Etiket arşivi: hakikat

Hakikatte Korkulması Gereken Ne?

İnsanların bu kadar korktuğu Koronavirüs adlı bir olgu var. İnsanlar bulaşıcı bir hastalıktan korkuyor ve bir endişe var. Peki sorumuz şu; Hakikatte korkulması gereken nedir?

Bununla ilgili Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne bir başka konuda sorulan soruya verdiği cevabı aktarmak istiyorum. Kendisine 2. Dünya Savaşı döneminde radyo başına koşmayıp, bu dünya savaşı ile ilgilenmemesi ile ilgili soru geliyor. Ve cevaben şunu diyor;

«Evet, bu Cihan Harbi’nden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüt sarf edecek.

   İşte o dava ise yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahidlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor.» (Şualar, s. 201)

Burada geçen şu yere dikkat etmek gerektir; “…herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” Burada demek ki sadece insanların az bir kısmına bulaşmış ve sadece dünyadaki 70 80 yıllık bir hayatını tehdit eden bir hastalık yok. “Herkesi” ilgilendiren bir mevzu var. Öyle bir dava açılmış ki, bu yeryüzü kadar bağlar ve saraylar ile süslenmiş ve ebedî ve devam eden tarlaları ve mülkleri kazanmak veya kaybetmek davası herkesin başına açılmıştır. İşte bütün mesele bu.

Bizlere lazım olan şey “tam münevverü’l-kalp bir âbid” olabilmektir. Yani tam ve hakikî bir şekilde kalbi nurlanan ve aydınlanan bir ibadet eden kul olmalıyız. Şu yer bize ne de güzel örnektir;

«Evet, her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet, tam münevverü’l-kalp bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa ihtimaldir ki onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalpsiz bir fâsık feylesof ise gökte bir kuyruklu yıldızı görse yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)» (Sözler, s. 22)

Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Hakikat ve Ünsiyet

En mühim hakikat, Allah  Resulü ve Son Peygamber Hz. Muhammed (a.v.s.)’ın bize tebliğ ve tâlim ettikleridir.
Bizim için hakikatin iki esas kaynağı, Kur’an ve Hadis’tir. Bu iki esas kaynağa kısaca “nakil” de denir.
İnsanların hakikati anlayabilmeleri için, hem akıla hem de “nakil”e ihtiyaçları vardır. Akıl olmazsa “nakil” anlaşılmaz. “Nakil” olmazsa, insan aklını iyi kullanmakla ancak Allah’ın varlığı ve birliği hakikatini kabul edebilir; bu Dünyaya gelişinin, yaşamasının,  ölmesinin sebeblerini ve hikmetlerini, bu dünyadaki vazifelerinin neler olduğunu, Allah’ın sıfat ve isimlerini yalnız aklını kullanarak, “nakil” olmadan öğrenemez. Bunun için ,“İslâmiyet akıl dinidir” denilmiştir; yoksa, herkesin inanış ve yaşayışını kendi nefsine hoş gelecek bir tarzda kendi aklına göre düzenleyebileceği manâda “akıl dini” (!) katiyyen değildir.
Hakikati bulabilmek için lüzumlu olan ilk şey: Hakikati bulmaya samimî bir istek göstermektir. “İsteyene verilir; arayan bulur, kapıyı çalana kapı açılır..” Onu tam yerinde ve iyi kullanabilse, akıl insana hakikati anlayabilmekte bir “mehenk taşı” olabilir.
Hakikat, bütünüyle Allah’ın ilmine aittir. Bizim öğrenebileceklerimiz, talebimize ve elde etmek gayretlerimize mukabil, O’nun tarafından bilmemize müsaade edilenlerdir.
O’nun, peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla bize tebliğ ettiği hakikatleri talep etmekten, onları nefsimizde yaşamaktan ve başkalarına da tebliğ etmekten mesul olduğumuzu bilmeliyiz.                                                       
 
                                                           * * *
Denizciler, denizi iyi bilmeyenler için bazen : “Denizi bardakta görmüş” derler. Bu istihzalı ifade,“HAKİKAT ve ÜNSİYET” meselesinin, misal dürbünüyle aklın anlayışına yakınlaştırılmasında kullanılabilir.
Bir tarihte, vazifeli bulunduğu Trabzon’dan memleketi olan Konya’ya izinle giden bir arkadaşımı yolcu edip uğurlarken, beraberindeki içi su dolu bir plastik bidon dikkatimi çekmişti. Yolda abdest alacak su bulamayacağı endişesiyle mi yanında su götürdüğünü ona sormuştum. Arkadaşım tebessüm ederek, bana “-Hayır” cevabını vermişti ve şöyle izah etmişti: 
Konya’da yaşlı bir komşusu varmış, o yaşına kadar denizi hiç görmemiş; sadece işitmiş. O yaşlı ve fakir haliyle denizi görmek için bir deniz sahiline seyahat imkânı da bulamadığından, “denizi ayağına getirmek(!)” istemiş. Bu komşusunun gönlü olsun diye de o Konya’lı arkadaşım beş litrelik bir plastik bidona doldurduğu Karadeniz suyunu Konya’ya o komşusuna götürüyormuş!.
Bu açıklamaya biraz hayret etmiş olmama rağmen, o yaşına kadar denizi görmemiş ve denizi görmek merakını giderememiş yaşlı Konya’lının, bu konuda son çare olarak, deniz sahilindeki bir şehirde görevli olan  komşusundan, memleketi olan Konya’ya gelişlerinden birinde getirmesini istediği bir miktar deniz suyunu görünce, ne yapmış ve ne söylemiş olabileceğini kendi kendime tahmin ve tasavvur edebilmeye çalışmıştım. 
O yaşlı Konya’lının asıl davranışının ne olduğunu, o arkadaşımla izinden dönüşünde tekrar karşılaşmadığım için sorup öğrenememiştim, fakat büyük bir ihtimalle, kendisine 5 litrelik bir bidonda getirilmiş olan deniz suyundan bir cam bardağa doldurup görünüşünü, tadını, kokusunu incelemiş ve sonra da büyük bir ihtimalle: “Bayağı tuzlu bir su imiş…” diye fikrini beyan etmiş olabilir. “Büyük bir ihtimalle böyle demiştir” diyorum, çünkü insanların böyle hallerde buna benzer bir tavır aldıklarının misallerini hepimiz çok görmüşüzdür.
Bu vak’ayı bir misal olarak alıp konumuz olan HAKİKAT ve ÜNSİYET” meselesine tatbik edersek, “HAKİKAT büyük bir umman ise, bu ummanın bir kaba doldurulmuş numunesi karşısına gelince, onun numunesi olduğu şeyi anlayabilmekten uzak, ona lakayt, hakir görücü bir nazarla  bakmak da “ÜNSİYET” halini ifade eder.
Gaflet içindeki insanlar, o Konya’lı yaşlı vatandaşın bir dünya denizine ömrü boyunca duyduğu merak ve alâkayı bütün kâinatı ihata eden hakikat okyanusuna duyabilselerdi; onu anlamaya çalışsalardı… Bütünüyle görmeye ve bizzat her tarafına seyahate imkanları olmadığı için, önlerine konulmuş numunelerini anlayıp takdir edebilmekten uzak, onlara lakayt ve hakir görücü bir “ÜNSİYET” nazarıyla bakmasalardı… Duyu organları ile müşahede edebildikleri mevcudatta ve her hadisede, büyük varlığın ve büyük kudretin tecellilerinin küçük numuneleri olduğunu düşünebilselerdi… Her şeyi bu numuneler ve misaller âleminden ibaret zannetmeyerek bunlar vasıtasıyla anlaşılması icab eden “asıl”lardan gaflet etmeselerdi… 
Fakat, yazıklar olsun ki, insanların ekseriyeti böyle bir gafletin içindedirler. Meraklarını, hayretlerini, hayranlıklarını tevcih edebilecekleri “asıl”lardan bîhaber, “numuneleri asıl gibi kabul eden” bir gaflet seline kendilerini kaptırmış olarak son menzillerine giderler… 
Alçalan bir meyilde ilerleyen bir selin akışı en aşağı seviyeye varıncaya kadar devam eder. Gaflet seline kapılmış olarak büyük bir felakete doğru gidenler, bu gidişlerini “karşılıksız bir seyahat” mı zannediyorlar ki, o yanlış zanlarından bir an evvel kurtulabilmek için hiçbir gayret sarf etmiyorlar?
 
                                             * * *
Lale Devrindeki Osmanlı Devletinde değiliz; “Sanat sanat içindir” sözünün reddedilmesi için çok sebeplerin bulunduğu bir devirde ve muhitte yaşıyoruz. Yazı yazarken de “tasannu” değil, “tebliğ” esas maksat olmalıdır.
Bilhassa edebiyatçılar tarafından yazılanları bu açıdan inceler; yazılarında tebliğe mi, yoksatasannuya mı daha fazla ehemmiyet verdiklerini teşhise çalışırım.
Merhum Prof. Dr. Ali Nihat TARLAN hocanın KUĞULAR” adlı kitabındaki “BİR TURİST KAFİLESİ” başlıklı kısım da, “HAKİKAT ve ÜNSİYET” bahsimizle alâkalıdır ve tebliği esas almış bir metindir.
Bu sebeble onu buraya alıyorum:
“BİR TURİST KAFİLESİ
Amerika’dan gelmiş bir turist kafilesi LOUVRE’u geziyorlardı. Tabloların önünden koşar adım halinde geçiyor, onları bir rüya gibi sisli ve müphem, güya görüyorlardı.
Güya onların sanat sırlarını keşfediyor, güya onlardan birşey görüp anlıyorlardı.
Bu turist kafilesi, o ziyareti belki beş dakikada bitirdi; otobüslere binip oradan ayrıldılar. Eh LOUVRE’u görmüşlerdi. Amerika’da bol bol övünebilirlerdi.
Halbuki bir tablonun önünde senelerce oturup incelemek belki kâfi değildi.
Her zerresi mucize olan bu kâinatı ben de o turistler gibi gaflet içinde gezdim.
Ne gördüm, ne anladım. Az sonra rehberimiz boruyu öttürecek:
-Haydi otobüslere!..”
Merhum Prof.Dr. Ali Nihat TARLAN’ın derin ilminin, kültürünün eşya ve  hadiselere bakışına kazandırdığı ihata ve anlayış kabiliyetine rağmen, ilerlemiş yaşında, “HAKİKAT ve ÜNSİYET”mevzuundaki böyle bir itirafını neşir ile ilân etmesi de, “HAKİKAT”a karşı “ÜNSİYET“halleriyle ÜNSİYET içinde olarak ömürlerini tüketen insanları ikaz etmeli; sarsmalı ve uyandırmalıdır!..
Prof. Dr. Mustafa NUTKU
(KÖPRÜ Dergisi, Aralık 1978)
 

Meşveret Nedir? Nasıl Kazandırır?

Meşveret, sınırlı akıl, sınırlı düşünceye sınırsızlık kazandırmanın önemli bir yoludur.

Meşveret kadar zengin bir devlet ve güçlü bir ordu yoktur.

Sahabe, medih makamında, “Onların işleri, aralarında meşveret iledir.” beyanıyla, başka sıfatlarla değil de, meşveretle yâd edilmiştir…

Akıllıdan birkaç adım daha ileri akıllı, başkalarının akıl ve düşüncelerine de değer verendir.

Düşüncelerdeki pasları çözecek en müessir iksir, meşverettir.

İki akıl bir akıldan hayırlı ise, yüzlerce akıl evleviyetle bir akıldan hayırlı olur. İşte meşveret, bunca aklın bir araya gelmesinin adıdır.

Kendi akıllarına güvenip başkalarının düşüncelerine müracaat etmeyenler, dâhi de olsalar, muhakemeye önemli bir derinlik kazandıran meşvereti terk ettiklerinden dolayı akılsız sayılırlar.

Bir bilene sor! İki bilgi, bir bilgiden hayırlıdır.

Meşveret, şûrâ, istişare, müşavere kelimeleri aynı kökten gelmektedir ve lûgatlerde “danışma”, “görüşüp anlaşma”, “konuşup bir karara varma” anlamında tarif edilir. Meşveret İlâhî bir emirdir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Allah, Resûlullaha (asm) istişareyi emretmiş, ayrıca işlerini istişare ile yapan toplulukları medhü sena ile övmüştür.

“Onlar, Rablerinin dâvetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri kendi aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.” (Şûra Sûresi: 38.)

Cenâb-ı Allah’ın bu âyette istişâreyi, iman ve namazdan hemen sonra zikretmesi, daha sonra da zekâtı içine alacak şekilde infâktan bahsetmesi istişarenin İslâm’da ehemmiyetini gösterir.

Bakara Sûresinde insanın yaratılışı anlatılırken, Cenâb-ı Hakkın bu hususta meleklerle olan istişaresi nazara verilmektedir. Müşâvereden münezzeh olan Allah, böylece meşvereti emrettiği insanlara müşâvere üslûbunu öğretmektedir.

Âyetlerle, İlâhî bir emir olduğu kesin bir şekilde anlaşılan meşvereti; Allah’a lâyıkıyla bir kul olabilmemiz ve onun rızasını kazanabilmemiz için yapmamız gereken bir vazife olduğunu unutmamalıyız.

“Onların işleri aralarında şûrâ iledir” âyeti Mekke devrinde mü’minlerin toplum idaresinde söz sahibi olmadığı bir dönemde nâzil olmuştur. Böyle olduğu halde meşveret yine emredilmiş ve ondan vazgeçilmemiştir.

Peygamberimiz (asm) müşavereye dair bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Allah bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare eylerse, doğrudan mahrum olamaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulamaz.”

Bu hadisin doğrultusunda anlaşılıyor ki meşverette bir doğruluk hikmeti var. İnsanı, tek akılla düşünmektense şûrâ ekibi ile beraber daha fazla akılla düşünüp en doğrusunu yapmaya teşvik eden meşveret, bir gelişim aracıdır. Bir araya gelip karar veren ümmet için Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur: “Benim ümmetim dalâlet üzerine ittifak etmez.” Bu da gösteriyor ki gerçekten tek akılla düşünüp karar vermekle, birkaç beyin çalıştırıp bir fikir teâtisinde bulunmak arasında büyük farklar var.

Peygamberimiz (asm), hayatındaki meşveretleriyle, ashabına muallimlik yapıp meşvereti onlara da öğretmiş, bizlere en yüksek insanî terbiyeye meşveret yoluyla erişilebileceğini hayatıyla tasdik etmiştir. Gerçekten meşveret ortamı, hür bir tartışma zemini olup doğrunun da yanlışın da açıklıkla söylenmesini sağlayacak bir özelliğe sahiptir. Meşveret fikir alışverişini sağlayıp insanların düşünce ufuklarını genişletir. İnsanlar bu sayede şahsî ön yargılarından soyutlanır ve onlara daha doğruyu bulma imkânları doğar.

Meşveret, hak ve hakikati ortaya koyma ve mevcut şartlar içinde yapılması gerekenin isabetli şekilde belirleme imkanı verir. Meşveret edilenlere değer verildiğini gösterir. Onların kalblerini hoşnut eder, işin beraberce yürütülmesini sağlar. (4) (İbnu Kesir, II, 128; Yazır, II, 1214)

Hz. Peygamber (asm.), kendi görüşlerini dikte ettiren biri değildi. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Ebu Hüreyre, Resulullah’ın bu yönüyle ilgili olarak şu tesbitte bulunur: “Ben, Resulullah’tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim.” (1) (Tirmizi, Cihad, 35)

Bedir, Uhud, Hendek Savaşları öncesi, ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, ona göre hareket etmiştir. (2) (İbnu Kesir, II, 128-129)

Mesela, Bedir Savaşı öncesi, orduya yerleşme emri verdiğinde, ashabtan Hubab b. Münzir söyle der: “Ya Resulullah, buraya yerleşmemiz, Allah’tan bir vahiyle midir ? Yoksa, sizin düşünceniz midir ? Resulullah, kendi düşüncesi olduğunu söyleyince, Hubab, su olan bir yere yerleşmenin daha uygun olacağını ifade eder. Resulullah, bu görüşten memnun kalır ve o doğrultuda hareket emri verir. (3) (İbnu Hişam, II, 272)

Burada, görülmektedir ki, ashab, Resulullah’ın peygamberlik yönüyle, insaniyet yönünü birbirinden ayırmaktadır. Risalet yönünü ilgilendiren hususlarda, ashaba düşen görüş beyan etmek değil, itaat etmektir. Ama, vahiy gelmeyen hususlarda, onların da görüş beyan etme hak ve hürriyetleri vardır.

İstişareyi de müspet hareket grubunda saymak gerekir. Bunun zıddı olan, münferit hareketler ise menfîdirler. Çünkü, büyük bir hayrın oradan kalkması söz konusu olabilir.

Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir. Cemaat namazı bunun açık bir örneğidir. Cemaate iştirak etmeyen bir kişi, cemaat sevabını kendi amel defterinden adeta nefyetmiş gibi olur. Yirmi yedi kat sevabın kaybı ise menfî bir sonuçtur.

Münferit düşünen ve çalışan kişinin fikri isabetli de olsa, bu fikir tek başına kalan “uzunca bir dik çizgiyi” andırır. Yani tek başına alınmış bir karardır ve tektir yani sadece birdir. Yalnızdır. Bu kişi, fikirleri diğer bir arkadaşına danışarak alsa on yahut bir kıymetinde olan diğer iki arkadaşıyla meşveret için bir araya gelse, ortaya çıkan yüz on bir’lik sonuçta her bir rakamın kıymeti, “bir” den yüze çıkar. Çünkü üç tane “bir”i yan yana koyarsanız ittifak sırrıyla 111 eder ve rakamlardan hangisini çekseniz geriye sadece on bir kalır. Demek ki, bu ittifak sırrı ile birler basamağında bulunan bir rakamın gerçek hizmeti yüzdür. Yüzler basamağında bulanan bir rakam, arkadaşlarıyla birlikte olmayı bırakıp kenara çekildiğinde, değeri yüzden bire düşer.

Aynı konuda geçen, “omuz omuza verme” ifadesi de çok önemlidir. Cemaat namazında olduğu gibi, burada da araya boşlukların girmemesi gerekir. Aksi halde, rakam okunmaz olur.

Danışma ve fikir alma, yapılacak işleri karara bağlama anlamına gelen meşveret, dinin esası ile ilgili değil, uygulamaya yönelik olarak yapılacak faaliyetleri kapsar. “Mü’minlerin kendi aralarındaki işleri meşveretledir” ayetinin uygulamasıdır. Meşveretin hayatı hak, kalbi marifet, lisanı muhabbet ve aklı kanundur. Meşverette hürriyet esastır. Hürriyet istidat ve kabiliyetlerin inkişafına sebeptir. Her bir ferdi bir padişah gibi hür ve azade kılar. Bu da her bir ferdin istidadını kâinat vüs’atinde inkişaf ettirir genişlenir.

Şayet tembellikle ve garazlarla bu kabiliyetler engellenirse elbette istenilen mahsul alınmayacağı gibi, meşveret de istenen sonucu vermeyecektir. Meşverette ruhların imtizacı ve tesanütü, fikirlerin telahuku ve yardımı, kalplerin in’ikası ile olur. Halis bir meşveret ancak kalplerin in’ikasından, ihlâs ve samimiyeti esas alan bir cemaatten ve topluluktan çıkar. İşte meşveret böyle bir heyetin manevi bir ruhu hükmüne geçer.

İslam tarihindeki büyük yıkılışın en mühim sebebini meşveretin terk edilmesinde görmüş, İslam’ın altın çağındaki faziletin kaynağını meşveret olarak gösterilmiştir. Asr-ı Saadet ve Dört Halife devri bunun en büyük örneğini teşkil eder.

Bu tespiti orijinal ifadesiyle “zaman-ı saadette ve selef-i salihin zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükuk ve şübehatın hükümleri olmazdı” şeklinde ortaya konulmuştur. (Muhakemat, s. 32)

Bu zamandaki hürriyet eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verilse, yani meclis şeri usullere göre danışma sonucu karar alsa, bu millet eski satvet ve kuvvetini yeniden ihya edecektir” (Divan-ı Harb-i örfi, s. 85)

İnsanlık aleminin en büyük musibetlerinden biri olan istibdadın yegane çaresi meşveret olduğu gibi, toplumsal barışın, ve bilimsel gelişmenin esası da yine meşverettir. (Hutbe-i Şamiye, s.65)

Meşveret, verilecek kararların isabetli olarak verilebilmesinin ilk şartıdır. Bir mesele hakkında iyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitlerine arzedilmeden verilen kararlar, çok defa hüsran ve hezimetle neticelenir. Düşüncelerinde kapalı, başkalarının fikrine hürmet etmeyen “kendi kendine” birinin, üstün bir fıtrat, hatta dâhi de olsa, her düşüncesini meşverete arzeden bir diğer insana göre daha çok yanıldığı görülür.

En akıllı insan, meşverete en çok saygılı ve başkalarının fikirlerinden en çok istifade eden insandır. Yapacağı işlerde kendi düşünceleriyle iktifa eden ve hatta onları başkalarına da kabul ettirmeye zorlayan olgunlaşmamış ruhlar, etraflarından hep nefret ve istiskal görürler.

Güzel neticelerin elde edilmesinin ilk şartı meşveret olduğu gibi, kötü âkıbet ve hezimetlerden korunmanın ehemmiyetli bir vesilesi de, dostların yüksek fikirlerinden istifadeyi ihmal etmemektir.

Bir işe başlamadan önce gerekli olan her danışma yapılıp tedbirde kusur edilmemelidir ki, sonra etrafı suçlama ve kaderi tenkit etme gibi, musibeti ikileştiren yanlış yollara gidilmesin. Evet, bir şeye azmetmeden evvel, âkıbet güzelce düşünülmez ve tecrübe sahipleriyle görüşülmezse, neticede hayal kırıklığı ve nedâmet kaçınılmaz olur.

Önü arkası iyice düşünülmeden içine girilmiş nice işler vardır ki, bir adım ileriye götürülememiş olmaktan başka, o işe teşebbüs edenlerin itibarlarını yitirmeleriyle sonuçlanmıştır. Evet, aklına esen şeyleri yapmaya kalkan birisi, bu kabil yanlış yollarla içine düşeceği inkisarlardan dolayı, yapabileceği şeylerde de er-geç ümitsizliğe dûçar olur.

Yapılacak meşveretlerde, amacımıza ve İslami hizmetimize taallûk eden meseleler hakkında en isabetli ve en makul görüşü ortaya çıkartmak için, ehil kimselerin mütalâasına müracaat etmek gerekmektedir

Cenab-ı Peygamber (s.a.v): “Müşavere edilen emindir.” buyuruyor. Çünkü müsteşar yani kendisiyle istişare edilen zat emin, mütefekkir, müstakim, tesirata tabi olmayan, gadab göstermekten beri, pek ciddi, halim, sabırlı ve hayırhah olmalıdır. Yani hayır okumalı, hayır konuşmalıdır. Zira bir Hadis-i Şerifte, “Her kim kendisiyle müşaverede bulunan kardeşine bildiği halde, hilâfına bir beyanda bulunursa şüphesiz hiyanet etmiş olur.” Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “Her kim istişare ederse rüşte mazhar olur, her kim müşavereyi terk ederse hatadan kurtulamaz.”

İslama hizmet dava eden bizler islamı tebliğ kudsi hizmetimize ait himmet ve gayretleri artıracak, istidat ve kabiliyetlerin inkişafına, âli seciyelerin intişarına ve de akademik iş hayatımızda başarı için birer vesile olacaktır. Çünkü bizler hisler ile değil, akıl ve düşünce ile meseleleri müzakere etmek kudretine sahip olmalıyız.

Ancak, her insanda hissiyat bulunur. Bu sebeple meşverette daima müsbet meseleleri nazara vermek gerekmektedir. Menfi meselelerin zikrinde kalbler rencide, fikirler rahatsız olabilir. Şevkler kırılır. Güzel sıfatlar ortaya konduğu vakit, tahtında menfi şeyler de anlaşılmış olur. Şeytana lânette bir fayda yoktur. Ama Bismillahderseniz, hem sevab işlemiş, hem de şeytanı kaçırmış olursunuz. Bu sebeble güzel ve müsbet şeyleri konuşmak ve şûrâya da güzel fikirler getirmek lâzımdır.

Meselelerimizi konuşurken, hal, yani şu andan ziyade istikbali nazara almalıyız. İstikbali dikkate alarak adım atmak güzel bir tedbirdir. Takip edeceğimiz yol, müsbet harekettir, müsbet konuşmaktır. Tatlı, makûl, yerinde ve hilmle konuşmaktır. Yani kavl-i leyin olmaktır.

Yrd. Doç. Dr. Necmettin Aktepe

www.risaleakademi.com

Bugün Nur Talebesinin En Mühim Vazifesi Bir Gencin İmanını Kurtarmaktır

Evet! İmanı zaafa uğrayan gençler o tehlikeden kurtulmak için, ya Allah’ın rahmeti ile ön yargıdan kurtulup,  gururunu bırakıp, ciddi bir arayış içerisinde olacak, veya bir hayırsever onu kolundan tutup kurtuluş yolunu gösterecek, veya herhangi kimse onun hakikati öğrenmesine sebep olacak ki kurtulsun. Bu başarıyı elde etmek için ilk önce  gururu terk edip mütevazi  (alçak gönüllü) olmaya kendini zorlayacak, veya annesinin, babasının, dedesinin, ninesinin veya herhangi bir mübarek zatın duasını kazanmış olacak ki, bu dualar bereketi ile, Allah onun başını eğip arayış içinde olmasını sağlayacak. Onunla beraber irade-i  cüz iyeyi elimizden asla bırakmayacağız, onu müspet kullandıktan sonra Allahın yardımı yetişip o iman hazinesini sahip olabilir.

Yoksa bu insan, bilhassa okuldaki gençlerimiz dıştan gelen materyalist felsefe ile zehirlenerek, yalınız okulda aldıkları eğitimle kalıp, manevi açıdan şahsiyeti gelişmemişse,  edindiği kötü arkadaşları onu olumsuz yönde peşlerine çekmeleri hiçte zor olmaz. Düşünün devletimiz daha kaldıramadığı kanunlardan biri, okullarda: Din dersi hocası Öğrencilere Allah yarattı deyip biraz sonra Fen hocası derse gelip, tabiat olayları, tabiat yaptı diyor. Bu öğrenci hangi hocayı dinlesin?

Birde öğretmen gaye adamı bir dinsiz ise, çocuğu dinden etmek için herhangi bir menfaat ona gösterdiyse, o zaman bu gibilerin yoldan sapmaları için, iş daha da kolaylaşır. Çünkü bu delikanlılar mantıklarını kullanıp kâinata bakarak yaratıkları inceleyip Allah’ın varlığına delil bulamıyorlar ise?  Önlerinde, dimdik dikilen ölümü görmüyorlarsa? Bunlar dini vecibelerden niye uzak kalmasınlar? Bunlar niye rahat yaşamayı bırakıp, ibadet külfeti altına girsinler? Bu vaziyette olan bu gençler  Avrupai frenk mukallidleri niye olmasınlar? Ecnebiler gibi sefahate niye boğulmasınlar? Çünkü mademki insan dili altında saklıdır. O dilin de konuşacağı ancak kulağıyla dinlediğidir, veya gözüyle okuduğudur veya hayat tecrübesinden kafasına yükleyebildiğinden başkası değildir. Yani bu insan ya kitaptan okuduğunu ya hayati tecrübelerini veyahut bilenlerden dinlediğini bilir, ve onları de başkasına aktarmakla zevk alır.  Onunla iftihar eder. Ancak bu kaynaklardan gelen bilgilerle insan müspet (olumlu) veya menfi (olumsuz) tesir altına girer.

Mâ’nevi bilgileri dinlemeye gelince: Bu zamanda, sözden çok iş konuşuyor ve o görünen iş, insanda tesirli oluyor. Kuru lafın pek tesiri olmuyor. Çünkü sahtekârlar iyi kimselerden fazla kendilerini methedip, övebildikleri için, sen yaptığın dini nasihatleri pratiğe dökmezsen tesirsiz kalıyor. Bazen minibüse veya şehir içinde bir otobüse biniyorum. Otobüs yol alırken ileri duraklarda, sakat, yaşlı veya çocuklu  bir kadın biniyor. O esnada onlara bir yer bulmak için sağa sola bakıyorum, yolcular bana ters bakınca, kendim kalkıp yer veriyorum. Sonra bana yer çok. Öteki beriki sesleniyor  hemen bana yerini vermek istiyorlar. Bu küçük davranış bile gösteriyor ki,  iş her ne kadar dil gibi ses çıkarmıyor ise de , dilden fazla konuşup tesirini gösteriyor. Bildiğini yaşamayanlar piyasada çok olduğu için, insanların çoğu kendi kusurlarını örtüp rahatlamak için veya ümitsizlikten kurtulmak için, başkasının suçunu araştırıp bulmaya kalkıyor. Bak onlar nasıl safsatalar atıyorlar: Gerçi ben namaz kılmıyorum ama benim kalbim temizdir. Filanı  hoca, filan hacıdır ama onlar neler neler yaparlar, demeye başlıyorlar?

Ne var ki, bugün dinden uzak yaşamaya alışanlar, istemeseler bile kulaklarına giren ölüm haberleri hayatlarının tatlarını bozuyor. Onlarda, onu düşünmemek için, kendilerini ya sarhoşluğa veya eğlenceye atıyorlar. Bugün vatanımızda sefahatin kapıları sonuna kadar açık ve ona bulaşmak serbest olduğu için, bazı vatandaşlar, evlatlarının fıtri ihtiyacı olan manevi terbiyeyi vermeye çalıştıklarına rağmen çoğu zaman başarısız kalıyorlar. Yaşadığımız devirde insanımız öyle bir durumdadır ki, yalınız Allah’ın Kanununu ve Peygamberimizin (a.s.m.) sünnetini yerine getirme amacıyla bir araya gelen kişilerin gayretli çalışmalarından kuvvet alan Müslümanlar ayakta durabiliyorlar. Yani ferdi çalışmanın çoğu boşa gidiyor. Zaman cemaat zamanı olduğunu bilmeliyiz ve kurtulmamız için sağlam bir cemaat içine kendimizi atmalıyız. Bu gençleri kurtarmak için en kısa ve sağlam yol onları Risale-i Nur dershanelerine yerleştirmektir. Çünkü bu zamanın ihtiyacına cevap veren ancak bu eserler oluyor Allaha şükür.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Hakikat ve Hikâye

Namık Kemal, geleneksel edebiyatçılara karşı romanı savunurken İntibah önsözünde bir hikâye anlatır. Hint’ten batıya geçmiş bir hikâye olduğu söyler.

Hakikat çıplak gezen bir kız çocuğu imiş nereye gitse aşağılanır, mahcup edilirmiş, o da utanır köşelere kaçarmış. Bir gün hikâye ye rastlamış ve hikâye ona ben sana bir elbise vereyim demiş, gittiğin yerlerde kabul görürsün. Bununla Namık Kemal hakikatlerin çıplak olarak anlatılmasının etkileyici olmadığını, soyut olduğunu, onları hikâye ve roman kılıklı metinlerle anlatırsak daha kabul göreceğini söyler. Bu yolda romanlarını yazar, örnek vermiş olur.

Bediüzzaman İslamın birçok hakikatını hakikat olarak yansıtmaz onları hikâyelerle kolaylaştırır, olayları dramatize eder. Sözler’in başında teorisini anlatır.

Ey kardeş, benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilatiyle sekiz hikayecikler ile birkaç h a k i k a t ı nefsimle beraber dinle.” (Sözler. 5)Birçok eserinde bunu uygular.

”Anlamak istersen şu temsili hikayeciğe bak dinle”der. Bu bir kalıp cümle gibi birçok yerde tekrarlanır.

Önce bak der, çünkü bir sahne ve bir tiyatro sahnesi , bir film sahnesi , bir olay örgüsü anlatılır.

İkinci Söz’ün başında sahne ortaya konur. “ Bir vakit iki adam hem keyif hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa , diğeri hüdabin bahtiyar diğer tarafa süluk eder , giderler”(Sözler .15)

Bütün Küçük Sözler’de bu tekniği uygular,

İslamın temel argümanlarını birbiri arkasından hikâyelerle anlatır, anlaşılmasını kolaylaştır. Namazını kıl namazı kıl diye sürekli tekrar edilen ama zihne tefhim edilmeyen bir hakikatı Bediüzzaman has ve güzel bir çiftlik ve iki hizmetkar ve bir büyük hâkim örneği ile anlatır. Hem tiyatronun mekânı, hem şahısları hem de teması vardır. Bediüzzaman böylece dini bu hikâyelerle anlatarak çıplak hakikatı yani namaz hakikatını insan zihninde bir hikâye ile biçimlendirir. Her hikâyeyi önce bir tez ve tema ile başlatır, daha sonra temayı kolaylaştıran hikâyenin ana hatlarını belirtir, sonra vakayı canlı hale getirir, kahramanını kontrol eder, onun hayatını yorumlar ve mesaja varır. Sonunda hikâyeyi iradeyi zorlamayan ihtiyarı elden almayan nazik bir cümle ile bitirir.

“İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamürrahiminden iste” (Sözler. 22)

Altıncı Sözde bir padişah vardır.

Raiyetinden iki adama emaneten birer çiftlik verir. Çiftlikte fabrika , makine , at , silah gibi her şey vardır. Zaman ise fırtınalı bir zamandır, hiçbir şey kararında kalmaz. Bir genel sekreter, yaveri Ekrem vardır, iki şahıs ile padişah arasında ileşitimi sağlar, peygamberlere tekabül eder. Böyle fırtınalı bir zamanda çiftliklerin heba olup gitmemesi için onlara nasihat eder.Malı mal sahibinin kurallarına göre korumayı örgütler, zararlarını karlarını anlatır. O iki adam fermanı dinler ve ona göre yollarını seçerler, biri malını sahibine satar memnuniyetle, diğeri ise ben satmam der. Satan ile satmayanın hayatını takib eder ve onların akıbetlerini anlatır. Hikayeden hakikate geçerken şu cümle ile perdeyi aralar. “ İşte ey nefs-i pürheves Şu misalin dürbünü ile hakikatın yüzüne bak. “Ne kadar bilerek mantıklı , hesaplı kurar hikayelerini , temsili hikayelerini yani tiyatro şeklinde hikayelerini. Müminlerin nefislerini ve mallarını Allah’a satarlarsa karşılığında cenneti alacakları şeklindeki büyük vahiy hakikatını bir çiftlik örneği ile zihne yakınlaştırır. Nice çiftliğini iyiye kullanan insana yol göstermiştir bu hikâye. Ahirette bu hikâyeyi anlayıp ona göre davrananlar bir büyük yekün teşkil edecektir, Altıncı söz ile yolunu bulanlar kafilesi, bizde onlardan olalım.

Bediüzzaman hakikat ile hikâye arasındaki anlatım sorununu çok iyi takib eder.

Her hakikatı bir hikâye elbisesi içinde anlaşılır hale getirmek için büyük bir dramatizasyon zekâsı kullanır. Verdiği örnekler her günkü hayatta karşılaştığımız olaylardır. Kapalı sembolik örnekler kullanmaz, çünkü o zaman bahsi daha da anlaşılmaz ve karanlık hale getirecektir. Namazı anlatırken verdiği örnekte çiftlik , yolculuk ve istasyon ve bilet hergün karşılaştığımız nesne ve olaylardır. Hizmetkârlara verilen yirmi dört altın, ne kadar insan hayatının önemine vurgu yapar, yani hergün bize yirmi dört altın verilir, bu yirmi dört altını insanlar çok zaman altını bırak hurda demir fiyatıma bile satmazlar. Kimisi yirmi dört altını yirmi milyon altına çevirir, kimisi ise samana. Ne kadar namaz içinde de zaman bilinci verir. Yirmi dört altını olan adam ne kadar bilinçli harcar, ne kadar ince düşünür. İşte Bediüzzaman her saatini kaç altın yapmış biz onun kuyumcu dükkânından hergün altınlar alıyor onlarla dünyamızı ahiretimizi süslüyoruz. Zaten o kendini Kur’an’ın mücevherat dükkânının dellalı olarak kabul ediyor. Nur talebelerini de altın taciri yapıyor, çünkü talebeyi anlatırken hayatının en mühim gayesinin onları neşretmek olduğunu söylüyor, ve nurları kendi yazdığı eseri gibi görmesini istiyor.

Ne kadar ihmal ettiğimiz bir şey yani siz

Onuncu sözü kendiniz yazmış gibi kabul edeceksiniz, ama siz daha onu tam olarak kaç kere okudunuz, insan bir kitabı kendi yazmış olunca ne kadar okumuş olur, işte benim anlamadığım bu anlamanın ötesinde kendi yazmış gibi bir kitabı yazan adam nasıl başkalarına anlatmaz. İşte kendi yazmış gibi nurları anlatan adamlar olmadığı veya az olduğu için anlaşılmak ve anlaşılmamak problemi doğuyor. Bediüzzaman çok ideal bir talebe boyutu çizmiş kusura bakmayın ama biz böyle bir insanı yetiştiriyor muyuz, ver eline kitabı büyük bir hızla okusun ve bitirsin ve bitti.

Hutbe-i Şamiye’de’de bir insan anlatır altı büyük yarası olan bir hasta, ona altı büyük çare düşünür ve onu sağlam ve zinde hale getirir. Daha bitmedi , insana, kainata ve ilimlere onlardaki güzellikleri görecek şekilde bakacaksın der. Çünkü kâinatta aslolan güzelliktir. Böyle bir tip hastalığından kurtulmuş ve bakış açısı kazanmış bir tip, bir de nurları kendi eseri gibi görerek okuyan ve anlatan al sana harika bir tip, ne Akif’in Asım’ı ne Fikret’in Haluk’u , Ne Reşat Nuri’nin Feride’si, ne Dosto’nun Raskolnikofu, bu işte Bediüzzaman’ın ideal insan tipi. Her millete yakışır ve yaraşır. Biz daha anlama anlamama kavgasındayız atı alan üsküdarı geçti su sokaklarda tahripten bu kadar zevk alan insanları görünce sabaha kadar uyuyamadım, sembolik olarak bir parka oturup bütün öğretmenler, üniversite hocaları ve imamlar birlikte ağlayalım , çünkü biz görevimizi yaptık mı acaba . Elimizdeki değerleri harcıyor teknik konuları dava haline getiriyoruz, ama olaylar bize ne diyor anlayalım.

Lükse , makama , paraya , yazlığa kışlığa büründük.

Milyonlarca lise öğrencisinden kaçına hitap ediyoruz, bunları düşünen kaç zeka var. Birgün bir orta okulun dağıldığı sırada üç bin kişinin dağılışını gördüm, Allah’ım bunların imanını bizden sorarsan biz ne yaparız, dedim vallahi ağladım. Birlikte ağlayacak adam yok. Bir rutin hak pazarlaması ve azarlaması heyhat.

Nerdesin başkasının günahına ağlayan adam. Hadi biz de bunların günahına ağlayalım. Bu romantizm değil doğrusu bu, Necip Fazıl

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak
Derken neler düşündü acaba . ..?

Prof. Dr. Himmet Uç