Etiket arşivi: güzellik

Birtek Güzellik yetmez, diğer kriterlere bak!

 Ünlü işadamının birinin eşi, dünya güzeli bir kadınmış.

Kültürü, neşesi, ev sahibeliği, fiziği, sosyal ilişkileri, benzeri güç bulunur güzelliğe sahip, “şahane bir kadın” diye tanınırmış. Bu güzide çiftin boşanacakları haberi çıkınca ülke, bu haberle çalkalanmaya başlamış.

Yakın arkadaşları bir cesaret bulup, bu ünlü işadamına konuyu açmışlar:

– “Eşiniz, ülkemizin en güzel, en beğenilen, en gıpta edilen bir kadını.” Diye başlamışlar söze. Lâfı birbirinin ağzından alarak dakikalarca övdükten sonra, sözü şu suale getirmişler.

-Nasıl olur da ondan ayrılmayı düşünebilirsiniz?

Ünlü işadamı bacağını uzatarak:

– Şu çizmelerimi beğeniyor musunuz? Önce onu söyleyin bana. ..demiş.

– Çok güzel, hârika, süper kaliteli! ..v.b. cevaplar vermişler.

İşadamı devamla:

– Cins bir tay derisinden yapılmıştır. Yumuşacıktır. Sicilya’nın en marifetli çizmecisi tarafından, kendi eliyle, benim için özel yapılmıştır. Bir benzerini, bu kıtada bile bulamazsınız…

– Belli, kalitesi ortada. ..demiş arkadaşları, devamla, “Benzersiz derken haklısınız da, ama bunun, bizim sualimizle ne alakası var?” diye sormuşlar.

Arkadaşlarının merakını şu iki kısa cümleyle gidermiş:

Ayağımı çok sıkıyor. Bunları da değiştirmek zorundayım…

***

Evet; insanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan gözdür ama insanı insan yapan ağızdan çıkan sözdür, güzel ahlâktır, temiz ve ahlaklı soyu, Dîni ve uyumlu davranışlarıdır.

Eş adayı; neslimizin sağlıklı, ahlâklı ve imanlı yetişmesi için, gözü dışarıda olmayan, evine ve ailesine bağlı, güvenilir bir kişiliğe sahip olmalıdır.

· Gelin adayının ek bir meslek sahibi olması elbette çok iyidir, fakat asla o çalışmak zorunda bırakılmamalıdır…

Gelin; sadece evinin hanımı olmalı, kocasını “evdeki huzura kavuşması için, günü iple çeker hâle getirebilecek” niyet ve kabiliyette olmalıdır. Bu konuda eğitimli, bilgili ve becerili olmalıdır. Pek güzel olmadıkları halde, bu konuda çok başarılı olanların sayısı hiç de az değildir. Dış güzellik geçici, fakat iç güzellik kalıcıdır.

· Evliliğin en güzel meyvesi nesildir, evlâtlardır ve torunlardır. Kadını da dış işlerde çalışmaya mecbur bırakmak, böyle mutlu bir aile yapısına kavuşulmasına en büyük bir engeldir. Önce eşler arasında, (kıskançlıklar, birbirilerine ait sorumlulukları ihmal etmeler, diz boyu eksiklikler, birbirini suçlamalar, evlâtları ihmallerden dolayı maddi ve manevî hastalıklar v.b. gibi) ciddi sorunlar başlar.

Sonra evlâtların ahlâkı elden çıkar ve huzursuzluklar da zirveye çıkar. Böyle çocuklardan da nasıl torunlar geleceğini tahmin etmek, hiç de zor değil!…

· Geriye dönüp bakıldığında, belki de mal-mülk ve para elde edilmiş olur fakat huzursuzluklar, mutsuzluklar en önemlisi de kahredici pişmanlıklar elde kalır.

O kazanılan mal-mülk ve paralar harcanmaya başlanarak maddi ve manevi hastalıklara çareler aranırken, onlar da tükeniverir.

· Elde sadece acı pişmanlıklar, günah ve vebal yükleri kalır. Neticede de altında ezilerek kazandığınız hastalıklarla boğuşurken, neslinizin işlediği günahları izleyerek, sınavı kaybetmenin azabı ve ıstırabı içinde, âhiret yolculuğunuz başlayıverir… (Aşağıdaki ayetin bir nevi meali.)

Bundan sonraki akıbetimizi kurtarmak için, fabrikalarımızı, yazlıklarımızı, villalarımızı, lüx arabalarımızı ve çil-çil altınlarımızı tasadduk etsek bile, hiç bir işe yaramayacaktır.

· Çünkü bunların hepsi bizlere, zamanında ikaz edilmişti…

44. Sûre, 39. Âyet: (Ey Resulüm!) Sen onları, o hasret ve pişmanlık günü hakkında, o haklarında ilâhî hükmün yerini bulacağı günü anlatarak uyar. Çünkü onlar bir gafletin içine dalmış oldukları halde ve henüz (gerektiği gibi) iman etmemişken (bakarsın) iş olup bitmiştir…

Allah Resulünün de bu emir gereği olarak, bizlere binlerce kez haykırdığı ve hatta yalvardığı ortadadır.

Bizler ise “..ehh, iş, güç, okul, parti, maç ve çeşitli meşru meşguliyetler” derken, bu haykırışları duyamadık. Duysak da pek önem veremedik.

Bir süre sonra önem versek de, başlangıçta iyi bir planlama yapamadığımız için, birçok fırsatları elimizden kaçırıverdik…

Evet; her konuda planlama çok önemlidir.

Başlangıçta açıyı bir derece bile hatalı çizersek, uzun iki çizginin arasındaki açıklık giderek artacağından, gereksiz alan da artacaktır.

İşte bunun içindir ki:

Mutlu bir evlilik ve huzurlu bir ÂKIBET için, evlenmeden önce yukarıdaki kriterlere çok önem verilmelidir. Vesselâm…

Risale-i Nurdan TAÇ:

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gâyesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na îmân edip ibâdet etmektir. (İnsan her zaman, işte bunun idraki içinde olmalıdır.)

Ebedi ömrün önündedir. O ömrü bakide (Âhirette) göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Her kim hayat-ı fâniyeyi (Dünya işlerini) esas maksad yapsa, zahiren (görünüşte) bir Cennet içinde olsa da, manen (iç âleminde ve âhirette) cehennemdedir…

Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme…

 A. Raif Öztürk / moralhaber.net

Kur’an ve Güzellik

Bediüzzaman Kur’an ‘ın beyanında güzel bir selaset bulur. Selaset akıcılık demektir. (Sözler)

“Kulleinictimaatülinsüvelcinnüalaenyatübimisli hazelKur’an laayütuna bimislihi velevkanebadühümlibadin zahira” “De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.) Yukardaki ayetin meali budur.

Bediüzzaman buna güzel kelimesini idhal ederek kendi vechindeki manayı izah eder. “O sûretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzîr edemez benzerini yapamaz, demektir. Hem, edememiş ki, gösterilmiyor.”

Eserlerinin güzelliği de kendine ait değil Kur’an‘a aittir. “Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.” Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân’ın güzelliği namına, Sözler namındaki aynalarının güzelliklerini ve o aynadarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır(Barla L)

Bediüzzaman Kur’an‘ın üslubundaki güzelliklere işaret eder. Kur’ân’ın üslubunun o kadar acîb bir cemiyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur’ânîyi(Kur’an ın çevreleyici denizini) içine alır; birtek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır. İşte şu, i’câzkârâne îcâzdan(insanı acze düşüren özetleme) büyük bir lûtf-u irşâddır ve güzel bir teshîldir. Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmele’de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.

Meselâ,”Ve min ayatihi halkıssemavatı velardı vehtilafi elsinetiküm ve elvaniküm “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 22.)

Evet, bir sanatlı ve hikmetli yaratan yaratıcıya şehâdet eden alemin sayfalarının birinci derecesi, semâvât ve arzın yaratılışlarının aslıdır; sonra gökleri yıldızlarıyla süsleme ile zeminin canlılarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshîriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deverânı içindeki işlerinin zinciridir. Daha gele gele tâ kesretin en ziyâde intişâr ettiği mahâl olan sîmâların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar; mâdem ki, en ziyâde intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına mâruz olan ferdlerin sîmâlarındaki teşahhusâtta, farklılığa hayret verici bir hikmetli bir intizam bulunsa, üzerinde gayet san’atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları görünür olan sâir sayfalar kendi kendine anlaşılır; Nakkaşını gösterir.

Hem mâdem, koca semâvât ve arzın yaratılışın aslında sanat eseri ve hikmet görünüyor; elbette kâinat sarayının binâsında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczâlarında sanat eseri , hikmetinin nakşı pekçok görünür. İşte şu âyet, gizliyi gösterir açık hala getirir, açık görüneni de gizleyerek , gayet güzel bir az sözle çok şey söylemiş, yapmış olur. “(Sözler)Bediüzzaman Kur’an’ın güzelliklerini anlatırken Rum suresindeki ayetin muhitini çizer , ayetin ana hatlarını verdiği güzelliğin arasını doldurur, harika anlatımlar ve tasvirler gerçekleştirir. Ayet’in göklerin ve yerin yaratılışları, renklerin ve seslerin farklılığı gibi üç şeyinin arasını yaptığı güzel anlatımlarla harika bir tefsir yapar, işin hakikatını anlatır.

İşte Bediüzzaman’ın açtığı ve tafsil ettiği bu hakikatı Kur’an gizliyi açık ve açığı gizli olarak anlatımla az sözle çok şey ifade etmiştir. İşte açma gizleme, gizleme açmalar ve Bediüzzaman’ın ayette ana hatları söylenmiş bu hakikatleri güzelce tafsil etmesi hepsi gayet icazlı bir güzelliktir. Burada güzellik yine farklı bir yönden anlatılmıştır.

Bediüzzaman’ın güzel kelimesi ile yaptığı estetik değerlendirmeler farklılık arzeder.Kur’an’ın bir suresi kainatı içine alan Kur’an’ın ihatalı okyanusunu manasına dahil eder. Bir ayette bütün bir Kur’anı yansıtan hakikatler, durumlar vardır. Bu camiiyyettir, çok büyük muhtevanın küçük bir metne dahil edilmesidir onda özetlenmesidir, birtek ayet bir sürenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır. Bu birbiri içinde olmak bir güzelliktir, simetri , geometri, matematik gibi kolay bir güzellik değildir. Bunu Bediüzzaman i’cazkarane icaz olarak tanımlar.Mucizelik gösteren bir özetleme , bu Allah’a has anlatım mucizesidir, bunun yanında Bediüzzaman bu durumu “lutf-ı irşad” ve ”güzel bir teshil” kolaylaştırma olarak niteler. İzah eder, Allah’ın insanlara yön göstermesini bu kolaylığını ve lutfunu.

Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmele’de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.”(Sözler)

Kur’ân, kâh olur Allahın yarattıklarını bir tertiple zikreder, sonra o mahlûkat içinde bir nizam, düzen , bir mîzan, bir denge olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güyâ bir şeffâfiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misâl tertibinden, cilvesi bulunan Allah’ın isimlerini gösteriyor. Güyâ o anlatılan mahluklar, kelimelerdir; şu esmâ, onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hulâsalarıdırlar. Mucizat-ı Kur’aniye’nin İkinci Ziya‘sında sekiz ayet nakleden Bediüzzaman, “dünyanın dünyaya bakan yüzünün çirkinliğini, ahirete bakan yüzünün ise güzelliğini anlatır. İşte Kur’ân’ın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı şu esâsa göre gider, hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar gösterir, çirkin dünyayı ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir, hakiki hikmeti ders verir, kâinat kitâbının mânâlarını tâlim eder. Hurufât ve nukuşlarına az bakar; sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufâtın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyâtta sarf ettirmiyor.”(sözler) Bediüzzaman güzel kelimesini birkaç defa tekrar ettiği cümleler kurmaktan özel bir haz duyar. Bu kelimeye ruhsal bir yakınlığı vardır.

Kur’an her şeye güzel bakar. “Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem, her biri birer harf-i mânidar olan mevcudâta mânâ-i harfî nazarıyla, yani, onlara Sâni hesâbına bakar; “Ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir sûrette Sâniin cemâline delâlet ediyor” der. Ve bununla, kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.“ (Sözler)

Kur’an ile ilgili ifadelerini de kur’an güzelleştirmiştir, “”Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.” Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân’ın güzelliği namına, Sözler namındaki aynalarının güzelliklerini ve o aynadarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.”(Mektubat)

Edebi eserlerden farklıdır Kur’an “Kur’ân’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kàbil-i temyizdir.” (Mesnevi)

Önceki mukaddes kitapların güzelliklerini almış bir kitaptır.“Zira Kur’an, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tadil ve tekmil edicidir.( İ. icaz )

Prof. Dr. Himmet UÇ

Sadece Hak vardır, Ne Güzel!

BAZEN HİKMETLİ olduğu zannıyla söylenmiş, insanı ümitsizliğe sevk eden sözler okuyorum. “Alemde vefa yoktur” gibi. İlk anda tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. İçini acıtıyor. Önceleri bu silleyi tedip sillesi sanırdım, nefsimize vuruluyor addederdim, ancak şimdi anlıyorum ki insanın asıl içini sızlatan şey söylenen sözün içindeki esma-i ilahiye zıt oluşu. Bu zıtlık cehennem azabı gibi bir acı doğuruyor. Söylenene inandıkça daha da bedbaht oluyorsunuz.

Neler söylüyorlar? “Aşk diye bir şey yoktur”. “Bu dünyada adalet yoktur” ila ahir. Söyleyenlerin niyetini anlamakla birlikte bu sözleri maksadını aşmış buluyorum. Öncelikle bir şeyi yerli yerine koyalım. İnsan tümüyle var olmayan bir şeye varlık kisvesi giydirmez, yoku var etmez. Yahut tümüyle batıl bir şeye tutunmaz. İnsanın tutunduğu herşeyde bir dane-i hakikat bulunur. İnsanın sezgileri latifeleri tümüyle yanılmaz. Bu yüzden hiçbir söz tümüyle yanlış değildir, hiçbir insanın inancı tümüyle batıl değildir.

Sufiler Hak ismini izah ederken şöyle derler. Hak Allah’ın alemdeki zuhurudur. Hangi isimle nereden zuhur ederse etsin, zuhur eden Hak’tır. Bu yüzden biz Allah’ın Zât’ını değil Hakkı bilebiliriz. Çünkü zuhur edendir Hak. “Her şeyi Hak üzere yarattık” demenin anlamlarından biri de budur.

Varlıkta ortaya çıkan herşey Hak’tan zuhur edince. Aslında batıl yoktur. Hakkın zuhurunu algılayamadığımızda verdiğimiz bir isimdir batıl. Yukarıda sözünü ettiğimiz anlamda görebilen göze herşey Hak’tır. Bu isim açıklaması bile sufilerin herşey Allah’tır demek istemediklerini aşikar eder.

Bu zaviyeden bakarsak, en batıl sandığımız putperestlik dahi esma-i ilahinin yanlış anlaşılmasından zuhur etmiştir. Yoksa insanlar salt tahta ve taş diye bir şeylere tapmamışlar, onlarda bazı esma-i ilahinin zuhurunu sezmişler, sezgilerini akla dökerken hatalı tevil yapmışlardır. O hata düzeltilirse sırf inat olmamak kaydıyla putperestlik bile düzeltilebilecek, doğruya yöneltilebilecek bir hatadır.

İşin en kötüsünü zikredersek onun üstündekiler ona kıyasla daha iyi anlaşılır. Alemde saf batıl yoktur, hakaik-i nisbiye vardır. Hakikat bazen hayal ve vehim perdesi altına girer, bazen aklın kimi bağları onu sınırlar ve böylece perdelenir, hak batılmış gibi görünür. Oysa var olan tek şey Hak’tır.

“Hak birdir ama tadad eder” der Bediüzzaman. Cüz-i aklımla bu külli cümleden bu yaşım itibariyle anladığım şudur. Allah’ın varlık tecellisinin zuhuru birdir. Üstad bunu anlatmak için güneş ışığı örneğini verir. Dünyaya düşen ışık birdir, fakat düştüğü cismin mahiyetine göre renklenir, çeşitlenir. Hakikatte ışığın içinde renkler vardır, ancak zuhuru için bir cisme çarpması lazımdır. Cisme çarpınca cismin kabiliyetine göre bir ya da birkaç dalga boyunu yansıtır, böylece ana renklere veya ara renklere dönüşür. Bazen de ışık tümüyle geri yansıtılır ki o vakit beyaz olur. İnsan-ı kamil’in rengi beyazdır. O güneşten aldığını kırmadan tümüyle yansıtır. İnsan da Allah’tan gelen tüm isimleri geldiği biçimde yansıtırsa ona hakiki manada halifetullah denir. Ancak vakıa odur ki biz genellikle bir veya birkaç ismi yansıtırız, ya da diğer isimler o birkaç ismin gölgesi altında silik ve sönük kalır.

Hakk’ı yansıtmak sanıldığı gibi sadece merhametli olmak, adil olmak, güzel olmak gibi insana ilk bakışta sevimli gelen sıfatlarla ilgili değildir. Bir katil Allah’ın Mumit ismini yansıtır. Bir asker, bir cellat, bir kasap, bir böcek ilaçlayıcısı hep Mumit isminin zuhurlarıdır. Bunlardan kimi Adl ismi ile beraber zuhur eder ki ona “Adam görevini yapıyor” deriz. Yahut Adl ismi olmadan zuhur eder “Adam katildir, zulmetti” deriz. Ancak her halde adam bir ismin zuhurunun dışına çıkmamıştır. Yani O da Hakk’ın bir tecellisidir.

Tuzak kuran bir insanı düşünün, bunu avcılık için, savaş taktiği için, yahut başka bir doğru amaç için kullanmış olabilir, yahut tuzak kurma yanlış yerde kullanılmıştır. Her hal-ü kârda Allah “Tuzak kuran” ismi ile onda zuhur etmiştir.

Kıskanç birini düşünün, bu onu hayırda yarışmaya, daha güzelini yapmaya, yahut ona emanet edileni korumaya da yöneltebilir, ki bu durumda Gayret ismi Adl ismi ile beraber zuhur etmiştir. Yahut başkasına emanet edileni cebren elde etmek şeklinde zuhur edebilir, bu durumda Cebbar ismi ile birlikte zuhur etmiştir ancak içinde Adl ismi yoktur. Görünen hoşunuza gitsin ya da gitmesin Hakk’ın zuhurudur. Allah’ın sıfatlarını tek tek bilebilmemizin yegane yolu da bu zuhurlardır.

Hak bir iken önce isimlere göre çok olur, sonra üzerinde yansıdığı aynalara göre zuhuru az ya da çok olur. Böylece biz Bir’i çok görürüz.

İnsan ilişkilerine bakarsak, hiç kimse bir diğerine karşı bütünüyle haklı değildir, diğeri de ona göre bütünüyle haksız değildir. Belki biri Hak ışığından biraz daha gölgede kalmıştır, Ancak gölge bile ışıkla var olan bir şeydir. Işığın zıttı değildir. Bunu düşünerek insanlar arası insaf düstur edinilebilir. Düşüncede insaf, sözde insaf, ilişkide insaf. İnsaf nısftan gelir ve bir şeyi yarı yarıya paylaşmak demektir. Bu birinde yok diğerinde var olan bir dengesizliğe değil, her iki tarafta da var olan bir dengeye işaret eder. İlişkiler de bu şekilde bir diğerini yok etmeden var olabilir.

Yukarıdaki örneğe gelirsek, “Alemde vefa yoktur” diyebilir miyiz? Kanaatimce hayır. Bu cümle de tümüyle yanlış değildir, görenin gözü Vefa’nın aslına dikilmiş, ve ona nispetle alemde olan her tür vefa tecellisi yok addedilmiştir. Buradan bakarsanız doğrudur. Ama insanın vefa diye bir şeyden söz edebilmesi dahi onun varlığına delildir. Tümüyle yok olan bir şeyden bahs edemezsiniz. Zira kelam ve düşncede varlık bile bir varlık kategorisidir. Ne ki adı söylenir, o vardır.

İnsan ilişkilerinde vefanın yahut adaletin aslına hakikatine yani ism-i Vefi’ye gire perdeli zuhuru vardır denilebilir. Perde, tecelli edenin mazharın aynasındaki kimi lekelere, pürüzlere denk gelmesinden, yahut mazharın eksikliğinden aslını iyi yansıtamayışından kaynaklanır. Ancak madem ki bir görüntü oluşmuştur, o isim alemde de vardır.

Hiç Allah’ın bir ismi alemde tecelli etmiyor denilebilir mi? Alemde hiç kamil insan da kalmamış mıdır? O zaman kıyamet zamanı gelmiştir de alem lüzumsuz yere mi devam etmektedir? Biz bir şeyi göremediğimizde o yok mu olur? Kanaatimce vefa örneğinde insan ne kadar vefa gösterirse o kadar “Vefa vardır.” Der, ne kadar vefa beklerse o kadar “Vefa yoktur” der. İnsanın bir isme tecelligah olmaktan daha şerefli bir hali olabilir mi? Vefa yokluğundan müştekiler o halde siz vefa gösterin, vefa alemde var olsun.

Siz bunu yokluğundan şikayet ettiğiniz diğer isimlere teşmil edin. Ne bütünüyle dünya kötüdür. Ne burada kemal hiç mümkün değil denilebilir. Ne adalet tecellisi tümüyle ahirete bırakılmıştır. Ne Vefi ve Rahim isimleri sadece ahirette mütecellidir. Kuşkusuz ahiret alemi dünyaya göre tecellinin çok daha yüksek olduğu zuhurun ayan beyan olduğu alemlerdir. Ancak isimleri burada göremeyen orada görmeyi beklemesin diyen bilegelere bakılırsa, burada yansımayı görmek ahirette aslı görmek için şarttır denilebilir. Bu yüzden burada görmek isteyene, vefa da vardır adalet de, aşk da, kemal de. Burada bütün isimler bütün hakikatler vardır, ancak hakaik-i nisbiyedir. Her şey hakaik-i nisbiyenin zuhurudur. Bizim iyi kötü güzel çirkin ayrımımız, hep iyinin mertebeleri güzelin mertebeleridir. Bu yüzden bölmekten vazgeçip hakikatleri tevhid etmek lazımdır. Bu bizi her tür ötekileştirmeden, ayırmadan ve peşi sıra gelen enfüsi ve afaki cehennem azabından koruyacaktır.

Ben öyle demeye gayret ediyorum. Her şey Hak’tandır. Her şey bir hakikatin zuhurudur. Hak Güzel’dir. Böylece her şey güzeldir. Çünkü her şey Onun değişik isimlerle, değişik aynalarda tecellilerinden ibarettir.

Ona buna yoktur, kötüdür, çirkindir demekten vazgeçelim.

Mona İslam

Karakalem.net

Çocuklarınıza Güzellikle Mi Söylüyor Sunuz? Yoksa Güzellikle Mi Dikte Ediyorsunuz?

Çocuk ailenin aynasıdır.”

Çoğu ebeveynden zaman zaman duyduğum ve hayretle dinlediğim orijinal bir cümle vardır. Anne-baba yakınındaki kimseye dert yanarken sık sık şu cümleyi kullanır. “Benim çocuğa güzellikle söyledim anlamadı.

Arkasından şöyle bir cümle de gelir çoğu zaman: “O yüzden böyle yaptım, ne yapayım

İlk bakışta çok masum ve makul gibi gelen bu cümlenin gerisini dinlediğinizde aslında anne-babanın çok da makul bir şey yapmadığını görürsünüz. Aslında burada söyleme tarzından ziyade içerik konusunda ebeveynler yanlışa düşüyorlar. İçtenlikle söylemek gerekirse bizim anneler ve babalar, çocuk eğitiminde sevgi ve şefkatin ne kadar önemli olduğunu öğrenmişler, uygulamak istedikleri baskıyı da güzellikle uygulamaya başlamışlar. Çocuğa normalde davrandıklarından çok daha yumuşak bir şekilde, çok daha şefkatli bir ses tonuyla kabul ettirmeye çalışmışlar bazı şeyleri. Çocuk kabul etmezse de, “Eee ne yapayım, güzellikle söyledim olmadı, ben de sert davranmak zorunda kaldım” durumuna gelmişler.

Mesela çocuğu gitmek istediği bir yere göndermemek için çocuğa mantıklı bir açıklama yapmadan veya çocuğun mantıklı açıklamasına karşı kendi mantıklı gerekçelerini ileri sürmeden, “yavrum lütfen bak, ben gitmeni istemiyorum tamam mı canım, babanın sözünü dinle” demişler güzellikle. Çocuk da gitmemesini gerektirecek bir neden bulamadığı için itiraz etmiş babasının baskısına, babası da “otur oturduğun yerde, gitmiyorsun işte, izin vermiyorum, güzellikle söyledim anlamadın, gitmiyorsun işte” demiş.

Ertesi gün de arkadaşına durumu anlatırken “güzellikle söyledim anlamadı ben de öyle davranmak zorunda kaldım” demiş.

Güzellikle söylemek kavramının içinde yumuşak ses tonu kullanmak, nazikçe davranmak yok mudur? Elbette vardır, ama güzellikle söylemek sadece yumuşak konuşmak değildir. Cümlemizin içinde çocuğun hoşuna gitmese de mantıklı ve güzel gerekçeler sunabilmektir. Cümlemizin manasının da güzel olmasıdır yani, sadece söylenişinin değil.

Evet, güzellikle söylemek, olmasını istediğimiz şeyleri çocuklarımıza bir gerekçe sunmadan sadece yumuşak ses tonuyla söylemek değildir. Bir şeyleri nazikçe ve ses çıkarttırmadan kabul ettirmeye çalışmak değildir. Böyle zannedersek, muhatabımızı kendimizden uzaklaştırmış oluruz. Normalde kullandığımızdan çok daha nazik bir ses tonuyla muhatabımızdan bir şeyler istediğimizde ne olur biliyor musunuz? Muhatabımız şöyle düşünür: Yine nazik ve yumuşak konuşmaya başladı bizimki, bakalım şimdi ne isteyecek?

Veya çocuk, annesi-babası hakkında şöyle düşünür: “Annem-babam yine başladı yumuşak yumuşak konuşmaya, canımı sıkacak bir şeyler söyleyecekler demek ki…

Doğru yapayım derken, yanlışın alasını yapmak bu olsa gerek. Güzellikle yaklaşayım derken çok daha çetrefilli sorunlara yol açmak ve muhatabın gözünden düşmek.

Çocuğa güzellikle yaklaşmak, özellikle kendi isteklerimizi kabul ettirmek için değil, her zaman yapmamız gereken bir şeydir. Çocuğa sadece belli durumlarda değil, her zaman yumuşak ses tonuyla ve nazikçe davranmamız gerekir. Ve güzellikle yaklaşmak demek, cümlelerimizin manasının da mantıklı ve olumlu, yani hikmetli olması demektir. Yani bir güzellik, bir fayda ifade etmesi demektir.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Göz, Güzel, Güzellik

Bediüzzaman “Göz bir hassedir ki ruh bu alemi o pencere ile seyreder”diyor. Alemi seyretmek görevi olan gözün , ilk gözüne çarpacak güzelliklerdir. Bir başka cümlesinde ise “Güzelliğin bütün envaını fark eden insan gözü” der. Gayesi görmek olan göz güzelliklerin nevilerini bilmesi gerekir, demek gözün arkasında güzelliklerden anlayan bir fıtri, ilahi, doğuşsal bir güzelliklerden anlama merkezi var. O merkez güzelliğin temel unsurları olan , orantı, ölçü, denge, uyum, armoni gibi değerlendirme tarzlarını içinde taşır. İnsanlar doğduklarında bu değer ölçüleri ve kategorileri asgari düzeyde taşırlar. Ama estetik ve güzellik konusunda ders alanlar, sanat felsefesi okuyanlar bu güzellik nevileri daha iyi görürler ve değerlendirirler. Bediüzzaman güzellik nevilerini estetik tarihinde olmadık bir biçimde genişletir. Onun Dördüncü Şua isimli eserinin Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye isimli bölümü, bütün dünyanın büyük estetikçilerinin çok ötesinde bir güzel muhiti belirler. Bu bahsin tahşiyesi ve yorumu bir kitap olacak kadar büyüktür, ama estetik okumak şartı ile bu bahisler çözülebilir.

Buradaki kısmı alalım. “Kainatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri gayb alemi arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdırlar.

Malumdur ki her şeyin hüsnü kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Mesela göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-i akli, (akli güzellik) ağız ile zevkedilen bir hüsn-i taam (taamın güzelliği) bir olmadığı gibi, kalp ve ruh ve sair zahiri ve batıni duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler , onların ihtilafı gibi muhteliftir.” (Şualar, 67) Batı estetiği sadece nesnelerin , resmin, şiirin, mimarinin, plastik sanatların matematik ve geometrik nisbetlere dayanan güzelliklerini anlatır. Bediüzzaman onları bildiği için güzelin muhitini genişletir. Güz, kulak, akıl, ağız, kalp ve ruh’un ötesinde ve sair diyerek diğer güzellik çeşitlerini de ihata eden bir genişlik gösterir. Buraya batıni ve zahiri güzellikleri de ilave eder, sınırları belirlemek cidden güçtür.

Daha çok beş duyu gibi çok belirli güzellik kıstasları olanların ötesinde diğer güzellik nevilerini sayar ki buralarda filozoflar ve estetikçiler bir şey söylemişlerdir diyemeyiz.”İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan Esma-ı Hünsasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan , mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.”(Şualar 67)

İman

Hakikat

Nur

Çiçek

Ruh

Suret

Şefkat

Adalet

Merhamet

Hikmet

Tam on güzellik kategorisi daha. Dayanılmaz bir muhit çizmiş Bediüzzaman. Bunların her birine insanlık tarihi ve İslam tarihi, sanat tarihinden örnekler versek bir estetik kitabı olur. Bediüzzaman kayda alınmaz bir büyük gözlemcidir. İşte delili bu metindir.

İmanın güzelliğini anlayana kadar asırlar kan gölüne dönmüş, Peygamberinin imanının güzelliği bütün diğer güzelleri yetiştirmiş mektebinde, Ebubekir, Ömer; Hakikat’ın güzelliği imanın güzelliğinden doğan bir güzellik türü. Haşir hakikatının güzelliği insanlığı neler getirmiştir, onu da kendisi anlatır. Melekler hakikatı anlaşılınca insanlığa neler getirmiştir, ya Mirac’ın hakikatı sonu gelmez güzellikler zinciri. Birde Bediüzzaman’ın hakikatlara getirdiği yeni bakış açıları ve tozlanmış hakikatı cilalaması o da daha derin bir bahis. Nur cami bir kelime yer yüzünü aydınlatır, yüzümüzü aydınlatır, cihanın bütün güzelliklerini gösterir.Çiçek, Bediüzzaman çiçeğe “tebessüm eden ilahi güzellik” der. Bütün çiçekler perde arkasında kendini ihsas ettirmek isteyen bir İlahın güzelliğidir. Kulağa benzeyen yapısı bize neler telkin eder. İnsan ruhu rencide edilmedi mi bütün güzelliklerin kaynağıdır, işte Bediüzzaman’ın ruhu, ve ruh inceliği ve eserlerinin inceliği. Suret’in geometrik uyumlu güzelliği, bütün şarkılar ve şiirler, onlardan doğmuş. Şefkat, Ana’nın şefkati, anaların yavrulara şefkati. Adalet’in güzelliği işte Ömer. Merhamet’in güzelliği işte Ebubekir Efendimiz, Hikmet’in güzelliği işte Bediüzzaman’ın hikmet okyanusu ve bizdeki tecellileri.

İnsan’in temel argümanı mana içinde yoğrulmaktır, siyasi mesail öyle cazibeder bir elbise ile dolaşır ki insanı kendine yabancılaştırır. İnsan anlar ama vakit geçer, Bediüzzaman “Bu zamanda siyaset ruhları anavar etmiştir”der ki elhak doğrudur.

Prof. Dr. Himmet Uç