Etiket arşivi: haber 7

Türk gazilerin elini öpen Koreli komutan ağladı

Kurmay Albay Joosenog Han, eşi Jeonga Park ile Türkiye Muharip Gaziler Derneği Karabük Şubesi’ni ziyaret etti, gazilerin ellerini tek tek öptü.

Han, Mart 2014’te gerçekleştirdiği Karabük ziyaretinde Kore gazisi Necati Dalgıç’ın oğlu Serhat Dalgıç’ın, “Babam sizi çok bekledi ama 2 gün önce vefat etti” diyerek babasının fotoğrafını verdiğini söyledi.

KORELİ KOMUTAN GÖZYAŞLARINI TUTAMADI

Gözyaşlarını tutamayan Han, şöyle konuştu:

“2 yıldır masamın üzerindeki bu fotoğrafa bakıyorum. Ziyaret ederek onlara saygı göstermek lazım diye karar verdim. 3 senedir çok dolaştım.”

“Bazen köylerde bir kişiyi ziyaret etmek için 2-3-7 saat araç kullandım. Onlar da ben de mutlu olduk. Kore’ye dönmeden önce Necati Dalgıç’ın mezarını mutlaka ziyaret etmek istedim. Resmi bir ziyaret değil bu. Kalbimden gelmek istedim.”

Türkiye Muharip Gaziler Derneği Karabük Şube Başkanı Sebahattin Çorbacı da ziyaretin kendilerini de duygulandırdığını ifade ederek, şunları söyledi:

“Kore’den gelip bizim gazilerimizin mezarlarını ziyaret edebiliyorlarsa ne mutlu o gazilere, Türk askerine. Kore halkı, askeri ve ataşesi, Türk askerini har zaman başının üzerinde taç etmiştir, taç etmeye de devam etmektedir”

”MÜSLÜMAN SİZ MİSİNİZ BİZ Mİ..”

Türk askeri heykelini gazilere hediye eden Han, daha sora Safranbolu Aile Mezarlığı’ndaki Necati Dalgıç’ın mezarını ziyaret etti. Han, mezara su döküp dua etti.

Gazilerle birlikte mezarın başında saygı duruşunda bulundu. Han, Necati Dalgıç’ın eşi Rezan Dalgıç ile yakınlarına çeşitli hediyeler verdi.

Necati Dalgıç’ın damadı Kardemir Karabükspor eski Başkanı Nevzat Şahin de Han’a teşekkür ederek, “Müslüman siz miziniz biz mi belli değil” diyerek teşekkür etti.

Kendisinin artık gönül rahatlığı ile Kore’ye döneceğini söyleyen Han, Rezzan Dalgıç’ın elini öperek kentten ayrıldı.

Haber 7

Maklubeye Bekle Beni…

Kardeşim Ömer,

Olabilir, insanlık hali…

Sen de öfkelendin belki…

O bedduaya âmin dedirtmişler; belli.

“Yok öyle değildi” derdindesin.

Mülaane miymiş ahidleşme miymiş ne…

Her neyse…

Öyle “ateş düşsün ocaklarına…” gibi dehşete ‘âmin’ dememi bekleme.

Benim ‘amin’lerim Fatiha’nın hemen dibinde; o da rahmetle başlar, bilirsin…

Bu duaya ‘âmin’ demeyi kardeşlik şartı sayanlar da oldu; buna da eyvallah…

‘Âmin’ diyemeyen hırsızlara arka çıkar sayıldı…

Beni de öyle saydılar; belki sen de öyle sayıyorsun.

Ben kardeşlerimi muhterem büyüğümüzü hatalı da olsa seveceğim; sen toz kondurmak istemiyorsun.

Belli ki sevmelerimiz farklı farklı; sevmeyi tozsuzluk şartına bağlayanlar da var. Oysa ben değil toz, çamurlar içinde kalsan da seni ve senin sevdiğini severim, seviyorum.

Üstadımız, baş tacımız Said Nursi’nin daha gençliğinde ağabeyine verdiği insaflı ayarı iyi bilirsin.

Geçiyorum.

Sen ve senin tarafındaki kardeşlerimin kırıcı üslubuna dair çekincelerimi her söylediğimde beni yolsuzluğa arka çıkmakla etiketleyenleri bir sustur da dinle beni…

Kusura bakma, “senin tarafındaki” derken bile içim acıyor, lafın gelişi işte.

Biz ne zaman taraf olduk ki, olabilir miyiz sonra…

Beraber yediğimiz maklubenin tadı damağımda…

Gel, sakince konuşalım.

Oldu bir kere…

Geldi, geçecek inşaAllah.

Buraya kadar yolunuzu Ali İmran 61. ayet çizmiş diyorlar.

Ne diyeyim; Allah kabul eylesin, içtihat sevabı nasip eylesin.

Gel, bundan sonraki yolu Yusuf Suresi 91 ile 92 ayetleri arasında geçirelim.

Bir ömrü Yusuf 91-92 arasında geçirsek değer kanaatimce.

Bak ki, bir ömür beklemiş Yusuf.

Sırf kardeşlerinden şu sözü duymayı hak etmek için: “Doğruya doğru, Allah seni bize üstün kılmış; biz ise hataya batıp gitmişiz…”

Bu sözü duymayı hak etmek her yiğide kâr değil…

Çünkü bu sözü duymayı hak eden kardeşine şu sözü demeyi de hak eder: “Bugün sana kınama yok…”

Sen haklı olsan bile, bir gün mesela bana “bugün sana kınama yok…” demek istemez misin?

Bu sözü demeyi hak etmek, o sözü duymayı hak etmekle mümkün.

Galiba bunun yolu da susmaktan geçiyor…

…du.

Büyüğümüz susmadı.

Sustuğu çok yerler vardı oysa; başkalarının değirmenine su akıtmak gibi olacağından saymıyorum onları.

Ne edelim ki oldu bir kere…

Ataullah İskenderi‘nin ve Said Nursi‘nin Kur’ân’dan cesaretle söyledikleri şu yatıştırıcı söz ne güzeldir öyle…

Diyesi değil yiyesi geliyor insanın.

“Bir hatanın ardından gelen mahcubiyet bir sevabın ardından gelen gururdan hayırlıdır.”

Sana mahcubiyet yakışır.

Bana mahcubiyet yakışır.

Mahcubiyet âlim adama lazımdır.

Mahcubiyet talebenin tavrıdır.

Mahcubiyet dervişin şanıdır.

Mahcubiyet kulun kârıdır.

Şimdi dönüş vakti…

Beraber dönsek olmaz mı?

Ben yetimlerin başını okşayan, öksüzlerin sofrasına çorba taşıyan, hastaların acılarıyla sancılanan senin gibi kardeşlerimin şevkinin ve aşkının kıl kadar eksilmesine razı değilim.

Onların öyle elleri böğründe gezmelerini istemem; gönlüm razı değil.

Kan dondurucu soğukta kermes sevdasına düşen feragat kahramanlarına “öf”ümün zerresini değdirmeye hakkım yok; haddimi bilirim.

Üstüne vazife değilken kapı kapı gezip tereddütlü kız çocuklarının gönüllerine sular serpen, yolunu şaşırmış delikanlıların kalbinden tutup yol gösteren şefkat erlerini yolundan etmekten ateşten korkar gibi korkarım.

Bırakalım, yürüsün onlar…

Yürüyedursunlar her daim oldukları gibi.

Utanmadan, alınları ak, yüzleri mütebessim, gözleri ışıl ışıl koştursunlar.

Sen de ben de Tacikistan’ın umutsuz fukaraları için, Sudan’ın aç susuz çocukları için, Yakutistan’ın soğuğunda titreyen insanların hidayeti için uykusuz geceler geçirmekten kaçmayız, kaçmadık.

İyi bilirsin.

Diyarbakır’ın varoşlarında Kürt gençlerine gelecek ümidi aşılayan öğretmen kardeşlerimin, İstanbul’un her köşesinde genç kızların elinden şefkatle tutup güzelliğe çağıran ablaların yüzünün yerde gezmesini hiç istemem.

Beraber yürüdük biz bu yollarda…

Beraber yürüyeceğiz.

Olan bitenlerden sonra, bana söven, kitaplarımı yakmaya kalkan, makalelerimi yasaklayacağını söyleyen bazı kardeşlerimi bir yana koyup kalbimi yokladım.

Az önce yokladım kalbimi.

Şükrettim.

Eskisi gibi, hiç tereddütsüz, seve seve hizmetin her erinin yanında koşmaya istekli olduğumu gördüm. Şükrettim halime. Garaz ve tarafgirliğin kardeşliğimizi öldüremeyeceğine dair ümidim arttı.

Kalbim şahittir ki, senin tanımadığını söylemek zorunda olduğun kahraman IHH’ya da can parçamız Kimse Yok mu’ya da aynı şevkle aynı teslimiyetle canı gönülden sadakalar verdim, sadakalar istedim.

Hem IHH hem Kimse Yok mu yeleklerim duruyor evde. İkisini de hemen giymeye hazırım.

Bir de itiraf… Birkaç hafta önce, çift abonesi olduğum Zaman’ı aramıza fitne girmesin diye sınırlı okumaya başladım. Ekleriyle yetiniyorum. Benim de severek yazdığım gazetemiz, gerçekten gazeteydi. Zoraki değil ihtiyaçla okunan, vicdanlı, çoğulcu, kucaklayıcı, çok kültürlü bir gazete. Bilmezsin için için dua etmişimdir Ekrem Bey’e şu gazeteyi gerçekten ihtiyaç duyulan gazete ettiği için. Ederim hâlâ… Sanıyorum bugünlerde gazete onun da kontrolünden çıktı. Beni Cuma günleri uyandıran, Cumartesileri neşelendiren, Pazar günleri teselli eden bir gazetem olsa ne iyi olurdu. Gazetesizim; yazık değil mi bana?

Ülkemin her köşesini gezdim, Avustralya’ya kadar nice dünya köşesi gördüm; Allah şahittir ki, senin gibi şevkle canla başla çalışan kardeşlerimi her gördüğümde dudağımla değil kalbimle sımsıcak tebessümler ettim, bundan böyle de edeceğim.

O gurbet kucaklaşmalarının sıcağını, beraber içtiğimiz çorbaları, birlikte yorulduğumuz yokuşları nasıl unuturum.

Ne yani bundan böyle selam vermeyecek miyiz birbirimize?

Yok öyle şey!

Kaç nefesim kaldıysa, hepsi hizmetin erlerine, cemaatlerin selametine aittir.

Bir de şu…

Beni ve benim gibi nicesini ülkemizin ve Müslümanların medar-ı iftiharı, gözü pek lideri muhterem Tayyip Erdoğan’ı sevmek ile iz’an ve insaf sahibi, merhamet sofralarının mimarı muhterem Fethullah Gülen’i sevmek arasında bir tercihe zorlamaya kimsenin hakkı yok.

N’olmuş yani ikisini de seviyorsam…

Kalplere kim pranga vurabilir ki…

Vicdanımı mı böleyim orta yerinden…

Haydi dönelim.

Dönelim ve…

Yusuf sabrıyla bekleyelim.

Bekleyelim ki…

“Tallahi lekad asarekellahu aleynâ…” diyeceklerin yolunu gözleyelim.

Yusuf Kıssası’nın finalisti olmayı ümit edelim.

Unutmadan; Halep’i yine varil varil bombalamışlar…

Yeni yetimlerimiz oldu Ömerciğim; haberin vardır mutlaka.

Çayı hâlâ demli içiyorum ama şekersiz…

Yaşlandık; mâlum.

Kermes hazırlıyormuş ablalar; geleceğiz…

Hatırlarsın, iyi aşçıyımdır; maklubeyi bu defa ben pişireyim…

Senai Demirci – Haber 7

Peygamberimizin Eşlerine Karşı Örnek Davranışları

Rabbimizin kelamı, hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerîmi hayatımıza, evliliğimize katalım diye yola çıkmıştık. Nîsa 34. âyet-i kerîme ışığında evlilik ilişkisine bakmıştık. İlk bölümü üzerinde fazla durmamıştık. Âyetin ilk bölümünü hatırlayalım.

Rabbimiz “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır.” buyuruyor. Kavvam yönetici ve koruyucu demektir. Bu âyeti kerîme ile evin reisi, idarecisi erkek olarak Yaradan’ımız tarafından tayin edilmiştir.

Her görevin bir sorumluluğu vardır, ailenin yöneticisi olması erkek için bir lüks değil, ağır bir yüktür. Kadın için de bir rahatlıktır. Direksiyonda oturan her zaman gidişattan sorumludur.

Erkeğin evin reisi olması sanıldığı gibi asla kadının şahsiyetini ezici bir durum oluşturmaz. Her kurumda işlerin ve insanların sorumluluğunu üstlenen, yükü omuzlayan bir idareci vardır. Evde bu idareci erkek olmalıdır.

Evin reisi olan erkeğe gösterilmesi gereken saygıyı ve itaati daha önce yazmıştım. Bugün biraz kavvamlık üzerinde duralım.

Allah erkekleri yöneticilik vasıfları ile yaratmış, onlara gerekli özellikleri vermiştir. Peki, erkek bu görevini yerine getirirken nelere dikkat etmelidir?

Öncelikle şunu kabul edelim. Evde düzen ve intizamı sağlamak için erkek elbette otoriter olmalıdır. Fakat bu otoriteyi sertlik ve kabalıkla değil, tatlı-sert bir üslupla sağlamalıdır.

Ev halkının haklarına dikkat etmelidir. Çünkü o haklardan hesaba çekilecektir. Karısının ve çocuklarının hakları konusunda titiz olmalıdır.

Nîsa 19. âyet-i kerîmede Rabbimiz erkeklere eşleriyle iyi geçinmelerini emretmiştir.

Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, Allah’ın onda çok hayır takdir ettiği bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.

ERKEKLER VE KADINLAR ARASINDA ZITLIKLAR VARDIR

Çok ilginç bir âyet-i kerîme. Erkeklerin kadınlarda hoşlanmadığı ne olabilir? Çok düşünmeye gerek yok. Erkekler kadınlardaki pek çok huydan hoşlanmıyor. Kadınlar da erkeklerdeki pek çok huydan hoşlanmıyor. Çünkü kadınlar ve erkekler birbirlerine zıt özelliklerde yaratılmışlardır.

Erkekler daha çok beyinlerinin sol tarafını; mantık ve matematik tarafını kullanıyorlar. Bu da onları gerçekçi yapıyor.

Kadınlar ise daha çok beyinlerinin sağ tarafını kullanıyorlar. Bu da onları duygusal yapıyor.

Erkekler konuşmayı çok sevmezler, susarak rahatlarlar.
Kadınlar konuşmayı severler, konuşarak rahatlarlar.
Biri konuşmak ister, biri susmak.

Erkekler sakin yapılıdırlar.
Kadınlar aceleci ve sabırsızdırlar.

Bunlar gibi pek çok zıtlık var. Bunlar çok hoşlanacak şeyler değil, dışarıdan bakıverince. Fakat Rabbimiz âyetin devamında buyuruyor ki:

Eğer onlardan hoşlanmazsanız, Allah’ın onda çok hayır takdir ettiği bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.
Demek ki bu zıtlıkta bizim göremediğimiz bir hikmet var.

Kadın ve erkek birbirinin aynı yaratılsaydı dünya çok can sıkıcı bir yer olurdu. Doğru davranırsak zıtlık hayatımızı güzelleştirir. Müminde en çok bulunması gereken haslet “Allah’tan gelene razı olmaktır.” Zıtlığı bozup eşimizi kendimize benzetmeye çalışmadığımız sürece zıt olmanın keyfini çıkarabiliriz.

Dünyaya imtihan için geldik. Erkek kadının, kadın da erkeğin en büyük imtihanıdır. Kadın ve erkek arasında bir çekicilik yaratılmış; bu nefisleri tatmin ediyor. Kadın erkek arasında bir zıtlık var; bu da nefisleri terbiye ediyor. Bu durumda kadına teslimiyet, erkeğe sabır gereklidir. Erkek sabır, kadın teslimiyet elbisesine bürünmelidir.

ALLAH’IN RESULÜ KADINLAR KONUSUNDA UYARMIŞTI

Bunları yaparken hatalarımız olacaktır. Nefis terbiye etmek kolay değildir. Mükemmelci değil, affedici olmalıyız.

Allah’ın resûlü kadınlardan mükemmellik beklememek hususunda erkekleri uyarmış: “Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Hep seni hoşnut edecek şekilde davranamaz. Eğer ondan faydalanmak istersen bu haliyle faydalanabilirsin. Şayet doğrultayım dersen kırarsın. Kadının kırılması da boşanmasıdır.” (Müslim, Radâ 59)

Resûlullah erkeklere eşlerinin hatalarına karşı kin tutmamayı ve affedici olmayı tavsiye etmiş:

Bir kimse karısına kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61)

Aile sorunlarında erkeklerin yaptığı en büyük hata küsmek, tavır almaktır. Kadının yanlış davranışları karşısında erkek kadınla iletişimi kesiyor. Erkek evi otel gibi, lokanta gibi kullanmaya başlıyor. Kendini televizyona ya da bilgisayara gömüyor. Erkeğin ailesi ile iletişimini kesip “Ne haliniz varsa görün.” demek gibi bir hakkı yok. Hata yaptıkları için memurlarına küsmüş bir müdür siz hiç gördünüz mü?

Nisâ 34. âyet-i kerîmede “İtaatsizliklerinden korktuğunuz zaman nasihat ediniz.” buyruluyor. Rabbimiz “İtaatsizlik edince nasihat ediniz.” buyurmamış. “İtaatsizlikten korktuğunuz zaman, izleri belirdiği zaman nasihat ediniz.” buyurmuş.

Tabak kırıldıktan sonra değil, götürme şeklinden tabağın kırılacağını hissettiğinde uyarmak gerekiyor. Kadınların hatalarına karşı ilk adımın her zaman güzellikle uyarmak olması gerektiği bize bildirilmiş. Âlimler, daha sonra Allah’ın azabı ile korkutmak gerektiğini bildiriyor.

Tabi önceden uyarabilmek için erkeğin eşi ile ilgili olması gerekiyor ki gelecek olan yanlış adımları görebilsin. Eşi ile iletişimi iyi olmayan bir erkek gelecek tehlikeleri sezemez. Yöneticinin her daim maiyetinden haberi olması gerekir; çünkü onlardan hesaba çekilecek.

Erkek dünyalık konularda hoşgörülü fakat Allah’ın ahkâmına uyulması hususunda ısrarcı olmalıdır. Kadına iyi davranmak erkeğin, karısının her istediğini yapması, evde otoriteyi karısına bırakması demek değildir. Otoriteyi sevgi üzerine kurmak, yeri geldiğinde hayır diyebilmektir.

Günümüzde kadınlar çok hata yapıyor; fakat bu hatalara karşı tavır alıp kadına kötü davranmak işleri daha da kötü hale getiriyor. Erkeğin sevgi ve merhametle davranması eşinin hatalarını görmesine sebep olur.

Erkeklerin aileye yöneticilik görevini yaparken her konuda olduğu gibi bu konuda da örneği Allah’ın resûlü olmalı. Peygamberimizin eşleri ile iletişimi nasıldı? Onlara nasıl davranırdı? Bir bakalım.

EŞLERİNE KARŞI ÇOK SABIRLIYDI

Allah’ın elçisi kadınlara iyi davranır ve erkekleri kadınlara iyi davranma konusunda uyarırdı:

Siz onları Allah’ın bir emaneti olarak alıp, namuslarını yine Allah’ın emriyle helal edindiniz. O halde Allah’ın emaneti (haksızlık ve kötülük) hususunda Allah’tan korkunuz.

İman açısından müminlerin en kâmili ahlakı en güzel olandır. Sizin en hayırlınız kadınlara karşı hayırlı olanınızdır.

Eve selam ve güleryüz ile girerdi:

Nur sûresi 61. âyet-i kerîme:
Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından bereket ve güzel bir sağlık dileği olarak kendi (ev halkınıza kimse yoksa kendi kendi) nize selam verin.

Peygamberimiz Hz Enes’e:
Ey oğulcuğum! Ailenin yanına girdiğinde selam ver, sana ve evdekilere selam ver.

Peygamberimizin eşlerinin yanına girdiği zaman selam vererek söze başladığı, hanımına yaklaşıp elini omzuna koyduğu, öptüğü, onlarla sohbet ettiği, dertlerini dinlediği, onları teselli ettiği nakledilmektedir.

Her sabah ve ikindi vakti bütün eşlerine tek tek uğrar, hal-hatır sorar, onlarla ilgilendiğini belli ederdi.

Eşlerine karşı çok sabırlıydı: Hiçbir eşine tek fiske bile vurmamış, kötü söz söylememişti. Eşlerinin bazen sabahtan akşama kadar peygamberimize küstükleri olurdu. Peygamberimiz onların huysuzluklarına tahammül ederdi.

Eşlerine son derece yumuşak davranırdı:

Hz Âişe anlatıyor: “Bir gece hanımlarına mı gitti diye vesveseye düşüp, Resûlullahı yoklamıştım. Elim saçlarına girdi. Durumu anlayan resulullah “Sana yine şeytan gelmiş olmalı.” dedi.”

Peygamberimiz, eşini azarlamadan ona hatasını göstermiştir.

Hz Safiye anlatıyor: Resulullah bir gece yolculuğunda beni devesine almıştı. Yolda uyuklamaya başladım. (Uyumamı önlemek için) bir taraftan beni okşuyor bir taraftan da “Hey! Ey Huyey’in kızı ey Safiye!” diyordu.

Peygamberimiz bir gün Hz Âişe’ye, hırçın ve sanki sert bir kömür parçası gibi siyah bir deve verdi. Ona dokunup bereket getirmesi için dua etti. Sonra şöyle dedi:

Bu deveye bin ve ona yumuşak davran. Şüphesiz bir şeyde yumuşaklık varsa, bunu süsleyip güzelleştirir. Bir şeyde yumuşaklık çekilip alınırsa onu lekeler.

Eşlerinin kusurlarını görmezden gelir, iyi huylarını överdi:

Bir gün resûlullah muhacir ve ensarın teşkil ettiği bir topluluk önünde ganimetleri taksim ederken eşi Zeynep Bint Cahş söze karıştı. Hz Ömer onu azarladı. Peygamberimiz: “Ömer onunla uğraşma. O evvâhe (yumuşak huylu, yufka yürekli ve çok dua eden)dir.” dedi.

ŞAKACI VE GÜLERYÜZDÜ

Onlarla şakalaşır, şakalarına iştirak ederdi:

Hz Âişe bir gün bulamaç pişirdi. Peygamberimiz sofraya eşlerinden Hz Sevde ile birlikte oturdu. Peygamberimiz iki hanımının ortasında oturuyordu. Hz Sevde bulamacı yemiyor, Hz Âişe yemesi için ısrar ediyordu. Hz Sevde ise yememekte ısrar ediyordu. Hz Âişe “Yemezsen yüzüne sürerim.” dedi. Sevde yememekte ısrar edince Âişe bulamacı onun yüzüne sürdü. Bunun üzerine peygamberimiz Sevde’nin elini alıp bulamaca batırdı. “Sen de ona bulaştır.” dedi. Daha sonra onların halini gülerek izledi.

Hoşgörüsü ve kadın ile eğlenmedeki müsamahakârlığını açık bir şekilde görüyoruz.
Erkeğin kadın ile şakalaşmaları kalbe sevinç ve ferahlık verir.

Hz Ömer “Erkeğin suhûlet ve ünsiyetle, hanımının yanında çocuk gibi olması gerekir, toplum içinde yine erkek olsun.” diye tavsiye eder.

Onların gönüllerini hoş edecek şeyler yapardı:

Hz Âişe anlatıyor:
“Peygamberimiz oturuyordu. Birden insanların ve çocukların gürültüsünü işitti. Bir de baktık ki Habeşli dans ediyor, insanlar etrafını sarmışlar. Bana: “Âişe gel bak.” dedi. Yanağımı omzuna koydum, iki omuzu arasından bakmaya başladım. “Doymadın mı Âişe?” demeye Hatalarına karşı onlara kin tutmaz, affederdi:Hatalarına karşı onlara kin tutmaz, affederdi:başladı. Ben de bana verdiği değeri anlamak için “Hayır.” diyordum. Yorgunluktan ayaklarını değiştirdiğini bir birine, bir ötekine bastığını gördüm.”

Peygamberimiz Hz Âişe ile koşu yarışı yapardı. Bazen o peygamberimizi, bazen peygamberimiz onu geçerdi.

Hatalarına karşı onlara kin tutmaz, affederdi:

Hz Ebu Bekir kızının kapısına geldiğinde Hz Aişe’nin peygamberimizle tartıştığını duydu ve içeri girince peygamberimizi üzdüğü için kızına vurmaya yeltendi. Hz Âişe peygamberimizin arkasına geçerek babasından saklandı. Peygamberimiz onu korudu ve Hz Ebu Bekir gidince “Gördün mü ya. Seni adamın elinden nasıl kurtardım.” diyerek ona tatlı bir uyarıda bulundu.

Hatalar karşısında bazen suskun kalır, eşinin hatasını anlamasını beklerdi:

Bir sefere eşleri Hz Safiye ve Ümmü Seleme ile beraber çıkmıştı. Ümmü Seleme’ nin hevdeci sanarak Safiye’nin hevdecinin yayına gitti. Konuşmaya başladı. Onun Safiye olmadığın anlayınca Ümmü Seleme’nin yanına geldi. Ümmü Seleme kendi gününde peygamberimizin Safiye ile konuşmasını bile kıskanmıştı.
Resûlullaha “Allah’ın elçisi olduğun halde benim günümde yahudinin kızıyla konuşuyorsun.” dedi.
Peygamberimiz suskun kaldı.
Ümmü Seleme söylediğine pişman oldu ve “Ey Allah’ın elçisi, benim için af dile. Beni böyle yapmaya kıskançlık sevk etti.” dedi.

Eşlerine önem verdiğini davranışları ile gösterirdi:

Hz Âişe peygamberimizle birlikte bazı seferlere çıkmıştı. Bu seferde Hz Âişe’nin gerdanlığı kopmuştu. Peygamberimiz gerdanlığın bulunması için yerinden ayrılmamıştı. Ashapta ayrılmayıp orda kaldı. Orada su olmadığı gibi yanlarında da su yoktu. Ashap Hz Ebu Bekir’e gelip: “Nedir bu kızın Âişe’nin ettiği? Resûlullahı ve bizi burada beklemeye mecbur etti, su da yok.” dediler.

Ebu Bekir kızının yanına geldiğinde peygamberimiz Âişe’nin dizlerinde uyuyordu.

Kızına dönüp “Resûlullahı ve diğer insanları alıkoydun. Üstelik su da yok.” dedi.
Ona epeyce laf saydı hatta eliyle böğrünü dürtmeye başladı. Peygamberimizin başı dizlerinde olduğu için Hz Âişe hareket edemiyordu.

Peygamberimiz sabah namazına kalktığında su yoktu, bunun üzerine teyemmüm âyeti indi.
Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm ediniz. Ondan yüzlerinize ve ellerinize sürünüz.” (Nîsa sûresi 43)

Âişe üzerine bindiği deveyi gönderince gerdanlığı onun altında buldu.

Kolay kolay öfkelenmezdi:

Kadınlardan biri, Peygamberimizin eşlerinden Ümmü Seleme’ye: “Resûlullah öfkelendiği zaman ne yapardı?” diye sordu.
Ümmü Seleme: “Öfkelendiği zaman yanakları kızarırdı. Resulullah öfkelendiğinde onunla konuşmaya Ali’den başkası cesaret edemezdi.” diye cevap verdi.

Az kızdığı için, öfkelendiğinde eşleri karşısında konuşmaya cesaret edemiyorlardı.
Çok söyleme, arsız edersin” atasözünde olduğu gibi erkek gerekli gereksiz her şeye kızmazsa sözü çok daha fazla etkili olur.

Sevgisini söylemekten ve davranışları ile göstermekten hiç çekinmezdi:

Bir gün Âişe peygamberimize sordu:
“Ya Resûlullah, bana olan sevgin nasıldır?”
Peygamberimiz:
“Kördüğüm gibidir.” diye cevap verdi.
Hz Âişe arada bir sorardı:
“Kördüğüm nasıldır?
Peygamberimiz:
“İlk günkü gibidir.” diye cevaplardı.

Kadınlar için sevgi sözcükleri önemlidir. Kadınlar sevildiklerini duymak isterler.
Peygamberimiz eşlerinden sevgi sözcüklerini eksik etmemişlerdir.

Evlilikte en önemli şey muhabbettir. Daha önce bir kaç kez yazdığım Rum sûresi 21. âyeti kerîme bizlere evliliğin amacını çok güzel anlatmaktadır.

Sükûna ermeniz için size kendinizden zevceler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması onun (kudretinin delillerindendir) ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda düşünen toplumlar için ibretler vardır.
Karı kocanın birbirinde sükûna ermesi için en çok ihtiyaçları olan şey sevgi ve merhamet. Rabbimizin bize nikah hediyesi olarak ikram ettiği sevgi merhameti tüketmemek lazım. Birbirimize sevgi ve merhametle davranmamız lazım.

EŞLERİ İLE İLİŞKİLERİ İLE ÜMMETE ÖRNEK OLMUŞTU

Peygamberimiz eşleri ile ilişkileri ile de ümmete örnek olmuş. Eşlerine hep sevgi ve merhamet ile yaklaşmış.

Sevmek ve sevdiğini hissettirmek çok önemlidir. Hele kadınlar için sevgi hava, su, yiyecek kadar önemlidir. Daha bebekken kız çocukları anne ve babanın yüz ifadelerini takip ediyorlar. Ebeveynin davranışlarında ve yüz ifadesinde sevgiyi görmeyen kız çocukları, ona sevgisini gösteren bir yabancıya daha çok bağlanıp sevgisine karşılık veriyor.

Peygamberimiz sadece hanımlarına değil, kız çocuklarına ve sahabe hanımlarına da çok merhametli ve sevgi dolu davranmış. Ensar Hanımları “O bize bizden daha merhametliydi.” demişlerdir.

Gittiği seferlerden döndüğünde ilk önce kızı Fâtıma’nın evine uğrardı. Hz Fâtıma onu ziyarete geldiği zaman ayağa kalkar ve onu alnından öperdi. Ashabına çocuklarına hediye dağıtmaya kız çocuklarından başlamalarını tavsiye ederdi.

Hatta sahabeden bir erkek şöyle demiştir: “Peygamberimiz zamanında eşlerimize çok iyi davranmaya başladık. Korktuk ki kadınlar hakkında âyet iner de biz erkekler mahvoluruz diye…

Hz. Ömer hanımlarından şikayet eden kocalara “sevmek ve sevdirmek için yollar arayın.” diye tavsiyelerde bulunurken “Yuvalar ancak sevgi esası üzerine kurulmuştur.” demiş.

İçinde sevgi olan her şey güzelleşiyor. Sevgi sözcükleri dinletilen su molekülleri donarken daha güzel kristal şekiller oluşturuyor. Öfke ve küfür dinletilen su molekülleri donarken kristalleri bozuluyor. İnsan vücudunun çoğunun da su olduğunu unutmamak lâzım.

HER ŞEY SEVİLMEK İSTİYOR

Her şey sevilmek istiyor. İnsanlar, bitkiler, hayvanlar. Sevilen ve ilgi gören inekler daha çok süt veriyor. Sevilen, onunla konuşulan bitkiler coşup taşıyor. Kalbi olmayan bitkiler bile sevgiye bu kadar ihtiyaç duyarken, sevgi mekanı kalplerimizin en çok ihtiyacı olan şey sevgidir. Yüreklerin en çok susadığı şey sevgidir.

Erkekler için de sevgi önemlidir; fakat kadınların en çok istediği şey sevgidir. Hep sevildiklerinden emin olmak isterler. Eşlerinin davranışlarını hep sevildiklerine ya da sevilmediklerine yorarlar. Sevilmediğini hisseden kadın hırçın olur.

Bir araştırmada eşini sevmeyen kişilerin daha sık nezle olduğu ortaya çıkmış. Bağışıklık sistemi sevgi ile kuvvetleniyormuş.

Erkek sevgisini esirgememeli, eşini sevgisini kısarak cezalandırmamalı. Hatalarımıza rağmen birbirimizi sevmeliyiz.

Muhabbet çok kazançlı bir şey. Dünya ve ahiretimiz için. Günahlardan mı kurtulmak istiyorsunuz, muhabbet edin. Allah’ın resûlü şöyle buyurmuş:

Bir erkek karısına baktığı, karısı da kendine baktığı vakit Allah her ikisine rahmet nazarı ile bakar ve erkek karısının elini tuttuğu zaman her ikisinin günahları parmakları arasından dökülüp gider.

Sevgi dolu bir bakış ve tatlı bir dokunuş. Bir kadın için ne kadar önemlidir. İki tarafın da günahları dökülüyor ve Allah’ın rahmetine mazhar oluyorlar.

Geçim sıkıntısından kurtulmanın yolu da muhabbetten geçiyor. Peygamberimiz “Allah bir evin rızkının bereketini, karı koca muhabbeti arasına gizlemiştir.” buyuruyor.

Ne kadar muhabbet o kadar bereket. Hep bereketsizlikten şikayetçiyiz. Allah bereketi muhabbetin içine saklamış. Dışarıda daha fazla kazanmak için vakit geçirmek yerine evine gelip eşiyle muhabbet eden erkekler daha kazançlı bu durumda.

Erkekler sevgi cimrisi olmamalılar. Sevgili Peygamberimizin, hanımlarının faziletlerini söylemesi, onları sevdiğini ifade etmesi, bineğine alması, aynı kabın suyu ile müştereken yıkanılması, hanımının hayvana binmesinde ona yardımcı olması ve onu dizine bastırarak bindirmesi, kendisine gelen yemek davetini “hanım da olursa” kaydıyla kabul etmesi, bir sıkıntıyla kederlenip ağlayan hanımının gözyaşlarını elleri ile silerek onu teselli etmesi gibi pek çok davranışı, sevgisini göstermeye, hanımlarını memnun etmeye yöneliktir.

GECE İBADETE KALKARKEN EŞİNDEN İZİN İSTERDİ

Peygamberimizin yaptıklarını yapmak sünnet değil midir? Peki siz karınıza en son ne zaman sevdiğinizi söylediniz? Onun güzel özelliklerini saydınız, iltifat ettiniz? Bineğe binerken hanımları dizlerine bastıran peygamberi örnek alarak, en azından arabaya binerken kapıyı açıp eşiniz arabaya binince kapıyı kapatarak yerinize geçtiniz?

Gecelerde kadınların hakkı vardır diye ibadete kalkarken bile eşinden izin isteyen peygambere bakıp kaç akşam geç kaldığınızda haber verdiniz? Haklı olduğunuz halde kaç kez öfkenizi yuttunuz? Kızdığınız zaman sevginizi keserek cezalandırmak yerine affederek onu utandırdınız? Karınız sevgi ve merhametinizi ne kadar hissetti.

Saygı erkeğin, sevgi kadının en büyük hakkıdır. Eşinizin hataları olabilir. Bir tarafın hata yapması diğer tarafın kendi üzerine düşeni yapmamasının mazereti olamaz. Dünyada hak peşine düşmeyelim ama öyle bir gün var ki her hak sahibi hakkını isteyecektir.

Sema Maraşlı – Haber 7

Risaleleri sadeleştirme konusunda kim haklı?

Muhyiddin ibnü’l -Arabi Hazretleri, özellikle Futuhat-ı Mekkiye’de sık sık “Fekad evhallahu ileyye” (Allah bana vahyetti) der. Sonra da “Lestu ene nebiyyen’ (Ben Nebi değilim) diye ikazda bulunur.

O zaman insanın aklına şu soru geliyor. “Sen nebi değilsen neden ‘Allah bana vahyetti!’ ” diyorsun. Bu mesele uzun süre zihnimi aklımı meşgul etti. Sonra birden fark ettim ki, o mübarek zat, esasında Kur’an’ı  ve hadisi yüceltiyor.

Çünkü kendisine gelen ilhamın veya sunuhatın hak ve hakikat olduğunda zerre kadar şüphesi yok. Yani kendisine gelen bilgilerin de Kuran’ın vahyedildiği kaynaktan geldiğini biliyor. Anacak, kendisinin ‘sadrı’, Nebi’nin sadrı gibi mücella, pak ve berrak değil. Oraya düşen hikmet, aynı paklık ve berraklıkla dışarıya taşmıyor. Bilgi, nefsinin arızalarını da yüklenip dışarı çıkıyor. O yüzden de kendisine gelen bilginin saf ve hakikat olduğunu biliyor ama onu aktarırken kullandığı lisan ve manalara giydirdiği elbiselerin, tam da uygun düşmediğini görüyor. O yüzden de ‘Bana Allah vahyetti’ derken kendisine verilen bilgiye saygı gösteriyor, ‘Ama ben peygamber değilim’ diyerek de, o bilgeleri aktarırken hata etmiş olabileceğini beyan etmiş oluyor. Bunu, not edelim şimdilik ve zihnimizde tutalım.

* * *

Bilindiği gibi nübüvvetin iki ayağı vardır. Yani bir peygamber hem velidir hem nebi. Ama nübüvvet vazifesi velayet hakikatiyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksektir. Nübüvvet-i Ahmediye açısından Hz. Muhammed bir peygamberdir ama aynı zat, Velayet-i Muhammediye adıyla da bir velidir. Nübüvvet bir tensib-i ilahidir. Velayette kesp de vardır. Nebinin vazifesi irşat ve tebliğdir. Velinin vazifesi ise ıslah! Bazen mürşîd ve mühdî de olabilir. Bu yönüyle ‘Nebinin varisi’ olur.

Peygamberimiz, Alimler, nebilerin varisleridirler buyurmuş. Vukuat bize göstermiş ki âlimler dahi iki sınıftır. Birisi eşyanın ve hadiselerin hakikatini anlamamıza yarayan ama mürşit olmayan müspet ilim erbabı. Diğerleri ise, onların bulgularından da yararlanarak, tevhidi anlatan ve insanları Allah’a çağıran, mürşid vazifesi de yapan âlimlerdir. Zaman içinde toplum, ilkine alim demiş, diğerine şeyh, meşayih demiş.

Pekâlâ, büyük âlimler gelmiş ama bir tane bile ‘müritleri’ olmamış. Onların ilimlerinden herkes istifade etmiş ama onların üslup ve meşreplerini yaşayıp yaşatacak cemaatleri olmamış. İmam Gazali ve benzeri birçok âlim böyledir. O zatların çabası, aklın ihyasıydı. Meşayih dediklerimiz ise, insanın gönlünü imar ve ihya etmişler…

İlk sınıf medreselerde kümelenmiş, diğerleri ise tekke adı altında teşkilatlanıp insanları aydınlatmaya devam etmişler.  Ve insanlara kainattan, âfâktan ve enfüsten deliller getirerek onları  Artık dileyen Rabbisine varacak bir yol bulsun ayetinin emri çerçevesinde Hakka vardırmaya uğraşmışlar….

Özü, ‘Allah’ın var olduğunu, insanın öldükten sonra dirilip hesaba çekileceğini ve hayatın onun otoritesi altında cereyan ettiğini bilip hayatını ona göre şekillendirmek’ olan hikmeti inşa etmişler.

Kimisi ‘kalben seyr u sülüku olan’ ‘tarikat yoluyla menzil almış, kimisi kudret yolunu seçip afakî putları kırarak (huzura mani olan halleri dağıtarak) devran geçmiş.  Kimisi ‘üveysi’ takılmış. Bu üç sınıfın da bariz vasfı ‘Rabbin hesabına mevcudu yok saymak’ olmuştur… Mevcudu, maddeyi, zihnen aşamadıkları için onu yok saymayı yeğlemişlerdir.

Bu yüzden de uzun yıllar medrese erbabı olan âlimler, velayetin meyvelerinden istifade etmek için Tarikat erbabına müracaat etmişler, en büyük bir medrese âlimi, en küçük bir tarikat şeyhinin elini öpmeye kendini mecbur bilmiştir, iman hakikatlerinin hazzını almak için. Her meşrebin kendine göre bir hakikati ve her yolun milyonlarca yolcusu olmuş. Her yoldan da hakka varanların haddi hesabı yok.

Sonra bir dönem gelmiş ki insanlık, ilk defa bir yaratıcının olmayabileceği fikrini bile tartışmaya başlamış. İnsanı, Allaha vardırması gereken bilgi ve eşya, O’nu yok saymanın vasıtası yapılmış.

Ve insan müşriklikten daha beter olan ‘ate’ (Yaratıcısızlık) olabilmiştir. Müşrik, münkir değil, Yaratıcıya ortak koşandır. ‘Ate’ ise onu yok saymaktır. Bu yeniçağ/ bu yeni anlayış (18. Yüz yıldan itibaren), maddeyi ezeli sayıyor ve ‘Tanrıyı’ inansın bir tasarımı kabul ediyordu. Ve hızla insanlığı sarıyordu. Nitekim 19. Yüzyıla gelindiğinde nerede ise tüm dünyada bütün dinler ve kutsal savunmaya çekilmiş durumdalardı bu düşünce karşında.

Tam da ahir zamanda olacağı haber verildiği gibi… İnsanlar kendiliğinden ve bir icbar olmadan dinlerinden, mukaddeslerinden ve ahlaklarından soyutlanabiliyor, küçücük bir dünya menfaati için dininden diyanetinden vaz geçebiliyordu.

Bu bir deccaliyet haliydi. Yaşananlar da Deccal’e atfedilmiş hallerdi… Artık İslam dahil eski tüm inanışlar tehlikedeydi. Tüm kutsallar sarsılmış, tüm dinler çaresiz kalmış ve insanlık hızla inkâr-ı ulûhiyetin pençesine sürükleniyordu. Eski tevhid delileri ve tevhide götürme yolları artık etkili olamıyordu. Yeni bir yol bulmak, yeni bir anlatı getirmek gerekiyordu insanı uyandırmak ve yeniden Rabbi ile buluşturmak için…

İşte Bediüzzaman, tam da böyle bir ortamda ortaya çıktı. ‘La mevcude ilahu diyerek’ varlığı Allah hesabına yok sayan eski anlayışları bırakarak, Varlığın kendisinden Allah’a giden bir yol olduğunu insanlara göstermeye koyuldu. Kuran’ın sadefinden doğrudan hakka varan bir tünel bularak en safi, en kestirme, en halisane yoldan hakikat bilgisine ulaşmış ve bunları insanlarla paylaşmaya başlamıştı.

Geçmişin aksine, sürekli kainattan ve ilimden örnekler getirerek, kalbinin ulaştığı benzillere aklını da götürerek, ispat ve ikna yolunu kullanıyordu. Bu çıkış medrese (yani ilim) adına da önemli bir çıkıştı.

Sadece kalp yoluyla değil, aklı da beraberinde götürmeyi esas alan ilim ayağıyla hakikate varmanın muazzam bir kapısını açmıştı.  Öyle ki günümüz felsefesinin ve tanrı tanımaz pozitivist düşüncesinin ‘Tanrı tanımazlığına’ vasıta yaptığı ‘maddeyi’; alıp tevhid delilleri haline getiriyordu. Her bir yerde ve her bir şeyde doğrudan Zat-ı Akdes’e varacak pencereler, menziller, menfezler ve koridorlar açmıştı.

Eşyadaki tevhidi; yani Allah’ın var ve tek olduğunu o kadar ikna edici delillerle gösteriyordu ki hiçbir akla kaçış yolu bırakmıyordu. Bilimi, tanrı tanımazlıklarına dayanak yapmaya çalışanları kendi yuvalarında vuruyor, dayandıkları noktaları yıkıyor, en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde, tevhid nurunu gösteriyordu…  Kainatın her âleminde; atomda, hücrede, gezgen sistemlerinde, kuazarlarda, toprakta, yerde ve insan nefsinde, tabiatta ve zerratta, inkâr-ı ulûhiyet fikrini savunanları takip ederek, en uzak sığınaklarını dahi bozuyordu. Her yerde, huzura (Rabbin var ve tek olduğuna dair) bir yol gösteriyordu.

Hiçbir şeye, Rabbin varlığını perdeleme;  ‘huzura’ (Allahın her yerde hazır ve nazır olduğuna) mâni olma imkânı bırakmamıştı. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ve eşyayı yok saymaya (La mevcude illa hu demeye) gerek duymamış, aksine kâinatı O’nun varlığını temaşa etmek için bir ayna, geniş bir huzur dairesi yapmıştı ki hakka gitmeye çalışan sâlik, hangi yöne bakarsa orada onu Rabbine vardıracak deliller görsün diye…

Tabii kendine has bir lisan kendine has bir üslup ile…

Bediuzzaman, evet tarikat ve tekke mensubu değildi. Kendisini hoca olarak diye nitelendiriyordu ama en az eski meşayihler kadar etkili ve etkileyici –hatta daha da fazla- bir lisan kullanıyordu. Kelimelerinin içinde ışık, karışıkmış gibi görünen cümlelerinin içinde bir bedahet, uzunmuş gibi görünen kalıplarının içinde bir fesahat vardı. İlk anda tam anlaşılmasa da gönüllerde derin ve içe huzur veren bir tad bırakıyordu.  Rahmani ve mucizevî bir üslup içinde hiçbir kelimesini atamayacağınız ve değiştiremeyeceğiniz icazlı bir metin inşa etmişti.

Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi ‘bana vahyedildi’ demiyordu ama onu dinleyenler, eserlerini okuyanlar, bu diziliş ve anlatışın hiç de aklın ve karihanın eseri olamayacağını hemen anlıyorlardı. O, gönlüne damlayanları  ‘katre’, ‘şemme’ ‘reşha’ vs gibi isimlerle ‘sünuhât’ diye niteliyordu onların hak canibinden geldiğini göstermek için. Ama kendisini sürekli hiç ender hiç mesabesinde tutarak… “Ben dellalım’  -Kürtçede delal güzel anlamın ada gelir tıpkı Bedi gibi- diyerek kendisini, ‘Kur’an eczanesinin çırağı’ diye niteliyordu.

Yazdıkları, adeta ‘ayetin ayeti’ oldular. Çünkü o, ‘üç külli ayet’ dediği Kainat, Kuran ve konuşan delil olarak nitelediği Resullulah’ı anlatarak çağımızın tağutlarını dağıtmaya ve dalalete sürüklenmiş insanlığı yeniden Rabbiyle buluşturmaya çalışıyordu..

Evet, Kur’an, Arş-ı Azam’dan inen Kelam-ı Ezeli, risaleler ise o Kelam-ı Ezeliden damlayan/sızan reşhalar  ve parıltılardı. Akılları basmayan yahut kıskançlıkları gözlerini kör edenler gerek ehli tarik, gerek ulema ona çamur attılar. Çünkü o daha önce görülmedik bir üslupla meselelere yaklaşıyordu. Ülemaya, ‘malayani malumatlarla Kur’an’ın önüne duvarlar örmüşsünüz’ derken tekke ehlini de çizgiden çıkmakla eleştiriyor ve her ikisini de yeniden Kur’an’ın hakikatine çağırıyordu. Onlar ise onunla baş edemedikleri için çamur atıyorlardı.

Bu çamurlar ona zarar vermedi. Aksine bugün tüm dünyada ve tüm hüşyar kalplerde imanın yeniden ihya ve inkişafının mimarı olarak saygı görmekte ve daha da artarak saygı göreceği anlaşılmaktadır. Aklın hükümran olacağı gelecekte, her hükmünü akla ispat ettirmiş olan Kur’an hükmedecektir dediği gibi, kendisi dahi hergün daha bir saygıya layık bir islam alimi olarak dünya gündemine oturmaktadır.

Onun getirdiği hakikatlerle koca bir rejim baş edemedi.  Tek tük sataşmalar ne yapabilirdi ki. Nitekim muarızları hep geriledikleri halde onun getirdiği nur hakikati hep yükseldi, yayıldı.

Fakat şimdi elim bir sıkıntı yaşanıyor. Güya daha çok insana ulaşın, daha çok insan ondan istifade etsin diyerek iyi niyetle onun üslubuna ve lisanına ilişilmek isteniyor.  Bugüne kadarki hiçbir badire nurlara zarar vermedi ama korkuyorum ki bu yeni girişim onlara zarar verecek! Çünkü bu kere tehlike suret-i haktan görünüyor!

Çünkü bu kere ilişenler, güya bu risaleleri rehber edinenlerdir ve onu hizmet edenlerdir. Diyorlar ki ‘daha iyi anlaşılması için’ sadeleştirilmesi lazım’.  Bir kısmı da diyor ki sakın ha sakın!

Ben ‘o haksız, bu haklı’ diyemem. Ama hem Türk, hem Arap, hem Fars Dilleri ve Edebiyatları eğitimi almış, özelikle yazma eserlerin edisyon kritiği üzerinde çalışmış, en sağlam metinlerin bile zamanla –sadece yazım hataları sebebiyle–  nasıl farklılaşıp tahrif olduğunu bilen biri olarak fikrimi söyleyecek olursam derim ki, bu risaleleri bitirir! Büyük bir edebiyat tarihçisi ve Arap Dili uzmanı rahmetli hocam Nihat Çetin’in iki yıl süren özel eğitimi sırasında şuna şahit oldum ki bir metnin ruhuna ve lafzına ilişilmişse onun zaman içinde yok olması ve bulanması kaçınılmazdır.

Zaten ilahi metinlerin tahrif edilmesi de böyle başlamıştır. Zaman içinde o metinleri anlamakta güçlük çeken insanlar güya herkesin onlardan yararlanması için o metinleri kendi zekâlarının seviyesine indirmek isterler.  Öyle bir metne bir kere ilişildi mi artık önünü almanın imkânı kalmaz.

Şimdi bir kısım insanların Risalelere yaptığı da -niyet ne kadar semimi olursa olsun- budur.  Bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Esasında Bediuzzaman kendisi hayatta iken de böyle birkaç denemeye şahit olmuş, sadeleştirme yapmak isteyenlere “Tamam kardeşim, yap ama altına kendi adını yaz. Bu Saidindir deme’ buyurmuş.

Eserleri ve lafızları konusunda bu kadar titiz davranmış mübarek bir zatın eserlerini alıp, güya ‘sadeleştirelim, gençler de anlasın’ deyip ilişmek, en basit haliyle Bediuzzaman’a haksızlık ve hürmetsizliktir.

Ben Risale-i Nur’u okumak isteyip de anlamamış hiç kimse görmedim. Tabii ki anlamak isteyen…  Ama siz ona lakayt bir şekilde yaklaşır lalettayin bir ders kitabı, bir roman gibi yönelirseniz, o da size perdesini açmaz. Nitekim Hoca Efendi de, bir konuşmasında risaleleri, kıskanç bir geline benzetmiş  ‘risale-i nur, yüz görümlüğünü vermeden size yüzünü açmaz!’ buyurmuştu

Nitekim, insan bazen, tüm kelimelerini bildiği halde de bir cümleyi veya eseri anlayamaz. Çünkü eserdeki mantık ve yüksek zekâ ve onun kurduğu cümlenin yapısı, sizin kametinizi aşıyordur. Bildiğiniz halde kelimeleri, anlayamazsınız. Araplar, Arapça biliyor diye Kuran’ı anlayabiliyorlar mı? Hayır.

Peki, şimdi bu kıskanç geline ne oldu ki peçesini yırtarak mahremini görmek  istiyorsunuz. Bu reva mı?

Yıllarca kasıtlı/kasıtsız okumayı ihmal ettikleri için anlamakta güçlük çeken bir takım insanların hatırı olsun diye Risaleleri sadeleştirmeye kalkışmanız, bir vefasızlıktır. Kim ne derse desin yanlıştır. Değil sadeleştirmek, Bediüzzaman, metnin beraberinde kelime manalarının bile verilmesine yanaşmamıştır.

Dolayısıyla o eserleri sadeleştirmeye kalkışmak doğru değildir. Arkasındaki niyet ne kadar saf ve âli himmet olursa olsun yanlıştır. Çünkü uzun vadede metinlerin bozulmasına ve zamanla içine hurafelerin girmesine zemin hazırlar.

Pavlos, Hz. İsa öğretisini ve zatını putperestlere sevdirmek için başlangıçta onların arzu ettiği yol ve yöntemi benimsiyor. Resuller Kitabında ifade ettiği gibi, herkese ‘yeni öğretiyi’  kabullendirmek için nabzına göre şerbet verdiğini itiraf eder.

Peki ne oldu? Evet, Pavlos, sonunda ‘İsa’yı –hazret demedim- ve öğretisini putperestlere sevdirmişti ama artık o öğretinin içinde ne tevhid kalmıştı ne de Hz. İsa’nın nübüvveti. Ortada bir din vardı ama o Pavlos’un tasarladığı bir dindi. O dine sonradan Hıristiyanlık dendi ve içinde ne şeriat kalmıştı ne sünnet!  Nitekim buugünkü Hıristiyanlık onun eseridir, Hz. İsa’nın değil!

İşte telaşım bundandır. İşin oraya varmamasının garantisi yoktur. O yüzden de eğer birileri Hoca Efendiye rağmen bunları yapıyorsa müdahale etmeli . Buradaki tehlikeyi en iyi idrak edecek de ‘rikkati en yüksek olan o mübarek zat’tır yine de.

Pavlosluğa ve Pavloslara fırsat vermemeli!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

Erkeklerin tefsir yazması yasaklansın

Geçen hafta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tertip ettiği ana teması “Kadın” olan Dini Yayınlar Kongresi üzerine yazmaya başlamıştım. Kongre sonrası bildirgede bir kaç takıldığım nokta oldu.

İlki şu maddeydi: “Kur’an-ı Kerîm’in kadın ayrımcılığına mesnet olabilecek ataerkil bir öze sahip olduğu yolundaki yaklaşımlar, asla kabul edilemez…” Müslüman kadınlar ve erkekler Kur’an-ı Kerîm’i kendilerine sunulan ilahi bir hidayet ve rahmet kitabı olarak görürler ve böyle inanırlar.”

Elbette Kur’an-ı Kerîm müslüman kadın ve erkekler için bir hidayet; doğru yolu gösterici bir rehberdir. Ve gösterilen doğru yol, takip edenler için rahmettir, takip etmeyenler için azaptır.

Kur’an-ı Kerîm bize aile yaşantımızla da ilgili hidayeti “doğru yolu” göstermiştir. Nisâ sûresi 34. âyet-i kerîme de “Erkekler kadınlar üzerinde kavvamdır.” buyrulmuştur. “Kavvam” yönetici ve koruyucu, demektir. Yani Yaradan’ımız evin reisini “erkek” olarak tayin etmiştir. Böylece dindarım diyen aile, doğal olarak “ataerkildir” yani erkek yönetimindedir. Müslüman bir toplumda her ailenin reisi erkek olursa, toplumda ataerkil olur zaten. Erkekler yönetici özellikleri ile donanımlı yaratıldıkları için, toplumların bekası için ataerkil olmaları gerekir. Ben “anaerkil” yani kadınların lider olduğu bir toplumda yaşamaktan Allah’a sığınırım.

Bu yüzden Diyanetin bu itirazını anlayamadım. Kur’an-ı Kerîm ataerkil sistemi açıkça tavsiye ediyor. Aksini iddia etmek ne kadar doğrudur?

Bildirgede başka bir madde şöyle:

Modern bir ideolojik söylem olarak feminizm ile ilahi bir din olan İslam’ın ve İslami değerlerin karşılaştırılamayacağı unutulmamalıdır…” Bu çok yerinde ve doğru bir açıklama.

Fakat bildirgede son madde kafama fena halde takıldı:

Kadınla ilgili problemler bağlamında, İslam’ın temel kaynaklarının bizzat kendilerinin tartışma konusu yapılması ve bunun ısrarla sürdürülmesi anlamsızdır. Asıl yapılması gereken, sorunun gerçek temelleri üzerinde yoğunlaşmak, bu konuda sonuç alınabilir adımların atılabilmesi için uzun soluklu çalışmalara yönelmek, İslam’ın daha doğru bir şekilde anlaşılması için kalıplaşmış zihniyet yapılarını yeniden gözden geçirmek olmalıdır.

Yani “kalıplaşmış zihniyet yüzünden” İslam doğru anlaşılamıyor. Bu cümle bana bir zamanlar benim de terennüm ettiğim (utanarak hatırlıyorum) ve şimdilerde feminist olduğunu kabul etmeyen “Dindar feminist benzeri hanımlar” dan çokça duyduğumuz şu sözleri hatırlattı. “Alimler çoğunlukla erkek oldukları için âyetleri kendi işlerine geldiği gibi tefsir etmişler.

Diyanet, “kalıplaşmış zihniyet yapıları” derken bunu mu söylemiş oluyor? Eğer öyleyse; bütün ilim kitaplarını yakalım, yok edelim ve her şeye yeniden başlayalım. Ayrıca aynı tehlike ile karşı karşıya kalmamak için, erkeklerin tefsir ve meal yazmaları yasaklansın. Kur’an-ı Kerîm’in meal ve tefsirini kadınlar yapsın. Nasıl olsa erkekler kalıplaşmış, ataerkil zihniyetle yanlı bakıyorlar. Nasıl olsa modern dünyada erkekler her alandan yavaş yavaş siliniyorlar, varlık gösterdikleri bu alanda da onları silelim.

Bunları söylerken şu konu yanlış anlaşılmasın. Kadınların meal ve tefsir yapmalarına karşı değilim. Olmalı. Bu büyük bir eksiklik. Neden bir âlimenin meal ve tefsiri yok? Kadınlar bunca yıl, ilmi çalışmalardan, neden bu kadar uzak kalmışlar? Kimse kolaycılığa kaçıp “Erkekler kadınlara fırsat vermemişler.” demesin. Varsa delilleri göstersinler.

Kadınların bu alanda olmaması bir eksiklik; ama “Erkekler yanlı bakmış, işlerine geldiği gibi tefsir etmişler.” demek ise ilim yolunda gecesini gündüzünü birbirine katmış alimlere yapılmış büyük bir iftiradır.

Ne yapsalardı âlimler “kadınların hatırı kalmasın” diye onların hoşuna gidecek şekilde mi tefsir etselerdi? Yeni nesil alimler bunu yaparlarsa mı makbul olacaklar? Kadınlar o zaman mı onları alkışlayacaklar?

Diyanet “Kadınla ilgili problemler bağlamında, İslam’ın temel kaynaklarının bizzat kendilerinin tartışma konusu yapılması ve bunun ısrarla sürdürülmesi anlamsızdır.” diyor.

Müslüman olarak çözümleri dinimizden alacaksak bazı tartışmaların olması kaçınılmazdır. Öteki türlü çözümü başka yerlerde aramak lâzım. Peki o zaman çözüm için nereye bakacağız? Gelenek zaten reddediliyor. “Feminizm İslama uymaz denmiş.” güzel. Yani çözümü batıdan almayacağız demektir bu. Çünkü batı, kadın konusunda feminizmden başka bir şey üretemedi. Feminizm de kadınlara kariyer ve cinsel özgürlük dışında bir şey vermedi. Kariyer sahibi olmak, iş yerlerinde erkeklere hükmetmek kadınları mutlu etti mi? Yalnız, mutsuz ve zengin kadınlar var batıda bolca. Ve bolca da psikolog, onların sorunlarını çözsün diye… Batıda cinsel özgürlükle sömürülen kadını ise bu yazıya hiç konu etmiyorum bile.

Dinimizin çözümlerini modern çözümlerin yanında eksik ve yetersiz görenler, dinimizin gösterdiği ataerkil aile yapısını inkar etmek için bunca yıldan beri “sahih kabul edilen hadis kitaplarındaki kadınlarla ilgili hadis-i şerîfleri” yeterince modern bulmadıkları için inkar etmeye başladılar.

Kadın haklarını savunalım, kadınları yüceltelim, bu arada ayağımıza dolanan Allah Resulünün sözlerini reddedelim.” diye uğraşanlar, imanlarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olduklarını unutmasınlar.

Allah (c.c) yanında kadında erkekte değerlidir. Dinimizin bize kadın ve erkek olarak biçtiği roller, insanlık ve müminlik değerimizi değil, cinsiyet rollerimizi gösterir. Cinsiyet rollerimizden kurtulmak için insanlık edebiyatı yapmayalım. Kısacası kadın ve erkek insan olarak eşitiz; ama aile içindeki rollerimiz bakımından eşit değiliz. Evde söz hakkı üstünlüğü erkeğindir ve evin reisi erkektir. Dinimiz bize bunu söylüyor. Kadın ve aile ile ilgili sorunların çoğu, ataerkil olduğumuz için değil, bizi yıkmak için, toplumu zorla anaerkil yapmaya çalışanların tuzaklarına düşenlerin çıkardığı sorunlardır.

Sema Maraşlı / Haber 7