Etiket arşivi: günah

Günahımız Kime Karşı?

İnsan iki şeyden mürekkeptir; birisi bedeni, diğeri ise ruhudur. İnsan bedeni bu kâinatın maddesiyle münasebettar olduğu gibi; ruh da o madde­de tecelli eden esmâ-i İlâhiye ve sıfat-ı kudsiye ile ve bunların müsemmâ ve mevsufu olan Sani-i kâinat ve Hâlik-ı ezel ve ebedin marifeti ve mu­habbetiyle alâkadardır. Meselâ; insan bedeni, bir elmadaki vitaminler ile alâkadar olurken ruhu da bu elmada tecelli eden lûtuf ve ihsana, kerem ve in’ama meftûn ve onların Sahib-i Zülkemâl’i olan Rahmân-ı Rahîm’e müteveccihtir.

İşte, irade sıfatından gelen Tekvinî şeriatiyle bu kâinat sarayında had ve hesaba gelmez bir nimet sofrasını insan bedeninin önüne seren Sani-i Kerîm; o insanın kalben ve ruhen terakki etmek için yapması icabeden şey­leri de Kelam sıfatından gelen şeriatiyle, yani emir ve nehiylerinin mecmu­ası olan Kur’an-ı Hakîm ile insanın önüne sermiştir.

Tekvinî Şeriat âhiretten ziyade dünyaya nâzır olduğundan, bu kâinat sof­rasından maddeten istifade etmek de ruhtan ziyade, bedenle alâkadardır.

Dünyadan ziyade âhirete nâzır olan Kur’ân-ı Hakîm ise, insanın hangi mânevî gıdalarla rıza-ı İlâhiye’ye ve saadet-i ebediyeye mazhar olacağını ve nelerden içtinabla gazab-ı İlâhî’den ve şekavet-i dâimeden mahfuz ka­lacağını bizlere bildirmiştir.

Ruhun bedenle, ebedî saadetin ise bu fani hayatla kıyas kabul etmeye­ceğini idrak eden insan, Kur’ân-ı Kerîm’in fermanlarına harfiyen riayete azami derecede hassasiyet göstermelidir.

Bedenini beslemek için kâinattaki ışıktan, havadan, sudan tut, ta sebze­lerin ve meyvelerin envaına kadar her şeye ihtimam gösteren ve bu noktada aza kanaat etmeyen insanın, bu ihtimamı çok daha fazlasıyla; ruh ve kalbi­ni besleyen mânevî gıdalara yani Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve nehiylerine karşı da göstermesi yaratılışının muktezasıdır. Bir insan, bedenini beslemek için bir cihetle kâinatı yiyor, yine de onu muhafaza edemiyor ve ölüyor. Ruhuna karşı ise hakikatın zıddıyla muamele ederek, sadece bir iman ettim demekle yetiniyor ve ruhun gıdası olan amellerde ihmalkârlık yapıyor.

Yalnız mücerred bir imanın ruh binamızı ayakta tutacağı ve onu ebedî saadete kavuşturacağı çok şüphelidir. Bedenimizin çeşitli gıdalarla beslen­mesi gibi, ruhumuzun da sıhhatını muhafazası ve terakki etmesi için birçok gıdalar alması lazımdır. Kur’ân-ı kerîm bütün ayetleriyle ve umum ehâdis-i nebeviye bu gıdaların neler olduğunu bize öğretmiş bulunmaktadır.

İnsan sadece ekmek yemekle iktifa etmediği gibi, sadece namaz kılmak­la da iktifa etmemelidir.

Bir kimse, bedenine ihtimam gösterirken, her âzasıyla alâkadar oluyor ve zararlardan muhafazaya çalışıyor. Meselâ, ayağındaki bir parmağına ehemmiyet vermemezlik etmiyor. Bu parmağa bir arıza geldiğinde bütün kuvvetiyle onun yardımına koşuyor. İnsan bu hassasiyeti ruhu için de gös­termeli ve işlediği hiçbir günahı küçük görmemelidir. Her günahın ruhta açtığı yara, muhtelif ve mütefavit olmakla beraber, en küçük günah dahi, misâldeki parmak yaralanması gibi, ruhu incitmektedir.

Meselenin diğer bir yönünü de yine bir misâlle izaha çalışalım: Bir padi­şahın muhtelif emirleri ve bu emirlere uymamanın da muhtelif cezaları var­dır. Cürümler ve cezalar muhtelif olmakla beraber, bütün cürümlerin müş­terek olduğu nokta, padişahın emrine riayet edilmemesi meselesidir. Bir kimse bu noktada küçük suçları da kendi nefsi itibariyle büyük addetmeli ve sultanın emirlerine itaatsizlikten şiddetle çekinmelidir. Aynen bunun gibi, küçük günahların büyük günahlarla ittifak ettikleri husus, her iki hâl­de de bu kâinatın Mâlik-i Ebedî’si ve Sultan-ı Sermedî’sinin emri hilâfına hareket edilmesidir.Yani, günahın küçüklüğüne değil, günahın kime karşı işlendiğine nazar edilmelidir.

Yukarıda izah ettiğimiz mesele, kendi nefsimizi günahlardan muhafaza için dikkate almamız gereken önemli bir nokta olmakla beraber, başkaları­nın günahlarını bu düşünce tarzıyla değerlendiremeyiz. Müsbet ve menfî bütün fiillerin fazilet ve mahzur; mükâfat ve ceza dereceleri en ince teferru­atına kadar dinimizce tayin ve tesbit edilmiştir.

İşlenen müsbet veya menfî bir fiile terettüb eden bu ceza veya mükâfatı noksanlaştırmak veya çoğaltmak hiç kimsenin haddi değildir. Binaenaleyh, kendi işlediğimiz küçük günahlarımızı büyük görerek sakınmaya çalışabi­leceğimiz hâlde, başkalarının günahlarını ancak dinimizin tesbit ettiği ölçü­ler içinde değerlendirebiliriz.

Mehmed Kırkıncı

Amellerimize Uzanan Düşman Eller

Ağaç olmak isteyen ve olabileceğine de inanan bir çekirdeğin, bu inancı müteakip yapacağı şey derhal bir vadide çalışmaya başlamaktır. İşte böyle bir çekirdek bu çalışması ve gayreti sonunda yeryüzüne çıkıp fidan olduğu takdirde,“Artık ben dal budak saldım; bundan sonra havaya, suya, ziyâya ne ihtiyacım var!..” dese kendini kurumaya terketmiş olur.

Bu fidan böyle demeyip terakkiye devam etse, bir gün ağaç olma maka­mına çıkacaktır. Fakat bu hâlde de kendisini sigortalı zannetmeyecek ve gıdasızlığa terketmeyecektir. Aksi hâlde akıbeti malumdur.

Demek ki, çekirdek ağaç olduktan sonra da yine rızkını almada hassasi­yet gösterecek ve bu hassasiyet onu meyve verme makamına çıkardığında mesele yine de sona ermiş olmayacaktır. Senede yüz tane meyve veren bir ağaçla bin yahut on bin meyve veren bir ağaç müsavi olamayacağına göre, mezkûr ağacın bundan sonra yapacağı şey, meyvelerinin sayısını arttırmak olacaktır.

Meyvelerini arttırmaya çalışan bu ağacın yapacağı diğer ve çok önemli bir iş de bunların muhafazasına dikkat etmektir. Verdiği her meyveyi ayı­lara yediren veya kurtlanmaktan kurtaramayan bir ağaç, bu meyvelerle if­tihar edemeyeceği gibi, bu hâl, onu terakkiye değil, tedenniye götürecektir.

İnsanın mânen terakkisi de bu misâle benzer. Misâldeki çekirdek, her insandaki istidattır. İnsan, bu istidadını sünbüllendirip fidan olmakla, hattâ ağaç olup meyve vermekle kendisinin bu vadide tam olarak yetiştiğini ve artık sigortada olduğunu iddia edemez. İnsan, ne kadar meyve verse, yani ihlâs ile ne kadar ibadet etse ve Allah (C.C.) yolunda ne kadar cihad etse, yine de yaptıklarını az görmeli ve böylece bir taraftan da daha önce elde ettiği meyveleri düşman ellerden muhafazaya çalışmalıdır.

İşte, gıybetin âmâl-ı sâlihayı yiyip bitirmesi hakikatına bu misâlin dür­bünüyle bakılmalıdır.

Bizim meyvelerimizi koparan düşman el, sadece gıybet de değildir. İşle­diğimiz her günahtan riyaya, hubb-u câha, gurura ve temellüke kadar her şey birer muzır hayvan olmakta ve elde ettiği meyveleri ya koparıp veya onları kurtlandırmak suretiyle bizi tedenniye sevketmektedirler.

Bu hâle göre işlediğimiz amellerin veya yaptığımız İslâmî, imanî hizmet­lerin çokluğuna değil, onların ihlâsla muhafazasında muvaffak olup olma­dığımıza nazar edeceğiz. Buna muvaffak olamayan kimsenin hâli, haliha­zırda iflâs etmiş bulunan bir tüccarın hâline benzer. O tüccarın geçmişteki servetiyle iftihar etmesi ne derece mânâsızsa; yaptığı amellerini ihlâssızlıkla elinden kaçıran bir kimsenin o eski amellerine güvenmesi ve onlarla iftihar duyması da o derece faydasız ve mânâsızdır.

Mehmed Kırkıncı

Günahlardan Tövbeyle Arınmak

Yüreğimizin yandığı, gözyaşlarımızın çağladığı anlar vardır. Geçen günleri düşündükçe; ‘Ah keşke böyle yapmasaydım, şunları yaşamasaydım’ dediğimiz, hiç hatırlamak istemediğimiz nice hallerimiz vardır. Ama olan olmuştur. Amel defterimizi yazan melekler, her şeyi kaydetmiştir.

Bu sabah balkonumdaki kumruların hu, hu’sundan içime bir nur doğdu. Çocukluğuma, o günahsız günlere, özlemle uyandım. Duama cevap gelmekte gecikmedi. Sevimli, küçük bir çocuk, oturduğum koltuğun sol yanında başını cama dayamış dışarısını seyrediyor ve hiç olmayacak şeylerin peşinde: ‘Ben bebek olmak istiyorum,’ ‘Allah beni bebek yapsın,’ diyordu. Anne, baba dahil arabanın içindeki herkes şaşkın ve çaresiz. Başını okşadım. O hâlâ söylenmeye devam ediyordu; ‘Bebek, yeniden bebek olmak istiyorum.’

Ah be güzel çocuk! O günlere tekrar dönmeyi kim istemez ki? Allah’ım küçücük dudaklara, büyük lâflar ettiriyorsun. Hiç düşündünüz mü? Allah’ın katında neden özel bir yeri vardır çocukların, ihtiyarların ve hastaların diye. Çünkü âciz ve zayıftırlar. Sevgiye ve şefkate muhtaçtırlar. Dualıdırlar. O büyük hesap gününü, mahşeri düşündükçe yüreğimin yağı eriyor. Hz. Ebubekir’in ve daha nicelerinin sözlerini hatırlıyorum; ‘Keşke bir çocuk olsaydım, keşke toprak olsaydım, keşke bir daha dirilmemek üzere ölseydim de hesaba çekilmeseydim’ diye söylemelerinin hikmetini şimdi anlıyorum. Hesap gününün dehşetini hakkalyakîn duymuşlar, o günü ölmeden önce yaşamışlar.

Allah (c.c.), isim ve sıfatlarıyla tanındıkça, insan marifetullahta ilerledikçe, imtihanı daha da zorlaşıyor. İnsan, bilgisi nispetinde Allah’ı seviyor ve emrini dinliyor. Bazen kalbimizi, ümitsizlik bulutları kaplamaya başlar. Sonra bu tablo birden değişir. Yerini rahmete bırakır. Yağmur gibi kalbimize ümit yağmaya başlar. Rabbimizin rahmetiyle yıkanırız. Günahlarımızdan istiğfarla yıkanıp, tövbeyle temizleniriz. Tövbenin bir şartı da Allah’ın affedeceğine inanmaktır. Rabbimizin o engin rahmetiyle, şefkatiyle çepeçevre kuşatılmışız. O’na sığınırız, O’na güveniriz.

Allah’ım tövbemizi kabul eyle. Küçük büyük, gizli açık günahlarımızı affeyle. Rahmetinden sonsuza kadar ümitvar eyle. Son nefeste de adını yar eyle. Kabirde de imanımı yoldaş eyle. Azabından ve hesabından korkup, çekinenlerden eyle. Suçumu, kusurumu, hatamı günahımı ilk andan bugüne kadar ne varsa defterimde yazılı hepsini itiraf ediyorum. Hepsinin affını rica ediyorum senden. Tövbemin kabulünü bekliyorum. Merhametine güveniyorum. Çünkü Sen Tevvab’sın, Vehhab’sın, Gafur’sun, Settar’sın. Affedici, esirgeyip bağışlayıcı sadece Sensin. Hayra da, şerre de, iyiliğe de, kötülüğe de elverişli yaratılmışız.

Kalbe gelenin iyi ya da kötü olduğunu anlamanın yolunu, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle açıklıyor: ‘Eğer kalpte, kötülüğe karşı belli belirsiz bir fısıltı, gizli bir ses işitilirse, bilmeli ki, o fısıltıyı yapan şeytandır. Gizli ses de onun telkini ve vesvesesidir. Eğer tam zıttı ise, yani gelen ses bizi hakka ve iyiliğe çağırıyorsa o ses melek tarafındandır, Allah’tandır.’

İnsan olarak yaratılıştan nefsimizin arzu ve isteklerine uymaya ve duygularımızı o yolda kullanmaya düşkünüz. Nefis ise, şer ve kötülüklerin kaynağı olan şeytanın aracısı ve bir âletidir. Şeytan, nefsimizi kullanmakla bizi azdırıp, saptırabilir. Rabbimize sığınmakla, samimi ve ihlâslı bir kul olmakla bu tehlikelerden kurtulabiliriz. Tavır ve davranışlarımızın iyi ya da kötü olduğunu en ince noktasına kadar gösteren tek ölçü dinimizin emirleri. Yapılan her çeşit kötülükleri, haksız ve uygunsuz davranışları İslâm dini ‘günah’ ismi altında toplar. Günahlar ise, Yüce Allah’a, kendimize, ve başkalarına karşı olmak üzere üç gruba ayrılır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) herhangi bir tutum ve davranışın günah olup olmadığını Medineli Ensar’dan iki kişinin fazilet ve günah hakkındaki sorularına verdiği bir cevapla belirtmiştir. ‘Fazilet, huy güzelliğidir ve kalbini ferahlandıran şeydir. Günah da içini tırmalayan, rahatsız eden, halkın görmesini ve bilmesini istemediğin şeydir.’

Günahın küçüğüne aldırış etmemek olmaz. Büyük tepeler, küçük taşlardan oluşur. İnancı güçlü bir insan, günahlarının manevî ağırlığı altında ezilir. İmanı ve inancı zayıf olan ise, günahları, burnunun üstündeki bir sinek gibi görür, önemsemez. Başımıza gelen musibet ve fenalıklar insanın hep kendi kazancıdır. Nisa suresi, 79. âyette de; ‘Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her fenalık, kötülük de kendindendir,’ der. Bazen kalbimizi, endişe korku kaplar. Bazen de geçim sıkıntısına düşeriz. O zaman, Allah’a olan inancımızı ve güvenimizi tekrar sağlamlaştırmamız gerekir. ‘Kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır’ (Tâhâ, 124)

Günahlar, insana maddî ve manevî mahrumiyetler getirir. Kalp bunlardan kurtulup aklanmadıkça, ibadetten de bir haz ve bir tad alamaz. Kalbimiz, maddi ve manevî hayatımızı düzenleyen yegâne organımızdır. Bunun içindir ki, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor; ‘Haberiniz olsun ki, bedenin içinde bir et parçası vardır. O iyi olunca bütün ceset iyi olur. O bozuk olunca, bütün ceset de bozuk olur. İşte o et parçası kalbtir.’ (Buharî, c.1, s. 19)

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), ‘Mü’min, bir günah işlediğinde onun kalbinde siyah bir nokta konulur. O, bunu tövbe ve istiğfar ile silip atınca, kalbi o lekeden temizlenir. Eğer günaha dönerse, o noktalar artırılır ve nihayet onlar, o mü’minin kalbini kaplar,’ buyuruyor.

Allah’ım; Seni hakkıyla tanıyamamaktan, sevgili Peygamberimizi (s.a.v.) lâyıkıyla bilip, örnek alamamaktan af diliyorum. Tövbeler ediyorum. Cahillikten, kibirlenmekten, gururdan, hasetten, kıskançlıktan, yalancılıktan, yanlış inançlardan, nefsimin heva ve heveslerine uymaktan, gösterişin her türlüsünden, kendimi beğenmekten, riyadan, amel ve ibadetlerimle gösteriş yapmaktan, tanınmak, görünmek, bilinmek ve şöhret belâsından, vara yoğa kızıp, haksızlık etmekten, kin ve inat gütmekten, Sana sığınıyorum. Bunları bilerek ya da bilmeyerek yaptıysam Senden af ve özür diliyorum. Günahlarıma tövbe ediyorum. Bir daha işlememeye azmediyorum. Affeyle Allah’ım. Affeyle Rabbim. Âmin’ 

Allah’ım; savurganlıktan, cimrilikten, acelecilikten, kötü kalpli olmaktan, sabırsızlıktan, neme lâzımcılıktan, münafıklık etmekten, sui zandan, nefsimin arzularına düşkünlükten, günah işlemekte ısrar etmekten, senden başka bir güç ve kudrete itimat etmekten sana sığınırım. Eğer bilerek ya da bilmeyerek, bu veya bir başka fiili işlemiş isem, hatamı itiraf ediyorum, pişmanlık duyuyorum ve bunu bir kere daha işlememeye azmediyorum. Sana en içten ve samimi duygularla tövbe etmek istiyorum. Kalbimdeki katılığı ve pası sil, gider, Rabbim. Tövbelerimizi kabul eyle Allah’ım. Ne olur Rabbim, kabul eyle. Âmin.

Dünyada da ahirette de yüz karası olacak günahlarla huzuruna gelmek istemiyoruz, bizleri affeyle. Günahlarımızdan kurtulmak için Sana tövbe ediyoruz. Rabbim, senin açık ve kesin emrine uyuyoruz. Sen Kur’an’da öyle buyuruyorsun: ‘Hepiniz, Allah’a tövbe edin ey mü’minler. Tâ ki, korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız.’ (Nur, 31) Allah’ım Seni anmaktan, fiilen, halen, kalben ve tavren, şeytanın gaflete düşürücü vesvese ve tuzaklarından hepimizi uzak eyle.

Allah’ım, insanlığın ilki ve başı dedemiz Hz. Âdem’in ve Hz. Havva’nın Kur’an’da geçen ilk tövbesi ile tövbemizi kabul buyur: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik. Eğer, Sen bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen, herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız.’ (A’raf, 23)

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz de, çok zaman: ‘Allah’ım! Beni bağışla. Tövbemi kabul buyur. Tövbeleri, çok çok kabul eden merhametli Sensin, Sen’ diyerek dua ederdi. Hatta ‘Rabbinizden mağfiret dileyiniz. Sonra, Ona tövbe ile dönünüz. Çünkü benim Rabbim çok esirgeyendir. Mü’minleri çok sevendir’

Hud Suresinin 90. âyetleri nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.v.) her gün yüz kere istiğfar etmeye başlamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) her insanın, hangi hâl ve hangi iş üzerinde bulunurken ölmüşse, ona göre diriltileceğini söylüyor. Rabbimiz de; ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz! Herkes, yarın için, önden ne göndermiş olduğuna baksın! Allah’tan korkunuz! Çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.’ (Haşr, 18) buyuruyor.

İnsanın kusursuz olmayacağı, bir gerçektir. Fakat, kusurunu bilmek ve onu tekrarlamamaya çalışmak da, bir görevidir, meziyettir. Burada kendini hesaba çeken, sorgulayan insan ne bahtiyardır. Hayat muhasebesinde bizi kurtaracak ve ilk baş vurulacak şey, tövbe etmemizdir. Yaptığı kötülüklerden pişmanlık duyan kimse, tövbenin ilk adımını atmış demektir. Peygamberimiz (s.a.v.) pişmanlığın, bir çeşit tövbe olduğunu haber vermiştir. Yaptıklarından hemen tövbe etmeyip onu, geciktiren veya ‘ileride tövbe ederim’ diyenler, şüphesiz aldanmışlardır. Hz. Lokman’ın oğluna ‘tövbeyi geciktirme! Çünkü, ölüm, sana ansızın gelir!’ der. Yüce Allah; Mü’min, münkir bütün kullarının tövbe etmelerini, bağışlanmak için af dilemelerini, rahmetinden ümitsizliğe düşmemelerini istemekte, kendilerinin bütün günahlarını bağışlayacağını bildirmektedir.

‘Bilmeyerek günah işleyen, sonra da tövbe edenler, bağışlanır ve Cennete girerler.’ (Nahl, 119)

‘Tövbe ve iman edip yararlı âmellerde bulunan insanlar, dünya ve ahirette felâh bulur, umduklarına kavuşurlar.’ (Furkan 70-71)

‘Mü’minlerden, kim bilmeyerek bir fenalık yapıp, sonra da ondan tövbe ve nedametle hallerini düzeltirse bilsin ki, Allah muhakkak çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.’ (En’am, 54)

‘Küfürden, zulümden tövbe edip iman ve hallerini ıslah edenlerin tövbeleri kabul olunur.’ (Mâide, 39)

Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘Günahından tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir,’ (İbni Mace, Sünen, c.2, s. 1420) buyuruyor.

İşlenilen günahlardan dolayı edilecek tövbede, dil ile istiğfarda bulunmak, kalb ile pişmanlık duymak, günah işlemeyi bırakmak ve o günaha bir daha dönmemeye azmetmek gerekir.

Tövbe eden kimsenin; yalanı, gıybeti, koğuculuğu, boş boğazlığı bırakması.

Kalbinde kin, hased, düşmanlık duygularına yer vermemesi.

Düşüp kalktığı yaramaz arkadaşlarından ve kötü dostlarından uzaklaşması.

Rabbine ibadetten geri kalmaması ve ahiret hazırlığı yapması… Tövbesinin kabul olunduğunun belirtileri ve işaretleridir.

Sahabeden Abdullah b. Ömer ‘İşlediği günahı hatırlayarak kalbine korku düşen kimse, günahlarının silineceğine emin olsun’ demiştir. Bu gibi insanlara sevgi göstermek, tekrar aynı yola düşmemeleri için dua ve temennide bulunmak görevimizdir. Bu da bir yardımdır. Günah, Allah (c.c.)’a, insanlara ve kendimize karşı olmak üzere üç gruba ayrıldığı gibi, tövbeyi de, Allah’a karşı işlediğimiz günahlardan tövbe, başkalarına karşı işlediğimiz günahlardan tövbe diye gruplandırabiliriz.

Allah’a karşı işlenilen günahlar; İmana, itikada dair günahlar ve âmeli yani ibadete yönelik günahlardır. Her iki kısım günahın da büyük ve küçük olanları vardır.

İtikadla ilgili günahların en büyüğü: Zâtında ve sıfatlarında yüce Allah’a şerik ortak koşmak, yahut Allah’ı inkâr etmektir.

Dünyada, bu günahtan kurtulmanın, arınmanın yolu: Müşrikliği ve imansızlığı bırakıp Allah’tan af dileyerek tövbe etmek, Allah’ı, şeksiz, şüphesiz var ve bir bilmektir. Dünyada bu şekilde tövbe ve iman etmeyenleri, Rabbimiz asla, bağışlamıyor, temelli azapta bırakıyor. Allah’ın ‘Yapınız!’ dediğini, yapmamak, ‘Yapmayınız!’ dediğini yapmak suretiyle işlenilen günahlar, dünyada iken tövbe ve pişmanlık duymakla, Allah’a yalvarıp yakarmak, O’nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmakla bağışlanıyor. İşlenmiş olan günahlardan tövbe edilmekle birlikte, o günahların sayısı kadar hayr ve hasenat da, işlemenin gayreti içinde olmalıyız.

Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’inde: ‘Çünkü, haseneler, günahları giderir’ (Hud, 114) buyurduğu gibi, Peygamberimiz (s.a.v.) de, işlenilen bir günahı yok etmesi için onun arkasından hemen bir hasenenin, bir iyiliğin işlenmesini tavsiye buyurmuştur. (Münzirî, Ettergibu vetterhib, c.4, s. 109)

Kendimize karşı işlediğimiz günahlar, Allah ile kul arasında kalan günahlardır. Bu çeşit günahların tövbesi; dil ile istiğfarda bulunmak, kalb ile pişmanlık duymak, onları, bir daha işlememeye niyet ve azmetmektir. Başkalarına karşı işlediğimiz günahlardan tövbeye gelince. Bu, kul haklarına girdiği için, hepsinden daha önemli ve daha ağırdır.

Kul hakları: Mala, cana, ırz ve namusa, aile mahremlerine ve dine dairdir. Malla ilgili haklardan doğan günahlardan kurtulmanın ve arınmanın yolu; tövbe ve nedamet ederek o malı veya bedelini mal sahibine ödeyip helâllaşmak, Eğer hak sahibi kaybolmuş veya ölmüşse, o malı veya bedelini hak sahibinin varislerine ödemek. Varisleri yoksa onu, hak sahibi hesabına sadakalar vermek, Allah’tan da af dilemektir. Tasadduk edecek mala sahip olmayanların, ahirette hak sahibini razı edip, hakkından vazgeçirmesi için yüce Allah’a yalvarıp yakarmaktan, ağlayıp sızlanmaktan başka çareleri kalmamış demektir.

Gıybet ve iftira etmek, sövüp saymak, hakaret etmek, dövmek veya dövdürmek, Aile mahremlerini açıp, öğrenmeğe çalışmak, küfür ve dinsizlik isnad etmek.. gibi, ırz ve namusa, nefse, aile mahremlerine ve dine taalluk eden haklardan doğan günahlardan kurtulmanın, arınmanın yolu: Bu konuda sarf edilmiş olan sözlerin, yapılan hareketlerin tamamıyla asılsız, yersiz ve haksız olduğunu, hak sahibinin huzurunda itiraf etmek, hakkını helâl etmesini ondan dilemektir. Hak sahibinin gıyabında işlenmiş olan günah, kendisine açıklandığı takdirde, bir fitne ve fesad kopmasından korkulacak nitelikte ise, onu açıklamamak, fakat meclislerde, toplantılarda, dostları ve yakınları arasında, hak sahibinin iyi ve güzel huylarını anmak suretiyle daha önce onun hakkında söylemiş olduklarını geri almak, ahirette de, onu razı ederek hakkından vazgeçirmesi için yüce Allah’a yalvarıp yakarmak, ağlayıp sızlanmak, istiğfar etmek, hak sahibi adına hayr ve hasenat yapmaktan ve herkese iyi davranmaktan geri durmamak. Hakkına tecavüz edilen kimse, ölmüş, yapılan zulüm de, dil ve el ile yapılmış ise, o kimseyi rahmetle anmak, onun çoluğuna çocuğuna iyiliklerde ve iyi muamelelerde bulunmak gerekir.

Şüphe yok ki, yüce Allah, kullarından kusurlarını itirafla tövbe edenlerin tövbelerini kabul ve günahlarını afveder. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: ‘O, kullarından tövbeyi kabul eder. Günahlardan (tövbe edenleri) af buyurur ve bütün yaptıklarınızı bilir.’ (ŞÃ»ra, 25) Yeter ki, kul, yüce Allah’a açık bir kalble yönelmesini, ‘Aman ya Rabbi’ demesini bilsin. Yüce Allah, tövbe eden kullarını bağışladığı gibi, onları, günahlarının ağırlığı, ayıbı ve utancı altında da, bırakmaz.

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bakınız ne buyuruyorlar:

‘Yüce Allah, tövbe eden kullarını bağışladığı gibi, onları, günahlarının utancı ve ağırlığı altında da bırakmaz.’

Bir diğer hadislerinde ise:

‘Yüce Allah, tövbe eden ve tövbesi kabul olunan kimsenin amelini yazan meleğe, onun günahını unutturur. Onları işleyen azaya da, işlenen yere de unutturur. O kimse, aleyhine şehadette bulunacak hiçbir şey ve hiçbir kimse bulunmadığı halde mahşere gelir!’

Böyle olanların, Kıyamet gününde amel defterlerine bakıp, baş tarafında günahlarını, sonunda da, hasenelerini yazılı bulacakları, defterlerinin baş tarafına tekrar baktıkları zaman, tamamının hasenelerden ibaret bulunduğunu görecekleri de, ayrıca bildirmiştir. (Munziri-Ettergibu vetterhib c.4 s.94-95)

Yüce Allah da, bu hususta şöyle buyurur: ‘Ancak, tövbe ve iman edip iyi amellerde bulunan kimseler müstesnadır. İşte, Allah, onların günahlarını sevaplara çevirir. Allah, çok bağışlayıp, affedici ve çok esirgeyicidir.’ (Furkan, 70)

Rabbim, Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) dünyamızı şereflendirdiği günler ve aylar hürmetine hepimizin günahlarını affeylesin. Dünyada ve ahirette afiyetler ihsan eylesin. Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin. Sonsuza kadar salâtu selâm Peygamberimizin (s.a.v.) üzerine olsun. Âmin.

 Selim Gündüzalp

Devam eden günahın küfürle ilişkisi

Hastalar Risalesinin Sekizinci Devası’ndaki şu cümleyi her okuyuşumda dehşete kapılırım: “Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır.”

Birbirinin tamamlayıcısı bağlamında İkinci Lem’a’daki “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.” anlamındaki kırmızı çizgiyi işaret eden bir başka ikaz.

Habbe’deki “Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır.”son uyarı ile uçurumun kenarı gösterilir. Dehşetinden Allah’a sığınılan ahirzamanın fitnesi o kadar dehşetli ki nefse hâkimiyet neredeyse imkânsız hâle gelecek. O fitneler, nefisleri kendilerine çekip, meftun ederek tiryaki edip bağımlı hâle sokar ve zaten çokları da zevk aldıkları için ihtiyar ve iradesiyle günahı işlerler.

Ahirzamanda yüzlerce müfsidin karşısındaki iradeyi çok çetin bir imtihan beklemektedir.

İşte bunların en dehşetli ikilisi: Fıtraten kendi güzelliğini göstermekten zevk alan kadın ile buna cevap veren fıtraten güzel düşkünü erkeklerdir. Burada irade baskın bir şekilde ifsat edilmektedir.

Bu nasıl olmaktadır?

Günah ve harama hassasiyetin kırılmasıyla ilk delik açılmaktadır. Bir başka ifadeyle günahın tahrip ediciliğini ilk yalanda, ilk şüphede ve ilk haramın örseleyiciliğinde aramak lâzımdır. Dolayısıyla bir lokmada, bir kelimede, bir danede, bir işarette, bir öpmekte batmamak çok ehemmiyetlidir. Yalan bir söz doğru sözden daha cesaretle söyleniyorsa tehlike uçurumunun kenarına gelinmiş demektir. Haramın çekim alanına girildikten sonraki süreçte irade, kalb ve aklın değil nefsin sözünü dinler.

Sonrasında neler olur?

Tiryakisi olduğu kötü alışkanlık, zevk kaplı acılarla devam ederken işlenen her bir günah kalbi karartır. Ülfetle devam eden alışkanlığın terkine imkân bulamayınca işlediği günahın cezayı gerektirmediğini ifade ederek sıradanlaştırmaya başlıyor. Başkalarının da yaptığını ifadeyle yaygınlaştırıp teşmil ediyor. Vicdanı, yaptığından rahatsız olduğu için nefsi kaçamak yollar ararken işlediği günahından başkasının haberdar olmasının getirdiği sıkıntı ile her an kendisini takip eden meleklerin varlığı ağır gelerek inkâra bahane arıyor. Yaptığı hatasının cezası anlamındaki bütün dehşetiyle kendisini bekleyen cehennemin reddine gider. Nihayet bunların sorumlusu olarak emir ve yasakların koyucusu olan Allah’a önceleri gizli sonrasında aleni düşmanlık ve inkâra varan son ile noktalar.

Günah, hem dünya ve hem de ahirette daimî hastalık kaynağı olduğu ve bu hastalığa yakalanan kişinin kalbi, vicdanı ve ruhu da muzdariptir. Dünyası da ukbası da rahat değildir.

Haftaya çaresini konuşalım inşaallah.

Mehmet Çetin

Günahların Cezası Neden Bu Kadar Ağır?

Biz ne cennetteki lezzetlerin ne de cehennemdeki azabın durumunu aklımızla bilecek durumda değiliz. Bizim bu konudaki yegâne bilgi kaynağımız, ayet ve hadislerdir.

O halde, Kur’an’ın ve sahih hadislerin açıkça ifade ettikleri cennetteki lezzetin ve cehennemdeki azabın varlığına olduğu gibi inanmak imanın bir gereğidir.

– İbadet, Allah’ın isteklerini yerine getirmek ve sakındıklarından da uzak durmak demektir. Buna göre, Allah’ın her emrini terk etmek Ona bir isyan olduğu gibi, her yasağını işlemek de Ona bir isyandır.

Elbette, Alemlerin Rabbine karşı işlenen bir suçun cezası ona göre olacaktır.

– Bu sorunun cevabını Bediüzzaman hazretleri 23. Lem’a isimli eserinde vermektedir. Bizler bu cevabı biraz şerh ederek vermeye çalışalım:

Cenab-ı Hakk’ın, namazı ve ibadeti terk edenler hakkındaki şiddetli tehditleri ve dehşetli cezalarının sebebi şudur:

Nasıl ki bir padişah, halkının hukukunu muhafaza etmek için, halkın hukukuna zarar veren bir adama, hatasına göre, şiddetli bir cezaya çarptırır. Ta adalet gerçekleşsin halkın hukuku muhafaza edilsin.

Aynen bu misal gibi, ibadeti ve namazı terk eden adam da, mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevi bir zulüm eder. Cenab-ı Hak da onun bu tecavüzüne ve manevi zulmüne bir ceza olarak cehennemde ona şiddetli azap eder. Ta ki mahlûkatının hakkı ve hukuku muhafaza edilsin ve adalet yerine gelsin.

İbadeti ve namazı terk eden kişinin mahlûkatın hukukuna tecavüzü ve manevi zulmü şöyle olur:

Mevcudatın kemali ve kıymeti, sanatkârları olan Allah’a bakan yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. Yani her bir mahlûk kıymetini, Allah’ın sanatı olması ve Allah’ı tesbih edip O’nu zikretmesiyle kazanır.

İbadeti terk eden kişi ise, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih etme noktasında yüksek makamda bulunan o mahlûklar aşağıya düşerler ve birer başıbozuk derecesine inerler. Her biri, Rabbini tesbih eden birer müsebbih ve O’nu zikreden birer zâkir iken, kıymetsiz ve ehemmiyetsiz bir vaziyet alırlar.

Ayrıca her biri birer ilahî mektup ve Allah’ın güzel isimlerinin birer aynası olan o mevcudatı, ehemmiyetsiz, vazifesiz, cansız ve perişan bir vaziyette telâkki eder. Bu telakki ile de mevcudatın kıymetini tahkir eder, onların kemalatını inkâr eder ve onların hukukuna tecavüz eder.

Zira ibadet etmeyen bir kişinin nazarında, “Hak, Hak” diyerek Rabbisini tesbih eden leyleğin kelimeleri “Lak, lak”tır. O, leyleğin “Hak, Hak” tesbihini “Lak, lak” zanneder. Çünkü herkes kâinatı kendi aynasıyla görür. Cenab-ı Hak her insana, bu âlemden hususî bir âlem vermiştir ki, o âlemin rengi, o insanın kalbi itikadına göre boyanır.

Mesela, gayet hüzünlü ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve hüzünlü suretinde görür. Gayet sevinçli, neşeli ve neşesinden gülen bir adam ise, kâinatı neşeli ve güler görür. Tefekkür eden ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden kişi ise, mevcudatı ibadette ve tesbihte görür; onların ibadet ve tesbihlerini bir derece keşfeder ve anlar.

Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam ise, mevcudatı ibadetsiz, başıboş, vazifesiz ve perişan bir surette tevehhüm eder ki, işte bu tevehhüm, mahlûkatın hukuklarına bir tecavüz ve manen onlara bir zulümdür. Cenab-ı Hak da bu zulmün hesabını ahirette onlardan sorar ve mahlûkatının haklarını onlardan alır.

Şimdi şöyle bir düşünelim: Siz camide namaz kılarken ya da elinizde tesbih Allah’ı zikrederken birisi gelse ve size bakarak şöyle dese: “Bu adam da burada boş boş ne diye duruyor? Hiçbir şey yapmadan zamanını zayi ediyor…” Bu sözler sizi ne kadar kızdırır ve hemen ona karşı dersiniz ki: “Ben boş boş durmuyorum, ben Rabbimi tesbih ediyor ve onun azameti karşısında secdeye gidiyorum. Onu zikrediyor ve emrettiği namazı kılıyorum…” Bu sözleri söyledikten sonra da ondan hakkınızı almak için adaletli sultanın kapısına gider ve sizin hakkınızdaki su-i zannı sebebiyle o kişiden hakkınızın alınmasını istersiniz.

Aynen bu misal gibi, namaz kılmayan ve ibadeti terk eden kişi de bütün mahlûkatı başıboş ve vazifesiz bilir. Onların zikir ve tesbihlerini inkâr eder; yaptıkları ibadetleri reddeder ve bu cihetle onların hukukuna tecavüz eder. Onlar da bu adam hakkında adeta Cenab-ı Hakk’a şöyle derler: “Ya Rabbi! Biz seni tesbih ve zikir ediyor idik, bu kişi bizi vazifesizlikle itham etti. Bizim zikrimizi ve ibadetimizi inkâr ederek bize iftira etti. Bizlerde tecelli eden güzel isimlerine göz kapayarak bizi kıymetsizlikle itham etti. Sen bizim hakkımızı bundan al.” Cenab-ı Hak da mahlûkatının bu duasına icabet eder ve onların hakkını o namazsız kişiden alır.

Şimdi şunu hayal edelim: Namaz kılmayan kişi, yaşadığı o dakikada ve o saniyede bütün mahlûkların hukukuna beyan ettiğimiz şekilde tecavüz ediyor. Ve o dakikadaki manevi zulme uğrayan bütün mahlûklar da ondan hak talep ediyorlar. Mahlûkatın sayısını ve namazsız kişinin aleyhinde açılan davaların çokluğunu bir hayal edelim…

Bir de namazsız ve ibadetsiz bu kişinin, bu tecavüzü ve manevi zulmü hayatının her dakikasında yaptığını ve işlediği suçu daima tekrar ettiğini düşünelim. Suçların tekrarı ile davalar da elbette çoğalacaktır. Her bir zerre, her bir çiçek, her bir böcek ve sayılarla ifadesi mümkün olmayacak kadar çok mahlûkat, namazsız adamın, her dakikasında hatta her saniyesinde işlemiş olduğu bu zulümler sebebiyle onun aleyhinde dava açacak ve haklarının ondan alınmasını Mevla-yı Teâlâ’dan dileyeceklerdir.

Acaba bu kadar çok dava neticesinde, namaz kılmayan kişinin göreceği şiddetli azap adaletin ta kendisi olmaz mı?

Namaz kılmayan kişinin dehşetli bir cezaya çarptırılmasının bir diğer sebebi de şudur:

İnsan kendi kendine malik değildir. O, kudreti nihayetsiz ve ilmi sonsuz olan Allah-u Teâlâ’nın bir kuludur ve mahlûkudur. Kişi namazı terk etmekle, Allah’ın mahlûku ve bir kulu olan kendi nefsine zulmeder. İbadet için yaratılan azalarını, ibadette kullanmadığı ve kıymetsiz fani işlere sarf ettiği için, Allah-u Teâlâ, o kulunun hakkını onun nefs-i emmaresinden almak ister ve bu sebeple onu dehşetli tehdit eder. Adeta Allah-u Teâlâ, kulunu nefs-i emmaresine karşı korur.

Namaz kılmayan kişinin dehşetli bir cezaya çarptırılmasının bir başka sebebi de şudur:

İnsan, yaratılışının neticesi ve fıtratının gayesi olan ibadeti terk ettiğinde, Allah-u Teâlâ’nın hikmetini inkâr etmiş ve O’nu abes iş yapmakla itham etmiş olur. Bu da şiddetli bir cezaya onu müstehak eder. Bu meseleyi bir misalle şöyle anlayalım:

Bir usta milyonlar masraf yaparak son model bir araba yapsa ve bu arabadan maksadı insanları seyahat ettirmek olsa, sonra sizler bu arabayı alarak onu tavuklara kümes yapsanız; acaba bu hareketinizin lisan-ı haliyle şöyle demiş olmaz mısınız:

Bu arabayı yapan usta boşuna bu kadar masraf yapmış. Bu araba kümes olmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Ben de onu layık olduğu işte kullandım ve kümes yaptım…

İşte sizin arabayı kümes yapmanız, hem arabanın kıymetini inkâr etme hem de arabayı yapan ustanın hikmetsizliğini kabul etme manasına gelmektedir. Arabayı kümes yapmak, lisan-ı haliyle bu manayı taşımaktadır.

Yine bir usta düşünelim…

Bu usta zamanı göstermesi için bir duvar saati yaptı ve size hediye etti. Saatin lisan-ı halinden anlaşılır ki, bu saati yapan ve size hediye eden usta, bu saatle zamanı bilmenizi istemektedir. Saati yapmasının maksadı ve gayesi budur. Eğer siz şimdi bu saati alarak, onu tepsi gibi kullansanız, saati yapan ustaya hakaret etmiş olmaz mısınız? Saati tepsi gibi kullanmanızın lisan-ı haliyle şöyle demiş olmaz mısınız:

Bu saat tepsi olmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Bu saati yapan usta abes bir şey yapmış ve boşuna bu kadar masraf etmiş…

İşte sizin saati tepsi yapmanız, hem saatin kıymetini inkâr etme hem de saati yapan ustanın hikmetsizliğini kabul etme manasına gelmektedir. Saati tepsi yapmanın lisan-ı hali bu manayı taşımaktadır.

Aynen bu misaller gibi, her biri milyonlar kıymetinde olan şu cihaz ve azalarımız da ibadet etmemiz için yaratılmıştır. Kim gözünü, dilini, kulağını ve diğer aza ve cihazlarını, ibadetten çevirir ve onları sadece şu fani dünyanın işlerinde kullanırsa, misalimizdeki adam gibi lisan-ı haliyle şöyle demiş olur:

“Bu aza ve cihazlar boşuna verilmiş, bunların hiçbir vazifesi yok, bu yüzden ben de bunları kıymetsiz ve fani olan dünya işlerinde kullanıyorum. Bu cihazlara bu kadar masraf yapan usta da çok hikmetsiz bir iş yapmış, kısa bir ömür için bu kadar masraf yapmış…”

İşte kendisine verilen vücud, aza ve cihazlarını sadece bu fani dünyaya sarf eden kişi, Allah-u Teâlâ’nın hikmetine böyle ilişir, O’nu abes ve boş iş yapmakla itham eder.

Elbette bu kusurun cezası da ancak cehennemim şiddetli azapları olabilir.

Elhasıl:

İbadeti terk eden kişi ilk önce kendi nefsine zulmeder. Zira vücudu Cenab-ı Hakk’ın kulu ve mahlûkudur.

Sonra kâinatın hukukuna karşı tecavüz eder. Onların kıymetini hiçe indirip, vazifesizlikle ve başıboşlukla onları itham eder.

Ve daha sonra da hikmet-i ilahiyeye karşı saygısızlık ve edepsizlik eder.

Bu kusurları sebebiyle de dehşetli bir tehdide ve şiddetli bir cezaya müstahak olur.

Sorularlaİslamiyet