimden tutmuyordu; ben onun elinden tutuyor, bırakmıyordum… O anki şaşkınlığını anlatamam. Sanki uzaydan gelmişim gibi yüzüme baktı.

“Gerçek mi? Gerçekten büyüdüm mü?”

“Evet oğlum, gerçekten büyüdün…”

Merdiven basamaklarından bir çıkışı vardı ki, anlatamam. Ha düştü, ha düşecek. Yüreğim ağzıma geliyor, “dikkat et, düşeceksin!” dememek için kedimi zor tutuyordum. Merdivenin son basamağını da çıkınca geriye döndü, zafer kazanmış komutan edasıyla ellerini havaya kaldırdı. “Yaşasın, çıkabildim!” dedi. Yüzündeki sevinci görmeliydiniz. Göz yaşlarımı tutamadım. Ağladığımı görünce: “Neden ağlıyorsun anne, bak çıkabildim, düşmedim…” dedi.

Gerçek sevginin ne olduğunu şimdi anlıyorum. Aşırı sevgi ve koruma içgüdüsüyle çocuklarımızın yeteneklerini köreltiyor, onlara beceriksizliği öğretiyormuşuz.”

 PEDAGOG ALİ ÇANKIRILI