Etiket arşivi: Hakan YALMAN

İnsanın doğru tanımı

Modern hayatın oluşturduğu değerler dünyasında insan ve tanımı aslından çok uzaklara sürüklenmişliğin sıkıntısını yaşamaktadır. Maddî alanın çok sığ ve her unsurun bağlantılarından uzaklaştığı yapı içerisinde varlıklar sadece sınırladıkları maddî alan ile tanımlanmış bu da ferdin hem maddî alana hem de kendine yabancılaşma sonucunu doğurmuştur. Bu yabancılaşma beraberinde bir şaşkınlık ve varlığı doğru tanımlamada gerçekten çok uzaklaşmışlık sonucunu doğurmuş olmalıdır.

Bir yönüyle belirgin özellikler arzeden ve diğer yönüyle bir sonraki anın net olmadığı ve her an beklenenin dışında bir durumla karşılaşma ihtimali olan bir dünyada gelecek çoğunlukla karanlık olarak yer almış bir kavramdır. Genel işleyişe ve sebep ve sonucun büyük çoğunlukla birbirini takip ettiği ve bu halin sürekli olduğu dünyada insanların bilinç altında hep bir belirlilik ve netlik beklentisi oluşmuş gibidir. Belirsizliklerin önemli bir endişe ve huzursuzluk kaynağı olduğuna dair meşhur Çin işkencesi önemli bir örnek olmalıdır: İşkence uygulanan şahsın saçı sıfır numara traş edildikten sonra tavandan belirli aralıklarla soğuk su damlası başına damlatılır. Bunun ardından damlaların aralığı düzensiz hale getirilir. Bir sonraki damlanın geleceği anı kestirememek kişi için tarifi imkânsız bir kaygı, endişe ve huzursuzluk yani ‘anksiyete’ halidir.

Anksiyete genel olarak ferdin psikolojisindeki korku ve endişe halinin karşılığıdır. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tüm dünyada kabul edilen tanımı ile; “Anksiyete, otonomik sinir sisteminin hiperaktivitesine bağlı somatik belirtilere eşlik eden, korku hissi ile belirli patolojik bir durumdur. Belli bir nedene yanıt olan korkudan ayrılır.”

Yani kişi sinir sisteminde kendi kontrolü dışında işleyen bir sürecin etkisi ile bedeninde korku halinde ortaya çıkan hali korku oluşturacak bir sebep olmaksızın yaşar. Aşırı adrenalin deşarjı ile kalp atımları hızlanır, rengi beyazlaşır, soğuk soğuk terlemeye başlar ve bazan ölüm korkusu yaşar. Aynen köpekten çok korkan birinin yalnız başına köpekle karşı karşıya geldiği andaki beden reaksiyonları ortada hiç bir sebep yokken yaşanır. Bu gruptaki psikiyatrik problemler anksiyete bozuklukları şeklinde adlandırılır ve toplumda oldukça yaygındır.

Bunun arka planındaki temel sebep varlığın işleyişindeki genel belirsizlik hali olmalıdır. Bu belirsizliklerin en başında ve en net şekilde yaşananı hayatın son noktası, yani ölüm anıdır. Ölüm ferdin günlük hayatına aynen Çin işkencesindekine benzer bir belirsizlik getirmekte, çevresinde gözlediği her ölüm vak’ası, işkencede başa düşen damla misali ferdi irrite etmektedir. Yine yakınları ile ilgili endişeler ve insanlığın tamamını içine alan ilgi ve kaygı alanı sosyal bir varlık olan insanı endişeler gerginlikler ve huzursuzluklarla yüzyüze getirmektedir. Bunun alt yapısını oluşturan temel faktör geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan bir endişe olmalıdır. Bu hal ferdin hayata bağlılığı ve yaşama sevinci ibresi anlamına gelen duygu durumunda bir dengesizlik hali oluşturur ve yeni sınıflama ile afektif spektrum bozuklukları adı altında incelenen yeme bozuklukları, alkol bağımlılığı, obsesif kompulsif bozukluk, panik bozukluğu, fibromiyalji, migren, kronik ağrı gibi durumlara yol açar. Yani ferdin başağrıları, kas ağrıları, eklem ağrıları, korkulu rüyaları, panik halleri ve endişeleri gibi pek çok durum aslında geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan endişelerin bedene yansımasından kaynaklanıyor olabilir.

Her an ortaya çıkma ihtimali bulunan depremler, felâketler ve önemli hastalıklar gelecekle ilgili belirsizliğin ve şuur altında var olan endişenin farklı bir boyutunu oluşturmaktadır.

Diğer taraftan insan, emelleri çok ileri uzanan bir varlıktır. Konuşmaya, yürümeye başlamak şeklinde başlayan gelecek hedefleri sınıfı geçmek, üniversiteyi kazanmak, kariyer sahibi olmak, işini büyütmek, dünya ile rekabet etmek gibi noktalara kadar uzanır. Bu hedeflerle ilgilli beklentiler, kayıplar ve riskler de ferdin hayatında önemli endişe ve kaygı sebepleridir. Bu alanlarda da beklentileri ile önüne çıkanların uyuşmamasından kaynaklanan duygu durumu çöküşleri ile de karşılaşabilir. Büyük beklentilerin ardından yaşanan kayıplar ferdi, hayat yolculuğunda ciddî tökezlemelerle karşı karşıya getirebilir.

Sanki insan beklentileri, hedefleri, endişeleri ile varlığın çarkları arasında yuvarlanmakta ve bu dalgalanmalar içinde geleceğini aydınlatmaya çalışmaktadır. Gerçek anlamda bir aydınlık ise hayatın hiçbir döneminde tam anlamıyla sağlanamayacak gibidir. Çünkü, varlığın genel yapısı ve özü buna uygun değildir. İnsan gurbet paradigması şeklinde adlandırılan bir durumun da objesidir. Ruhlar âleminde Âlemlerin Rabbi ile akitleşmiş ve O’nun Rabbi olduğunu kabul etmiş bir ruh bu âlemin çok uzağında ve sahibinden uzakta bir gurbet hali yaşamaktadır. Bu durum evden kaçmış bir genç ya da sahibinden uzaklaşmış bir köle misali gibidir. Şuur altında ve özünde bu suçluluk duygusunun ve kaçmış olma halinin verdiği sıkıntı her insan tarafından bir şekilde hissedilir. Yaşanan endişe, anksiyete ve huzursuzluk hallerinin önemli bir sebebi de bu olmalıdır. Beden için doyduğu yer vatan olan olarak algılanabilirken, ruh kendini hep asıl vatanından uzakta algılamanın sıkıntıları ile yüzyüzedir. Belki de beden maddî âlemin gerekleri ile yüzleşirken ruhun çoğunlukla kendi âlemine gönderilmesi yani kalbin maddî âlemin ve dünyanın dışında tutulması ferdin en ideal ve dengeli konumudur.

Gelecek ve insan konusu ele alınırken yapılması gereken en önemli şeylerden biri zaman ve mekânın şekillendirdiği varlık âleminde insanın konumunu netleştirmek olmalıdır. Her an yeniden şekillenen, gözlemcinin olaylar üzerinde etkili olduğu ve belirsizlik prensiplerinin bir kural şeklinde yer aldığı zerreler denizinin ortasında bir mikro âlem ve sonsuz gibi algılanan bir uzay boşluğunda dev gibi kürelerin ve ateş toplarının ortasında belki bir mikroskobik varlık durumuna indirgenen dünya manzarası oluşturan makro âlem.

Bu konumlardan ele alındığında olayların önemi ve belirginliği çok farklı bir yere oturacaktır. Uzay boşluğundan küçücük bir mavi top şeklinde gözlenen dünyada hayatımızı ve geleceğimizi karartan olaylar muhtemelen çok küçülecektir. Bulunduğumuz konumdan gözlenen netlikler ve belirlilikler varlığın alt katmanlarında ve üst katmanlarında kaybolmakta ve en küçük zerre ile uzay boşluğunu donatan küreler bize karışık gelen ve netlik olmayan haller içinde buluşmaktadır. Böyle bir konumda bulunan insanın geleceğinden emin olabileceği ve bir sonraki anı emniyet hissi ile karşılayabileceği tek durum zerreyi ve dev küreleri kontrol altında tutan ve kendi bedeninin zerreleri de O’nun kontrolünde olan adaletli, merhametli ve sevgisinin sıcaklığı ile varlığın tümünü kuşatan bir İdareci ve Terbiye Edici Zat’a dayanmak olabilir. Bu ve benzeri özellikleri tarif edilmiş Zat varlığın dışında ve özellikleri maddî varlıkların üstünde onlardan farklı bir konumda, zaman ve mekânın dışında bulunmalıdır. O Zat Kur’ân’ın ve bütün semavî kitapların tarif ettiği Âlemlerin Rabbi’dir. O sema ve yeryüzünün nurudur. En ince ayrıntısından uzayın en uç noktasına, zerelerden yıldızlara kadar her şey O’nun nuru ile gerçek anlamda aydınlanır. İnsanın bu kadar belirsizlikler içinde yaşadığı ve her tarafın belirsizlikler, kaoslar, muğlaklıklar ve insanı yutacak ölçüde büyüklükler ile çevrili olduğu bir maddî âlemde geleceğini aydınlatacak olan da ancak O’nun nurudur.

Varlığın karanlık ve yabancılaşmış görüntüsünü aydınlatıp dost haline dönüştürecek olan yerlerin ve göklerin nuru olan Allah mânâsının kişinin ruh dünyasında hakkı ile yerleşmesidir. Bu yansıma, en doğru ve sağlıklı şekli ile nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile olacaktır. Ferdin sağlıklı tanımı kâinata nur-u Muhammedî ile muhatap olup habibullahtan muhabbettullaha uzanan bir çizgide ancak olabilir. Çünkü varlığın ve insanın ana hamuru şefkat mânâsında varlığa yansıyan kuşatıcı bir muhabbettir.

06.11.2006

Dr.  Hakan Yalman

Hizmette öze yöneliş

Son zamanlarda, özellikle Risâle-i Nur kaynaklı organizasyonlarda dünyanın gidişatını başka yaklaşımların fark edemeyeceği şekilde keşfetmiş olmanın farklılığı gözleniyor. Yapılan organizasyonlarda artık eşyanın ve dünya meselelerinin özüne inen yaklaşımların farklılığı ortaya çıkıyor. Geçen hafta bahsettiğimiz Gaziantep’teki “Sevgi Dünyasına Çağrı” toplantısının hemen akabinde bu hafta sonu İstanbul İlim ve Kültür Vakfının düzenlediği “Haşir Sempozyumu” bu mânâda çok çarpıcı yaklaşımlar. Artık yeni dünya düzeni, dünya siyaseti, ekonomik planlar, kalkınma hamleleri gibi çok şatafatlı gözüken, ama maddî alanı ön plana çıkarmanın sığlığı ile yüz yüze yaklaşımlar yerine, tüm insanlığın daha derinlere ve eşyanın özüne yönelmesi gerekiyor.

Aslında tek tek her insanın dolayısı ile tüm insanlığın en önemli vazifesi ve en belirgin tanımı kulluk. Üzerinde durulacak en belirgin alan da bu olmalı. Yani, ortaya koyacağımız açılımlar Kur’ân ışığında ve tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet zemininde gerçekleşmeli. Haşir Sempozyumu da bu anlam çerçevesinde tüm dünyayı ilgilendiren derinlik ve önemi ile çok dikkat çekici. Daha önce Ortadoğu ve Arap ülkelerinden gelen bilim adamlarının haşir ile ilgili tefekkür ve çalışmalarının süzülmesinin ardından bu hafta sonu İtalya, Kanada, ABD, İngiltere gibi ülkelerden katılan ve önemli bir kısmı başka dinlere mensup bilim adamlarının Risâle-i Nur eksenli haşir çalışması artık külliyatın dünyaya mal oluşunun ve dünyanın geleceğine Kur’ân’ın nuru ile ışık tutacağının müjdesi olmalı.

Günümüz insanlığının değerler dünyasını; para, siyasî güç ve maddî değerlerin şekillendirdiği bir bakış açısı oluşturuyor. Bu bakış açısı ile varlığın bir kitap olarak algılandığı ve görünenden çok görünen mânânın ifade ettiği, arka planın ön planda tutulduğu bir yaklaşıma ulaşmak mümkün değil. Oysa hayatın ve insanın gerçek anlamı arka planda, ferdin dünyasında arka plana yöneliş çok önemli bir dönüm noktası. Bunu sağlayamadığında hayat hızla akıp giderken zerrelerin inceliğinde çizilen imajlar kayboluyor ve kişiye en ufak bir katkı sağlamıyor. Maddenin kendi içinde oluşturulan değerler hayatın asıl gayesi olarak düşünülüyor, ölüm geldiğinde ise hiçbirinin anlamı kalmıyor. İnsan arka planla irtibatlı tanımını bulamadığı müddetçe bu hayat içerisinde gerçek insanlığı yaşayabilmesi ve varlık için zaman ötesi bir tanım oluşturabilmesi mümkün gözükmüyor. Bu yönüyle İslâmî çerçevede ya da daha geniş anlamıyla nübüvvet çizgisinin çizdiği yolda bir hayat algısı maddenin bu tarafa bakan boyutundan uzak olmalı ve asla yönelik olmalıdır.

Maddî planda yaşamanın getirdiği zaaflarla iç içe olan insanlık âleminin bir parçası olan hizmet ehli de maddî alanı ön plana çıkarmanın sıkıntılarıyla yüzleşebiliyor. İslâmî gelişmeler için siyaset zemininde çözüm arayanların da benzer bir problemle yüzleştiğini, zaman içerisinde şuur altında Rabbine bütünüyle dayanmak yerine siyasetin gücünü ön planda tutmak gibi zaaflarla karşı karşıya kaldıklarını gözlemliyoruz. Geçen zaman siyasetin, maddeye yönelmişliğin ve maddî gücün ön planda tutulduğu bir bakış açısı oluşturduğunu ortaya koydu. Bu bakış açısı içerisinde İslâmın berrak hakikatlerinin bulanmadan idrak edilebilmesini ve zaman içerisinde menfaat çatışmalarının oluşmasını engellemenin mümkün olmadığı gözükmektedir. Dini anlamda bir açılım sağlamak öze yönelik olmak halini gerekli kıldığından menfaat arayışlarının uzağında olmalıdır. Oysa siyasetin özünde ve ana felsefesinde sosyal düzeni beşerî güç ile şekillendirmek ve kendi hedeflerini sahip olduğu güç ile ortaya koymak arayışı hakimdir. Bu anlamda siyasetin yapısında maddeyi ön planda tutmak ve bu planda çözüm arayışı içine girmek kaçınılmazdır.

Geçen zamanın da ortaya koyduğu gibi dâvâ uğruna yola çıkanlar siyasî zeminin menfaat çatışması içinde benlik mücadelesine girişmekte ve aynı zeminin gereklerine uygun olarak kendi menfaatlerini ön planda tutan bir noktaya gelmektedirler. Mânâya yönelik hizmetlerin özünde, ferdin şahsî dünyasını Rabbi ile buluşturacak ve bunu yaparken de maddî âlemi sınırlı algısından uzak bütün insanları kucaklayacak bir şeffafiyet hakim olmalıdır. Maddî alanda ortaya konan siyasî mücadelede bu berraklığın muhafaza edilebilmesi ve kişinin varlığın özüne yönelik bir bakış içinde maddî âlemin katılığından uzak kalabilmesi çok güçleşmektedir.

Önümüzdeki yıllar maddenin katılığındaki sınırlayıcılığın ortadan kalktığı ve arka plandaki mânâların duygular şeklinde açığa çıktığı bir dönem olacağa benzer. Şimdiye kadar ortaya konan siyasî arayışlar da göstermiştir ki; ekonomik güç ile, silâh gücü ile devlete hakim olarak manevî bir dâvâya hizmet edebilmek mümkün değildir. Maddî gücü elde etseniz dahi mânâ boyutu iyice dejenere olmakta ve artık sahip olunan imkânların asıl hedefe yönelik kullanılabilmesi zemini kaybolmaktadır. İçinde bulunduğumuz şartlar içerisinde hizmet erbabının ve Kur’ân hizmetine yönelik gayret içinde olanların ferde yönelik yaklaşımları esas tutmaları ve ırk, coğrafya siyasî düşünce ayırt etmeksizin bütün insanların kuşatmaları gerekmektedir. Bundan sonraki yaklaşımlarda daha öze yönelik gayret gösteren ve safiyetin muhafaza edildiği sivil yaklaşımlar hizmet tarzında esas olmalıdır.

Fertlerin dünyasına ulaşmak siyaset ile değil, iletişim ve diyalog ile olacaktır. Sevginin kuşatıcı gücü ön planda tutulduğunda bütün nükleer silâhlardan ve toprak hakimiyetinden çok daha etkili bir sonuç verecek ve bütün insanlığı içine alacak bir yaklaşım haline dönecektir. Böyle bir yaklaşımın önünde siyaseten ve silâh gücü ile durabilmek mümkün değildir. O halde bütün hizmet erbabı Kur’ân’a hizmet dâvâsını yeniden planlarken siyasî yaklaşımların dışında kalmalı ve iktidara yönelik arayışlar yerine insanı keşfetmeye ve doğru insanlığın iç dünyalarda hakim olmasına arayışlar içine girilmelidir.

İnsanlık zemininde ve doğru insanlık tarlasında Kur’ân’dan başka bir şey yeşermeyecektir. Gelecek günlerin İslâmî gelişmeler açısından doğru adımı; öze yöneliş, insanlık zemini üzerinde hareket etmek ve bütün gücünü Âlemlerin Sultanına dayanmaktan aldığına gerçekten inanmak ve bu doğrultuda hareket etmek olacaktır. Sevgi Dünyasına Davet ve Haşir Sempozyumu gibi peşpeşe yaşadığımız güzellikler bu yaklaşım tarzının çok ümit ve şevk verici örnekleri. Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbim hizmet aşkı ile insanlığa sevgi, barış ve iki cihan saadeti duâsını kavlen ve fiilen büyük bir aşk ile yapan nur ehlinin ve onlara destek olanların yardımcısı olsun. Nurun kuşatıcılığı ve huzuru tüm âleme yayılsın ve tüm insanlar hem dünyada, hem âhirette mutlu olsun.

Dr. Hakan Yalman

Varlığı anlamak kendini anlamaktır

Meyillerinden dolayı kişinin suçluluk duygusuna kapılması çoğu zaman kendini iyi tanımamaktan kaynaklanır. Varlığı doğru algılamak ve anlamak için kendini doğru algılamak gerekir.

Bazen insanlar özellikle hayatı kendilerine problem haline getirirler. Önemli olmayan problemler büyütüldüğü için büyük algılanır. Şeytanın genel stratejik planı da insanın bu zaaf noktasından istifade etmek üzerine bina edilmiştir. Diğer yandan, “iktiran” adı verilen iki şeyin aynı anda, ya da yan yana gözlenmesinin bunlar arasında bir irtibat olduğu inancını oluşturması da şeytanın vesveseye sürüklediği alanlardan biridir.

Meselâ bir hocayı ya da dindar bir şahsı meyhaneden çıkarken gördüğümüzde bir anda aklımızda binlerce soru işareti oluşur, şahsın kötü yola düşmüş olmasından dolayı büyük sıkıntı ve endişe duyarız. Bu durumda çoğunlukla şahsın oraya birine bakmak için hatta birilerini o bataklıktan kurtarmak için girmiş olabileceği aklımıza gelmez. Zihin meyhanenin kötü imajını, anında şahsın temiz olduğuna inandığı ahlâkına bulaştırma eğilimindedir. Aile hayatında eşler arası problemlerden bir çoğu da aynı mekanizma ile bir tarafın peşinen diğer tarafı suçlamasından kaynaklanmaktadır. Soğukkanlılık ve sükûnet ile olayı anlamak ve “bera-yı zimmet asıldır”, yani suçlu olduğu isbatlanana kadar şahsın masum olduğu kabul edilmelidir ya da “hüsn-ü zan”, yani ilk planda hep iyi yönü düşünmek gereklidir gibi düsturlar uygulanmayıp üstelik tam aksi yönde hareket edilmesi çoğunlukla problemlerin başlangıç noktasını teşkil etmektedir.

İnsanın varlıkla ilgili en büyük zaaf noktalarından biri yan yana gördüğü iki şeyi birbiri ile alâkalı ya da birbirini etkiliyor olarak kabul etmesidir. Bu zaaf sebebiyle çabuk suçlamalar ve peşin hükümler sıklıkla önümüze çıkan problemlerdir. Meselâ, bir şahıs kendi düşüncesine zıt fikirde insanların arasında veya onların kurumlarında görüldüğünde hemen suçlanır ve “O da onların safına geçmiş, onlardan olmuş!” düşüncesi doğar. Bu yüzden insanlar çoğunlukla farklı fikirde olan kişi ve kurumlardan kaçma, onlarla bir arada bulunmaktan uzak durma eğilimindedirler. Bu hal iktiran zaafının birlikteliği kaynaşmayı ve çoğunlukla diyaloğu engelleyen yönünü ifade ediyor olmalıdır.

Bu bölümde Bediüzzaman, bulaşmanın her zaman bir arada ya da yan yana olmanın sonucu olmadığını, bazen iki şey yan yana bulunsa bile birbirini hiç etkilemeyebileceğini çarpıcı bir örnekle ortaya koymaktadır. Kulluğun en belirgin ifade şekillerinden biri olan namaz için en önemli şartlar arasında bedende ve elbiselerde temizlik yer almaktadır. Bu durum sadece dış temizliği gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde kişinin dinen temiz olması hiç mümkün olmaz. Çünkü barsakları içinde sürekli olarak dinen necis kabul edilen gaita ve idrar yolları içinde yine dini açıdan necis kabul edilen idrar bulunmaktadır. Namaz ise, bütün yönleri ile temiz ve her türlü pislikten arınmış olmayı gerekli kılan bir ibadettir.

İşte ferdin içinde yer alan necaset, çok yakınında hatta içinde olduğu halde kişinin namazına ve temizliğine zarar vermez. İnsanlar içlerinde pislik taşıdıkları için birbirlerinden iğrenmezler. Bilâkis beden genel olarak çok lâtif ve nezih kabul edilmektedir. Bu nezahet ve temizlik o derece kabul edilmiştir ki, bedenin içindeki bu pislikler çoğu zaman akıla bile gelmez ve hatırlanmaz. Çünkü bilinir ki bu bedenin en normal ve fizyolojik halidir.

Benzer şekilde insanın duygularını, meyillerini, arzularını ayarlayan pek çok hormon ve sinir sisteminin işleyişi insan vücudunun fizyolojik işleyişinin parçalarıdır. Özellikle gençlik döneminde bu duyguların daha galeyanda olduğu esnada, hormonlarının değişimi açısından önemli bir dönüm noktası olan bu zamanda içinde her türlü meyil bulunabilir. Bu meyillerin bulunması aynen idrar yollarında ve sindirim sistemindeki necaset gibidir. Bunların dışarı çıkmaması halinde bedenin temizliğine zarar vermemeleri gibi, kötüye meyillerin de icraata geçmemiş içte kalan durumları ruh için aynı hükümdedir. Ferdin iç âleminde ve hayal dünyasında yaratılışı gereği pek çok hormonun işleyişiyle bağlantılı olarak karşı cinse meyiller olacaktır. Bunların varlığından dolayı suçluluk duygusuna kapılmakla, karnındaki pislikten dolayı abdestinin bozulduğunu düşünmek arasında özde hiçbir fark yoktur.

İnsanın iç âleminde iyi ve kötü her türlü meyil bulunabilir. Suç ancak bunların icraata geçirilmesi ve fiilen ortaya konması ile doğar. Adil-i mutlak iradeleri dışında yüzleştikleri ve yan yana geldikleri hallerden dolayı kullarını cezalandırarak bir zulüm ve şefkatsizlik hali sergilemekten münezzeh ve son derece uzak olmalıdır. İç âleminde kötü meyiller olması ile bu meyillerrin sonucu olan uygulamalar aynı şeyler değildir. Meyillerden dolayı kişinin kendini suçlaması son derece yanlıştır. Önemli olan bu meyillerin emri doğrultusunda hareket etmeyen bedeni iradeyi ortaya koyabilmektir. İşte bu noktada kul, imtihanını başarı ile vermiş ve Halık-ı Kerim’in en çok hoşuna giden sevimli hali sergilemiş olur.

Aynı mânâyı Bediüzzaman, mukaddes mânâların düşünülmesi esnasında bedenin bir ihtiyacından dolayı hayal âleminin bu ihtiyaçla bağlantılı suretler dokuması ve bu suretlerin mânâlarla yan yana gelmesinden dolayı mânâların kirlendiğinin zannedilmesi örneği ile açıklar. Hisler, çoğunlukla beden içinde işleyen hormonal mekanizmaların oluşturduğu durumlarla yakından alâkadardır. Hormonal mekanizmalar ise bedenin pek çok yerinde bulunan ve reseptör adı verilen uyarı alıcıları ile bağlantılı olarak çalışırlar. Mesanenin dolu olduğunun bildirilmesi, barsaklardan gaitanın atılması gereği gibi fizyolojik işleyişler bu reseptörler aracılığı ile beyne uyarı iletirler. Bu uyarılar esnasında beyindeki pek çok işleyiş durumla alâkalı ya da yakınında gibi gözlenir.

Meselâ bir âyetin kutsi mânâlarını tefekkür esnasında göze ilişen bir suret, kulağa gelen bir ses, idrar yapma ya da defekasyon ihtiyacı bir anda zihinde ve hayal âleminde bunlarla bağlantılı suretler dokunmasını netice verebilir ve dokunan suretler âyetin mukaddes mânâlarına çok zıt olabilir. Mânâlar ve suretler iç içe gibi gözlense de birbirlerine dokunmazlar mukaddes mânâlar çirkin suretlerin içinden onlara hiç değmeden geçip aslî menzillerine ulaşırlar. Bu noktada kulun içine düşebileceği en büyük yanlışlık iç âleminde çirkin suretler ve mukaddes mânâların birlikteliğinden dolayı iç âleminin tefessüh ettiği kalbinin bozulduğu zannına kapılmasıdır. Bu zan şeytanın hileli oyunlarından biridir ve kulu gereksiz bir suçluluk duygusuna sokarak “battı balık yan gider” noktasına getirmeyi hedefler. Üstelik bu suçluluk duygusu ile bütün dikkat çirkin suretlere yönelir ve onları kulun âleminde daha belirgin hale getirir.

Yersiz bir hassasiyet, cahilcesine bir suçluluk duygusu gibi masumiyet noktasından her şeyini kaybetmişliğin ve insanlıktan çıkmışlığın zannı sonucu bütün ümitleri yitirerek gerçek bir canavara dönüşmeyi ya da kurtuluşu yoklukta aramayı netice verebilir. Bu vahim sonuçtan kurtulmanın tek yolu kendini iyi tanımak, şeytanın hilelerini bilmek, gereksiz telâştan ve hassasiyetten uzak, makul ve mutedil bir yaklaşımla meyillerinin değil aklının ve kalbinin sevki ile vahyin çizdiği yolda ilerleyebilmektir.

Hakan YALMAN