Etiket arşivi: Hasan Tayfur

Ensar ve Muhacir Kardeşliği Destanı

3.dünya savaşı bütün şiddetiyle devam ediyor..

“Melhame-i kübra” denilen son büyük savaşın öncüsü olan bu savaşın, elbet kendine göre bir tarzı ve yaşadığımız çağa hitab eden bir “farklı” görüntüsü olacaktı..

Devletlerin bir bütün olarak mücadele ettiği “sıcak” savaşlarının yerini bıraktığı genel olarak “soğuk” bir görüntü veren bu üçüncü cihan harbinin, vekalet savaşları şeklinde icra-yı tahribkaranesine devam ettiğine şahit olarak; dünyanın türlü bölgelerinde, türlü “isim” ve “kılıklarda” karşılaştığımız “terör” olaylarını gösterebiliriz “gören” gözlere..

Zira “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az”; darb-ı mesel olmuştur “anlayan” kafalara..

 

Avrupa kafir zalimleri ile Asya münafıklarının ortaklığıyla yakılan fitne ateşleri; tüm hızıyla ve her gün başka bir mecrada  mazlum ocaklara ateş düşürüyor..

Ahirzamanın eşhas-ı müdhişe-i muzırraları olan Deccal ve Süfyan komitelerinin son temsilcileri işbirliği halinde; insanlığın namusuna göz dikmiş, hususan müslüman coğrafyalarda mukaddesat namına ne varsa ayaklar altına alınarak çiğnenmeye devam edilegelmektedir..

İnsanlık dünyamızda, böylesine dehşetli olaylar yaşanırken, netice itibariyle beşerin hayat-ı içtimaiyesinde maddi ve manevi buhranları da beraberinde getiriyor haliyle bütün bu yıkılışlar..

Efendimiz(s.a.v) böylesi zamanları tarif ederken şöyle buyurmuştu; “Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar.  O fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekân bulursa ona sığınsın.” (Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.)

Elbette bu ehemmiyetli hadis, bir tariften öte biz ahir zaman sakinleri için ayrıca bir ikaz, ders ve ibret içindir.

Yetmez.. Ayrıca biz ahir zaman sakinlerinden olmakla, kendisini “Müslüman” olarak gören ve kalblerinde ki imanın bir gereği olarak Müslümanlığını yaşamaya çalışanlara da; hususi bir sorumluluk ve vazife taksimatıydı..

Evet, ateş olmayan yerden duman çıkmazdı elbet..

Dünyanın değişik coğrafyalarında, meydana gelmekte olan büyük savaşın yaktığı ateşin büyük bir parçası da; “kaderce” komşumuz olan Suriye de mazlumları can evinden vurmaya başlayalı üzerinden yıllar geçti..

Dünyayı ateş topuna çeviren zalimlerin bu ateşinden, Anadolu’yu en az zararla kurtuluşunu temine medar bir sadaka-i makbule hükmünde olan Risale-i nurlar ve Bediüzzamanların bahtiyar torunları olan bizlere de elbet bir pay, bir hisse düşecekti..

İşte Dünyevi-uhrevi, maddi ve manevi nice iyilik, fazilet ve sevapları kazandıracak olan “ensar” olmak şerefi düşmüştü; “kaderce” anadolunun bahtiyar ve mazlum Müslüman halkına..

Zira büyük bir çınar misali mazlumlara büyük bir gölgelik olmuştu Anadolu..

Anne şefkatiyle yoğrulmuş toprağıyla mazlumları bağrına basmıştı Anadolu..

Ve “Allah rızası” dua, niyet ve temennileriyle nice zamandır insanlığa güvenli bir liman ve koruyucu bir sığınak olmuştu bu bahtiyar Anadolu..

Ve işte bütün bunlar için olsa gerek, toprakları şehit kanıyla sulanmış bu bahtiyar ve mazlum coğrafyanın, sığınılacak “tek” limanı olan Türkiye’nin kahraman evladına nasib olmuştu nice mazlum ve biçare “muhacir” kardeşimizi misafir etmek..

Amma velakin hal-i hazır ahvalimize bakarsak, Ensar kardeşliğimizi hakkıyla çok ta yapamadığımızı maalesef görüyoruz..

Dünyada, mazlumların en son ve tek sığınağı olan devletimizin, türlü imkânlarıyla Ensar kardeşliğini günlük hayatın her alanında göstermek için olağanüstü çabalar içerisinde olduğu bir süreçte, bizler millet olarak Türkiye’nin safında yer aldığımızı göstermek için çok da istekli bir fiil ve duruşumuz yok..

Aksine muhacir kardeşlerimizi, hiç de hak etmedikleri halde, onları bir yük veyahut biraz daha ileri gidip bir “bela” olarak görmekte olduğumuzu; sosyal medyanın yahut günlük hayatın her zaman ve zemininde ifade etmekte bir mahzur görmemekteyiz maalesef..

Hatta bu konuda haklı olduğumuzu ispat etmek için; milyonlarca muhacirden birkaç serserinin, birkaç pisliğini anlatmakta, bire bin katarak yaymakta ne kadar da hevesliymişiz..

Halbuki Muhacirler için “haram” yahut “günah” olan bir fiilin, Ensarlar için bir anlamı yok muydu acaba..

Diğer taraftan küçük-büyük, bilerek-bilmeyerek yaptıkları filler için sorgu suale çektiğimiz muhacirler için, reva gördüğümüz adilane muhasebeden biz Ensarların bir nasibi olmayacak mı acaba..

Dolayısıyla bir kısım fitneci fasıklar tarafından türlü zamanlarda, türlü bahanelerle körüklenen bu “muhacir” düşmanlığının mazereti yahut (güya..!) haklı bahanesi ne olursa olsun, bizlere Müslümanca ve ensara yakışır bir muhasebe yapmak düşerdi..

Neden mi?.

 

İşte buyurunuz..

Geçen günlerde Sakarya’da; din, iman ve vicdan yoksunu bir-iki sapkın cani tarafından, hamile bir muhacire kardeşimizin karnındaki ve on aylık bir çocuğuyla birlikte katledilmesi; kendisini “insan” sonra “Müslüman” olarak gören her insanoğluna bir vicdanlı muhasebe yapmak için çok ehemmiyetli bir zaman süreciydi..

Acaba bu mazlum Suriyeli muhacir kardeşlerimiz, elinizdeki ekmeği mi almıştı..?

İşte sofralarınızdan üç can eksildi, (doyun..!) ey Suriyeli muhacirleri bir “yük” olarak gören vatan, memleket ve Türkiye düşmanları..

Halbuki sizler bu muhacir kardeşlerimize, bir çorba-ekmek olsun yardım etmemiştiniz..

Diğer taraftan bu Suriyeli muhacir kardeşimiz, işinize göz koyup sizi işinizden mi etti..?

İşte vahşice katledilen bu şehit muhacire kardeşimizin eşi, işinden ayrılıp terk etti bu toprakları.. Zira artık babalarını bekleyecek bir bebek ve gözü yaşlı mazlum bir eş yoktu onun için..

Şimdi ey insanlıktan ve insaniyet-i kübra olan islamiyetten nasibi olmayan vatan hainleri..!

Sevinin, işsizler ordusu için bir kişilik iş daha var..

Halbuki siz bu muhacir kardeşlerimizi, insanlık şerefine yakışmayan her türlü maddi ve manevi sosyal haklardan mahrum olarak köle gibi çalıştırdınız..

Suriyeli muhacir kardeşlerimiz, devletimizin size tanımış olduğu sosyal ve ekonomik haklarınızı mı elinizden aldı..?

Sevinin ey vicdansız ve kalbsiz, ruhsuz bedbahtlar; mezaristan da üç kişilik mezar yeri boş kaldı..

Zira bu topraklara insanca bir yaşam için misafirliğe gelmiş üç can, kendi ana vatanlarına hasret içerisinde defnedilmek üzere göç etti..

Gelecek neslin kapısından çekilin..! Ey iki ayaklı ruhsuz ve nursuz cenazeler hükmündeki vatan, millet ve din düşmanları; mezar sizi bekliyor..

Halbuki hastaneye gittiğinizde, hangi sağlık hakkınız elinizden alındı..

Çocuk yardımı yahut özürlü maaşınız mı kesildi..

Devletimizin diğer türlü yardımlarından hangisinde bir azalma yahut kesinti oldu..

Biraz vicdan..

Yetmez.. biraz dürüst olmak..

Yine de yetmez.. biraz da insanlıktan nasib..

Şimdi bütün bu açıklamaları okumak yahut anlamak ihtiyacını bile görmeyen bir kısım sapkınlar diyecekler ki, Suriyeliler memleketimize geldi geleli hırsızlık vakaları arttı, ahlaksızlık dizboyu, aşımızı-işimizi kaybettik.. gibi -gerçeklik payı yüzde bir olan- bir şeytani aklın sözcülüğünü ve avukatlığını yapacaktır..

Bizde sözü uzatmadan diyoruz ki; bu konuda Rabbimiz son sözü söylesin..

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar vermez…” (Maide, 5/105).

Demek bu yalan-dolan ve bahaneler sizi haklı çıkarmaz..

Sen dürüst olduktan sonra, hangi Suriyeli muhacir senin dürüstlüğüne halel verebilir..

Sen namuslu olduktan sonra, hangi Suriyeli muhacir senin ahlakını bozabilir..

Sen çalışkan olduktan sonra, -her zaman- rızkını kazanacak bir kapıyı yüce yaratıcımız elbet açacaktır..

Demek hiçbir “haklı..!” mazeretimiz yokmuş meğer..

Şeytandan ders almakla, deccal ve süfyanların sofrasından beslenen bir avuç bedbaht dinsiz fasıkın; “fitne” kokan söz, davranış, hal ve fiillerinden uzak durmak düşer evvela her Müslüman evladına..

Sonrasında “allah yolunda” olanlara bir parça yardım etmek, onlara maddi ve manevi muavenet etmek gerekir bediüzzamanca..

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur.

Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var.

Hâlbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır.

Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir.

Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.

Süfyan ve deccallerin, türlü zulümleriyle hüküm sürdüğü yaşadığımız ahirzamanda, elbette biz Müslümanlara “ensar” olmakla, Hz.İsa ve Mehdi aleyhisselamın nurani cemaatini saflarında olmak düşer..

Ve böylece, mazlumların umudu, zalimlerin korkulu rüyası olan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere çok değerli devlet büyüklerimizin, devletimizin imkanlarını seferber etmek suretiyle muhacir kardeşlerimiz için, hepimiz adına yaptığı ve daha yapacağı türlü hizmetlere destek olmak ve bu tür insani hizmetlerin yılmaz bir savunucusu olmak düşerdi her Anadolu evladına..

 

Ensar ve Muhacir kardeşliğinin sınandığı bir dönemde, türlü kılıklardaki fitnecilere inat, en güzel “kardeşlik” örneklerinin ef’alimizle gösterilmesi gereken çok hassas bir süreçteyiz..

Dünyanın bütün bu maddi ve manevi kargaşalardan asan olup, helaket ve felaketlerden temizleneceği, Ensar ve Muhacir kardeşliği destanının tarihlere altın harflerle işleneceği ve böylece Allah’ın nurunu tamamlayacağı bir zaman elbet çok yakındır..

İşte 1438 sene evvelki o nurani asr-ı saadetin bir nevi cilvesi olacak olan, vaad edilmiş nurani bu günler geldiğinde, şüphesiz bizim hesabımıza yaptıklarımız düştüğü gibi, yapmadıklarımızın da bir pişmanlığı kalacaktır..

Demek ne olursa olsun, her zaman ve zeminde mazlumların safında yer almak, zaliminde karşısında dikilmektir bizi kurtaracak bir fiili duruş..

Mazlumların sofrasına misafir olmayan bir duruş, zalimlerin sofrasına daha yakındır..

Bu zamanda, Suriyeli muhacirler misali, dünyanın dört bir kanayan coğrafyasındaki kardeşlerimizle dertlenmeyen bir duruş, onları nisyan-ı beşere mahkum etmek olacağı, dahası zalimlerle bizleri aynı safta buluşturmak suretiyle; nice mazlumların ahhhh’ına ortak yapacağını her daim akılda tutmak icab ediyor her zevil’akılca..

Yoksa gölge yapıp, ihsan da etmeyen; bir avuç bedbaht (güya..!) vatanperver ile yakından uzaktan akli, kalbi ve ruhi ortak bir paydamız yahut maddi- manevi bir bağımız yoktur..

Bizim için yegane ve tek kardeşlik vesilesi; “insaniyet” ve insaniyet-i kübra olan “İslamiyet”tir..

Elhasıl:

Bediüzzaman’ca son sözümüz o dur ki; Zalimler için yaşasın cehennem..

Cennet adam istediği gibi, cehennem dahi adam ister..

Cennet ucuz olmadığı gibi, cehennem dahi lüzumsuz değildir..

Demek cennete ehil olacak mazlumlara yar ve yardımcı olmayan bir adam, zalimlerin yoldaşı olarak cehenneme liyakat kazanacağını; her vicdan sahibi kalb ve ruhunda hissedecektir..

Hasan Tayfur

15 Temmuz Meydan Muhasebesi

15 temmuzda vukua gelen, süfyaniyetin dördüncü ve son rüknü olan “Fetö” ve şakirtlerinin eliyle gerçekleştirilen ve “kaderce” darbe olarak tescillenen vak’a-i ciğersûz hadisenin sene-i devriyesinin maddi-manevi bir muhasebesini icra edeceğimiz şu günlerde, bu süreç zarfında yaşadığımız bazı hadiseler maalesef sabık darbenin artçısı olmakla birlikte, kalb ve ruh dünyamızda yaptığı manevi tahribatları ise anlatmaya sözcükler kifayetsiz kalıyor..

Nasıl izah edilebilir ki; 250 şehit ve binlerce gazi verdiğimiz bir büyük ihanet ve işgal kalkışmasına; hala utanmadan, sıkılmadan “kontrollü darbe” yahut “tiyatro” diyebilen dalalet-alud bir zihniyetin iflas etmiş, kokmuş kalb ve vicdanlarına..

Kırk yıldır memleketin türlü maddi ve manevi emeğine göz dikmiş, bunları çalıp çırpmak suretiyle hırsızlamış fetönün hacı-hoca görünümlü eşkıyalarının; devletimizin türlü kurumlarından temizlenmesi davalarına karşı çıkmak suretiyle bu zalimler güruhuna acıyıp, şefkat ve merhamet etmeye kalkışan vicdansız hacı-hocalara nasıl anlatmalı peki..

Peki.. Ya, kafasına “adalet” külahını takmış, zulümleri yüzyıldır hala dillerde destan olmuş, dinimize ait ne kadar mukaddesat varsa hepsini tahrip eden ve yıllardır yaptıkları bu tahribatları henüz tamir edilememiş, “parti” görünümlü bir zındıka komitesinin mühürlenmiş kalblerine ne demeli..

Diğer taraftan, vatan ve milletin mukaddesatına dair milli ve manevi ne kadar değerimiz varsa; Avrupa kâfir zalimlerine satmaya ve Asya münafıklarına peşkeş çekmeye çalışmakta birbiriyle yarışan milliyetsiz, vatansız, dinsiz sefihlerin hakikate karşı kapalı, duymayan sağırlaşmış kulaklarına anlatmaya ne hacet..

Beri taraftan, değerli ama sahipsiz bir kavmi dinsizleştirmek için Avrupa kafir zalimleri tarafından içimize sokulan, “vatanperver” ve “milliyetperver” kılıklı bir “eşkıya” çetesinin; cami cemaati görünümlü bedbaht duayenlerininin görmeyen gözlerine nasıl göstermeli..

İşte ahirzamanın fitne ve fesat şebekesinin, ülkemizdeki temsilcilerinden malum dört ayağını, dört zındıka komitesini yahut bu şeytani dört derin yapıyı Nasıl anlatmalı..

Sorular ve Sorgular.. Cevabını bekleyen bitmek bilmeyen sualler..

Bediüzzaman hazretlerinin, “İslâmiyet’e darbe vuranların başlarında öyle müdhiş bir patlayış olacak ki, kıyamete kadar unutulmayacak..” gaibane ihbar ettiği ve böylece Rabbimizin “Müntakim” isminin tecelli ettiği çok kıymetli günleri geride bıraktık..

Bütün bir İslam alemine çok ucuz düşmekle birlikte, kaderce takdir edilmiş pahada çok ağır “eyyamullah” tabir edilen bu çok kıymettar 15 Temmuz sürecinin; tüm yönleriyle muhasebesi yapılarak, her bir vatan evladının üzerine farz olan vazifeleri bihakkın ifa etmesi, namus borcumuz olsa gerektir..

Zira Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştu: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah’a karşı gelmekten sakının. Müminler yalnızca Allah’a güvenip tevekkül etsinler. Mâide, 5/11

Hendek Savaşı’nda Yüce Allah’ın, İslâm ordusunu melekleriyle “takviye” ve müşrik ordusunu da “korku” ile tecziye ettiğini bildirmek için nazil olan müjdeli bir zafer ayetidir; ibret alanlarca.

Saklı tarihin nice demlerinde hayat bulan bu vaad-i ilahi gibi, “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. Saff, 61/8” buyuran Rabbimizin bu müjdeli ayetine mazhar olan, en son ve en büyük vaadi olan 15 Temmuz Zaferinin nurlu tecellilerini ise, bir senedir gündelik hayatın her alanında bilfiil yaşamakta ve yaşattırmaya azm-u cehd ediyoruz..

Evet, Yahya Kemal Bayatlı merhumun, “Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi. Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın. Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.” muhteşem dizeleriyle tarif ettiği, yeryüzünün son İslam ordusu ve İslam’ın yegâne ve tek bayraktarı Türkiye’nin bu aziz ve necip Anadolu milleti olarak, bundan bir yıl önce 15 Temmuz’da, Allah’ın bu nurani vaadinin gerçekleştiğine yeniden şahit olduk; şükür elhamdülillah.. O gece ülke ve millet olarak, süfyan ve deccallerin ortaklığıyla, maddi-manevi büyük bir ihanet ve işgal teşebbüsüne maruz kaldık.

Karanlık gece dalgalarını andıran “münafık fetö kılıklı” korkunç küfür ve ilhad kâbusunun, Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizin herbir mahallesini kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle maddi ve manevi cihad meydanlarına atıldı; kalbinde zerre kadar din, iman, vatan, millet, namus ve bilumum mukaddesatlardan nasiblenmiş asımın nesli olan bu garib ve mazlum halkın evlad-ı fatihanı..

Bu karanlık gecede Allah’ın lütuf ve rahmetini, yardım ve inayetini bizlerden esirgemediğini bir kez daha müşahede ettik; genç-ihtiyar, kadın-erkek her bir vatan evladınca..  İşte bundan dolayıdır ki, 15 Temmuz’un sene-i devriyesini icra ettiğimiz şu nurani günlerin hatırasını yaşamak adına; millet olarak bize düşen en önemli vazife, Allah’ın lütuf ve inayetini, rahmet ve Nusret’ini asla unutmamak ve unutturmamaktır. Kıyamete kadar unutulmayacak, süfyaniyetin ve bilumum avanelerinin mağlub olmaya mahkûm olduğu/olacağı bu çetin iman ve küfür savaşında, “hakiki” müminler olarak üzerimize düşen en büyük vazife; Yüce Rabbimize olan hamd ve şükrümüzü ziyadeleştirmek adına, efendimizin(a.s.v) açtığı o nurani iman ve istikamet yolunun yolcusu ve müşterisi olmaktır.Demek “hakiki” Müslüman olmanın zaman ve zemini gelmiş ey kardeşlerim..Omuz omuza “ittihad-ı islam” sancağının altında, ahirzaman mehdisi hazreti bediüzzamanın o nurani, nurlu muhabbet sofralarına müşteri olmakla gelin hep beraber dâhil olalım..Ya da süfyan ve deccallerin damına düşeceğinizi her daim akılda tutmak icab ediyor, ey akıl sahipleri.. Bediüzzaman hazretlerinin ikaz ve irşadıyla; “Şimdi bu zamanda bilfiil İslâmiyet’e dehşetli darbeleri vuran ve binler lanete, nefrete müstehak olanlara ehemmiyet vermemek gibi bir halet, mü’min ve müdakkik bir zâtın vazife-i kudsiyesine muvafık gelemez…”

Demek iman ve islamiyete darbe vuran, bütün bir islam coğrafyasını maddi-manevi işgal altına alan ve mukaddesat namına ne varsa her hepsini o pis ayakları altına alıp çiğneyen, ahirzamanın en büyük nifak ve zındıka şebekesi olan FETÖ ve şakirtlerinin, bütün bir islam ümmetine yaptıkları bunca tahribatları görmezlikten gelemiyoruz..

Nisyan ile malül olan hafızayı beşere, bu dehşetli münafıklık çetesinin tahribatlarını tamir etmek adına, kıyamete kadar unutturmamak; beşerin hayat-ı içtimaiyye ve şahsiyesinde her bir vesile ile hatırlatmayı, en büyük bir insanlık ve vatan borcu olarak görüyoruz..

Bizler Bediüzzaman misali, herbir din kardeşimize karşı ziyadesiyle şefkatliyizdir.

Zira Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Maide 54” buyuran Rabbimizin bu sözlerini, birer kesin “emir” telakki edip “rehber” edinmişiz, hayatın her anında; şükür elhamdülillah..

Bütün bir islam ümmetinin elemleriyle elem çektiğimiz gibi, İslâm dünyasının dört bir yanında hürriyet ve istiklal için can veren, fedai İslâm mücahidlerinin acılarıyla muzdarib oluyoruz..

Aynen onun gibi, 15 Temmuz savaşı misalinde bilfiil müşahade edilen, Kur’an ve İslâmiyet’e yapılan darbeler ânında maddi-manevi çok ızdırablar çektiğimiz çokça vuku bulduğu gibi..

Millet-i İslâm’ın ebedî refah ve saadeti için, dünyada rahatlık görmemek pahasına dahi olsun dinimize ve bütün bir mukaddesatımıza reva görülen iç ve dış istibdad ve zulümler sona ermedikçe, âlem-i İslâm kurtulmadıkça bizim ızdırabımız hiç dinmeyecektir.

Ta ki yüce Rabbimizin, “İnkâr edenlere de ki: Siz mağlûp olacak ve Cehenneme sürüleceksiniz. O ise pek kötü bir yataktır. Al-i İmran 12” ferman-ı celalisinin tahakkuk edeceği güne dek..

Ancak, yaşadığımız süreçte dehşetli acıların te’siratıyla, bu aziz milleti türlü ateşlere atan vicdan yoksunu, dinsiz ve imansız süfyan komitesi olan fetö misali münafıkane hareket eden küfür ve zındıka komitelerine karşı zalimlerin karşısında dik durup, mazlumların safında yer almakla; her daim “son nefesimize” kadar maddi-manevi cihad meydanlarında bunlarla mücadele etmeyi; Rabbimizden kesin bir emir telakki ediyoruz..

Yüce Rabbimiz, türlü kılıklardaki ama gerçekte tek bir millet olan bu gafil bedbahtlar topluluğunun kabil-i ıslah olmayan akıbetlerini haber vermekle beraber gerçek yüzlerini de ayrıca ifşa etmiştir, mukaddes kitabımızda..

Ne güzel de “gören” gözlere göstermiş ve henüz sağırlaşmamış “duyan” kulaklara fermanını tebliğ etmiş; “Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ama onlarla KAVRAYAMAZLAR; gözleri vardır ama onlarla GÖREMEZLER; kulakları vardır ama onlarla İŞİTEMEZLER. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar. İşte asıl GAFİLLER onlardır.. Araf 179”

İşte Rabbimizin bu yüce buyruğunda ifade edildiği üzere, bizim fasıklar, münafıklar ve kâfir zındıklarla bir işimiz yahut alış-verişimiz yoktur, olamaz..

Bizler ancak bu bedbahtların arkasından şuursuzca peşisıra giden, bu fasıkların kanalizasyonlarından beslenen ve dahi aklını kullanmayan, safderun olup cehaletini mazur gören devekuşu kılıklı halk tabakasına bir parça seslenmek istiyoruz..

Zira fetö misali zındıklardan ders alan “malum” münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’an güneşini üflemekle söndürmeğe, aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine geçen bir yıl boyunca çalışmaları hikmetiyle, bizlere gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir halette bu mezkûr mesaile dair gelen hakikatler yazdırıldı tahmin ediyorum.

Deniliyor ki: Deve kuşuna demişler; “Kanatların var, uç!” O da kanatlarını kısıp, “Ben deveyim” demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Hâlbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş.

Sonra ona demişler: “Madem deveyim diyorsun, yük götür!” O zaman kanatlarını açıvermiş, “Ben kuşum” demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.

İşte Ey ahirzaman ebu cehillerinin torunları..!

Aynen onun gibi; münafıklıkta “medine münafıkları” misali maharet kazanmış ve böylece “sabah başka, akşam başka” kılıklara bürünen adamların kör olan akıl gözlerine nasıl gösterilebilir; hak ve hakikatın gurubu olmayan güneşinin ezeli nurunu..

Ebu cehil dediğim için alınmayın.. Zira ebu cehil çok akıllı bir adam olduğu halde, iki cihan güneşine “inadına” ilgisiz kalması ve O ezeli güneşten gelen hakikat nurlarına gözlerini kapadığı için “cahillerin babası” ünvanına liyakat kesbetmişti..

Küfr-ü inadi hastalığına mübtela olmuş kalbi hastalıklı olan ey ehl-i dalalet..!

Ne zamana kadar, meydanlara dökülen nice hakikatlerden bigâne kalıp, iki cihan saadetini te’mine medar olacak bu parlak nurani hakikatlere karşı, deve kuşu misali gözünüzü “inadına” kapatmayı sürdüreceksiniz..

Taktığınız manasız isim ve resimlerle, ahlaksız lakap ve düzmece yalan-dolan ve iftiralarınızla; oyun içerisinde oyun ve tuzaklarınızla, hak ve hakikat güneşini asla yok edemeyeceksiniz..

Millet uyandı ve uyanıyor.. zira güneş balçıkla sıvanmaz dı..

Yüzyıllardır içerideki fetö misali “satılmışlar” ve dışardaki “zındıka komitelerinin” ortaklığıyla, ellerine verdiğiniz türlü oyuncaklarla oyalayıp uyuttuğunuz bu necip millet küllerinden doğuyor..

40 yıldır münafıkane yaptığınız tüm kirli iş ve oyunlarınız, tüm çıplaklığıyla artık görünüyor, görmek isteyen gözlere.. daha kimseyi kandıramazsınız..

Zira Bediüzzamanın veciz beyanatıyla ifadatı, “Takdir-i Hudâ, kuvvet-i bâzu ile dönmez. Bir şem’a ki, Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.” Veyahut “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.” şeklindeki beliğane izahatı, meselemize çok kuvvetli bir şahid-i sadıktır.

Son sözü, felâket ve helâket asrının adamı bediüzzaman hazretlerinin çağları aşan çok kıymetli bir kısım müjdeli ihbaratına bırakırken; bütün bir vatan sathındaki şehitlerimize rahmetler dilerken yüce Rabbimizden, gazilerimizin de selam ve selamet ve hastalıklarına şifa temennilerimizi dualarımıza dahil ediyoruz her daim..

Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler; emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz.

Başımızdan rezail ve ihtilafatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervan-ı benî beşere pişdarlık edeceğiz.

Biz, en şedid, en kavî ve en bâki hayatı intac eden öyle bir ölümden korkmayız.

Biz ölsek de, İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun.

Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar.

Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir.

Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde ta’cil etti.

Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor.

Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır.

Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz.

Hârikalar asrındayız.

İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat)

Hasan TAYFUR

20 Şevval 1438

Farkında Olmalı İnsan..!

Son zamanlarda, Müslüman camianın sosyal medyasında -dine muhalif kimliğiyle iştihar etmiş ve ateist olduğunu ilan eden bir yazara ait olduğu iddia edilen “FARKINDA OLMALI İNSAN” isminde çok güzel bir şiir paylaşılıyor.. Üslup ve İçerik açısından yapılacak ufak bir araştırma neticesinde anlaşılacaktır ki, bu ve buna benzer milli ve manevi ruh dünyamıza hitap eden yazı ve şiirler, kesinlikle Can Yücel gibi ateist yazarlara ait olması muhal ender muhaldir…. Zira bu manayı Can Yücel’in eşi Cumhuriyet gazetesine verdiği bir röportaj da şöyle ifade etmiştir; “Bu şiirler Canın biçimine aykırı, espri anlayışından yoksun, zekâsına uygun değil, muhalif duruşunun zerresi yok… Bu tür ona aykırı şiirlerin böyle ve özellikle yayılması, yaygınlaştırılması, gerçek Can Yüceli unutturup uyduruk bir Can Yücel üretmeye hizmet ediyor gibi..”

Bizler bu gelecek yazıda, medar-ı bahs bile olamayacak derecede, kalb ve ruh dünyamızda yer almayan bir ateist yazarın yazılarından bahsetmek yahut “falanca yazı, şiir buna ait mi, değil mi?” gibi suallerin cevabını aramak veyahut bu tür malayani manaları tartışmayı züll olarak görüyoruz. Zira bize yakışacağı üzere ve böylesi dünyevi hadiselerden ibret almak yahut ders çıkarmak kaydıyla, ancak nazar edip mütalaa yapmak caiz olabilecektir.

İşte bu vesile ile şuurlu ve hikmetle, istikamet üzere harekete me’mur ve mükellef olan genelde Müslüman, özelde nurun müştak talebelerine hitaben bazı ehemmiyetli düstur ve manaları ifade etmekle istifadelerinize arz ediyoruz:

  1. İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir. (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)

Aziz Nesin, Turan Dursun, İlhan Arsel, Nazım Hikmet vb. Türkiye’de ki ünlü ateistlerle birlikte ismi her ortamda anılan Can Yücel gibi, dinsizliklerini âleme ilan etmiş bedbahtları, türlü vesilelerle zoraki “dindar” gibi göstermeye çalışan bir düşüncenin; hiç kimseye menfaati olmadığı gibi, safi zihinleri idlal’den başka çok zararları havi olduğu aşikârdır.

Bu noktada en istikametli bir duruş, kim nasıl anılmak istiyorsa, onu öylece kabul etmek ve bu kabulün gereği olarak hikmetli hareket etmektir. Kömür ruhlu Ebu Cehiller ile Elmas ruhlu Sıddikleri, mizan-ı şeriatta aynı teraziye koyup nazar etmeyi; sağını solundan farkedemeyen cahillerin bir cinayet-i azimesi olarak görmek, çokta isabetli bir nazar olacaktır. Evet, “cennet” adam istediği gibi, “cehennem” dahi adam ister.

  1. Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. DELİL ve AKİBETe bakınız. (Münazarat 15)

Beşerin hayat-ı içtimaiyesinde, türlü vesilelerle, türlü kılıklarda karşılaştığımız nice insan evladı hakkında; türlü zan ve düşüncelere sahip olmaktayız. Karşılıklı olarak yaptığımız maddi ve manevi alışveriş ve muaşeretler vesilesiyle, kalb ve ruh dünyamızdaki duygu ve tefekküratlar neticesinde, bir “muhabbet” yahut “adavet” damarı depreşir maneviyat dünyamızda..

İşte tam da burada dikkat edilmesi gereken husus, delil ve akibet nokta-i nazarıdır. Tabir-i diğer ile arkamızdan bıraktığımız maddi ve manevi eserler, hakikatte Allah katındaki en safi kişiliğimiz olan manevi şahsiyetimize işaret eden şaşmaz ve şaşırtmaz birer delildir. Zira bu “eserlerin” ne denli ehemmiyetli olduğunu ifade zımnında Bediüzzaman hazretleri, “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.” şeklinde veciz bir surette, ne güzel de söylemiş. Ayrıca yine mezkûr manaya kuvvet verecek bir surette Merhum Ziya Paşa, şu:

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

beyti ile nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir. (Mesnevi-i Nuriye 129; Asa-yı Musa 266)

  1. Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum.

Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz. (Münazarat 14)

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Yoksa her ele geçen kitab okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir. Meselâ: Bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle; bir neferin, arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez. (Sözler, Konferans)

Demek risale-i nur külliyatında kendisine yer bulmuş, bu derece ehemmiyetli mezkûr kaideler içindir ki; sosyal medya gibi umuma açık içtima-i zeminlerde cereyan eden hadiseler ve yapılan paylaşımlar neticesinde; insanlarda husule gelen hissiyatlar ve devamında gelen paylaşımlar ve yorumlar için ciddi bir muhasebe yapmak ve elde edilen neticeyi ayrıca mihenge vurmak; her ziakıl ve zişuur için bir zaruret halidir.

Tabir-i diğerle her önümüze konulan yemeği, mahiyetine vakıf olmadan yemek zorunda değiliz. Her ağızdan çıkan söze değer verip, kulak vermemek gerekir. Yahut yapılan herhangi bir paylaşımı, mehenge vurmadan “doğru” olarak kabul edip, her önümüze gelen ortamda paylaşmak akıl karı değildir. Veyahut her söylenen söze yahut her yapılan paylaşıma, yorum yapmak zorunda ise hiç değiliz.

Dolayısıyla her konuda söz sahibi değiliz elbet. Ancak Rabbimizin “Eğer bilmiyorsanız, işin ehline sorun. Nahl 43” kudsi sözüne kulak vermek ve bunun gibi nice rahmani emirlerine boyun eğmek, kendisini “kul” ve “abd” olarak kabul eden her insanın öncelikli vazifesidir.

  1. Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. (Mektubat 445)

Bu ehemmiyetli düstur, beşerin hayat-ı içtimaiyesinin ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır. Aksi durumda zalimlere merhamet ve mazlumlara zulüm gibi nice dehşetli ef’al ve ahvali netice verdiğine çokça şahitlik ediyoruz.

Evet, hadsiz cinayetlere imza atmış nice zalimlerin ufak bir iyilik, hasene yahut güzel bir sözünü baştacı edip, nice zulümlerine gözümüzü kapatmak suretiyle, rahmet ve merhamet nazarıyla mezkûr zalimlere baktığımıza; hal-i âlemin ilcaatı ve türlü kılıklardaki zalimlere olan muhabbeti netice veren zalimlere afüvkarane bir bakış ve nazarı, müteessifane görmekte ve böylece kahrolmaktayız.

Diğer yandan bir mü’min kardeşimizden gelen ufak haksızlık yahut kusuratı çok görüp, yaptığı tonlarca hasenat ve iyilikleri bir anda silebildiğimizi yahut unutabildiğimizi ayrıca ibretle müşahade etmekteyiz.

Biz Müslümanlara bu noktada düşen en büyük görev ise, Rabbimizin “adalet-i ilahiye” namıyla tesmiye edilen ilahi adaletiyle hükümlerimizi icraata geçirmek lüzum ve zaruretidir.

Diğer bir ifadeyle günlük hayatta ki türlü kılıklardaki muhataplarımızın, hasenat ve seyyiatlarını ilahi adalet terazisinin ayrı kefelerine koyup tartmak gerekiyor öncelikle. Sonrasında terazide hangisi ağır gelirse ona göre hüküm vermek icab edecektir. Sözgelimi hasenatı seyyiatına galebe eden bir adam, muhabbete layıktır. Aksine adavete liyakatini gösterecektir.

İşte bu ehemmiyetli sır içindir ki, yine ve herdaim Bediüzzaman hazretlerine kulak verelim..

اَلْحُبُّ لِلّٰهِ ٭ وَالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve şikak meydan alır. Evet َالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder. (Mektubat 268)

Evet Allah için sevmek..

Allah için buğz etmek..

Ve netice itibariyle nefis hesabına değil, belki Allah’ın rızasına muvafık hüküm vermek..

İşte istikamet yolunun; şaşmaz ve şaşırtmaz işaret, ikaz ve ibret lavhaları..

 

  1. Kâfirlerin, müslümanlara ve ehl-i Kur’ana düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünki küfür imana zıddır. Maahaza Kur’an, kâfirleri ve âba ve ecdadlarını i’dam-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.

Binaenaleyh müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan meded beklenilemez. (Mesnevi-i Nuriye 89)

Üstad Bediüzzaman hazretlerinin, Müslümanlar için çok ehemmiyetli bir düstur olarak izah etmek suretiyle nazar-ı mütalaamıza arz ettiği mezkûr hakikatların bir gereği olarak; yaradılışta insanoğlunun kalb ve ruhuna dercedilmiş olan “muhabbet” ve “adavet” duygularının “yerinde” ve “istikamet üzere” kullanılması icab ediyor.

Efendimizin(s.a.v) “kişi sevdiğiyle beraber olacaktır” ve “kişi dostunun dini üzeredir” şeklinde yaptığı ehemmiyetli açıklamalardan anlaşılacağı üzere, mezkûr manada “muhabbet” ve “adavet” sıfatlarının “doğru” yahut “yanlış” bir surette kullanımından kaynaklanan bir “bedel” ödemeyle karşılaşacağımızı, o “büyük günü” hatırlatmak kaydıyla ikaz ve ihtar etmektedir.

Sözü, yine Asrımızın sahibi Bediüzzaman hazretlerine bırakıp, bu ehemmiyetli düsturda istikametli bir duruşun muhteşem bir tarifine kulak veriyoruz; “Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet, nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır.” (Mektubat, Uhuvvet Risalesi)

  1. Tarihin tozlu raflarından, bir ibret levhası..

Son nefesine kadar M. Kemal’in Genelkurmay Başkanlığını yapmış, beş vakit namazını kılan dindar bir askerdi. Ancak yaşadığı fecaat döneminde, dinimizin aleyhine olarak cereyan eden bütün maddi ve manevi tahribatları görmezlikten gelmiş, hertürlü istibdat ve cinayetlere sessiz kalmış, İslamiyet’e savaş açan süfyaniyet komitesine olan sadakatını hiç bozmamış ve hatta dindarlığı sebebiyle millet ile süfyaniyet komitesinin tahribkar icraatları arasında bir paratoner görevini de bihakkın ifa etmiştir.

Evet, Süfyaniyet komitesinin 4 rüknünden birisi olarak “kaderce” tescillenen Fevzi ÇAKMAK ile alakadar bir ibret vesikasını mevzu bahis edeceğiz. Zira mezkûr mesaile tam muvafık ve davamıza en münasib bir şahid-i sadıktır. İşte bediüzzaman hazretlerinin, gelecek hadise münasebetiyle, şuurlu bir Müslümanlık ve istikametin bir gereği olarak takındığı tavır ve gösterdiği imanlı duruşu; nümune-i imtisal olması açısından yaşanmış, ibretnüma olan bu tarih-i hadisiyeyi nazarınıza arz ediyoruz.

Sene 1950. Bediüzzaman hazretleri Emirdağ’da üçüncü Said dönemini yaşamaktadır. Tahiri Mutlu Ağabey ise o sıralarda, İstanbul’da Nurların neşriyatı ile meşguldür. Hikâyenin gerisini, hadisenin şahidi Mustafa Sungur Ağabey’den dinleyelim: Bir gün Tahiri Mutlu Ağabey İstanbul’dan geldi. Emirdağ’da Üstad’ın yanına girince, Üstadımızın ilk suali şu oldu:

–Tahiri Kardeşim, ahvâl-i âlemde ne var ne yok?

Bu soru üzerine Tahiri Ağabey:

–Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi. Üstad hiç cevap vermedi ve sustu.

Tahiri Ağabey tekrar:

–Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi. Üstad yine hiç cevap vermedi ve sustu.

Tahiri Ağabey tekrar:

Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi.

Tahiri ağabeyin bu üçüncü tekrarından sonra, üstadımızın mübarek dilinden dökülen kelimat, bizleri ziyadesiyle şaşırtmıştı:

Kardeşim, beni zorlama, “Allah rahmet eylesin” diyemiyorum.

 

Elhasıl:

İşte denizden bir katre misali, hayatın bu gıllu gışı içerisinde, sosyal medyada yapılan “şuursuz” paylaşımlar ve neticesinde ibretli bir bakış ve nazarla husule gelen müşahede ve tefekküratlar..

Biz insanoğlundan vücuda gelebilecek her bir “küçük” tohumun, nice “büyük” meyveleri netice verebileceğine, hep beraber yaptığımız hayali yolculuğumuzda, ibretle şahitlik yaptık..

Demek her daim farkında olmalı insan..!

Zira sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bazan rü’yada güzel bir elma şeklinde yersin.

Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey suretinde yutarsın.

Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler.

Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin.

Hasan TAYFUR

11 Şevval 1438

 

“Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi üzerine bir hasb-i haldir..!

“Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi üzerine bir hasb-i haldir..!

Son zamanlarda sinemalarda gösterime giren “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi ile alakalı çok ta iyi niyetli olmayan ve hakkaniyetten uzak tahripkârane menfi bir fırtına estirilmeye çalışıldığına müteessifane şahitlik ediyoruz.

1.5 milyarlık İslam dünyasında, Peygamber efendimiz (s.a.v) hakkında şu ana kadar “çağrı” filminden başka bir film yapılmadığını kabul ettiğimiz de, efendimizin(s.a.v) hayatını böylesine kapsamlı bir şekilde anlatmayı hedef ittihaz etmiş bir projenin ilk bölümü olan mezkûr film daha gösterime bile girmeden, belli-belirsiz bazı zındıka komitelerinin ifsadıyla Müslüman dünyasının mukaddes İslam tarihinden bihaber kalmasına ve böylesi ciddi projelerin önünün kesilmesine çalıştıkları aşikârdır.

“…Eğer bu konuları bilmiyorsanız, işin ehline sorunuz.” (Nahl, 16/43) buyuran bir Rabbin kullarına, evvelen ve bizzat bu gibi tartışmalara neden olmuş konularda müdakkik bir nazarla araştırmak ve soruşturmak düşmez mi?

İstikametin bir lazımı olarak, ifrat ve tefrite düşmemek adına, şimdi ve her daim biz müslümanlara düşen en önemli görev, Bediüzzamanca; bu çeşit meseleleri insaf ile hakkı bulmak niyetiyle, inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû’-i telakkiye sebeb olmadan, münakaşa değil müzakere suretinde bir parça hasb-i hal etmektir.

İşte biz de mezkûr film üzerinden bir ehemmiyetli mevzuyu, siyak ve sibakını da nazara alarak, insafla ve hakkı bulmak niyetiyle ve böylece delil ve bürhana tabi olarak bir parça izah etmeye gayret göstereceğiz… inşaallah..

Şimdi evvela bu film ile alakalı bazı “gerçek” malumatları nazarınıza arz etmekte cidden bir fayda mülahaza ediyoruz;

  1. Yönetmenliğini Mecid Mecidi’nin üstlendiği ve Muhammed’in(s.a.v) doğumundan 13 yaşına kadar geçen süredeki çocukluk ve ilk gençlik dönemi ile İslam’ın doğuşunu anlatıyor “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi.
  2. Çekimler için 30 milyon dolar harcanan, Senaryosunu Mecidi ile Kambuzia Partovi’nin kaleme aldığı film, Hz. Muhammed’in doğumundan 13 yaşına kadar geçen süredeki yaşamını ve o yıllarda gelişen olayları, farklı bir bakış açısıyla ele alıyor.
  3. Bu film, Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında bugüne kadar çekilmiş ikinci film olma özelliğini taşıyor.
  4. İki yıl süren araştırma ve 5 yıl süren çekimler sonunda tamamlanan film için Mekke ve Medine platosu hazırlandı. Üç yılda tamamlanan platolarda, 40 yıl daha tarihi filmlerin çekilebileceği dayanıklılıkta setler oluşturuldu.
  5. Filmin senaryosunun hazırlanması aşamasında, Türkiye’den Diyanet işleri başkanlığından da görüş alış verişinde bulunuldu. Bu görüşlerin bir kısmı yönetmen tarafından dikkate alınarak filmde kendini göstermiştir.
  6. Ayrıca ülkemizde yapılan bu filmin galasında, Türkiye’deki seçkin ilim adamlarının da olduğu çok sayıda kişiye özel bir gösterim yapılmış ve netice itibariyle de ekseriyetin hüsn-ü kabülüne mazhar olmuştur.

İslam âleminde fırtınalar kopartan ilklerin filmi ile ilgili verdiğimiz yukarıdaki bu kısa malumattan sonra, şimdi de bir şuurlu Müslüman nazarıyla, yapılan eleştirileri ve önyargıları da hesaba katarak; hem kendi şahsi âlemimizde, hem de insanların hayat-ı içtimaiyesin de bir nefis muhasebesi yapacağız.

  1. Sinema dili ile yapılan bir “beşeri” tasvirden başka, film de “kesinlikle” peygamber efendimizin(s.a.v) yüzü, hiçbir şekil yahut surette gösterilmiyor.

Önyargılı, abartılı, haksız ve yalan bir surette dile getirilen bu iftira ile aslında Müslümanların iç dünyasında bu tür İslami başyapıtlara karşı bir olumsuz tepki geliştirerek, gaflet ve cehalet bataklıklarında uyumaya devam sağlanmış oluyor.

Diğer bir deyişle “bu filmi seyretmeyin..!” yahut “bu filmi seyrederseniz kafir olur, dinden çıkarsınız..!” gibi temelsiz iddia ve tehditlerin, aslında Müslümanları mukaddes tarihinden bağını koparıp, bütün gayretleriyle uzak tutmaya çalışan dinsizlerin işine geldiğini her daim hatırda tutmak icab ediyor.

  1. Bu güzide filmin, İranlı bir yönetmenin eseri diye “Şii propagandası yapıyor” diye yaftalamakla iftira atmak, günümüzde bir sanat eserine bile yaklaşımın, cahilane ve yalan bir bakıştan öteye geçmediğinin üzücü bir örneğidir.

Hâlbuki iran sinemasının, ehl-i sünnet ve’l cemaatin istikamet yoluna uygun olmakla birlikte, kur’an ve hadisten beslenen Hz.Yusuf, Hz.Meryem, Ashab-ul Kehf gibi nice şaheser filmleri ortadayken, bu iddianın ne kadar hakikatten uzak ve temelsiz olduğu da aşikârdır.

Aynı zamanda bu filmin İranlı yönetmeni olan mecid mecidi; ‘Cennetin Çocukları’, ‘Cennetin Rengi, ‘Serçelerin Şarkısı’, ‘Baran’ gibi İslami hayatın incelik ve gündelik hassasiyetlerini bütün çıplaklığıyla sinemaya aktaran ödüllü filmleriyle, uluslararası alanda haklı bir muhabbet ve teveccühe mazhar olmuştur.

  1. “Çağrı” filminin ilk çıktığı yıllarda, islam dünyasının birçok yerinde Hz.Hamza gibi bazı sahabilerin aşikâre tasvirleri yapıldı diye, şimdiki gibi yine kıyametler koparmışlardı.

Hâlbuki sonradan anlaşıldı ki, hatasıyla-sevabıyla “bir” sinema filminin, İnsanlığa Allah’ın mesajını ulaştırmada ne kadar çok katkısı olduğunu bilfiil yaşadık, yaşıyoruz ve bu filmin tazeliğini yıllara meydan okuyarak ne denli devam ettirdiğini müteşekkirane müşahade ediyoruz.

Bundan dolayıdır, temelsiz ve manasız “Seyretmeyin..!” kampanyası yapan safdil hacı ve hocalara diyoruz ki; insanları rahat bırakın. Bırakın ki, artık herkes kendi hür iradesiyle, akıl ve fikriyle düşünsün ve kalb ve vicdanıyla da en doğru kararı versin.

  1. 1400 sene öncesine ait dönemi yansıtma gayesi taşıyan bir filmi, görsellikten kaynaklanan bazı bahanelerle değersizleştirmeye hatta linç etmeye çalışmak, İslam dünyasının içinde bulunduğu hal-i hazır parçalanmış durum açısından son derece üzücüdür.

“Sinema dili” çok farklı ve etkili bir dildir. Bazen birebir tarihi gerçekler ve anlatımlar yerine, kurgular üzerinden sanatsal mesajını vermeye çalışır. Filmin yönetmeni de yer yer böyle yapmış, çağın ortamını ve Hz. Muhammed’in(s.a.v) kişiliğini belki bilinmeyen olaylarla fakat genel durumu özetleyen sahnelerle sunmuş.

Filmde Peygamberi tasvir eden kişinin eli göründü diye kıyamet koparanlar, çağımızda Efendimizin(s.a.v) şahs-ı manevisinin bir eseri olan sünnet-i seniyyesinin taşıdığı mana ve ehemmiyetin; günlük hayatın akışı içinde unutulduğunu görmüyorlar mı?

Fetret asrında verilen ilahi mesajların, dünyevi çıkarlar uğruna mukaddesata dair ne varsa feda edildiği günümüz ahir zaman insanlarına dair hiç mi bir şey hatırlatmıyor?

Asıl kıyameti ve haklı tepkiyi, yanlışa “yanlış” ve doğruya “doğru” diyemeyen, farzları bırakıp büyük günahları serbestçe işleyen ve sabah akşam mukaddesatına küfreden Avrupa-i filmleri keyifle izleyen günümüz Müslümanları için koparmak gerekmez mi?

  1. İnsanlığın kurtarıcısı olan Hz. Peygamberin(s.a.v), bu filmde çocukluğu anlatılmış. İslami hassasiyetlere mümkün mertebe dikkat edilmiş. Bazı konularda ise hassas davrananlar olabilir ama bu konuya bütüncül olarak bakmak gerekiyor.

Haşir deki mizanda, İlahi adaletin tecellisinin keyfiyet yahut kemmiyete göre vuku bulacağına inanan bir toplumdaki Müslümanların, dünyada verdikleri hükümlerinde de aynı ölçüye riayet etmelerini beklemek gerekmez mi?

Evrensel bir başyapıt mesabesinde ki böylesine geniş çaplı bir filmin ortaya çıkarılması, şüphesiz çok iyi araştırılması gereken, çok zor bir görevin neticesinde olabilecektir. Çünkü izleyenler bütün detaylara çok dikkat edecektir. Böylesine filmler den insanlar, islam ve islam tarihi hakkında çok şey öğrenecek. Sadece şimdi değil, bundan uzun yıllar sonra da tarihte çok değerli bir film olarak anılacaktır.

Avrupa kâfir zalimleri ve asya münafıklarının günümüzde islamiyeti bütüncül bir yaklaşımla düşman olarak görmeleri ve gizli-açık bütün araçlarıyla Müslümanlarla mücadele ettikleri bir dönemde; Müslümanlara düşen en büyük bir görev yine bütüncül bir yaklaşımla, yani hatasıyla-sevabıyla böylesine İslamiyet’e hizmet etme kabiliyetinde olan ve herkimden gelirse gelsin maddi-manevi tüm eserlere sahip çıkmaktır.

  1. İlahi adaletin bir gereği olarak, menfaati ve sevabı, zarar ve günahına keyfiyeten yahut kemmiyeten galebe eden her kişi yahut eser muhabbete layıktır.

Yani burada “vesilelik” cihetine bakılması gerekiyor. Zira böylesi vesileler neticesinde, nice insanlar Müslüman olmakta, nice Müslümanlarında imanı kemale ermekte ve dahi nice insanlar en azından birer “salavat” getirmektediler.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar.

Onun için eğer böyle filmler de gerçeğe aykırı bazı sahneler yahut olaylar zikredilmiş ise de, bir bütün olarak telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır.

  1. Hristiyanlık dünyasının Hz.İsa hakkında, hiçbir kutsala dayanmaksızın yalan ve yanlış bir surette bugüne kadar yaptıkları yüzlerce film ortadayken; Hz.peygamberin(s.a.v) hayatının işlendiği belki de bir ilk olacak böylesine kapsamlı bir filmin taşıdığı mana ve ehemmiyeti göstermez mi acaba vicdan sahibi her Müslümana?

Böylesi eserlerin ziyadeleşmesi için çaba göstermek, hiç olmazsa tebrik etmek, her insaf ve iz’an sahibi Müslümanın asli bir görevidir.

Zira dinsizliğin hüküm sürdüğü böylesine ikinci bir fetret döneminin yaşandığı asrımızda, din düşmanlarının en büyük bir silahı şüphesiz sinema sektörü olagelmiş ve bunu ziyadesiyle en etkili bir şekilde kullanmakla nice insanların imanlarına azm-u kast etmişlerdir.

“düşmanınızın silahıyla, silahlanın” buyuran efendimizin(s.a.v) asırları aşan bu güzel sözlerinin bir hüsn-ü misal nümunesi olarak nazarımıza arz-ı endam eden, sinema sektörünün böylesine güzel filmlerinde emeği geçenlerden Allah ebeden razı olsun.

Böylesine güzel filmlerin sayısının çoğalmak suretiyle; maddi ve manevi akıl, kalb ve ruh dünyamızda nice iman tohumlarının ekilmesine bir zemin ihzar etmesini ve ecdadımıza layık birer Müslüman olmamıza vesile kılmasını Rabbimden niyaz ve temenni ediyorum.

Rahmet peygamberi, iki cihan sultanı Efendimizin(a.s.v) “Çocukluk” bölümünden sonra, ikinci ve üçüncü bölüm olarak “gençlik” ve “peygamberlik” bölümlerini de çekmeyi planlayan yönetmen Mecid Mecidi’ye hayırlı muvaffakiyetler diliyoruz.

Bediüzzamanca son sözümüz odur ki;

Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış.

Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış.

O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme.

Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et.

Evet nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır.

Mektubat

Hasan Tayfur

10 Ramazan 1438

Memleket Meselesi -2-

Ülkemizin maddi ve manevi havasına uygun ve uzun vadede ihtiyaçların giderilmesi noktasında insan iş gücünün doğru ve zamanlı bir şekilde geç kalınmadan istihdamı için mesleki okulların çeşitliliğinin ciddi bir değerlendirmeye tabi tutulması icab ediyor.
Mesleki okulların keyfiyetini arttırmak gerekiyor.

Memleketimizde mevcut olup halen eğitim öğretim hizmetleri veren mesleki okulların bünyesinde icra-yı faaliyet gösteren alan ve dalların bir kısmında acilen revizyona gidilmesi gerekiyor.

Bununla birlikte devletimizin bekasına hizmet etmekle bütün bir millet olarak bizleri muasır medeniyet seviyesine çıkarıp diğer devletlerle mukabele edecek derece de olmakla birlikte memleketimizin ihtiyaçlarına da ayrıca derman olacak yeni alan ve dallara yer açmak gerekiyor bu okullarda.

Mesela, Uzay çağını yaşadığımız günümüzde mesleki okulların bünyesinde “uzay ve havacılık” adıyla yeni alan ve bölümlere yer verilebilecekken; maalesef yerli ve mahalli idarecilerimizin ferasetsizlik, basiretsizlik ve günü kurtarma işgüzarlığı neticesinde, mevcut alan ve bölümlerde bile günümüz ihtiyaçlarına cevab veremeyecek kısır bir döngünün hâkimiyet ve baskısı altına sokulmakta olduğu, böylece bu güzide fabrikavar-i okulların üretim yapamaz hale getirildiğini müteessifane müşahede ediyoruz.

Mesleki okullarda görevlendirilecek eğitimci ve idarecilerin ciddi bir yeterlilik, ehliyet, salahiyet ve liyakat gibi süzgeçlerden geçirilmesi zarureti de ayrıca hâsıl olmuştur.

Bir fabrikanın üretimine engel yahut üretimine katkısı olmayacak birisinin işine son verildiği gibi; kutsal eğitim öğretim hizmetlerini vermekten aciz bir muallim yahut idarecinin de başka alanlarda istihdamına gidilmesi gerekiyor ki, liyakatlı vazifesini bihakkın ifa edecek eğitimcilere yer açılmakla hizmet üretimi gerçekleşsin.

Ürünü basit bir “sakız” olan bir fabrikada çalışan bir işçinin bile vazifesini hakkıyla yapması beklentisiyle devamlı bir tarassut ve kontrol aşamalarında mes’uliyet noktasında muhatap addolunurken; ürünü kâinatın meyvesi “insan” olan bir eğitim öğretim sürecinin muallim ve idarecilerinin, ne derece ehemmiyetli ve ciddi yatırımlarla desteklenip müşahede edilerek, uzun soluklu devamlı bir muhasebe ve değerlendirme sürecine tabi tutulması gerektiği anlaşılacaktır.

Mesleki okullarda mevcut olan yahut yeni açılacak alan ve dallara uygun, pratikte ve muamelatta gerekli her türlü donanım, alet ve edevatın temin edilmek suretiyle, fabrika misali bu alanların teçhiz edilmesi gerekiyor.

Maalesef hal-i hazır çoğu mesleki okullar da var olan alan, bölüm ve dallarda, pratiği yapılan konu ve konuların uygulamasını yapmak imkânsız denecek bir derece de güç bir hale gelmiştir.
Söz gelimi çorbanın nasıl yapıldığını anlatıp, hayalen çorba pişirme yöntemlerini gösteriyoruz.

Hâlbuki bu mevzuda devletimizin tüm imkânlarını seferber etmesine rağmen, yerel idarecilerimizin yine ilgisizlik ve lakaydlığı neticesinde maalesef bu kaynaklar üretimin birer parçası olacak iken tüketimin birer paçavrası hükmünde olan söz ve yazı haline geliyor.
Ağlamayan çocuğa süt vermeyen anne misali, basiretsiz ve liyakatsız idarecilerimiz medeni insanlar misali konuşmayı yahut “istemek” fiilinin hakkını eda edemiyorlar maalesef..

Devletimizin günden güne ziyadeleşmekte olan imkanları başta olmak üzere, çevremizdeki sanayici, işadamı, esnaf, zengin ve fakir milletimin her bir ferdinin maddi ve manevi himmet ve gayretlerine rağmen hemde..

Meslek liselerinin nitelik ve nicelik olarak keyfiyetini arttırmak adına, her il merkezinin bünyesinde liyakat, salahiyet ve ehliyetle donanımlı koordinatör bir heyetin icray-ı vazife etmesi zarureti icab ediyor.

İl ve ilçe milli eğitim müdürlüklerinin bünyesinde halen aktif vazife icra eden milli eğitim müdürleri ile şube müdürlerinin; milli eğitim camiasının bütüncül bir yaklaşımla muhatap olunan ağır sorumluluk ve ziyade yüklerini omuzlamasıyla birlikte, mesleki liselere maalesef hususi bir ilgi ve alakayı gösteremediklerini müşahede ediyoruz.

Bu meseleye delil ise, maalesef çoğu il ve ilçe idarecilerimizin nazarında üvey evlat muamelesi gören yahut başka türlü mevzuların cazibesine kurban edilen meslek liselerinin hal-i hazır sahipsiz ve dertleriyle baş başa kalmış kimsesiz perişan halidir.

Yahut üretim yapamayıp iflas etmiş bir fabrika misali; içi boş büyük yapıların meslek lisesi tabelasıyla memleketimize hiçbir katkısı olmayarak, dahası bilgisiz, amaçsız ve gayesiz tüketim ürünleri olan kimlik sanatkârlarını netice vererek arz-ı endam etmesi, davamıza ayrıca bir sadık-ı şahittir.

Bizler neticesi ne olursa olun, mesleki çalışmalarımıza her şart ve ortamda devam edeceğiz..
Elbet bir gün sesimizi duyan, bir vatan, millet ve memleket sevdalısı çıkacaktır..
Azmettikten sonra, Allaha tevekkül et..

Hasan Tayfur