Etiket arşivi: HAMİT DERMAN

İslam Güneşinden Nasip Alamayanlar

Ülkemizde ve çevremizde yaşanan olayların etkisinden dolayı içimden yazmak gelmiyor.Uzun zamandır köşe yazısı yazamıyorum. Etrafımız ateş topu,kan ve göz yaşı,memleketimiz her gün bir hıyanetle karşı karşıya kalıyor.15 temmuz,Kayseri patlaması,Ankara,İstanbul ve en son yine yılbaşında yaşanan elim olay !

İslam Coğrafyası kan gölüne dönmüş. Suriye,Irak,Yemen,Libya,Filistin’de her gün Müslümanlar ölüyor.Neyin uğruna ve neden ölüyor? Sorusuna doyurucu bir cevap bulamıyoruz.

İran Şia mezhebini kullanarak Pers İmparatorluğunu canlandırmak istiyor. Bütün ehlisünneti yezit göstererek hedeflerine doğru hızla ilerlediğini sanıyor.

Batılı devletler haçlı ittifakını DEAŞ üzerinden oluşturmuş asırlık öcünü Müslümanlardan almak istiyor.İşin acısı haçlılar öcünü DEAŞ terör örgütünü maşa olarak kullanarak Müslümanları birbirine  kırdırıp bir taş ile iki kuşu vuruyor. DEAŞ terör örgütünün vahşetini dünyaya basın aracılığı ile pazarlayarak Müslümanların tümünü potansiyel suçlu olarak göstermeye çalışıyor. Kısmen de başarılı oluyor.

Halbuki İslam dini ‘’Silm (Barış)’’ dinidir.Hoşgörü ve kardeşlik dinidir.İslam tarihinde dinimizin barış ve hoşgörü dini olduğuna dair bir çok olaya rastlayabiliriz.

Bu olaylara en iyi örnek Hz peygamberimizin (S.A.V) Mekke fethinden sonra Hz Hamza’yı şehit eden en azılı düşmanları Vahşi ve Ebu Cehilin eşi Hind’i af etmesidir. Hz peygamberimizin (S.A.V) eğer isteseydi azılı düşmanları Vahşi ve Ebu Cehilin eşi Hind’i öldürerek öcünü alabilirdi.Fakat onları af etme yoluna gitmiştir.Bu olay aslında Müslümanlar için örnek alınacak önemli bir olaydır.

Yine günümüzde yaşanmış ibretlik bir olayı anlatmak istiyorum.

Merhum Mısırlı meşhur alim Şaravi anlatıyor:

Heyecanlı aşırı geçlerden biriyle tartışıyordum. Sordum;

-İslam ülkelerinden birinde bir gece kulübünü havaya uçurmak, helal mi yoksa haram mı?

Genç;

-Elbetteki helal, onları öldürmek caizdir.

Şaravi;

-Onlar Allah’a karşı günah işlerken siz onları öldürürseniz, cennete mi yoksa cehenneme mi giderler?

-Tabiki cehenneme…

-Peki, şeytan onları nereye götürmek istiyor?

-Tabiki cehenneme.

-Öyleyse siz şeytanla aynı hedefi paylaşıyorsunuz. Onun da amacı insanları cehenneme sokmak!

Şaravi o gence şu hadisi hatırlatır:

Bir Yahudi cenazesi geçerken Resûlullah(sav) ağlamaya başlar. Derler ki;

– Seni ağlatan nedir, Yâ Resûlallah?

Der ki;

-Fırsatı kaçırdı, ateşe gidiyor.

Şaravi gence son olarak şöyle der:

İnsanların hidayeti ve ateşten kurtulmaları için koşan Resûlullah (sav) ile aranızdaki farkı iyi düşünün.

Siz bir vadide, sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed(sav) farklı bir vadide!!

Hz. Muhammed ile sizin aranızda dağlar kadar fark var!

Evet İslam dini barış ve kardeşlik dinidir. Her zaman kavli leyin ile insanlara yaklaşmayı benimsemiştir.

Peygamber efendimiz; mübârek elleri ile Kâbe’yi göstererek; (Ey Kâbe, sen Allahın evisin. Sen mübareksin fakat bir Müslüman,bir mü’minin kalbini kırsa 70 defa seni yıkmaktan daha büyük
günaha girer) buyuruyor.
Evet Peygamber efendimiz (sav)  değil bir Müslüman öldürmeyi hadisi şerifte belirtildiği gibi kalp kırmayı bile Kabe’yi 70 defa yıkmakla eş tutuyor.Allah bizleri hakkıyla İslamı yaşamayı ve Hz Muhammed’e ümmet olmayı nasip etsin inşallah…

ÖMÜR SERMAYESİ VE MÜBAREK AYLAR

Bediüzaman Hazretleri ‘’ Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur’’ diyor.Zaman çok çabuk geçiyor. Günlerin, haftaların,ayların hatta yılların nasıl geçtiğini fark edemiyoruz.Zamanın geçmediğini zan ediyoruz.Fakat ömür sermayesi elimizden kayıp gidiyor.

Bu ömür sermayesini acaba nasıl kullanıyoruz? Hiç düşündük mü ? Yarına kalacağımızın garantisi var mı ? Bu ömür sermayesini hangi yolda harcıyoruz ?

Atalarımız  ömür sermayesine çok önem veriyorlardı. Bunun da göstergesi nedir biliyor musunuz ?

O da şudur. Eskiden en pahalı evler ne deniz kenarındaki nede deniz manzaralı evler değildi. Nereleri biliyor musunuz ?

Evet eski zamanlar da en pahalı evler mezarlığa bakan evlermiş.Bunun sebebi de her pencereyi açıp dışarı baktıklarında mezarları görüp ölümü akıllarından çıkarmamaktır.Yani bu evler de mezarlıklara komşu olarak “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” hadisini bizzat hayatlarına tatbik etmişlerdir.Ya bizler ölümü hatırlatacak ne varsa maalesef uzak duruyoruz.

Ömür sermayesi ile ilgili geçmişte yaşanmış bir olayı aktarayım:

Buzdolabının olmadığı devirlerde, içecekleri ve bazı yiyecekleri korumak için, dağlardan buz kesilir ve pazar yerlerinde satılırdı.

Sıcak bir yaz gününde, bir şeyh, talebeleriyle şehirde dolaşırken, böyle bir buz satıcısına rastladı.

Satıcı:

 -Ey müminler!  Sermayesi eriyip akan şu adama merhamet ediniz? diye bağırıyordu.

Satıcının bu sözlerini işiten şeyh aniden fenalaşarak bayıldı. Yanındakiler, kendisini gölgelik bir yere taşıdılar ve saatler sonra kendisine geldiğinde bayılma sebebini sordular. Şeyh satıcının eriyip giden buzlarında kendi hayatını görmüştü. Küçük sermayesinin ziyan olmaması için çırpınıp duran satıcı, milyarla ölçülmeyen ve sonsuz bir hayatta sınırsız bir mutluluğa vesile olabilecek ömür sermayesinin eriyip gidişine nasıl kayıtsız kalındığını düşündürmüştü ona..

Evet  ‘’ Ey müminler!  Sermayesi eriyip akan şu adama merhamet ediniz ‘’ söz şeyhi bayıltmaya yetmişti.Çünkü şeyh bu sözde buz gibi eriyen kendi hayatını görmüştü.

Acaba bizler çevremizde yaşanan olaylardan ,ölümlerden bir ders çıkarabiliyor muyuz?

Her gün camiler de okunan salâ’lar bize bir şey hatırlatıyor mu ?

Bizlere çok şey hatırlatması lazım. Mübarek üç aylara giriyoruz.Ömür sermayemizi en iyi şekilde değerlendireceğimiz üç aylar bizim için fırsattır.Bu ayların neden fırsat olduğunu.Hz Peygamberin hadisleri çok güzel açıklıyor.

  • Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb’in hepsini tutmuş gibi sevap verilir. [Miftah-ül-cenne>
  • Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) [İbn-i Asâkir>
  • “Receb-i Şerîf’in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur.” buyuruyorlar. (Camiu-s sağir)
  • “Recep ayı Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/423)
  • Yine mübarek üç aylardan ilki olan Receb ayının önemi ve değeri hakkında Enes b. Malik ( r.a. )’dan şöyle rivayet edilir: Receb ayı girdiğinde Hz. Peygamber şöyle derdi: “Allahım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259)
  • Receb’in ilk cuma gecesini ihya edene, Allahü teâlâ, kabir azabı yapmaz. Duâlarını kabul eder. Yalnız, 7 kimsenin duasını kabul etmez: Faizci, Müslümanları aşağı gören, ana babasına eziyet eden, Müslüman olan ve dinin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, çalgıcı, livata ve zina eden, beş vakit namazı kılmayan. [Bu günahlardan vazgeçmedikçe, duaları kabul olmaz.> [Saadet-i Ebediyye>
  • Receb büyük bir aydır. Allah bu ayda hasenatı kat kat eder. Receb ayında bir gün oruç tutana, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır. On gün oruç tutana, Allah istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münadi, “Geçmiş günahların affoldu” der. Receb ayında Allahü teâlâ Nuh aleyhisselamı gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti. [Taberânî>
  • Hz. Aişe ( r.a ) validemiz, “Resûlullah, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya çok önem verirdi.” buyuruyor. Çünkü Hadis-i Şerifte, “Ameller Allahü teâlâya pazartesi ve perşembe günleri arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini istiyorum.” buyururdu. (Tirmizî)

Evet, bu mübarek günlerde ömür sermayesini ebedi hayatı kazanmak için harcamaya çalışalım.Sermaye-i ömrümüzü ibadet ederek baki bir ömre ibka edelim.

Mübarek Regaip Kandilinizi ve Üç Aylarınızı tebrik hayırlara vesile olmasını dilerim.

Fransa’nın Hiç mi suçu yok

Geçen günlerde Paris’te yaşanan terör saldırıları Fransa ve onun sözüm ona dünyaya örnek olan özgürlükçü,hümanist ! medeniyet anlayışına dikkatleri yöneltti.

Gerçekten öylemidir ? Tabiî ki hayır.Aslında özelde Fransa genelde Avrupa medeniyeti.Milli şairimiz AKİF’in dediği gibi ”Tek dişi kalmış canavardır ”

Niçin canavardır.Çünkü başkasını sömürerek ayakta durmaktadır.Mesela Fransa Kuzey Afrika’da 1961 yılında Cezayir bağımsızlık mücadelesinde 1 milyon Müslüman’ı katletmiştir.Yakın zamana kadar Cezayir’i rahat bırakmamıştır.

Cezayir’de 26 Aralık 1991’de gerçekleştirilen genel seçimlerin birinci turunda oyların resmi kaynaklara göre % 55’ini, İslami Selamet Cephesi (FIS) kaynaklarına göre ise % 80’ini İslami Selâmet Cephesi almıştı. Ancak bütün kaynaklara göre söz konusu cephe, seçimlerde ezici bir çoğunluğun desteğini kazanmış ve iktidarı garantilemişti. Ne var ki, İslâmi Selamet Cephesi’nin bu başarısından endişelenen Fransa’nın da tahrikleri ile Cezayir ordusu, 16 Ocak 1992 tarihinde yani seçimlerin ikinci turunun yapılacağı tarihe beş gün kala gerçekleştirdiği darbe ile yönetime el koyarak seçimlerin ikinci turunu iptal etti ve genel başkan Prof. Abbasi Medeni başta olmak üzere FIS ileri gelenlerinin çoğunu tutuklattı. Cunta yönetimi daha önce mahalli seçimleri kazanarak işbaşına gelen İslami Kurtuluş Cephesi’ne mensup belediye başkanlarını ve belediye meclisi üyelerini de görevden aldıktan sonra pek çoğunu tutuklattı. İlk tutuklama kampanyasında tutuklanan FIS mensuplarının sayısı altı bini aştı. Bunların pek çoğu 45 derece sıcaklık altındaki toplama kamplarına gönderildi. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan bazı olaylar ve birtakım provokasyonlar vesilesiyle de çok sayıda FIS mensubu tutuklandı. Cunta Mart ayında da, FIS’ı tamamen kapattığını açıkladı.

General Halid Nezzar’ın başkanlığındaki askeri cunta Yüksek Devlet Konseyi adıyla bir konsey oluşturdu. Bu konseyin başkanlığına da 29 yıldan beri Fas’ta sürgün hayatı yaşamakta olan Muhammed Budiyaf’ı getirdi.

Cunta yönetimi önce FIS ileri gelenlerinden 13 kişi hakkında idam istedi. Ancak birkaç ertelemeden sonra Temmuz ayı ortalarında gerçekleştirilen duruşmada askeri mahkeme FIS genel başkanı Abbasi Medeni ile yardımcısı Ali Belhac’ı 12’şer yıl, diğer FIS liderlerini de 4 ile 6 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırdı.

Fransa’nın Cezayir’e müdahalesi ile ilgili aktardığımız anekdotun dışında asıl can alıcı bilgilere geliyoruz. Belki “medeniyetin beşiği” Fransa’ya artık farklı bir gözle bakarsınız

Önce Eski Fransa Başkanı ‪Chirac’ın 2008’deki bir konuşmasıyla başlayalım. Şöyle demiş: “‪Afrika olmasaydı, Fransa 3.dünya ülkesi olurdu” . Bu konuşmanın nedeni Fransa’nın Afrika’daki eski sömürgelerine bağımsızlıklarını(!) verirken imzalattığı 11 maddelik koloni yasaları Fransa, eski sömürgesi olan 14 Afrika ülkesinden koloni vergisi adıyla hala (evet hala) yüklü miktarda vergi alıyor.

Bu 14 Afrika ülkesinden Fransa’nın kasasına yılda yaklaşık 500 milyar dolar para giriyor. Sadece bununla sınırlı değil, çok daha fazlası var. 14 ülke, yurtdışındaki paralarının %85’ini Fransa Merkez Bankası’na yatırmak zorunda. Yıl içinde ihtiyaç duyarsa %15’ini ancak alabilirler. Daha fazlasına ihtiyaç varsa, %65’e kadar olanını Fransız Merkez Bankası’nın faiziyle ancak alabiliyor (kendi parası için faiz ödüyor)

Koloni yasaları gereği ülkede çıkan madenleri ilk olarak Fransa’ya sormak zorundalar. Fransa istemezse başka ülkeler alabilirler. Ülkedeki tüm ticari ve askeri alımlarda, ihalelerde Fransız firmaları öncelikli olmak zorunda (yasa gereği zorunlu) . Bunları kabul etmeyen devlet başkanları ya öldürüldü ya da darbeyle uzaklaştırıldı. Afrika’daki darbelerin %61’i bu 14 ülkede oldu.

Chirac ne demişti tekrar hatırlayalım:”Afrika olmasaydı, Fransa 3.dünya ülkesi olurdu” …
Fransa’nın önceden sömürgesi olan Benin, Burkina Faso, Gine, Fildişi Sahili, Mali, Nijer, Senegal, Togo, Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Kongo, Ekvator Ginesi ve Gabon, Fransa’ya hala sömürge vergisi ödeyen ülkeler. (1)

Evet aktardığımız bilgilerde görüldüğü gibi Fransa anlatıldığı gibi “medeniyetin beşiği” değil sömürgeciliğin, hırsızlığın ve haksızlığın başıdır.Şimdi ki parlak medeniyetleri başkalarının gözyaşları üzerinde kurulmuş medeniyettir.

Kaynakça:
(1): siliconafrica sitesi

Dava adamı olarak yaşayabilmek

Çoğu insan emeğinin karşılığını alamamaktan şikayet eder. Bazen biz de bu kısım insanların gurubuna girebiliyoruz. Halimizden şikâyet ederiz. Ben çalışıyorum, yoruluyorum fakat çalışmamın karşılığını alamıyorum diye şikâyet ederiz. Bu düşünce genelde maddiyatla çok fazla haşir neşir olan insanın fıtratında vardır.

Fakat bazı insanlar da vardır ki; yaptıklarını dünyevi maksatlar için yapmazlar. Onlar mana aleminde beklentilerin en yücesi için çalışırlar. Hiç bir zaman yılmazlar, hiçbir zaman korkmazlar, hiçbir zaman verilen görevden kaçmazlar.

Hiç bir zaman şikâyet etmezler.Her yaptıkları işte Allah rızasını gözetirler. Dünyevi beklentileri olmaz. Uhrevi beklentileri ön plandadır.Hatta uhrevi olarakta bir şey beklemezler.Sadece Rıza-yı ilahiyi beklerler Onlar Kutsi bir davaya inanmışlardır. ’’Onlar dava  erleridirler.’’

Bu dava erlerine Mısırda yaşanmış örnek bir olayı aktarmak istiyorum.

1930’lı yıllar ve Said Havva anlatıyor:


“İhvan-ı Müslimin’i kurduğumuz 7 arkadaşımızdan biri de İsmail’di. İsmail, evlat hasretiyle yanan ve dokuz sene sonra kız çocuğu olan bir babaydı. Kızına ‘Canan’ anlamına gelen Ruhiye adını vermişti. İhvan-ı Müslimin, her akşam olduğu gibi yine gizli toplantılarına devam ediyor, Mısır’ın güvenlik güçlerine yakalanmamak için büyük bir titizlik gösteriyordu. 


Bir akşam yine İsmail’in evinde bir araya gelmiştik. İsmail, bize tatlı ikramında bulunuyordu. Toplantı gece 01.00’e kadar sürdü. Nihayet sona ermiş ve evlerimize dağılmak için kalkmıştık. Üstad Hasan El-Benna evden tam ayrılırken, İsmail kolundan tuttu ve dedi ki: 


-‘Üstadım, kızım öldü. Yarın cenazeye gelmeleri için arkadaşlara haber verir misin?’
Üstad da İsmail’e: ‘Hangi kızın öldü? Senin kaç tane kızın var?’ diye sorunca; İsmail, ‘Biz içeride toplantı yaparken öldü.’ dedi.
– ‘İsmail, kızın ne zaman öldü, bize neden haber vermedin, biz toplantı yaptık, tatlı yedik, niçin bize söylemedin?’ deyince;
İsmail de buna cevaben dedi ki:


“ÜSTADIM! KIZIM ÖLDÜ! DAVAM DEĞİL!”

Evet yukarıda aktarılan olayda anlatıldığı gibi dava adamı olmak kolay değildir.

Yeri geldiğinde aileyi,çoluk çocuğu davasından sonra görebilmektir..

Dava adamı olmak yerine gelince işkenceyi, hakareti, açlığı, susuzluğu, uykusuzluğu yerine gelince hicreti yerine gelince uzleti ve her şeyi göze alabilmektir.

Dava adamı olmak ölüm meleği geldiği zaman bile ‘’ah davam ‘’ diyebilmektir.

Dava adamı olmak bütün zorluklar karşısında bile “Eğer, inanıyorsanız üstünsünüz… „ ( Al-i İmran 139 ) ayetini hatırlayarak yılmamaktır.

Dava adamı olmak Hz Ebubekir gibi “Ya Rabbi! Benim vücûdumu cehennemde o kadar büyüt ki, başka kullarına orada yer kalmasın! Diyebilmektir.

Dava adamı demek Üstad Bediüzzaman gibi ’ Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım; çünki, vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur’’ diyebilmektir.

Dava adamı olmak kuldan değil Allah’tan korkmaktır. Ve bu korku ile hayatına yön vermektir.

Dava adamı olmak tohum olmaktır. Kendisi çürürken yerine meyveleri yetiştirmektir.

Dava adamı olmak hayatta kendisine zulm edenlere bile beddua etmemektir. Onların ıslahı için Allah’a dua etmektir.

Dava adamı olmak firavunlar kucağında büyüyen çocuk musa’ları safına almaktır.

Dava adamı olmak on sene sonrayı değil yüz seneyi görüp ona göre yaşamaktır.

Dava adamı olmak makamlar ve servetler karşısında  nefsini unutmaktır.

Evet, dava adamı olmak  Üstadın deyişiyle: Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur düşüncesi ile hem hal olmaktır.

Ne mutlu davasını hakkıyla yaşayan ve yaşatanlara. Selam ve dua ile…

Dar ağacında bir mazlum genç Hafız İbrahim Edhem

Kurtuluş savaşında asker kaçaklarını ve Kuvayı milliye ye karşı çıkanları yargılayan İstiklal Mahkemeleri daha  sonra devrimleri  topluma empoze etmeye çalışmak için bir korku ve zulüm aracına dönüştü. İstiklal mahkemelerinde binlerce âlim yargılandı.Şapka takmadıkları, kılık kıyafet kanununa uymadıkları, medreselerde dini ders verdikleri ve Batı Anadolu’da Menemen olayı ve M Kemal’e suikast bahane edilerek .Doğuda ise  Şeyh Said isyanına destek verdikleri bahanesiyle birçok insan mazlumane bir şekilde idam edildi. İdam edilen âlimlerden biri de aslen Ankaralı olan ve 22 yaşında darağacına gönderilen İbrahim Edhem Hocaydı.

1903’te Ankara’da doğan Hafız İbrahim Edhem Hoca genç bir âlimdir. Ankara Sultanisinde 10. sınıfa kadar okuduktan sonra okuldan ayrılarak kendini İslamî ilimlere verir. Bu arada konyalı Mehmet Vehbi gibi âlimlerden de özel dersler alır. Gayretli bir kişiliğe sahip olan İbrahim Edhem Hoca, yaptığı ateşli vaazlarla halkı etkilemektedir.

İbrahim Edhem Hoca, iyi bir hatipti.Bir gün İstanbul Beyazıt Camii’nde tesettür üzerine bir vaaz verir.

Verdiği vaazla yetinmeyen  ve dar bir kesime hitap ettiğini düşünen İbrahim Edhem Hoca, “İslamiyet’te Ahlâk ve Kadınlarda Tesettür” adlı 59 sayfadan oluşan cep boy bir risale yayınlar. Kendi imkânlarıyla 5 bin adet bastıran İbrahim Edhem Hoca, bu kitapları halka dağıtır.

Cumhuriyetin ilanından önce bir sorun yaşamaz. Ancak 6 Ocak 1924’te günlük bir gazete İbrahim Edhem Hocanın İstiklal Mahkemesinde yargılanacağını haber verir. İstanbul İstiklal Mahkemesi verdiği vaazlar dolayısıyla dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle İbrahim Edhem Hocayı tutuklar ve mahkeme sonucunda 1 yıl hapis cezasına çarptırılır. Bu vesileyle İbrahim Edhem Hocanın İstanbul halkını etkileyen ateşli vaazlarına bir son verilmiş olur.
Mahkemeye verdiği savunmasında, basında İslamiyet’in değerlerine ve kadınların tesettürüne saldırıların başlaması üzerine kamuoyu oluşturmak için harekete geçtiğini ve risaleyi bastırdığını cesaretle savunan Hoca, vicdan özgürlüğü olduğu inancıyla fikrini savunduğunu söyler.

Şeyh Said isyanından yaklaşık 1 yıl önceki bu İstiklal Mahkemesi, sanığa bir yıl hapis cezası verir. Ancak 1,5 ay hapis yattıktan sonra af kanunuyla serbest kalır. Fakat  genç âlimin peşini İstiklal Mahkemesi bırakmaz. Bu kez Şark İstiklal Mahkemesi, İbrahim Edhem Hoca hakkında dava açar. Davanın ilk mahkemesi İstanbul, Fındıklı’daki Meclis-i Mebusan binasında yapılır, Temmuz 1925’te yapılan ikinci mahkemesi ise Urfa Lisesi’nde gerçekleşir. Savcı Avni Bey(!), Şeyh Said isyanına  çok geniş bir kadronun hazırladığına inanmakta ve Edhem Bey’in de onun “tertipçisi, faili ve amili” olduğunu iddia etmektedir.

Şanlıurfa Lisesindeki mahkemeye İbrahim Edhem Hoca, hapisten çıktıktan sonra geçimini ticaretle sağlamaya çalıştığından, pamuk ve fıstık almak için Doğu’ya gittiğini, Urfa’ya geliş sebebinin ise Çolak Hafız adlı güzel sesli bir hafızdan Kur’an dinlemek olduğunu söyler.

6 Temmuz 1925’te mahkeme İbrahim Edhem’in, isyanın faillerinden olduğu gerekçesiyle idamına ittifakla karar verilir. 7 Temmuz 1925 günü Urfa sıcaktan kavrulurken henüz 22 yaşındaki İbrahim Edhem Hoca darağacına gönderilir. Hicri tarih 1347 Muharrem ayını göstermektedir.Bu olay Urfa’da ehli iman ve vicdanın yüreğine kor ateş gibi düşer. İdam edilen İbrahim Edhem Hoca, Şanlıurfa Bediüzzaman mezarlığına defnedilir.

Hemen hemen her gün ziyaretçisi olan İbrahim Edhem Hocanın mezarı bayramlarda ziyaretçi akınına uğruyor.

İşin ilginç yanı her iki davasında da mahkeme başkanlığı yapanlar, sonraki yıllarda yolsuzluktan yargılanırlar.

Evet maalesef binlerce insan İstiklal Mahkemelerinde zulme uğrayarak dar ağaçlarında can vermiş.Kimisinin adı ,sanı unutulmuş,kimisi de hala hatırlanmaktadır. Yukarıda aktardığımız Hafız İbrahim Edhem Hoca bu mazlumlardan bir tanesiydi. Allah gani gani rahmet etsin.