Etiket arşivi: haluk nurbaki

Kur’an ve Yaratılış Mucizesi

“…Allah’ın izni olmadan hiç bir dişi gebe kalamaz, hiç bir gebe doğuramaz.” — Fussilet, 47 “…Sizi de annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratışın ardından diğerine çevirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte budur…” — Zümer, 6

Yaratılış öykümüz, bir yumurta hücresinin hazırlanışı ile başlar. Yumurtalıkta çok ince biyolojik sentezlerle hazırlanan yumurta hücresi, yumurtalıktan karın boşluğuna atılır. Ve sonra anne rahminin üst köşelerinden uzanan borular, (Fallop Boruları) bir çiçek gibi açık olan uçları ile karın boşluğunu tarar, yumurta hücresini yakalar ve içine alır. Yumurta hücresi borunun rahime en uzak ucunda döllenmek üzere bekler. Bu faaliyetin sebebi, yumurta hücresinin biyolojik açıdan fevkalade hassas yapısı dolayısıyla, diğer organ ve dokulardan korunmuş olmasıdır. Döllenme bölgesinin kanalın ucunda takdir edilmesiyle, akıl almaz biyolojik hadiselerin bir köşede meydana gelmesi sağlanmıştır.

kromazomAnne karnındaki fallop borusuna alınan yumurta hücresi, annedeki yapı özelliklerinin (istidat ve kabiliyetlerinin) yarısını taşımaktadır. İstidatlar, genetik şifreler hâlinde bir şeritte yazılıdır. Bu şeridin eni 3-5 boyu ise 25-150 angstrom arasındadır. Bu genetik şifreler, kromozom dediğimiz vagonlara bindirilir âdeta. İnsanda, 60.000 civarında temel istidat ve kabiliyet vardır. Ve bunlar sadece 46 kromozoma bindirilmiştir. Başlangıçta bu vagonlarda yani kromozomlarda, sabit özelliklerin taşındığı sanılmıştır. Erkekte mevcut olan özel bir Y kromozomu, cinsiyeti tayin eden bir vagondur. Bu vagonda bazı hastalıkların belirli olarak raydan raya geçmesi, kromozomların sabit özellikler taşıdığı düşüncesini uyandırmıştır. İnsandaki dağınık özelliklerin anneden ve babadan gelerek bu 46 vagonun sabit çizgilerine girmesi mümkün değildir. Meselâ, kulak rayının geniş olan istidat vagonunda safra kesesi de tembel olur gibi bir hüküm çıkarmak mümkün değildir.

Genetik kartlarda yan yana olan bazı istidatlar, genellikle aynı kromozoma geçer. Ancak 60.000 istidat, bu vagonlara çok çeşitli biçimlerde dağılır. İ şte yumurta hücresi, bu 60.000 istidattan 30.000 kadarını sadece 23 vagona bindirerek döllenmeye hazır vaziyette bu tünelde beklemektedir. Kendisinde 30.000 özellik eksiktir. Ve bu eksiklik, bir sıra takip etmez. Yâni numaralarla bir örnek vermek gerekirse 318 numarası vardır. 319 ve 320 yoktur. 57381 vardır. 57382 yoktur. Yumurta hücresi, bu eksik istidatları, kendisini döllemeye gelen Sperm hücrelerinden birinde bulacaktır. Fakat yumurta hücresine gelen sperm hücrelerinin sayısı akıl almaz derecede fazladır ve 250 milyon civarındadır bunlar. Ve bu hücrelerin sadece 23 vagonunda 30.000 istidat vardır. Üstelik onlar da gelişi güzel genetik kart numaralarını taşımaktadır.

Yumurta hücresinin ise, sperm hücrelerine telefon ederek, ‘Ben şu yapı özelliklerini taşıyorum, eksikleri sen getir’ diyecek hâli de yoktur. Yumurta hücresinin etrafını saran 250 milyon sperm hücresinin sadece birinde, kendi eksik 30.000 şifresi vardır ve yumurta hücresi, 40 dakika içinde, sadece ve sadece bu süre içinde bu tamamlayıcı şifreyi bulmak zorundadır. Yâni 250 milyon fincanla oynanan ve sadece bir tek fincanı bulmaya dayanan bir yüzük oyunu gibi…

Yumurta hücresinin emrine 1000 tane biyoloji uzmanı verseniz ve onların çalışması için mükemmel bir laboratuar açsanız bile, bu bilmeceyi çözemeyeceklerdir. Zira sperm hücrelerindeki genetik şifreler, 100 angstrom çapındaki sistromlarda, üç boyutlu sistemde açı farklarıyla dizili DNA molekülleri dizisindedir ki, sadece bir tanesindeki bir istidadı bile iki ayda zor teşhis edip tanıyabilirsiniz. O halde döllenme olayının sonsuz bir ilim sahibinin müdahalesi olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü bu bilmece O’nsuz, O’nun bilgisi olmadan asla çözülemez.

Eğer yumurta hücresi, kendinde olan bir yapıyı taşıyan spermi seçecek olursa, üç kulaklı ya da iki başı hilkat garibelerinin çok acayip varlıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Zaten hilkat garibeleri de bu ince sırrı bize açıklayan İlâhî birer ders örnekleridir. Evet Kur’an da Allah bize, Fussilet suresinin 47. âyetinde ne buyuruyordu: “Benim ilmim ve iznim olmadan bir dişi gebe kalamaz.” Evet, 250 milyon fincanla oynanan bir oyunda, dolu olan sadece tek bir fincanın her seferinde de bulunmasına benzeyen bu olayda, yumurta hücresine yol gösteren ve onu her defasında başarıya ulaştıran bu ilim ve bu kudret, Rabbimizden başka kime ait olabilir? Kur’an’ın bu büyük biyoloji mucizesine dudak bükenin ağzı yamulmaz mı?

Evet, bu döllenme, o ilâhî ilim ile meydana gelir ve karanlık bir tünelde döllenmenin ilk mucizesi başlar. Bu akıl almaz olay, anneden ve babadan gelen özelliklerin birleştirilip, hücre merkezinde yerleştirilmesi hadisesidir ve taklit edilmesi imkânsız bir olaydır. Her türlü hücre faaliyetinden uzak olan fallop kanallarının rol oynaması da, bu mucizenin sadece ilâhî kudret tarafından meydana getirildiğinin bir başka ispatıdır. İşte âyette bildirilen üç ayrı karanlık bölgeden ilki, bu karanlık tüneldir. Yaradılışın hücre fazı, bu karanlık bölgede gelişir. Bu sırada meydana gelen hücre faaliyetlerinde, genetik şifrelerde santimetrenin on milyonda biri kadar bir yerleşme hatasının meydana gelmesi, ileri bölünmelerde karaciğeri kafatasına sokacak yanlışlıklara sebep olur.

İleride sevimli bir bebek olarak dünyaya gelecek olan canlı, genetik şifrelerin ilk karanlık bölgedeki dizilmeleri tamamlandıktan sonra anne rahminin iç yüzüne aktarılır. Rahmin iç yüzündeki hücreler, minik tüycüklerle bir orman zeminini andırır ve yeni canlıyı hazır vaziyette bekler. Minik canlı bu karanlık ormana gelip yerleşince, bu defa doku safhası başlar. İşte Kur’an’ın Zümer Surenin 6. Âyetinde bildirilen bu farklı ikinci karanlık bölgede, ikinin katları şeklinde bölünen hücreler, çeşitli organlara ait dokuların temel yapısını hazırlamaktadırlar. Kemik, sinir, kas, iç ve dış deri dokuları, bu safhada bölünen hücrelerde yerini alır.

Kur’an, ceninin üç ayrı ve farklı karanlık bölgede meydana geldiğini açıklarken, bir yandan henüz öğrendiğimiz bu farklı karanlık bölgeleri tarif etmekte, bir yandan da farklı üç yaradılış safhasını açık açık bildirmektedir. Kas, sinir ve deri dokularının, bölünen hücrelerde yerlerini alması sırasında, olağanüstü bir hâdise ile karşılaşılır. Doku fazında A bölgesindeki hücrelerde kas hücreleri meydana gelirken, B bölgesinde sinir ve C bölgesinde, iç deri hücreleri ortaya çıkmakladır. Bu duruma göre meselâ mide, kendisini meydana getirecek olan hücreleri nasıl toplayacaktır? Vücutta sadece tek bir organ olsa, belki bir formül bulunacaktır. Fakat yüzlerce organın kendilerine ait hücreleri tek tek toplaması nasıl mümkün olacaktır?.. İşte burada akıl almaz bir geometrik dönüş olur. Bu dönüş, her noktasında ve her istikamette 360 derecelik bir mekân kavramında akıl almaz bir rotasyona geçer. Adetâ her bir noktasından ayrı hız ve açıda kıvrılır, ikinci safhanın sonu olan bu kıvrılmalar öyle muhteşem bir sanat içinde cereyan eder ki, sonunda her doku kendi hücreleriyle karşı karşıya gelir. Minik canlı, bu safhada henüz 1 cm. boyundadır. Bu sonsuz istikametlerde meydana gelen embriyo kıvrılışları, îlâhî emrin raksı gibi büyük ve muhteşem bir dönüşümle tamamlanır. İşte bu raksın mükemmelliği sayesinde el, ayak, göz ve kulak gibi simetrik organlar, birbirinden en ufak bir farklılık dahi göstermeyecektir.

Peki, zerrelere hükmeden ve onlara yol gösteren ilâhî kudretin bir sâlise dahi devreden çıkması hâlinde sonuç ne olacaktır? Cevap son derece kolaydır. Eğer doku fazında, meselâ yan yana duran idrar salıcı hücrelerle, tükürük salan hücrelerin rotasyonu sırasında, bir angstromluk eksende sadece derecenin binde biri kadar bir hata olsaydı, O ilâhî kudrete inanmayanların ağzından tükürük yerine idrar akardı. İşte İlâhî hikmet Kur’an’da, “Allah’ın ilmi olmadan dişiler doğuramaz” buyurmakla, bu ince sırları bize ifade etmektedir. Zira bütün matematik, fizik ve biyolojik kanunlar bir araya gelse, bu san’at şaheserini meydana getiremeyecektir.

Organ safhası böylece başlarken, minik canlı etrafında bu kez bir kese ve sıvı meydana gelir. Yeni canlı, artık üçüncü karanlık bölgededir. Ve tıpkı bir denizin dibi gibi karanlık olan bu bölgede 40 hafta içinde tamamlanır. Gebelik süresi 9 ay on gün değil 40 haftadır. 40 hafta, yaklaşık 9 ay on gündür. Bütün canlıların doğum müddeti, haftanın tam katlarıdır. Şimdi, başlangıçta belirttiğimiz âyetlerin azametine tekrar bakalım. “…Sizi de annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratışın ardından diğerine çevirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte budur…” —Zümer, 6

Birinci karanlık: Hücre fazı: Karanlık bir tünel olan fallopda.

İkinci karanlık: Doku fazı: Anne rahminin iç derisi içindeki karanlık bir ormanda.

Üçünçü karanlık: Organ fazı: Amnion suyu dediğimiz bir sıvı ile kaplı olan ve deniz dibini andıran bir bölgede.

Ve âyet ekliyor, “İşte ben Rabbiniz olan Allah’ım.” İkinci âyet ise: “Allah’ın izni olmadan hiçbir dişi, gebe kalamaz ve hiçbir gebe doğuramaz.” Yâni: Yumurta hücresinin, 250 milyon sperm hücresi arasından sadece birinde yer alan eksik genetik bilgileri seçmesi ve sadece seçmekle de kalmayıp alması, kesinlikle mümkün değildir. Ancak bunu ilâhî bir ilim ve bilgi sağlayabilir. Allah âlimdir, tüm bilgilerin kaynağı, sahibi O’dur. İşte bu Kur’an mucizesi karşısında, bütün ilimler o güzel kelime-i şehadeti getirerek “Allah’ım senin ilmine ve yüceliğine şahitliğini her an görüyoruz” demekle mükelleftir.

Halûk Nurbaki / Zafer Dergisi

Mânânın Avucundaki Şehir İSTANBUL

Mana aleminde, mutlu bir zaman dilimine yaklaşmanın heyecanı vardı. Bu heyecan dünyaya yansırken, toprakları coşturan ve ağaçları tomurcuklandıran bir bahar rüzgârı gibi yeryüzüne iniverdi. Yeni kurulan Osmanlı Devleti Marmara’ya yerleşmiş, Balkanlar’a çelik yumruğunu koymuştu bile. Ancak mânâ coşkusunun ve onun yeryüzüne dalga dalga hayat veren rüzgârının özünde ayrı bir güzellik daha vardı. Ve bu güzellik, Allah sevgilisi Fahr-i Kâinat Efendimizin “Belde-i Tayyibe” (Güzel şehir) diye isimlendirdiği İstanbul’un, İslâm nuru ile tanışmasıydı.
Mânâ kahramanları için böyle bir güzelliği düşünmek bile akıl almaz bir haz veriyordu. Kısa bir süre sonra Hazar’ın batısındaki iklimlerden fışkıran ve Allah sevgisiyle dolu olan bir velîler ordusu, ışık ışık yola çıkarak Osmanlının ana evi olan Bursa’da toplanmaya başladılar. Bu nur ordusunun bazı fertleri ise, kalb gözü açık strateji ustaları tarafından çok esrarlı yerlere yerleştirildiler. Emir Sultan, Bursa’nın yeşil penceresinden İstanbul ufuklarını seyrederken, orada bambaşka bir hayat coşkusu olduğunu, âdeta taşına toprağına manevî bir zemzemin sindiğini hissediyor, zamanın ötelerine açılan gözleriyle asırlardan beri İstanbul’a ulaşmak için hayatını veren şehitlerin nefesini duyuyordu.
Emir Sultan, mânâ âleminin büyük strateji plânında Fatih’e perde perde hazırlanan dekorun en hassas bölgesinde vazife alan velîlerin hangi saat, hangi dakika Hz. Fatih’e ulaşacaklarını ve ışıklarını hangi köşeden yakacaklarını plânlayan bir mimardı. Somuncu Baba‘yı Aksaray’a yolcu ederken, İstanbul’un şifresini ona vermeyi unutmadı. İstanbul’un fethi ile ilgili İlâhî senaryonun en önemli noktalarından biri olan Ankara’da da Hacı Bayram Velî Hazretleri oturacaktı.
Emir Sultan, Hacı Bayram Velî Hazretleriyle sürdürdüğü gönül telgrafında, Aksaraylı Hamidüddin’i görevlendirmişti. Tâ Mısır’dan kalkıp gelen Eşref-i Rumî de, Hz. Emir Sultan’ın mânâ sofrasında sergilenen şifreleri ilk çözenlerden ve Hacı Bayram’a ulaştıranlardandı. Hacı Bayram Velî Hazretleri, Sultan Fatih’e ve ordusuna gerekli olan mânevî teçhizatını hazırlamakla görevliydi. Fatih’in hocası olan Akşemseddin ise, bir yandan kadirî ustası Eşref-i Rumî’den gelen mânâ cereyanını alırken, bir yandan da Hacı Bayram Velî Hazretlerinden Fatih’e destek plânının ayrıntılarını öğreniyordu.
Bu manevî rüzgârların hayat verdiği zaman diliminde daha nice yüceler ve dervişler sahneye çıkmıştı. Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimizin İstanbul’un fethine işaret buyurulan hadîsindeki methe lâyık olabilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Bu coşkulu bekleyişin ve hazırlığın ilk ışığı, Hacı Bayram Velî Hazretlerinin II. Murat’ı ziyaret ettiği bir günde yandı. Ve bu yüce velî bütün İslâm kumandanlarının ortak rüyası olan İstanbul’un fethi düşüncesini Sultan’a arz etti. Zaman dilimindeki inceliğe bakın ki, o sırada âniden hastalanan ve henüz 1 yaşında olan Fatih, dua kapmak için annesinin kucağında huzura geliverdi. Hacı Bayram Velî Hazretleri, gözlerinin derin ışığını İstanbul’u fethetme aşkıyla tutuşan Sultan Murat’a çevirerek: “O fetih size müyesser değil sultanım,” dedi. “İstanbul’un fethi bu yavruya nasiptir.”
İstanbul’un Fethi, nizâm-ı âleme giden nurlu yolu açacak büyük bir fetihti ve hazırlıkları içinde en ufak bir eksiklik olsun istenmiyordu. Bundan dolayı müjdeli fethi gerçekleştirecek olan kişinin kimliği, Hacı Bayram Velî tarafından çok önceden açıklanmıştı. Nitekim Sultan Murat, 10 yaşından itibaren Fatih’e devlet işlerini öğretecek, 12 yaşında da onu padişahlık mevkiine getirerek o yüce velînin sözlerine olan itimadını ispat edecektir.
Sultan Murat, fevkalâde dirayetli bir padişahtı. Gençti, kılıcının önünde kimse duramazdı. Fakat bu meziyetleri kadar, Allah’a olan sonsuz imânı ve kadere teslimiyeti ile tanınıyordu. Düne kadar İstanbul’un fethi rüyasıyla yaşarken, şimdi artık o plânın bir parçasına hizmet etmek şerefine rıza göstermişti. Niçin İstanbul böylesine önemliydi? Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.v.) İstanbul’u beğenmesi ve onu zaptedecek kumandan ve askerlere iltifat etmesindeki hikmet neydi? Acaba Efendimiz (s.a.v.) İstanbul’a dünyanın çok hoş bir yerinde bulunması ve güzelliği için mi iltifat etmişti? Yoksa İstanbul, yüzlerce yıl İslâm güneşini parlatacağı ve mânâ ehlinin toplanacağı bir yer olduğu için mi methedilmişti?
Allah’ın binbir güzellikle yarattığı bu beldeyi Efendimizin (s.a.v.) sevmesi, Miraç’ta seyrettiği zaman dilimleri içinde İstanbul’a özel bir iltifat göstermesi ve mübarek nazarlarını o şehir üzerine lütfetmesi sebebiyledir. Dolayısıyla nazar-ı Muhammedî’ye (s.a.v.) uğramak şerefi, kader çizgisine bir emr-i İlâhî hâlinde işlenivermiştir. Hz. Fatih velîler sofrasında yetiştirilirken, Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) olan sevgi cereyanlarından fazlasıyla nasiplendi. İçiyle, dışıyla Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) hizmetten başka bir düşüncesi yoktu. Daha 20 yaşındayken namaza karşı gösterdiği saygı ve onun icrâsındaki titizlik, Akşemseddin’i bile hayran bırakıyordu. İstanbul’u fethedeceğinin manevî işaretleri kendisine verilmişti. Ancak, Akşemseddin Hazretlerinden bir işaret gelmedikçe, madde plânına geçmek istemiyordu. Bu işaretlerden ilki, kulaktan kulağa fısıldanan bir parola gibi yüzyıldan beri konuşulur olmuştu.
Somuncu Baba, Molla Gürânî’den aldığı fetih tarihini Hacı Bayram’a mukaddes bir emanet gibi iletmişti. Çünkü Kur’anımızın İstanbul hakkında buyurduğu ”Beldetün tayyibetün” kelimeleri ebced hesabı ile 857’yi gösteriyordu. Ve bu sayı, Milâdî hesapla 1453 tarihiydi. İşte Hacı Bayram Velî ve Emir Sultan Hazretlerinin önceden bildikleri ve kendi zaman dilimlerine rastlamadığı halde, küçük Fatih’i bebekken tanımalarındaki hikmet buydu.
Yüce Fatih, fetih ve gençlik ateşinin tesiriyle âdeta yanıp tutuşuyordu. Bir gün Akşemseddin’in huzuruna gelerek yalvaran bakışlarla: ”Bana bir diyeceğiniz olacak mı?” diye sorduğu zaman, Akşemseddin: ”Karşı yakaya bir sur yap,” dedi. “Öyle bir sur olsun ki, dünyanın bu yöresine bir yüzük taşı gibi Muhammed (s.a.v.) imzası atılsın.” Akşemseddin’in emrettiği Rumeli Hisarına ait taşları temin etmek dahi, İstanbul’un fethinde sembolleşen madde ve mânâ kaynaşmasının harika bir tablosuydu. Gerekli olan malzeme için araştırma yapıldığında, Karadeniz Ereğlisinden daha yakın bir yerden taş temin etmenin imkânsızlığı ortaya çıktı. Fakat o taşların kesilip hazırlanarak boğaza sevk edilmesi, o günkü şartlarla seneler sürecek bir işti. Ama, Efendimizin ismini gösteren Rumeli Hisarı, 120 gün gibi akıl almaz bir sürede tamamlanıverdi. Yüce Fatih, böyle bir imzayı atarken, binlerce askeriyle birlikte sırtında taş taşıma şerefinden vazgeçmemişti.
Fatih’in Edirne’de ordusunu hazırlamaya başladığı sırada gerek Molla Gürânî, gerekse Akşemseddin Hazretleri askerlere manevî destek veriyordu. Şubat ayından itibaren başlayan savaş hazırlıkları, bizzat Fatih’in geceyi gündüze katan moral gücü, askerî ve teknik bilgisi ile birleşince, uzay çağı gibi makineleşiverdi. Onun Haliç’e karadan indirdiği donanması, olmazı olur yapacağının bir işaretiydi. Günümüzün imkânlarıyla sırf film çevirmek ve macera hevesiyle dahi bir küçük geminin karadan Haliç’e inmesi imkânsızken, bir donanmayı göz açıp kapayana kadar Haliç’e indirmek, aklı başında olan Bizans kumandanlarına bu işin çoktan bittiğine dair bir işaret gibi sunulmuştu.
Nisan’ın ilk haftasına gelindiğinde maddenin, mânânın, dağların, taşların ve meleklerin beklediği harekât başlamıştı. Şehit olacağı âna kadar abdestsiz yere basmayan ve namaz vakitlerini geciktirmeyen 10.000 has mü’min, Efendimizi (s.a.v.) mutlu etmek savaşına yıldızlar gibi akıyordu. Ancak bir tarihin açılıp kapanması, sanıldığı gibi kolay olmuyordu. Çünkü Bizans, Topkapı’yı çift sur emniyeti içine almıştı. Dıştaki surdan seyyar merdivenlerle yaklaşan kahramanların üzerine kaynar zeytinyağı dökülürken, buradan mucizevî şekilde kurtulanları da 50 metre içerdeki surlarda mevzilenen okçular bekliyordu.
Yüzlerce mücahidin şehid düşmesine ve aradan 50 gün geçmesine rağmen bir türlü düşürülemeyen surlar, bütün metanetine rağmen Fatih’i bile endişelendiriyordu. Akşemseddin ise çadırında bir yandan duasını ediyor, bir yandan da Fatih’le birlikte yetiştirdiği diğer dervişlere son derslerini veriyordu. Bu dervişlerin arasında Ulubatlı Hasan ve bilâhare Kadı Hızır diye alınacak olan Hızır Bey de bulunuyordu.
Akşemseddin Hazretleri, bizzat Fatih’in bile tırmanmak için sabırsızlandığı surlara baktıktan sonra Ulubatlı’ya dönerek: “Sıran geldi Hasan” dedi. “Haydi göreyim seni.” Ulubatlı, hocasının sözleri daha bitmeden surlara tırmanmaya başlamıştı bile. Üzerine dökülen kızgın yağların acısını, Peygamber (s.a.v) aşkı ile hissetmiyor, vücuduna saplanan 8-10 oka rağmen şehadet yolculuğuna devam ediyordu. Bizans askerleri, gördükleri manzara karşısında korku ve panik içinde ne yapacaklarını şaşırırken, İslâm mücahitleri çoktan surları aşmaya başlamıştı. O sırada Ulubatlı yere düştü, şehadet gülleri açan çehresindeki neşe ile son nefesini vermek üzere bir kez daha Fatih’e bakarak: “Meraklanma sultanım, Resulullah (s.a.v.) surlarda” diyerek bir başka sırrı daha açıklayıverdi.
Ertesi gün Ayasofya’da cuma namazı kılınırken, gerçekten Batıya ait bir çağın kapandığı apaçık sergileniyordu. İstanbul’da kılınan ilk cuma namazından sonra, peri masallarında bile görülmeyen bir sürat ve estetikle, çürümüş Bizans imparatorluğu tasfiye edildi ve yerine, Efendimizin teftişine ve nazarına hazır bir Belde-i tayyibe kuruldu. Fatih, İstanbul’un harika tabiatını koruyan ilk kanunları ile birlikte koskoca şehri su ve yol şebekesi ile bir anda modernize etti. Kiliselerini bile temizletip tamir ettirdi. Hatta papazların maaşını, kiliselerin vaftiz kazanlarını temizleyen özel memurların ücretini ve bu sırada kullanılan gülsularının parasını bile devlet hazinesinden ödedi. Kur’an emirlerine uyarak, Efendimizin (s.a.v.) emirleri istikametinde diğer dinlere karşı öylesine bir hürriyet ve müsamaha sistemi geliştirdi ki, aklı başında her Batılı bilgin Fatih’e hayran oldu. Kendi köhnemiş fikir taassuplarıyla bir yere varılamayacağını, Fatih’in ilme ve insana karşı olan saygısını taklit etmenin kaçınılmaz olduğunu anladılar.
İstanbul’un fethinden sonra en önemli olay olan Rönesans, böylece Fatih’in avuçlarında doğdu. Fatih’in İstanbul’da yaptığı icraat ve getirdiği harika prensiplerin korunması için unutulmaz bir bedduası vardır: “Bu şehre getirdiğim her güzellik, vasiyet ettiğim her güzel kaide Kur’an’a ve Efendimize (s.a.v.) bağlılığımdan doğmuştur. Bunları kim değiştirirse, Allah’ın, Resulünün ve meleklerin lâneti onun üzerine olsun.”
Fatih, eksiksiz bir lider olmanın yanısıra Efendimizin (s.a.v.) iltifatına mazhar olmuş büyük bir velîdir. Ve onda yalan veya yanlış aramak yalnız gafletin değil, büyük bir ihanetin eseridir. Fatih’in bize ve Dünya Milletlerine getirdiği güzellikleri anlamamakta niçin inat edildiğini bilmek zordur. 7 lisânı bilen ve o lisân üzerinden şiir yazacak kadar bilgisi olan Fatih, şiirde de çok üst seviyelerde eser veren, devlet adamlığı ve sorumluluğu açısından çağımızın ulaşamayacağı bir insanlık ve hürriyet fikriyatçısı idi. Ülkesindeki çeşitli kavimlere yaşama ve istediği mahkemede yargılanma hakkını veren, çağımız hürriyet mefhumlarının çok ötesinde yaşamış bir kişidir. Bütün bunlara rağmen onu, başka türlü görmeye ve göstermeye çalışanların gönülleri zaten kurumuştur. İnşaallah dilleri ve kalemleri de kuruyacaktır.
BELDET’ÜN TAYYİBETÜN Kur’an-ı Kerim’de 34. sure olan Sebe Suresi’nin 15. âyetinde geçen “BELDET’ÜN TAYYİBETÜN” ifadesi hakkında, Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, şöyle demektedir: “İttifakatı bedihiyadandır ki, “beldetün tayyibetün” lafzı, ebced hesabıyla İstanbul’un fethine tarih düşmüştür. (Hicri 857) Molla Cami merhumun bir hediyesi olmak üzere maruftur.”
Tahsin Emiroğlu da Esbab-ı Nüzul adlı eserinde şunları söyler: “Beldetün Tayyibetün lafz-ı celilî Sebe” kıssasında, Sebe kavminin beldesini vasıf için irad buyurulmakla beraber, bu terkibin İstanbul şehrine ve bu şehrin mü’minler tarafından fethedileceğine işaret olduğu da, bazı tefsir kitaplarında beyan edilmiştir.
Ez cümle, meşhur âlim Molla Cami, Ebced harflerini hece usulü ile hesap etmiş ve bunların toplamının İstanbul’un fetih yılına tevafuk ettiğini bulmuştur. Bunda ittifak vardır. Molla Cami bunu fetihten evvel hesaplayarak 857 bulmuş ve bu tarihte de İstanbul feth edilmiştir. Bu buluşta ayetteki ‘Belde-i Tayyibe’nin İstanbul şehri olduğuna işaret vardır. Doğrusunu Allah bilir…
Silinmeyen Mühür Fatih Sultan Mehmed’in, stratejik bir tedbir olarak 4 ay gibi bir sürede Rumeli Hisarı’nı inşa ettirmesi, bugünün imkânlarıyla dahi olağanüstü bir başarıdır. O hisar ki, kufi hat ile ‘Muhammed’ ismini resmetmekte ve Bizans’ın sinesinde silinmez bir mühür olarak bulunmaktadır. Hisarın inşaatı, Peygamber Efendimiz’in doğduğu ay olan Rebiülevvel (m. Nisan) ayında başlatıldı. 5000 usta ve 10.000 işçinin çalışması ile tam 132 gün sonra, Regaip kandili günü tamamlandı. 132 ‘Muhammed’ isminin ebced değeridir.
Halûk Nurbaki / Zafer Dergisi

Oruç Arınmaktır!

İnsansağlığınınbaşında,hücrehayatınınsağlıklıbirşekilde deyürümesigelir.Gerçekodur ki,yaşlılık veonunkaçınılmazsonucuolanölüm,hücrelerdekiçöküşün,tükenişin vesessizbirşekildekiölüşünifadesidir.Hücrenin ve onun bir bakıma toplum yapısı sayılan dokuların çöküşündeki ana unsur şüphesiz yorgunluktur.

Dokuların ve hücrelerin yorgunluğu, bugün başlı başına bir ilim dalı olarak ele alınmaktadır.

Bir hücre ne kadar ağır bir yükün altında ise, o kadar kolay yıpranır. Bu açıdan bakılınca bütün ilim adamları, karaciğer hücrelerini yaşlanmanın tek sorumlusu saymaktadır.

Karaciğer hücreleri, birbirinden farklı onaltı grup görevi yürütmek için 24 saat aralıksız çalışırlar. Keyfe bağlı ağır beslenmeler ve içki, bu dayanılmaz yükün altında ezilen karaciğer hücreleri için, gerçekten bir azap, bir zulümdür.

İnsan hayatının vefakâr hizmetkârları olan bu hücrelerin bîr tek ümidi var, oruç! Çünkü karaciğer hücresi bir mü`minin vücudunda mekân tutmuşsa, yorgunluğu arttıkça âdeta yalvaran bir sesle sorar:
– Ramazan ne zaman?

Evet sevgili okuyucularım, oruç, bu hücreler için özlenen bir bayramdır. Bu gerçeği anlamak için, orucun karaciğere getirdiği nimetlere bir göz atalım :
a- Karaciğerin çeşitli görevleri arasında safra yapmak ve besinler depo etmek, son derece önemli bir yer tutar. Çünkü bu görevler, süresiz devam eder. Hücrelerin bu yükü, onların çok değerli ve hayatî görevi olan globülin (kandaki protein) yapımı büyük ölçüde zorlaşır. Bu sebeple aşırı beslenenler, karaciğerin bu çok gerekli biyolojik hizmetinden mahrum kalırlar.
Efendimizin: “Sofradan doymadan kalkın” şeklindeki emri, böylesine hayatî bir mucize mesajıdır.
İşte oruç, besin hizmeti açısından karaciğere ortalama 8-10 saat istirahat sağlar.
Bu sayede oruç tutanın karaciğeri, daha rahat globülin ve benzeri biolojik maddeler üretir ki, bu nimeti başka bir yoldan elde etmenin imkânı yoktur.

b- Karaciğer için çok zor ve önemli bir görev, vücuttakî iyon alışverişlerinin elektronik dengesini kurmaktır.
Suyun iyon köklerinden başlayarak asit, metil ve azotlu iyon dengeleri, karaciğerin akıl almaz hünerleri sayesinde ayarlanır. Bu görev sırasında vena-porta dediğimiz özel kan sisteminden her an gelen yeni besin maddeleri, çok zor şartlar ortaya koyar. Halbuki Ramazanda, bu kan sisteminde 10 saat süre ile ciddi bir sabit denge meydana gelir. Böylece karaciğerin iyon görevleri, son derece rahatlar.

c- Oruç esnasında karaciğerin glikoz depolama görevinde de aşikâr bir rahatlama olur. Karaciğerin dokulardaki gerginliği kalkar. Karaciğerin hücre içi basıncı düşerek, emsalsiz bir biolojik zindelik doğurur.
Bütün bu gerçekler yanında çağımızın insanı, sırf kendini tatmin için karaciğer testleri yaptırıyor. Ve her gün değişen rejim testlerinin peşinde koşuyor.
Yarının insanı, inansın veya inanmasın, harika bir laboratuvar olan karaciğerini korumak için oruç tutacak.

Şimdi çok önemli bir başka dokuya ait hücrelerin birbirleriyle konuşmalarını dinleyelim:
Damarın iç yüzündeki hücreler, eğer dile gelseler, birbirleriyle şöyle konuşacaklar:
-Ramazan ne zaman gelecek? Kanda dolaşan besin artıkları üzerime öylesine yığıldı ki, artık öleceğim ve benim yerime yine bu ölü besin artıkları çökecek. Bunun sonucunda şimdiye kadar lastik gibi tuttuğum damar çeperi eğer oruç imdada da yetişmezse daracık, bir kireç boruya benzeyecek ve beslediğim organ ölüme mahkûm olacak.

Sevgili okuyucularım. Damar yüzeyinin hücreleri acaba neden Ramazanı bekliyor?
a- Oruç sırasında, özellikle iftara birkaç saat kala, kandaki besin maddeleri en az seviyeye ineceğinden, damarlarda hiç besin artığı kalmayacak, böylece damar yüzeylerinde besin artığı birikmeyecektir. Bunun sonucunda damar hücreleri hayat bulacak, damar sertleşmeyecek ve ihtiyarlık kesin olarak gecikecektir.

b- Kan hacminde iftara doğru görülen sıvı azalması, kan basıncını azaltacak ve damar hücreleri, üzerinden kalkan baskıdan dolayı âdeta bayram yapacaklardır. Bu arada hücre ve hücre arası su azalacağından, küçük tansiyon düşecek ve gerçek gençlik doğacaktır.

c- Kanda, bazı insanlarda bir türlü düşmeyen Lipid ve Kollesterol düşecek ve damarlar, yine akıl almaz bir mutluluğa kavuşacaktır.
Damar hücreleri, orucu nasıl beklemesin?
Çağımızın insanı, kan basıncını düşürmenin ve kandaki besin artıklarını her ay ölçtürmenin telâşı içindeler.
Bu yüzden tekrar ediyoruz.
Yarının insanı, inansın veya inanmasın, yaşlanmayı geciktirmek ve damarlarını sağlığa kavuşturmak için oruç tutacaktır.

Bir de oruç açısından kemik iliğini gözleyelim:
Özellikle yetersiz güneş ve sağlıksız hava şartları, şehirlerde yaşayan insanların kemik iliğini tembelleştirir. Bu yüzden bu insanlar hem kansız, hem dermansız hem de hastalıklara karşı dayanıksızdır. Kemik iliğini harekete geçirip, güçlü bir çalışmaya sevk eden en iyi üç faktör: Güneş, bol oksijenli hava ve hücre beslenmesindeki zorlanmadır.

Evet evet, yanlış anlamadınız. Son maddede “hücre beslenmesindeki zorlanma”, dedik. Bu husus, tıp ilminin en önemli tespitlerinden biridir. Eğer hücrelerde beslenme zorlanırsa, vücut kan yapımını arttırarak oksijen taşıma faaliyetini hızlandırır. İşte oruç, bu tesiri sağlayan akıl almaz bir uyarıcıdır. İftara doğru hücre beslenmesindeki zorlanmalar, kemik iliğine uyarı yapar, bu yüzden oruç tutan herkeste bariz bir güç artışı olur.

Evet sevgili okuyucularım, orucun insan sağlığına verdiği hikmetleri saymakla bitiremeyiz. Sadece ana başlıklar olarak birkaç önemli noktaya temas edeceğim.
1- Oruç sırasında bütün hormon sistemi,bir ay süre ile dengeli ve zinde bir çalışma düzenine geçer.
2- Sindirim sistemi ve özellikle onun korunma sistemi olan peyer plâkları, bu ay zarfında revizyona girer ve bütün aksaklıklar düzeltilir.
3- Orucun kan basıncı ve damarlar üzerindeki müsbet tesiri böbrek ve kalp üzerinde de otomatik bir sağlık teminatıdır.
4- Ve nihayet oruç, insanların manevî bünyelerine yaptığı harika tesir ile bütün vücut sisteminin mutlu bir ahenge kavuşmasını sağlar.

Allah`a karşı kulluk vazifelerini yapmış insanların duyduğu mutluluk, bütün dertleri alır, götürür. Ve müslüman, stressiz, taptaze bir biolojik mekanizma ile yeni bir yıla girer.
Hem gençleşmiş olarak, hem de Cennette kendisine verilecek olan ebedî gençliğin müjdesini ruhunda duyarak

Onk. Dr. Haluk NURBAKİ

Ramazan özel sayfamız

www.NurNet.Org

“Gönül Orucu” da neymiş?

Hocam, Ramazan yaklaşıyor, gönüllerde Ramazan nasıl olmalıdır?

– Efendim, Ramazan öylesine yüce bir rahmet mekânı ki, Cenab-ı Hakk’ın, sevgilisine Kur’an’ı inzal ettiği ayın şerefine bütün rahmet kapılarını açıp yanlışları, eksikleri, terslikleri yok ettiği, aksine, güzelliklerin, mutlulukların coştuğu bir ay…

İnsanların bir çoğunun farkına varamamasının nedeni, kendi platformlarını dünyadan koparak mânâya yaklaştıramadıklarından doğuyor. Yoksa Ramazanı hissetmemek, Ramazanın güzelliğinin farkını görememek, Ramazana ait bir -haşa- eksiklik değil, ona yaklaşım sağlamamak yanlışlığından doğmaktadır. Çünkü Ramazan, bir mânâ perdesinin açılması, güzellikleri seyrettirme, seyrettirilmesi olayıdır.

Bu Cenab-ı Hakk’ın, doğrudan doğruya sırf Kur’an’ın inzal ayına olan fevkâlâde muhabbetidir. Fevkalâde Kur’an inzalinin, Cenab-ı Hakk’a verdiği büyük rıza, büyük mutluluk dolayısıyla meydana gelmiş bir rahmettir. Onun için Ramazan’ın rahmetini kaçırmamak çok önemlidir.

Yasaklar rahmete ermek için

Şimdi, genelde insan, dünya platformunda, dünya kaygıları, nefis kavgaları içerisindeyken, Ramazan’a girivermiş olmaları, adeta iyi niyetli olan insanları bile biraz şöyle bir şaşırtır. Yani, “Şimdi yiyemiyecekmiyim, mutad olan arzularımı daha mı frenleyeceğim!” gibi… Hâlbuki Ramazanda bir takım dünya zevklerine perde getirilmesi, fren getirilmesi, aslında Ramazan’ı anlayabilmemiz içindir.

Şimdi şöyle kabul edin ki, bir perde açılıyor, mânâ perdesi, biz o mânâ perdesinde değil de başımız terse dönmüş bir yere bakıyoruz. Allah da bizim o açılan perdenin arkasındaki gerçekleri görmemizi istiyor. İşte bunu temin ederek, bize yemek-içmek, cinsel ilgi gibi kısıtlamalar getirerek, ters tarafa çevrilmiş olan başımızı, ters yönden alıp doğru yola çeviriyor.

Onun için Ramazan’ın bu rahmetinden kullarının yararlanabilmesi için Cenab-ı Hakk onların dünya ilgilerine yaklaşmaya bir tarz kement atmış oluyor. Çünkü normal olarak insanların mânâ cazibesinde yaşamaları gerekirken, dünya cazibesinde yaşıyorlar. Bunun ikisini de dengeleyip biraz ortada bir hikmetle, mânâsını kaybetmeden dünyayı yaşama hikmeti ise normal nefis mücadelesi içerisinde çok zor bir keyfiyettir. Allah (cc) bunu temin etmek için Ramazanda özel bir tarife tatbik ederek, bizleri mânâya daha çok yaklaştırmak için dünyaya daha uzak kılıyor. Oruçta getirdiği yasaklar, frenler, tamamen dünyaya ait ilgimizi azaltarak, Ramazan’ın sırrına, mânâsına bizi cezbetmek içindir.

Bu, Ramazan’a yakınlıktaki farkı, vücudumuzun yahut da beynimizin neresiyle alacağımız!… Önemli olan budur. Çünkü, göz aynı göz, kulak aynı kulak, zevk kavramları aynı kavramlar, peki biz Ramazan’da bunların değişik biçimdeki yönlenmelerini neyle temin edeceğiz?…

Ancak gönülle temin ederiz. Eğer gönül Ramazan’a iştirak etmezse kesinlikle Ramazan’ın mânâda bize lütfettiği rahmetlerden yararlanamayız. Oruç tutmuş olmakla ancak bir ibadeti yerine getirmiş oluruz, onun sevabını alırız başka. Ama Ramazan’ın mânâsı, yalnız sevap almak mücadelesi değildir. Bilâkis, Allah (cc) rahmetinden büyük pay kapmak mücadelesidir. Yani Ramazan gelince, fırsat bu fırsat deyip elimizden geldiğince büyük hisse kapmaya çalışmalıyız. Hani eskiden saraylarda, kırk gün kırk gece düğün yapılırdı, her önüne gelen girip ondan istifade etmek isterdi, tıpkı Ramazanı da öyle kabul etmeliyiz. Bunun için gönüllerde fevkalâde ciddi bir hazırlık içersinde olmak gerekiyor.

– Hocam, bedenin oruca ihtiyacı olduğu gibi gönüllerin de oruca ihtiyacı var mıdır?

– Bedenin oruca ihtiyacından çok, gönlün oruca ihtiyacı vardır. Çünkü beden oruç tutmadığı zaman, daha hantal oluyor biliyorsunuz. Biraz daha hücresel olarak yorgun oluyor. Ama netice itibariyle hayatını devam ettiriyor. Gönül oruç tutmadığı zaman yahut da orucun güzelliklerine yaklaşamadığı zaman, daha kötü bir zehirlenmeye uğruyor.

Gönül oruca muhtaçtır

Asıl gönül oruca muhtaçtır. Onun için gönül iştiyakla Ramazan’ı bekler. Çünkü Ramazan dışında gönlün yanlışlardan kendisini arıtması için içerisine her gelen yanlışlığı -çöp sepetine atar gibi- lüzumsuzluklarla gönlü doldurulmaması için nefsin çok ciddi olarak disipline edilmesi lâzım. Bu da bilindiği gibi fevkalâde güç hadiselerden bir tanesidir.

Hâlbuki Ramazan’da, rahmet dolayısıyla, Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla, nasıl ki biz sabahtan akşama kadar yemek yememekle, Allah’ın bizim hücrelerimize, karaciğerimize verdiği bir sağlık ziyafetine kavuşuyorsak; gönül de Ramazan’ın koyduğu disiplin sayesinde, kesinlikle bu kötülükleri doldurmaktan içtinap etme sırrına kavuşur.

Yani bir insan, Ramazan’da, ne kadar hatalı da olsa kıldığı namazlarla, dinlediği, okuduğu Kur’an’larla, tuttuğu orucun bedeninde sağladığı hassasiyetlerle, gönle daha yakın olma hikmetine kavuşur. Ve bu yakınlık, yavaş yavaş Ramazan’ın rahmetiyle birleştiği takdirde, işte o zaman gönül orucu da tahakkuk eder. Ve böylece, gerçekten bir insanın maddi manevi mutluluğunu bir Ramazan ayı tamamlamış olur.

Onun için gönlün Ramazan’a olan iştiyakı, hepimizin hayat tecrübesinden de bellidir. Pek çok insan, yaptıkları bazı hataları, “Ramazan gelsin de inşaallah ben bu hatalardan vazgeçeyim” diye, zaten kendi kendine itiraf ederler. Yani şuur altlarında, Ramazandan medet ummak, medet beklemek, ondan bir hikmet, bir rahmet beklemek müminin gönlünde yatar. İşte gönül, onun için Ramazanı gerçekten çok arzular. Bir an evvel gelip onun manevî potansiyelinden yararlanmak, olduğunca içerisindeki pislikleri arıtarak, kendi kafasını dinleyerek gönlün, gönül olduğunu anlamak için büyük bir iştiyakla Ramazan’ı bekler.

– Hocam, gönül orucunu bozan şeyler nelerdir?

– Gönül orucu dediğimiz zaman, temel ilke olarak tarif etmiş olalım ki, gönlün tıpkı maddi oruçta olduğu gibi iki unsuru vardır. Bunlardan birincisi, yemeğe benzeyen, gönül orucunun yemek yemeye, su içmeye benzeyen yanıdır. Yani lüzumsuz bir şeyi gönle kabul etmemek. Orucun birinci fazı (kanal; yön) budur.

İkinci fazı da nasıl bedensel oruç, cinsel hayata bir sınır getiriyorsa belli bir saat, süre içerisinde cinsel hayatı yasaklıyorsa gönül orucunda da Allah’ı sevmeyenlerle birleşme, yakınlaşma, yaklaşma, dertleşme, dostluk yapma yasaklanmıştır. Demek ki gönül orucunda, iki farklı fazı çok iyi isabetle tutturmak lâzım.

İmanı olmayandan uzak durmalı

Ramazan’da, Allah’a imana, Efendimize sevgiye yol bulmamış kimselerle -mümkün olduğu kadar değil- kesinlikle irtibat kurmamak lâzım gelir. İktizayı beşeriyet dediğimiz, yani günlük hayatımızın icabatı, akrabalık, işyeri arkadaşlıkları dâhil, bir takım münasebetler cereyan etmekte, bu münasebetlerde; inancı olmayan, hatta Allah’a ve Resulüne karşı düşmüş insanlarla bir takım temaslarınız oluyor. Biz, normal hayatımızda onlardan çok menfi bir cereyan alırız. İşte, gönül orucunda, bir numaralı hadiselerden bir tanesi, bu irtibatı kesmektir.

İşte, bu iki unsuru bir arada mütalâa ettiğimiz zaman, gönül içerisine Allah’ı sevmeyen kişileri almadığımız takdirde; bir de gönle olur olmaz şeyleri doldurarak iç dünyanızı kirletmekten vazgeçtiğimiz takdirde, gönül orucunu tutmuş oluruz.

Dünyevi ihtirasları terk

Nasıl ki oruçta yemeyeceksin, içmeyeceksin diye birtakım kaideler varsa gönül orucunda da bir takım kaideler vardır. Bunların başında, gönül orucunun dünya zevklerinin, dünya bağlantılarının, dünya ihtiraslarının kesinlikle durdurulması gerekir. Dünya ihtiraslarında, “Şu da olsun, bu da olsun. Şunu alayım, bunu da alayım” diye, elindekiyle kifayet etmeyerek, daha büyük taleplerin peşine düşmek, bir defa gönül orucu bakımından yasaktır.

Allah’a rıza itibariyle tam teslim olmak, Allah’ın kendisinin rezzak sıfatıyla lütfettiği herşeyi büyük bir mutlulukla hamd ile, şükür ile karşılamak ve kesinlikle dünyaya ait şeylere itibar etmemek lâzım gelir. Efendimizin verdiği bir misalde, bir gün Ashabı ile giderken, bir ölü ve sıcağın tesiri ile de kokmuş olan bir koyun görürler, koyunun pis kokusundan rahatsız olan Ashab, bir an evvel oradan uzaklaşmak ister. Efendimiz der ki; “Beğenmediniz, rahatsız oldunuz değil mi? Çok nahoş gördünüz… Dünya bir leştir.” İnanınız ki dünya bundan ibaret.

Dünya, mânânın yanında bir leşten ibarettir. Çünkü ölüdür. Mânâ ise devamlıdır. Dünya fanidir… Mânâda yaşlanmak, mânâda yıpranmak, mânâda usanmak yoktur. Hâlbuki dünyada yaşlanmak da vardır, usanmak da vardır, yıpranmak da vardır. İşte bundan dolayı, dünya bir leştir. Dünyayı canlı olarak tasavvur edersek leştir.

Onun için dünyaya rağbeti, en az Ramazan boyunca içimizden atmak lâzım ki, gönül orucunu tutmuş olalım. Gönül orucu, bu hassas özelliği ile kolayca yıpranmaya bozulmaya meyillidir.

Gönlün tamiri

Gönül de insan vücudunun en hassas yeri olduğu için çabucak yıpranmaya, eskimeye, delinmeye, yırtılmaya, bir başka anlamda kırılmaya meyillidir. İşte bu, Ramazan ayı boyunca, gönle koymamaya gayret edeceğimiz yanlışlıklar dolayısıyla, bu tamiratı, bu revizyonu yapmış oluruz. Nasıl ki bir karaciğer, bir bağırsak hücresi, Ramazan boyunca bir yıllık yıprantısını, bir yıllık eskimişliklerini, delinmişliklerini, ölmüş hücrelerini revizyona tabi tutar, tamir ederse gönül de tıpkı böyledir. Beşeri ilgilerden dolayı, aldığı yanlışlıkların, beşeri ilgilerden dolayı depo ettiği hataları, Ramazan boyunca, temelli gönlünden çıkartarak, yanlış bağlantılar kurmayarak düzeltmek zorundadır.

İşte, bu yanlış bağlantılar kurmamalı dediğimiz ve gönlünden eksiklikleri çıkarmak dediğimiz hadisenin başında, takdir-i ilahiye rızadan doğan bir bağışlayıcılık gelir, ondan dolayı biliyorsunuz ki küslerin barışması, herşeyi affetme, bir kimse size karşı ne kadar hatalı olursa olsun, ona merhametle yaklaşma gibi bir takım unsurlar vardır.

İşte, gönül de evvelâ içindeki kinleri, düşmanlıkları, dünya ilişkisinden doğan kırgınlıkları ve kavgaları atmak zorundadır. Aksi takdirde gönül orucu fazına geçemez. Oruç fazına geçebilmesi için insanın nefsinden gelen her türlü çalkantıyı, her türlü cereyanı, gönül motorundan çıkarması lâzım. Çünkü o, gönle ters yönde cereyan vermektedir. Bu ters yöndeki cereyandan kurtulmanın en kolay usulü, onunla bağlarını koparmaktır.

Bu vesile ile Ramazan geldiğinde, gönlümüzün dünya ihtiraslarından ayrıldığı gibi kin, kıskançlık büyüklenme gibi çok kötü sapmalardan arınması lâzım gelir. Böbürlenmeler, başkalarını küçük görmeler…

Fakiri küçümseme yanlışı

Özellikle çok yanlış bir adet, müminlerde hiç olmaması lâzım gelen bir adet, fakat son zamanlarda kültür bozukluğu nedeniyle bize de sirayet etmiş durumda; fakirleri, kimsesizleri hor görmek, küçük görmek, onlara selam vermemek, daha zengin daha kıyafeti düzgün kimselere, yaptığı tebessümü onlardan esirgeme gibi… Bunların hepsi, gönlün büyük vahim hastalıklarının nefse müteallik hadiselerin görüntüsüdür. Onun için hiç değilse Ramazan’da çok dikkat etmemiz lâzım gelir. Fakirlere, ekonomik durumu biraz daha düşük kimselere fevkalâde sıcak, tam onun aksine, kendinde bir maddi manevi kıymeti olmadığı halde, benlik böbürlenmesine girmiş, şatafatlı insanlara karşı soğuk olmamız lâzım gelir. Bu da gönül orucunun bir parçasıdır.

Her zaman tekrar tekrar söylemişimdir vaazlarımda… Bayramlarda bile, toplumda öyle çürümüşlük oluşmuş ki Allah’ın indinde hiç kıymeti olmayan insanlara ikram etmek üzere çikolata alır, temizlik işçisi yahut da kapıcı gelirse bir fakir gelirse diyerek, onlara da en ucuz, taşlaşmış şekeri alır, ikram etmeye çalışır. Bu şekilde hareket eden kimsenin eğer oruç tutmuşsa hepsi gitmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın kırılmasına, gücenmesine müyesser olacak, en çirkin hadiselerden birini yapmıştır.

İşte, gönül orucunda da çok önemli bir hadisedir ki fakirlere, yetimlere, mazlumlara, gariplere mutlaka ve mutlaka çok sıcak olunması lâzım gelir.

Kesinlikle, gönül dediğimiz bu namütenai güzelliklerin esrarlı makinesi; aslında fakirin, garibin ve kimsesizin mutlaka ve mutlaka Allah’a daha yakın olduğunu, daha mümin olduğunu bilmek gerekir. Ama nefis bırakmaz, çünkü nefis onu bırakırsa, bir takım menfaat kayıplarına uğrayacağını, en azından ona yardım etmesi gerektiğini düşünerek, bırakmaz. Ve onları, insanları soğuk davranışlara alıştırır ki, zaman zaman toplum içersinde bir takım kendini bilmezlerin dilencilere karşı, hakaret edici davranışları, güya dilenciliği kaldırıp onlara kurumlar yardım etsin bahanesiyle, insanların fakirlere yaklaşmasını azaltacak sloganlar uydururlar. Bunların hepsi gönülleri taşlaşmış, kemikleşmiş, perişan olmuş insanların davranışlarıdır.

Gönlün taşlaşmaması lâzım gelir ki, Ramazan’da gönül orucunda bir mesafe alabilsin, yoksa taşlaşmış bir gönlü olan insana ne söylesen boş… O daima menfaatleri doğrultusunda, şu dünyada daha iyi yaşayabilmek çelişkisi içinde, Efendimizin ‘leş’ diye tabir ettiği dünya hayatının peşinde koşmaktadır. Onu engellemeniz mümkün değildir. Ne Ramazan ona müyesser olur, ne onun gönlüne herhangi bir noktadan girip sıcaklık vermek mümkün olur.

Aslında böylelerine, biliyorsunuz, ölü denir… Mânâ ilimlerinde, Allah’a sıcaklık duymadan, eğer gönül makinesi susmuş ise çalışmıyorsa bu ölüdür kesinlikle, komada filan değildir. Gönlü taşlaşmış bir insanın ölü halinden çıkıp dirilebilmesi, gönlün taşlaşmadığı bir devirde, Ramazan’ın sırrı içinde hayat bulması, hay bulmasıdır. Çünkü Ramazan, gönüllerdeki bu nisbi perhizler sayesinde, gönül orucunu bozmadan yaşayabilmeler sayesinde, yavaş yavaş arınacak, gönül aküsünden cereyan gelecek ve mânâ âlemini de hissetmeye başlayacak. Daha ileri safhada, daha tecrübe kazandığı zaman da hesna müstesna kompitür (bilgisayar) ekranlarında, Cenab-ı Hakk’ın namütenai esrarını (sonsuz sırlarını) seyredecektir.

İşte, bu kademe kademe geçişte, gönül orucu; bir nevi mânâ âleminin seyrine açılacak, o büyük senaryoyu seyretme kabiliyetini sağlayacak bir hazırlık safhasıdır. Her Ramazan, gönülde, gönül orucuna iştirak edenleri yavaş yavaş dizaynını yaparak, onun eksiklerini tamamlayarak, antenini düzenleyerek sonunda gönül ekranında Cenab-ı Hakk’ın güzelliklerini, mânâ âleminin esrarını seyredecek bir hale getirir.

Vesveseyi gönüle sokmamalı

İkincisi, vesvese grubu hadiseleri gönle sokmamak lâzım gelir. Çünkü bütün vesveseler, ‘hannas’ dediğimiz Şeytan’ın, nefis ile birleşmesinden doğan, o gayri meşru varlığın dürtmesindendir. Endişeler… “Yarın ne olacak? Öteki iş ne olacak? Çocukların istikbali ne olacak? Bu maaşla geçinebilecek miyim, geçinemeyecek miyim?…” gibi natünahi vesveseyle ve bunu da güya dünya hayatını tanzim etmekte, bir beceri gibi kullanmak ister.

Hâlbuki dünya hayatını kimse tanzim edemez. Takdir-i îlâhi tanzim eder. İnsanlar, yalnız iyi niyetle Allah’a teslim olup Allah’tan ricada bulunabilir. Yoksa hiç kimse dünya kaderini, kendi kaderini, çocuğunun kaderini tanzim edemez, bulamaz. Bulamadığı gibi bunları, gönle vesvese şeklinde yerleştirdiği takdirde, gönül orucu bozulmuş olur…

Tekrar başa dönersek; kin, ihtiras, küçük görme, düşmanlık gibi hadiseler, gönül orucunu bozar, bu bir. İkincisi, vesveseler gönül orucunu bozar.

Tam, Ramazan ayının güzelliği içinde, Allah’ın rızasına teslim olmuş bir müminin, vesveseler içine girmesi, başladığı andan itibaren takdir-î îlâhi ile savaşa girmiş demektir!… Çünkü vesvese, takdir-i îlâhiye itimatsızlıktır. Takdir-î îlâhi’ye güvensizliktir. Allah’ın güzelliğine, yarattığı her kaderin mutlaka en güzel olacağına bir tarz inançsızlıktır ki, bunların hepsi gönül orucunu bozar…

Sınırsız yücelik; infak

Üçüncü kademedeki bozulmanın unsuru da infaktaki kusurdur. Yardımlaşmada kusurdur. Fakir insana karşı, kimsesizlere karşı yaklaşımda kusurdur… Bu kusurların hepsi, infak mecmuası içersine girmekle beraber, aslında, Cenab-ı Hakk’ın bir müminden beklediği gönül yakınlığı sırrını taşır. Eğer bir insanın gönlü fakirden uzaksa, bir insanın gönlü yetimden uzaksa, bir insanın gönlü garipten uzaksa, o gönülde iş yoktur. Çalışmıyor, bozuktur o gönül.

Bir fakire para verirken, mutad (alışıldık) olanı 2 lira ise mutlaka Ramazan’da 20 lira vermesi lâzım. Bütün mutadı 50 lira vermekse, Ramazan’da 100 lira vermesi lâzım. Yani gönlünü maddesel bağlardan tamamen kurtarmak lâzımdır.

Müteaddit konuşmalarımızda, sohbetlerimizde çeşitli örneklerle veriyoruz ki İslâm’ın yücelerini tanırken, İslâm’ın yücelerini anarken, onların temel fazına indiğimiz zaman, bir tek şey görürüz ki, sınırsız bir cömertlik, sınırsız bir infak…

Hemen hemen bütün yücelerde, en başta Efendimizin (sav) yakınlarında, ortak meziyet budur. Ve Efendimizin yaşayış tarzı ile beraber, Efendimize (sav) en yakın olanların yaşayış tarzları, ondan biraz daha uzak olanların yaşayış tarzlarını bir merdivene oturtsak, en üsteki ve en alttakilerin sıralanmasında, acaba hangi faktörler var desek, kesinlikle bu faktörlerin bir numaralı saiki, infaktır.

Efendimize en yakın olan Hz. Fatıma (r.anha) annemizdir. Hz. Fatıma, düğün gecesi, yemeğini kapısına gelen fakire olduğu gibi hepsini vermiştir, tabi bu örnek davranış, insanlara anlatıldığı zaman, böyle bir masal, öykü gibi gelir ama bunu tasavvur edip yaşamak lâzım.

Bu sıcaklık noktasına erişmek mümkün değil. İnsanoğlu, Efendimize (sav) kadar yükselen merdivenler zincirinde seyrettiğimiz zaman, insan kendisine aşağıda da bir yer bulamaz, çünkü adam zaten tok iken de vermiyor. Ama Efendimize yakının da yakını olan Hz. Fatıma (r.anha) annemiz, açken ve ertesi gün de yeni bir lokma ümidi yokken de veriyor… İşte, bunu merkez addederek, bunu tepedeki ışık olarak gönlümüze koyup o ışığın sırrı içersinde, infaklarımızı tanzim edebilmeliyiz.

Evet, biz o ışık olamayız, hiç kimse Hz. Fatıma annemiz gibi olamaz, olamayız ama mademki Efendimize en yakın olmanın sırrı, bir defa en büyük infak gönlü taşımaktır. O halde “Ben de kendi cüzi amelim içersinde, Efendimize yakın olmak için infakımı artırayım” demek lâzım.

Gönül orucu nasıl bozulur?

Şimdi, gönül orucu nasıl bozulur? Bir insan, cebinde parası varken, evinde yemeği varken, “Aç, fakir bir kimse bulsam da şunu doyursam” diye, eğer içinde bir rahatsızlık yoksa ve bir mesuliyet duymuyorsa rahat rahat yiyip içip yatıp kalkıyorsa gönül orucu bozulmuştur.

Gönül orucunun devam edebilmesi için bir fakiri yediremediği gün, bir fakirin ihtiyacını göremediği gün, gönlünüz huzursuz olacaktır. İlk rastladığı fırsatta, kendine göre, şehirli ukalâlığı ile lâik ukalâlıklarla “Devlet baksın, kurumlar baksın, bunları dilenciliğe alıştırmayalım” diye, böyle iddialarla ortaya çıkmadan, elinde-avucunda ne varsa verebilmesi lâzım ki gönül orucu devam etsin.

Demek ki genel anlamda, gönül orucunu üçüncü kademede bozan şey, bahillik (cimrilik) diyeceğimiz hususiyettir. Eğer bir gönülde bahillik rüzgârı eserse gönül orucu bozulur.

Arzulardaki frensizlik

Dördüncü unsur, gönül orucunu bozan, arzulardaki frensizliktir. Yani arzuların, Cenab-ı Hakk’ın bizim için lütfettiği hayat tarzındaki yaşam tarzı içinde, çok mütevazı olması lâzım gelir. Bu mütevazı yaşam tarzını ne bozuyorsa gönül orucunu da kesinlikle bozar.

Bu da çok önemlidir. Ramazan’da bir insanın belki günlük hayatımızda söylendiği zaman tuhaf gibi gelir. Ne alâkası varmış gibi ama şimdi, zaten günlük hayat içersinde, bir televizyon varken, bir tane de mutfağına aldığı, envai çeşit israfları, bir elbise varken bir tane daha alınması sevimsiz bir alışkanlıktır. Bunu en azından Ramazan’da kaldırmak lâzımdır.

Okuyucularımdan, dinleyenlerimden ben çok eminim ki mutlaka istiyorlar, gönül orucunu bozmamak isteği içindeler. Ama her zaman fırsat ele geçmez. Bir insan, ömür boyu daha kaç tane Ramazan yaşayacağını bilemeyeceği için her Ramazan’ı en güzel yaşamak lâzım. Yani “Bu Ramazan’ı hafif geçireyim de ileriki Ramazanlarda daha disiplinli olurum” demek yanlıştır. Her öndeki Ramazan’ı, son Ramazan gibi mütalâa edip ona göre gönül orucuna sıkı sıkıya sarılsınlar. Ben sayın okuyucularımdan, dinleyenlerimden istiyorum ki gönül orucuna mutlaka riayet etsinler.

Bu, bedenlerinin aç kaldığı, bir takım mahrumiyetlere mecbur oldukları ortamda, bir fırsatını bulup gönül orucuna da riayet edilirse çok hoş bir şey olur. Ama şunu belirtmek de istiyorum. Hani çocukları oruca alıştırırken, önce yarım gün tut deriz, biraz ufak-tefek bir şey yerse göz yumulur. “Hadi devam et çocuğum orucuna” denir. Bunun gibi ilk defa gönül orucu tutan okuyucularımız için gönül orucuna niyet etsinler; Ramazan’da ufak-tefek kaçaklar olursa Cenab-ı Hakk, çocuk orucu yerine saysın inşaallah ama tam gönül orucuna ulaşmaya da çalışsınlar.

– Hocam, Ramazan’da gönül açılması nasıl olur?

– Ramazan’da gönül açılması daha kolaylaşır kesinlikle. Gönlün kapalı kalması, gönlün bozulması, gönlün yıpranması, en sonunda da gönlün taşlaşmasının müessir sebebi nefistir.

Ramazan’da orucu bozan ilkelere riayet etmek dahi olsa nefse büyük bir frendir. Nefis frenlendiği için gönlün önünden mânâ (engeli) en az on saat kalkmış oluyor. Bu çok önemli bir faktördür. Büyüklerimizin bize oruç sırasında, nefse ait bazı ilkeleri de oruç planına katmamızı emretmeleri, kötülüklere bakmamak gibi kulağın da oruç tutması, kötü şeyleri duymamak gibi bir meleke kazandırırsa o zaman gönlün açılması daha çok kolay olur.

Yani kötülüklere bakmamak derken, iki şey anlamak lâzım. Bir tanesi, haram olan şeylere imrenmemek, bir zümrüt kolyeyi görüp de imrenmemek gibi. Bir de cinsel olarak yasaklanmış haramlara bakmamak gibi.

İkincisi de abes görmemektir. Yani Ramazan’da bir insanın hiç bir şeyi abes görmemesi demektir. Her şeyde, Cenab-ı Hakk’ın bir hikmeti olduğunu, bizim fark edemediğimiz hadiseleri seyrederken, oruçlu bir göz abes görürse hemen eleştiriye geçip aptal aptal yorumlar üretmemeli.

Cenab-ı Hakk’ın yarattığında hiç bir abes ve çirkinlik yoktur. Çirkinlikler ve abesler bizim nefsimizin bizi aldatmasıdır. Şeytanın bizi aldatmasıdır. Hatta mahlûkatı seyrederken, bu çok önemlidir, bazılarını güzel, bazılarını çirkin görmek gibi tuhaf bir alışkanlığımız var. İşte bu, gözün oruç tutamamasındandır. Eğer göz, oruç tutabilirse bütün mahlukatı birbirinden güzel, birbirinden sevimli görür. Yaratılışta abes diye bir şey yoktur. Buna gözün alışması Ramazan’da olacaktır. Onun için Ramazan’da açılması çok kolaydır.

Gönül orucu tutan, ne kadar eksik tutarsa tutsun, gönül orucuna niyet etmiş bir insan, bir kaç tanesini ancak tutabilirse bayram sabahı mutlaka fark edecektir. Gönlün büyük bir coşku ile gördüğünü fark edecektir. Cenab-ı Hakk, rahmetinden verdiği müjdeli ikramları gösterecektir. Onun için gönül orucuyla beraber, hiç değilse Ramazan’ın bir kısmında, yarım gün gönül orucu tutarsa mutlaka ayrı bir bayram zevki yaşar. Allah’ın bayram bahşişidir. Bu bahşişi de bayram gecesi fark ederiz.

Gönül orucu tuttuktan sonra, gönül orucunun getireceği en büyük nimet, nefis huylarının körelmesidir. Bir mümin, ömrü boyunca tuttuğu Ramazanlarda, elinden geldiğince gönül orucuna rağbet etmesi başlı başına bir nefis eğitimidir. Yani nefsini terbiye etmek için özel bir eğitime ihtiyaç yoktur.

Gönül orucuna gayret etsin, o zaman tam manasıyla nefis eğitilmiş hale gelir ve mertebe mertebe her geçen Ramazan’da, bir nefis emmaredeyken, ikincisinde nefsi levvâmede, üçüncüsünde nefsi mülhimede, dördüncüsünde nefsi mutmainnede…. Böylece, giderek nefsi sâfiyeye kadar götürür. Onun için gönül orucu Ramazanda müthiş bir olaydır. Gönlün Ramazan’da alacağı zevk, Ramazan’da kazanacağı ikramlar namütenaidir.

Allah (cc), inşaallah bu Ramazan’da, bütün mümin kardeşlerimizin gönüllerini daha çok genişletsin ve âlemi İslâm’ın kanayan yaralarına rahmetiyle deva olsun.

DR. HALUK NURBAKİ / www.gulistandergisi.com

___________________

Kaynak: Uğur İlyas Canbolat’ın, Üsküdar FM Radyosu “Gönüllerde Gezinti” programında, rahmetli Üstad Dr. Haluk Nurbaki Hoca ile yaptığı programın çözümünden kısaltılmıştır.