Etiket arşivi: Hasan Tayfur

At İzi, İt İzine Karıştı..!

At İzi, İt İzine Karıştı..!

“Beni yaratan, elbet yolumu gösterir..” emr-i Rabbanisine imtisalen ve  “Ey akıl sahipleri..! Hiç düşünmez misiniz?” emr-i semavisine ittibaen bir parça tevekkül ederek, gönderdiği elçilere kulak vermek icab etmez mi..?

Üç-beş koyun için bir çobanın varlığına ve rehberliğine olan inancımız gereği her türlü külfete giren insanoğlu; “insan ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmış bir hayvan değildir.” ikaz ve ihtarını nedendir ki düşünmez bediüzzamanca..

 

Âdem aleyhisselamdan bugüne dek; iman ve küfür olmak üzere iki cereyan, ins ve cin âleminde bir an dahi duraksamadan birbirleriyle yapageldikleri maddi ve manevi mücahedelerle, iki yolun varlığını bilfiil isbat etmişlerdir..

Sağ ve sol olmak üzere iki yol; sağ yolun ve sol yolun yolcularına..

Her an ve her yerde vücuda gelen iki yol, şu misafirhane-i dünyanın sakinlerine..

 

Peki ne yapmalıydı..

Nasıl yapmalıydı; hayat-ı dünyeviyenin son nefese dek bitmek bilmeyen imtihanlarının yol ayrımında duran insanoğlu..

Neden.. Niçin.. Nasıl.. bir sürü soru..

Akıl nimetine, zaten sırf “düşünmek” için mazhar kılınmamış mıydı insanlık..

Sahi insanoğlunu, Rabbimiz kutsal kitabımızda defaatle “hiç düşünmez misiniz?” hitabına mazhar etmemiş miydi..?

Madem hakikat budur..

Buyurun hep beraber inancımıza tuzak kuran soru ve sorunlarımıza cevaplar aramaya..

Yahut “aklını başından çıkar at.. hayvan ol kurtul” hitabına mazhar olacaksınız..

İşte yine önünüze açılmış iki yol..

İstediğinizi intihab etmekte serbestsiniz..

 

Evvel zaman için de İmam Şafii’ye sormuşlar dı; “Fitne zamanı hakkı tutanı nasıl anlarız?”

“Düşman okunu takip edin, o sizi Hak ehline götürür.” demişti o büyük müçtehid..

İşte bizde İmam Şafii misali düşman oklarını takip ederek, hakk yolunun yolcularını tanıyıp onlarla arkadaş olmak üzere başlıyoruz..

At izi ile it izini tanımak, bilmek ve görmek isteyenlerle beraber..

Gazamız mübarek ola..

 

Evvela..

Kurtların kuzu postuna büründüğü münafıklar asrının son müceddid-i a’zamı Bediüzzaman hazretlerinin, kur’andan iktibas suretinde risale-i nurlar eliyle bizlere hediye olarak getirdiği “iman gözlüğünü takmak” zarureti hasıl olmuştur..

Fasık ve günahkâr mimsiz medeniyetin, ahirzaman sakinleri olan bizlerin gözlerimize taktığı siyah ve yalancı gözlüklerini kırmanın zaman ve zemini gelmiştir..

Zira her bir insanın şu hakikî âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi meşrebine yahut kendi âyinesinin rengine göre bakar hadisat-ı dünyeviyeye..

Merhametsiz siyah bir kalb; kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür.

Fakat iman gözüyle baksa; yetmiş güzel hulleleri giymiş bir cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir surette müşahede eder.

Evet, herkes âyinesinin müşahedatına tâbi’dir.

Bu âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi’dir.

Nasılki âyineniz de görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar.

Siyah ise, siyah görünür. Kırmızı ise, kırmızı görünür.

Hem onun keyfiyetine bakar.

O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir.

Düzgün değil ise, çirkin gösterir.

En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.

 

Demek bu ahirzamanın dehşetli iman ve küfür mücadeleleri için de bizlere lazım olan en ehemmiyetli şey, satır satır kitabi olmak..

Hakiki bir insan olmanın gereği olarak Kur’an, hadis ve risale-i nurları Okuyacağız ki; sap ile samanı, at izi ile it izini yahut dost ile düşmanı  birbirinden ayırt edebilmeyi sağlayacak, maddi ve manevi bir feraset ile imani bir gözlüğü takmakla günümüz hadiselerine bakmayı nasib etsin yaradan..

 

Sonra..

“Bana göre, sana göre, falancaya göre..” gibi boş yorum ve muhabbetlerle hal olacak hiç bir şey yok..

Bu böyle biline..

Kendimizi kandırmayalım..

Rabbimizin gönderdiği elçilerin, beşerin her iki cihan saadetine kavuşturmak üzere açtıkları yollarda ayak izlerini takip etmek gerekmez mi; akıl ve mantıktan dem vuran beyinsizlere…

Kur’an ve sünnet yolunun yolcusu ve müşterisi olmak gerek; her şeyden evvel..

Rabbimiz, gönderdiği elçilerine itaat edilmesi gerektiğine binaen şöyle buyurmuştu;  “Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!”

 

Peki kimdir bu elçiler..

124 bin peygamber..

124 milyon evliya..

124 milyar asfiya..

Yetmez mi acaba, ahirzamanın yorulmaz ve tok olmaz yolcularına..

 

O halde bırakın elçiler konuşsun..

Gelin hep beraber bu şaşmaz ve şaşırtmaz doğru elçilere kulak verelim..

Üç-beş koyun için bir çoban vazifelendiren insanoğlu, 6-7 milyar insanın çobansız bırakıldığı yahut bırakılacağına ihtimal verebilir mi?.

“Kim doğru yola gelirse ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz.” diye buyuran yüce Rabbimiz, bizleri çobansız bırakmayacağını vaad ettiği halde..

Hem de son elçisi ve ümmeti olmakla şerefyab olduğumuz efendimizin (s.a.v) kendisinden sonra; “Her yüz senede, Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderecek” diye müjdelediği hadis-i şerifleri, en çıplak haliyle ortada duruyorken gören gözlere..

 

Ahirzamanın dehşetli eşhaslarından olmakla birlikte, “fitne ve şerlerinden kendinizi muhafaza ediniz” emr-i nebevisine rağmen; gelecek (gelen) deccal ve süfyanları tanımak ve bilmekle, ebedi hayatın bileti olan imanımızı muhafaza etmeyi farz bir vazife bilmek gerekmez mi..?

Diğer taraftan ahirzamanın dehşetli fitneleri içinde maddi/manevi sarhoş olmuş sakinlerini kurtarmak üzere, bizlerin imdadına gönderilmiş olan hazreti isa (a.s) ve hazreti mehdiyi (r.a) tanımak ve tabi olmakla, açtıkları nurlu yolun yolcusu ve müşterisi olmak gerekmez mi..?

Buyurun hep beraber, mezkûr eşhasları tanımak, bilmek ve böylece hakkıyla “imanlı bir kul ve abd” olmak için kur’an, sünnet ve risale-i nurlara ciddi bir nazar edip, müşteri olmakla muhatap olalım..

Nereye kadar; “bilmiyorum, inanmıyorum, lazım değil, vaktim yok, neme lazım, beni ilgilendirmiyor..” gibi dünya ve ahirette bizleri mes’ul ve mükellef edecek mazeret ve safsatalarla kendimizi kandıracağız..

Hem ne zamana kadar Rabbimizin, “Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.” emr-i ilahisinden bihaber yaşayacağız; akıldan istifa etmiş iki ayaklı hayvanlar misali…

Ve illaki, “asrın imamını tanımadan ölen, cehalet üzeredir” hadisine masadak bedbaht nasipsizler olacaksınız..

 

Son olarak..

Yine evvel zaman içinde Mevlânâ Hazretleri, Hakk’a ulaşmak istediğini söyleyen birisine, “Bâtılı bırak!” buyurmuştu.

Bunun üzerine, “Pekala, bâtıldan nasıl kurtulmalı?” sorusuna ise, “Hakk’ı tutarak” şeklinde hikmetli bir cevab vermişti..

İşte, hak ve batılın, iman ve küfürün adem aleyhisselam zamanından günümüze dek devam edegilen mücadelesinde hangi saf yahut tarafta durulması gerektiğine binaen, asırlar ötesinden bizlere ders ve ibret olup yol gösteren mevlanaca düşünme zamanıdır..

Zira hak ve batılın ortası yoktur; iman ve küfrün ortasının olmadığı gibi..

“tarafsızım, objektif bakıyorum..” gibi nefis ve şeytanın yalan, hezeyan ve safsatalarını bir tarafa bırakmak gerekiyor; akil insanlarca..

Zira bitarafane muhakeme, tarafı muhali iltizamdır..

O halde batıl ve küfrün her nev’ine mukabil; hakk ve hakikatın tarafında, safları sıklaştırmak gerekmez mi..?

 

Mehdiyetin kurmuş olduğu nurani ve kur’ani sofralara icabet etmeyen; deccal ve süfyanların cehennemvari fitne ve şerli damına düşecektir..

Süfyaniyetin sofrasından beslenen birisi de; din, iman ve islamiyetinden emin olmasın..

Kıldığı namazlar, tuttuğu oruçlar yahut yaptığı hayırlara güvenmesin..

Zira Rabbimizin, Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, Onlar namazlarını ciddiye almazlar..” şiddetli emr-i ilahisini hatırlasın ve titresin..

 

Süfyaniyetin şerrinden emin olmak isteyenler; mehdiyetin nurani sofralarına dahil olup müşteri olmak zorundadır..

Zira kişi sevdiği, beraber düşüp kalktıklarıyla beraber olacaktır ahirette..

 

Hem “iman” ve “İslamiyet” bir bütün yaşandıkça, insanların ebedi kurtuluşuna ancak vesile olabilir..

Bu yüzdendir ki; günümüzde mehdiyetin, kur’ani, imani ve nurlu sofraları, memleketimizin her köşesinde arz-ı endam edip nasibli müşterilerini bekliyor..

Mehdiyet sofralarının kurulduğu yerlere ise “Medrese-i Nuriye” denmektedir, bediüzzamanca..

Medrese-i Nuriyeler de; Kur’an-ı Kerimin bu asırdaki insanların anlayışına uygun, en kuvvetli manevi bir tefsiri olmakla birlikte insanların maddi ve manevi saadetini temin eden mehdiyetin bir nevi plan ve programı olan  “risale-i nur” okunmaktadır..

Buyurun hep beraber risale-i nur okumaya..

 

Elhasıl..

Demek ki neymiş; at izi, it izine karış(ma)mış..!

Buraya kadar, “at izi, it izine karışmasın..” diye bir parça anlatmakla uyarıp çalıştığımız günümüz gerçekleriyle yüzleşmek zaman ve zemini geldi de geçiyor..

Aklını kullanmayanlar misali meydana çıkıp, “at izi, it izine karıştı” demeyin..

At izi de belli.. İt izi de bellidir; akil olanlara..

Mehdi de belli, süfyan da; manen kör olmamış gören gözlere..

Sağ yol da belli, sol yol da; bahtiyar mü’minlere ve bedbaht isyankârlara…

Paranın da, imanın da kim de olduğu çoktan belli olmuştur..!

Duymayanlara yahut duymak istemeyenlere duyurulur..!

 

Buyurun işte size mükemmel tesirli bir ilaç..

Satır satır kitabi olun..

Rabbimizin gönderdiği elçilere kulak verin..

Asrın imamının ayak izlerini takip edin..

Ve netice de hakk yolunda her daim ayaklarınız sabit olmakla istikamet üzere olmak için, mehdiyetin kurulduğu sofralara mutlaka müşteri olup aklen, ruhen ve kalben istifade ediniz..

Ahirzaman sakinlerine, medar-ı teselli ve sabır ve tahammül için yazdırılan risale-i nur külliyatını dikkatle ve tekrarla okuyunuz.

Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur’un her bir satırında, bir kitabın tesirini bulamazsanız, bana ne derseniz deyiniz, kabul ediyorum.

Tekrar çok tavsiye ediyorum, okuyun, okuyun.

Okudukça, risaleler feyzâver nurları saçıyorlar.

Okudukça iştiyaka getiriyorlar, usanç vermiyorlar.

Başka kitabları bir-iki defa okusan, insana usanç veriyor.

Hâlbuki risaleler öyle değil, okudukça başka başka iman halleri telkin ediyorlar.

Ta ki tahkiki imanı elde edip, imanla kabre girinceye dek..

 

Yaşasın sıdk!

Ölsün yeis!

Muhabbet devam etsin!.

Şûra kuvvet bulsun!.

Bütün levm ve itab ve nefret, heva hevese tâbi olanlara olsun.

Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanların üstüne olsun.

Âmîn…

Hasan Tayfur
nurdanhaber.com

Medrese-i Nuriye ve Vakıflara Zekât Verilir Mi?

Her yıl ramazan ayı rahmet ve bereketiyle geliyor. Bu sene de Rabbimizin kavuşmayı nasib ettiği bu rahmet ve mağfiret ayında, aynı zamanda malum zekât ve sadaka kapılarının açıldığı yardımlaşma mevsimini de beraberinde getirdi.

Öteden beri cehalet ve meseleye vukufiyetsizlik ile beraber maddi menfaatin beraberinde getirdiği menfi hissiyatların da te’siratıyla, Zekât ve sadaka mevzusunda maalesef bazı ihtilaflar ve dayanaksız itirazlar ile birlikte ulema-us sü’ kılıklı hocaların yorum denilen arzi içtihadları beşerin hayat-ı içtimaiyesinde hemen hemen her yerde konuşulur hale geliyor ve nihayetinde meseleyi mezheblerin esasa değil de teferruata ait ihtilaflarına havale edilerek mesele bir çözüme kavuşamadan kapatılıyor.

Ama diğer taraftan da kitabi olarak meseleye vakıf olup doğru İslamiyet’i öğrenmek ve öğretmek adına yapılmak istenen araştırmalarda görülüyor ki, maalesef ayet, hadis ve risale-i nurları mezc ettiren matbu kaynak bulmak pek te mümkün olmuyor.

Hal durum böyle olunca Cenab-ı Hakkın inayetiyle mezkûr mesail üzerine yaptığımız hususi çalışmayı, yakında müstakil bir eser olarak neşredeceğimiz “adab-ı muaşeret ve islam ilmihali” adlı eserimizde matbu olarak sizlerin istifade ve istifazalarına sunacağız yine yüce Rabbimizin avn ve inayetiyle..

Zekât ve sadaka mevzusu çok geniş olmakla birlikte, başta kur’an ve sünnette olmak üzere mesele tavazzuh etmiş olmakla birlikte, müçtehit İslam âlimleri ve mezheb imamlarımız tarafından bu mezkûr meseleye dair medar-ı ihtilaf olmuş ve olabilecek tüm mesail izah ve isbat edilmiştir.

Bununla birlikte asrımızın son müceddidi ve mehdi-yi azam hazret-i Bediüüzaman da 130 parçalık Kur’anın manevi tefsiri olan nurlu külliyatında “Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. İşarat-ül İ’caz 43” şeklinde tarif ettiği zekât meselesine hususi bir ehemmiyet vermekle birlikte, zekât ve sadaka mevzusunun günümüze bakan yansımalarını da asrın idrakına uygun bitamamiha hall, şerh, izah ve isbat etmekle, şüpheye medar yahut ihtilaf-ı ümmet haline gelebilecek hiçbir mevzu bırakmayarak meseleye son noktayı koymuştur.

Zekât kimlere verilir?

Zekâtın kimlere verileceğini yüce Rabbimiz(c.c) Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan bu­yurmaktadır: “Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kal­mış yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/60)

Şüphesiz bu âyet-i kerîme sarihan zekâtın sekiz sınıfa dağıtılmasının gerekliliğine delâlet etmektedir. Hem zekâtın, hem de fıtır sadakasının bu sekiz sınıfa verilmesi gerekir. Zekât ve fıtır sadakası bu sekiz tabakadaki insanların hakkıdır; hepsi bu­na ortaktırlar.

Zekât ve sadakalarla ilgili verdiğimiz bu kısa açıklamadan sonra, beşerin hayat-ı içtimaiyesin de çokça medar-ı bahs olmakla birlikte lüzumsuz ve faydasız tartışmaların müsebbibi, zekât verilecek sekiz sınıftan birisi olan ve kur’anda “fisabilillah” şeklinde tarif edilen “Allah yolunda olanlar” sınıfını kur’an, sünnet ve risale-i nur başta olmak üzere diğer müçtehid ve islam âlimlerinin şerh, izah ve tarifleriyle isbat etmeye gayret edeceğiz.

Allah yolunda “Fi Sebilillah” : “Fî sebîlillâh  / Allah yolunda” manasına gelmektedir. En meşhur anlamları “Allah yolunda (harcamaya), Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, Allah yoluna, Allah uğruna girişilebilecek her türlü çaba, hac, ilim taleb etmek ve Allah’ın emrettiği her türlü hayır, hidayet yolu, Allah’a yaklaştırıcı her şey ve taat yahut salih amel” anlamlarına gelmektedir.(İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi’l-Hadîs ve’l-Eser, Beyrut, ts., II, 338, 339; el-Kâmûsü’l-Fıkhiyye, Dımaşk 1982, s. 209)

Âyette zekât verilecek yedinci grup için “fî sebîlillâh” terimi zikredilmektedir. Kelime anlamı “Allah yolunda” demek olan fî sebîlillâh tabirinin -biri dar diğeri geniş- olmak üzere iki anlamı vardır:

a.Geniş anlamda, Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun ve O’na yaklaşmak amacıyla yapılan her türlü hayırlı işte çalışan.

b.Dar anlamda ise, İslâm’ı yüceltmek uğruna bilfiil cihadda (sıcak harp) bulunan.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in bazı ehadis-i şerifelerin de “fî sebîlillah” kavramı yer almıştır. Yalın bir anlam ile Allah yolu diyebileceğimiz bu ifadeye, hadis şarihleri ve müfessirlerce daha geniş bir anlam içeriği kazandırılmıştır.

Tirmizî’de geçen bir hadiste: “Bir kimse ilim elde etmek için yola çıkarsa, dönünceye kadar Allah yolundadır.” denmektedir. Bu ifadeye göre Allah için samimi niyetlerle ilim elde etme ve insanlara faydalı olma düşüncesiyle yapılan ilim tahsili “fî sebîlillâh” ifadesinin kapsamı içerisindedir.

Resûlullâh (s.a.v),“Allah yolunda her kimin ayakları tozlanırsa, o ayaklar cehennem ateşine haramdır!” buyurmuştur. Hadisin şârihi Mübârekfûrî, “fî sebîlillâh”ı Allah’ın rızasının talep edileceği yol şeklinde açıklamıştır. (Tirmizî, İlim, 2, Fadâilü’l-Cihad, 7; Mübârekfûrî, V, 259)

Tirmizî’de aynı babda geçen başka hadiste de Allah Resûlü’nden şu rivayet nakledilmektedir: “İki göz vardır ki cehennem ateşi onlara dokunmaz; biri Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri ise Allah yolunda nöbet bekleyen gözdür.”

Hadisteki Allah yolunu şârih; mücahitlerin ibadetteki mertebeleri, hac, ilim talebi, cihad veya ibadet anlamlarıyla açıklamıştır.

Tirmizî’de bir başka hadisin şerhinde ise “fî sebîlillah” kavramı, yol kesenlerle mücadele etmek, iyiliklerin emredilmesi ve kötülüklerin yasaklanması anlamlarına da kullanıldığı ifade edilmektedir. (Tirmizî, Fadâilü’l-Cihad, 12; Mübârekfûrî, V, 269, 298.)

“Allah yolunda” tabirinin, zekât gelirinden Allah yolunda cihad için de bir fon ayrılması gerektiğini bildirdiği açıktır. Ancak cihad kavramının İslâm kültüründe geniş bir anlam yelpazesine sahip olması sebebiyle, âyetin bu ifadesinin kimleri ve ne tür faaliyetleri kapsadığı hususu İslâm bilginleri arasında geniş mütalaalara konu olmuştur.

“Allah yolunda” tabirinin ilk planda “Allah yolunda savaşanlar (gaziler)” şeklinde anlaşılmış olması, âyetin ifade tarzından ziyade İslâm’ın yayılış dönemindeki sosyo-politik şartlarla ve uluslararası ilişkilerle ilgili olmalıdır. O dönemde cihadın en yaygın ve etkili yolu akınlar ve sıcak savaşlar olduğundan fakihler de din ve vatan yolunda savaşanlara zekât gelirinden fon ayrılmasını elzem görmüşler, bu yorum o dönemde âdeta bütün fakihlerce benimsenmiştir.

Bununla beraber bazı fakihler bu fondan hac ve umre yapanlara, ilim tahsil edenlere zekât verilebileceğini, hatta cami, okul, hastahane yapımı gibi işleri üstlenmiş her türlü hayır kurumuna da bu fondan ödenek ayrılabileceğini söylerler.

Çağımızda bazı âlimler “Allah yolunda” tabirine geniş bir anlam yükleyerek müslümanların yararına olan her türlü faaliyeti bu kapsamda görmektedir. Onlara göre günümüzde bütçe gelirlerinden büyük bir kısmın ülkelerin savunma giderlerine ayrılmakta olduğu bilinmektedir.

İslâm dini tebliği, yani kendisini duyurmayı ve tanıtmayı hem kendisine inananlara bir borç olarak yüklemiş, hem de bunu toplumun başta gelen görevlerinden saymıştır.

Ayrıca müslümanların dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması da devletin görevlerindendir. Öyle ise zekât gelirlerinden bir fonun İslâm’ın tebliğine ve ülke savunma giderlerine ayrılması yerindedir.  (Zekât, Diyanet İlmihali s:487)

Hanefî fakihlerinden Kâsânî “Allah yolunda” sınıfı için, “Bu ifade Allah’a yaklaştıran her şeydir. Eğer ihtiyaç hâsıl olursa bu manaya Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün hayır yolları girer.” demiştir.

“Fî sebîlillâh” ifadesi hakkında İbnü’l-Esîr; “Farzları, nafileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allah’a yaklaşma, O’nun rızasına erme maksadı güden her ihlaslı amel Allah yolundadır. Ancak bu ifade kayıtsız, şartsız söylenince çok kere cihad anlaşılır. Bu anlamda çok kullanıldığı için cihada ait özel bir ifade halini almıştır.” demektedir.

İlim Tahsil Edenler ile Kamu Yararı Kurumları ve Diğer Yerler

Zekâtın sarf yerlerinden biri olarak ifade edilen “fî sebîlillah” kavramına bazı fıkıhçılar ilim tahsil edenler, bu uğurda emek harcayanlar anlamını vermişlerdir. İlme hizmet eden insanlara Allah yolunda çaba harcayanlar ve dinin ihyâsı için çalışanlar gözüyle bakılarak, her dönemde bu sınıf zekât kapsamına alınmıştır.

İnsanoğlunun her dönemde ihtiyaçları artmakta ve değişmektedir. Kamu yararına ait olan işlere toplumda daima hayır ve hasenat gözüyle bakılmış ve bunlar kişilerin genel menfaatlerini ilgilendirdikleri için sürekli teşvik edilmiştir.

İslâm toplumunda “sadaka-i câriye” yani devamlı olarak insana sevap kazandıracak olan iyilikler Allah yolunda yapılmış hayırlar olarak değerlendirilmiştir. İslâm toplumunun geçmiş ve günümüzdeki ihtiyaçları göz önüne alınıp karşılaştırılınca aradaki farkın günümüz itibariyle oldukça büyük ve çeşitli olduğu bir gerçektir. Fukahanın bazıları, içerisinde bulundukları zaman ve şartlar altında kamu yararına hizmet veren müesseselerin ihtiyaçlarının giderilmesinde zekât fonundan yararlanılabileceği görüşünü benimsemişlerdir.

Çünkü İslâm toplumu içerisinde zekâttan istifade edecek kişi ve gruplar o toplumun bir realitesidir. Hem kişilerin mali ibadetlerini yerine getirmedeki sorumlulukları hem de toplumdaki istikrarın korunması ve devamlılığı açısından yapılan yardımların karşılığı yine o topluma dönmektedir.

Hanefi mezhebinin en önemli imamlarından Ebu Yusuf, “fî sebîlillâh” kavramının içinde zekât verilecek yerlerden bahsederken, yolların yapımı ve tamir edilmesinin de dâhil olduğunu söyleyerek, bu yerlere zekât fonundan harcama yapılabileceği görüşündedir. (Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc, Kahire 1396, s.81)

Hanefî fakihlerinden Kâsânî ise “Allah yolunda” sınıfı için daha önce de zikredildiği gibi, bu ifadenin Allah’a yaklaştıran her şey olduğunu ve hatta ihtiyaç hâsıl olursa bu manaya Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün hayır yollarının gireceğini ifade etmiştir. Kâsânî’nin bu görüşü daha önce zikrettiğimiz gibi Hanefi hukukçularından İmam Muhammed’in görüşüne de muvafık düşmektedir. (Kâsânî,, II, 45)

Fakat bunu yaparken çok dikkatli olmak lazım. Zira bu kavramın kapsamının çok geniş tutulup her şeye teşmil edilmesi birçok suistimal kapısının açılmasına sebebiyet verebileceği gibi zekâtın verildiği diğer fonları da içine alacağından onların ayrıca zikredilmesini anlamsız kılabilir. Binaenaleyh, Allah yolunda yapılan eğitim ve öğretim faaliyetleri bu kavram çerçevesinde değerlendirilebilir.

Günümüzde Allah yolunda yapılan hizmetlerin çerçevesi çok genişlemiştir ve bu işin yapıldığı en önemli alan da İslâm’ı anlatan, İslâmî değerlerle donatılmış bir nesil yetiştirmek için yapılan eğitim faaliyetleri olsa gerektir. Ayrıca cihad, Allah ile kulları arasındaki engelleri bertaraf edip, insanlarla Allah’ı buluşturma ameliyesidir.

Kur’ân’ın zekât verilecek sekiz sınıfı bildirmesi, zekâtın sadece fakir ve yoksullara tahsis edilemeyeceğini, bunun dışında da mükellefler için değişik alternatifler olduğunu ifade etmesi önemlidir. Zira zekât farziyyetinin yerine getirilmesinde kişilerin bulundukları çevre ve şartlar itibariyle her zaman fakir insanlara ulaşma imkânları olmayabilir. Bu durum, sorumluluk duygusuyla hareket eden insanlar için problem haline getirilmemelidir.

İşte bu noktada, zekâtın verileceği sınıflar mükellefler için bu görevin yerine getirilmesinde değişik alternatifler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle “fî sebîlillah” kavramına girebilecek her anlam zekâtın verilebileceği yer olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Muasır ilim ehli, bu kavramın genelde tek bir anlama hasredilemeyip her türlü hayır işlerini kapsayacağını ifade ederek, özelde de Kur’ân ilimleri ve toplumun faydasına olan diğer ilimlerle iştigal eden kişilerin maişetleri, dul kadınlar ve yetimler lehine yapılan hayır işleri, ilim talebelerine, okullara, hastanelere yapılan harcamalar, İslâm’ın esaslarına davet etmek için medrese ve vakıf gibi merkezlerin kurulması, her dilde yayın yapabilecek dini yayın neşriyat kuruluşları tesis etmek gibi pek çok hayır hizmetlerinin de dâhil olduğunu ve bu gibi yerlere de zekât fonundan harcamanın yapılabileceğini ifade etmektedirler. (Şerbâsî, I, 149, 150; Seyyid Sâbık, I, 334; Muhammed Mahluf, Feteva-ı Şeriyye, Kahire, 1971, 296; Hâzin, II, 240; Râzî, XVI, 113; Muhammed Mahluf, Feteva-ı Şeriyye, Kahire, 1971, 296; Hâzin, II, 240; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (çev. Salih Tuğ), II, 978; Kardâvî, Fıkhu’z-Zekât, II, 635-669.)

Özellikle asrımızda inanan insanlara düşen sorumluluk açısından “fî sebîlillah” kavramı kişilere birçok alternatifler sunabilmektedir. Allah Resulü’nün (s.a.s.) Asr-ı saadette bu konudaki ufuk açıcı uygulamaları 21. yüzyıl ve hatta daha sonraki dönemlerde mesuliyet sahibi insanlar için ayrı bir önem arz etmektedir. Kanaatimizce zekât ve diğer maddi fonlarla yapılan eğitim faaliyetleri sayesinde insanlık yeniden İslâm’ın hayat veren soluklarını tanıma imkânı bulacak ve gönüller Allah’la buluşabilecektir. Bu yolda yapılacak infaklar da “fî sebîlillah” çerçevesinde olacaktır.

Zekât musluğu daha çok nerelere akıtılması gerekir?

Zekât musluğunun daha çok nerelere akıtılması gerektiği hususunu Bediüzzaman Hazretleri veciz bir şekilde anlatır. Üstad Bediüzzaman, kendisine tevcih edilen bir sual vesilesiyle zayıflamaya yüz tutan, İslâmî hissiyatın canlanması ve Müslümanların güç kazanması için zekâtı mühim bir çeşme olarak gösterir.

“Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû’-i istimal ile şûristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv ü nema verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.” (Münazarat 62)

Üstad hazretlerinin bu husustaki yukarıda tesbit ettiği fevkalade isabetli görüşlerini şöyle özetlemek mümkündür: “Büyük bir çeşme var. Şimdiye kadar yanlış yerde kullanılarak verimsiz topraklara akıtılıp bazı dilenci ve acezenin gelişip yeşermesine sebep oldu. Bu çeşmeye güzel bir kanal yapınız. İslâmî hizmetlerinizle şu havuza dökünüz. Sonra da kemâlat bostanınıza su veriniz. Bu hiç tükenmez ve bitmez bir kaynaktır.”

Devam eden ifadelerde de İslam’ın yayılması ve milletin ilerlemesi ve diğer gelişmiş milletlerin seviyesine ulaşılabilmesi için zekâtın millet menfaatine harcanmasını istemektedir: “Eğer ezkiya (zeki insanlar) zekâvetlerinin (zekâlarının) zekâtını ve ağniya (zenginler) velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir.” (Said Nursî, Münazarat, Sözler Yayınevi, 1977, s.52)

Osmanlı Devletinin son devrinde işlemez ve kendisinden arzu edilen hizmeti veremeyecek şekilde bozulmaya yüz tutan medreselerin maddi ihtiyaçlarının temininde zekâtı en büyük bir kaynak olarak gören Bediüzzaman Said Nursî, bu müesseselerin gelişmesi için zenginlerin zekâtlarının zekâtını buralara aktarmalarının kâfi geleceğini belirtmektedir. (bk. age. s, 74)

Evet, zekât gibi İslâmın en güçlü mâlî yardım müessesesini dinî hizmetlerin mesafe almasına harcamak bu zamanda âdeta vaz geçilmez bir vecibe haline gelmiştir.

Zekâtı bazı fakir ve yoksullara münhasır kılarak o geniş daireyi daraltmak, güç şartlarla dinî hizmette bulunan kişi ve kuruluşların hareket imkânını kısıtlamaz mı?

İslâmın kurduğu ve ihyasına çalıştığı bir müesseseyi yine onun gelişmesi için harcamak kadar tabiî ne olabilir?

Bunun için, Müslüman gençliğin eğitim hizmetlerine yardımcı olan, çeşitli faaliyetleriyle İslâmın sesini geniş kitlelere duyurmaya, İslâmî meselelerin müdafaa ve korunmasına gayret gösteren kuruluş ve vakıfları zekâtla güçlendirmeye çalışmak en güzelidir ve en isabetlisidir.

Medrese, vakıf, dernek vb. hayır kurumlarına zekât verilir mi?

Allah yolunda (fî sebîlillah): Zekâtın verildiği yerlerden biri olarak Kur”an’ da zikredilen “fî sebîlillah” terkibini İbn Esîr şöyle açıklamıştır: Farzları, nâfileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allaha yaklaşma, O’nun rızasına erme maksadı güdülen her ihlâslı amel Allah yolundadır.”

Fahraddin Razî, mezkûr âyetin tefsirinde el-Kaffâl’den, bu mefhumu daha da genişleten ve bütün hayır müesseselerini buna dâhil eden bir görüş nakletmiştir. (Mısır, 1938, c. XVI. s. 113)

Bu görüşü Sıddık Hasen, (er-Ravzatü”n-nediyye, s. 206), Kâsimî, (Mehâsinu”t-te”vil, c. VII, s. 3181), Şeltût, (el-İslâm akideh ve şeri”ah, s. 97) gibi zâtlar da benimsemişlerdir.

Kardâvî, Kur’ân-ı Kerîm’de “fî sebîlillah” terkibinin kullanıldığı yerleri incelemiş ve haklı olarak cihâd mânâsını tercih etmiş, ancak cihadın yalnızca askerî savaşa mahsus bulunmadığını, fikrî, terbiyevî, içtimâî, siyasî çeşitleri bulunduğunu hadîslere dayanarak izah etmiştir. Nitekim hadîslerde zâlim sultanın karşısında hakkı söylemeye cihad denmiştir. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 18; Nesâî, Bey”at, 38).

Yine “Müşriklere karşı mal, can ve lisânınızla cihad edin” buyurulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 13, 16; Ebû Dâvûd, Cihâd, 5, 38. Fiten, 13; Nesâî, Zekât, 49, Cihâd, 7)

Buna göre hedefi İslâm’ın yaşaması, yayılması ve korunması, İslâm yurdunun muhâfazası ve kurtarılması, İslâm’a yönelen her nevi tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî, mücâdele ve faaliyetler Allah yolundadır; bu faaliyetlerin zekât bütçesinde payı vardır. (Kardâvî, age., s. 655-669)

Muhtelif İslami Hizmetler:  Kur’ân’da zekât verilecek sekiz sınıftan özellikle bir tanesi, konusu itibariyle doğrudan İslâm’ın yayılması, imanın tebliği ve Kur’ân hizmetleri ile ilgili alanları kapsar. Bu sınıf Kur’ân’da sekiz sınıfın içinde “fîsebîlillâh” terimiyle ifade edilir.

Fîsebîlillâh, ‘Allah yolunda’ demektir: İ’lây-ı kelimetullah için, yani Allah’ın adını yükseltmek ve tanıtmak için, Allah’ın dinini tebliğ etmek için, Allah’ın kitabını öğretmek için, Allah’ın kitabında öğretilen iman hakikatlerini anlatmak için cihâd edenler sınıfını kapsar. Bu beyanla Kur’ân, Allah yolunda çalışan ve Allah’ın adını yükseltmek için cihad eden tüm hizmet birimlerinin zekâtla desteklenmesini emrediyor.

Binaenaleyh, Allah’ın adını âlemlere tebliğ etmek, tevhid kelimesini asrın anladığı dilde ispat ve ilân etmek, iman hakikatlerini yaymak ve neşretmek, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu hikmet diliyle cihana duyurmak, iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak gibi alanlardan birini veya bir kaçını yürütmeyi vazife addetmiş hizmet birimlerinin arsa, bina, araç-gereç vs. ayırt etmeden zekât bütçesinden destek almaya hakları vardır.

Nitekim dört mezhebe göre, Allah yolunda cihad edenlere, ihtiyaçları olan silah, at, yiyecek, içecek ve yol masrafları zekât fonundan karşılanabilir. Şafiî mezhebine göre Allah yolunda cihad edenler zengin bile olsalar; yol, ikamet ve diğer masrafları bu fondan karşılanır. Giyim, silah, eşya ve diğer malzemelerini taşımak için gerekli vasıta bu fondan temin edilir. Mücâhede süresi içinde bakmakla yükümlü oldukları çoluk çocukları, ailesi ve yakınlarının nafakaları da zekât fonundan ödenir.

Ayet-i kerimede geçen ve “Allah yolunda harcanma” olarak tercüme edilen “fi sebilillah” ifadesi, mutlak ve umumi olarak zikredilmiştir. Bu tabir bazı fıkıh kitaplarımızda her ne kadar silahla cihada katılan gazilere ve yolda kalan hacılara tahsis edilmişse de, cumhur-u ulema ve diğer tefsirler ile güvenilir fıkıh kitaplarımızın ekserisinde mesele daha geniş olarak ele alınmıştır.

Mesela: Hanefi mezhebi âlimlerinden İmam Kasani, Bedaiu’s-Sanai isimli meşhur eserinde mevzu ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Allah yolunda olanlardan maksat, Allah’a yaklaştıran her şeydir. Eğer ihtiyaç varsa bu manaya, Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün hayır yolları girer.”

“Fi sebilillah tabiri umumidir” diyen Fahreddin Razi ise, bu tabiri şöyle açıklar: “Fi sebilillah tabiri sadece gazilere mahsus değildir. Zekât bütün hayır yollarına verilebilir. Ölülerin teçhiz ve tekfini, kale ve cami yapımı da bu tabirin içine girer.” ( Tefsir-i Kebir, 16:113 )

Zaman değişir, araç ve gereç değişir; ama gâye değişmez. Öyle ki, dün cihad malzemesi kılıç ve kalkan iken; günümüzde bunların yerini kitap, kalem, teknolojik araçlar ve değişik hizmet donanımları almıştır.

Eskiden cihadın kılıçla, kalkanla, silahla, atla yapıldığını; günümüzde ise medenî milletlere ve insanlara karşı maddî cihad yerine manevî cihadın ön plana çıktığını, bunun da kitapla, kalemle, yayınla, neşriyatla ve muhtelif beşerî ve sosyal faaliyetlerle yapıldığını nazara alan islam âlimleri, Müslümanlar yararına yapılan her türlü hayırlı faaliyetlerin zekât bütçesinden desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ederler.

Yusuf El-Kardavî cihadın sadece silahla ve kılıçla yapılmadığını; Peygamber Efendimiz’in (asm) “Sultana karşı hakkı konuşmayı” “en efdal cihad” olarak nitelediğini ve “dil ile cihadı” tavsiye buyurduğunu kaynakları ile gösterdikten sonra, yeryüzünde Allah’ın adını yükseltmeyi amaçlayan, gençleri ve toplumu zararlı ve yıkıcı yayınlara karşı korumak, İslâm’ı, imanı ve iyi ahlâkı öğretmek ve teşvik etmek için kurulan her türlü İslâmî ve Îmânî tebliğ merkezlerinin yaptıkları çalışmaların “cihad” manasından ayrı düşünülemeyeceğini; binaenaleyh böyle hizmet merkezlerinin Müslümanların zekâtlarından payının öncelikle bulunduğunu kaydeder. (Kardavî, Ç.M. Fetvâlar, 1/388)

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri ise, zekât çeşmesinin çorak topraklar hükmünde bulunan ve zarûrî derecede ihtiyaçlı olmadığı halde, sürekli âcizliğini ve fakîrliğini ileri sürerek hep dünyevî ihtiyaçlarını gündemde tutan “seele” (dilenci) grubunun tekelinden kurtarılmasını, bu çeşmeye güzel bir mecrâ ve havuz yapılmasını ve bu havuz ile milletin “kemâlât bahçesinin” sulanmasını önemle tavsiye etmiştir. (Münâzarât, S. 64; Münâzarât, s. 81)

Bedîüzzaman Hazretleri İslâm’ın gelişmesi ve Müslümanların gelişmiş milletler seviyesine yükselmesi için zekât gelirlerinin “millet menfaatine” harcanmasını tavsiye ediyor; “Medresetü’z-Zehra”nın, yani Risâle-i Nur hizmetlerinin İslâmiyet’e ve insanlığa gösterdiği yüksek yararlılıkla, inananların zekâtları ile desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ediyor. (Münâzarât, S.64 ve s.81)

İslâm’ın gelişmesi, iman hakikatlerinin genişleyerek doğru biçimde benimsenmesi ve İslâm ahlâkının içtimai hayatta yaşanması, Müslüman toplumların ve nihayet insanlığın topluca “menfaatine” bir cihad alanı olduğundan; bu maksatları güden hizmet birimlerinin her bir ihtiyacı için doğrudan ve aracı kullanmadan zekât verilebilir. Burada, zekâtın direkt olarak cihad alanına ve hizmet yerine sarf edilmesiyle temlik şartı yerine gelmiş oluyor. Mülk sahibi millettir. Bunun için bir talebenin veya kişinin şekilden ibaret bir tezgâhla aracılık etmesine hiç gerek yoktur.

Hadis-i şerifte “İlim öğrenmekte olanın 40 yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek caizdir” buyuruldu. Din bilgilerini öğrenmekte ve öğretmekte olanlar yani işi, mesleği bu olanlar, zengin olsalar da, çalışıp kazanmaya vakitleri olmadığı için zekât alabilirler.

Sonuç olarak, zekât İslam’ın gönüllerde yayılması ve din düşmanlarının tahribatını önlemek için Allah yolunda faaliyet gösteren hizmet kuruluşlarına da verilir. Günümüzde böyle hizmet kuruluşlarına zekât vermek daha da ehemmiyet kesbetmiştir.

Kaldı ki bu zamanda en tesirli bir cihad çeşididir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde “Müşriklere karşı malınızla, canınızla ve dilinizle cihat edin” ( Müsned, 3:13,16: Ebu Davud, Chad 5,38 ) buyurmuşlardır. Zira bugün din düşmanlarıyla yapılan umumi olmakla birlikte en tesirli cihad gazete, dergi, web, kitap, radyo ve televizyon vb. sosyal medya yoluyla yapılabildiği herkesin malumudur.

Gayesi İslama hizmet olmayan yahut böyle bir görüntü veren münafıkane kurum ve kuruluşlara yardımın her türlüsü yasaklanmış olmakla birlikte ayrıca zekât da verilemeyeceği gerçeğini hatırdan uzak tutmamak gerektir.

Bediüzzaman hazretleri mezkûr mevzu ile alakadar, nur külliyatının münazarat eserinde yaptığı bir açıklamaya binaen sorulan bir suale, nurun ilk talebesi Hulusi Yahyagil ağabeyin yaptığı şerh ve izahı aynen neşrediyoruz.

Sual: Münazarat’ın 88. Sahifesinde “İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şafiîyiz. Bir zamandan sonra o Medreset-üz Zehra İslâmiyete ve insaniyete göstereceği hizmetle, şübhesiz bir kısım zekâtı bil’istihkak kendine münhasır edecektir. Bahusus zekâtın zekâtı da olsa kâfidir.” denilmektedir.

a)“Biz hem Hanefî, hem Şafiîyiz.” demekle; her iki mezhebin hükümlerini tatbik edebiliriz mi, demektedir?

b)Bu duruma göre açılmış bulunan vakıf, medrese ve dershanelere zekât verebilir miyiz? Bu dershanelerde hali vakti yerinde olanlar olduğu gibi, fakir olanlar da vardır. Cevap: Suallerinizin cevabı metindeki sarahatte zikredilmiştir.

a)İki mezheb Ehli Sünnet vel cemaatindir. Mezheplerdeki ihtilaf, zekât gibi esas rükünlerde değil, belki teferruattadır.

Mesela: Mezheb-i Hanefi, zekâtı münhasıran fakir-i müslime verir; Şafii, ilim tahsili ile uğraşanlara tahsis eder. Hanefi de, ilim tahsili ile meşgul olanlara bu yardımı caiz görür. Buradan da anlaşılıyor ki, zekâtta ehliyet bakımından fakir-i müslim ile ilimle iştigal edenler iki mezhebce zekâta ehil olarak gösteriliyorlar.

b)İlim ikidir. Birisi bilinen dünyevi işlere medar ulum ve fünundur. Diğeri de, tefekkür-ü imaniye dayanan, her saati en az bir sene ibadet hükmüne getiren tefekkür-ü imaniye dersleridir. Bu derslerin yapıldığı yerlere de aramızda dershane/medrese diyoruz. Öyle ise dershanelerin devamına, inşasına, onarımına bu sadaka, zekât ve nüzur(nezirler, adaklar) gibi şeylerin verilmesinde hiçbir zarar yoktur. Hulusi Yahyagil (Rahmetullahi Aleyh) Haşiye: Bu mektup, 1995 yılında Merhum Bayram Yüksel Ağabeyin Adapazarını ziyaretinde kendisine sorulan suale (Medreseye zekât verilir mi?) mukabil, hususi defterinden açıp okuduğu bir mektubun bir parçasıdır.

Adab-ı Muaşeret ve İslam İlmihali, Hasan TAYFUR
17 Ramazan 1437

Elveda Nusaybin..

Elveda Nusaybin..

Yine hicret var nasibeyn..

Gözlerimizde yaş, kalbimizde hüzün..

Bizler ki seni çok sevmiştik güllerin şehri..

Sen ki peygamber güllerinden Zeynel abidin ve selman-ı farisileri bağrına basarak misafir etmiştin..

Lakin dikenlerin, güllerinden bizleri fersah fersah uzaklaştırdı..

Beslediler dikenleri, artık kokmuyor güllerin, soldu çiçeklerin..

Ansızın çöktüler maddi\manevi cennetimize, huzurumuza..

Kast ettiler muhabbetimize, kardeşliğimize..

 

Risale-i Nur gözlüğü takıp, Bediüzzamanca düşünme vakti gelmişti..

Zira kaderce bir nefis muhasebesi yapmanın tam da arefesiydi aklını kullanacaklar için..

Evet “beşer zulmeder, kader adalet eder” hükmü ilahisi her daim yürürlükteydi..

İçimizdeki zalimlere karşı Susuşlarımızın bir karşılığı olmalıydı..

Zulme meyletmekle zalimleri kalbi, ruhi ve fiili destekleyip beslemenin; buna karşılık hakk ve hakikate karşı “tarafsızlığımızın” bir bedeli olmalıydı..

Uğruna dinimizi, Mukaddesatımızı, namusumuzu, malımızı ve nihayetinde canımızı feda ettiğimiz “yalancı siyaset” ve “ırkçılık” hastalığımızın bir tezahürü olarak hak ettiğimizi bulma zamanı gelip çatmıştı..

 

Ve böylece Nusaybinin afakında kara bulutlar dolaşmaya başlamıştı..

Yağmur yağmazdı amma velakin herkes hak ettiğini bulacaktı ki “zarara rızasıyla girene merhamet edilmez, layık değildir” kaidesince “eden, bulacaktı.”

Herkes ektiğini biçecekti..

Arpa eken, buğday biçmeyecekti elbet “rüzgar eken fırtına biçer” misali..

Uğruna varını yoğunu feda ettiği “sahte kahramanlar” ile yüzleşecekti “değerli ama sahipsiz” bir milletin bedbahtları..

Bir bardak su, bir tas çorba, bir parça kuru ekmek ve hepsinden önemlisi başını sokabileceği bir ev-barka ihtiyacı olacaktı; lakin etrafında koşulsuz şartsız her zaman destek olup büyük makamlara getirdiği “büyüklerini” “modern ağalarını” ve “efendilerini” maalesef bulamayacaktı..

Bu da dünyalık menfaat üzere olan “sahte dava” ve hayatların olmazsa olmaz bir kuralı değilmiydi ki, “düşenin dostu olmazdı.” kaidesini hayatları pahasına yaşayacaklardı..

 

İşte ektiklerini biçme mevsimi gelip çatmıştı..

“ben kulumun zannı üzereyim” diyen Allah, sırtını dayadıkları bu modern ağaların olmayan vicdanlarına bırakıyordu bu bahtı kara cahil ve perişan milleti..

Amma velakin bozulmuş bir vicdanın “gözleri olur ama görmezdi; kulakları olur ama duymazdı” hakikatıyla yüzleşiyorlardı..

Evet Allah, Bediüzzaman gibi nice nasihlerin nasihatlarıyla uyandırmaya çalıştığı bir milletin, gafletten uyanmamakta inat etmesine karşılık bu zulüm ve musibetlerle uyandırmaya çalışıyordu şüphesiz..

Öyle ya “bir musibet, bin nasihata yeğdir..”

 

Her gecenin bir sabahı olurdu elbet..

Her kışın bir baharı olduğu gibi..

Bugünler de geçer “ya hu” budanırdı dikenler; yeniden açardı gülü, nergisi memleketimin..

Zira “Allah imhal(erteler) eder ama ihmal etmez” ilahi kanunu kıyamete dek yürürlükteydi, bizler cehaletimizden bilemesekte..

“zulüm devam etmez, küfür devam eder” kur’anın bir kanunu esasisi olmak kaydıyla, elbet içimizdeki zalimlerin de belasını bulacağı günler gelecekti; tıpkı şimdi yaşadığımız bu “temizlik günleri” gibi..

“bizden görünüp, bizden olmayan” bu bedbaht serseriler taifesi, öylesine bir zulüm irtikab ettiler ki; her seferinde “en ufak bir hizmet ve menfaat görmeyip” yine ve yeniden “maddi-manevi” zarar içinde zarar gören hep bizlerdik..

İnancımıza, kültürümüze, milli ve manevi değerlerimize ait ne varsa hepsine yabani bir bakışla nazar edip, bizleri asıl amaç ve gayeleri olan ki “mukaddesatımıza yabancılaştırdılar”

Esasen bunlar başı bozuk kişilikleri icabı hep maskeyle dolaşan bir avuç “kalbi hastalıklı” şeytanın eriydi..

 

Evet, bizler maalesef İslamiyet’in öz cevherine inemedik, ruhunu kavrayamadık, gaflet uykusuna daldık.

Hasis ihtirasların peşine düşmekle; Sefahat ve eğlencelerin kucağına atıldık.

Tarihimizden, mazimizden koparıldık, milleti millet yapan değerleri kapı dışarı attık.

Her şeyi menfi ırkçılık üzerine bina etmeye çalıştık; bu bakımdan millet fertleri arasında nifak ve şikak yer aldı.

 

Neticede işte bugünkü felaketlerle pek tabii olarak karşı karşıya geldik.

Yıllardan beri bu milletin üzerine çöken cehalet bulutları gün geçtikçe kesafetini artırarak terör ve anarşi gibi böyle korkunç bir neticeyi tevlit etti.

 

Ve nihayet her sonun bir başlangıcı olmalıydı değil mi?

“Irkçılık ve pis siyaset” gibi türlü maskeler altında bu millete yüz yıldır rahat yüzü göstermeyen bu “küfür davası” ve onların küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini hayatımızın her alanında gördüğümüz bu “zalimler güruhu” için de çanlar çalmaya başladı..

Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüb ederdi zaten..

Ama diğer taraftan da bu Musibet; cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesi değil miydi gafletten uyanmış ehl-i iman için..

 

Öyle de oldu ya..

Yıllardır canıyla, malıyla bedel ödeyen bu Millet; İslâm ile uyandı ve uyanıyor.

Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler.

“Hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olan” şeytan ve ondan ders alan insi şakirdlerinin maskelerini indirmekle, sureten medeni ve dinde lakayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları manen kör gözlerimize göstermiştir hadisat-ı alem..

En büyük hidayet değil mi ki, gözlerdeki perdenin kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görmektir.

Elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zayiat-ı maliye ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz.

 

Demek sevinmek senin de hakkın ey milletim..

Değerli ama sahipsiz bu milletin de kış mevsimi bitmek üzere; baharın kokusunu duyar gibiyiz Allah’ın izni ve iradesiyle..

Dostumuzu dost olarak görüp vefa göstermekle birlikte, kanımıza susamış cehalet ayılarını da düşman olarak görüp onlardan nefret etmekle onları evimizden, mahallemizden ve nihayetinde memleketimizden kapı dışarı etmenin mevsimini yaşıyoruz..

Daha artık yalan ve propagandalarınızla bu kahraman milleti kandıramazsınız ey cinni şeytanın insi avaneleri..

Son sözüm o ki..

Gidişimiz suskun ama dönüşümüz muhteşem olacak ey memleketim..

Geri dönüp yılmadan, yorulmadan, yeniden ve daha çok nurlu gül yetiştireceğiz nasibeyne, dikenlere inat..

Zira iman etmişiz ki; İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak.

Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.

Azmettikten sonra, Allaha tevekkül et..

Hasan Tayfur
nusaybinim.com

Neden Düştük Bu Hallere Ey Milletim..!

Dün cihan devletlerini hayrette bırakarak hak ve adalet terazisinde muazzam medeniyetler kuran, başka iklimlere ilim irfan götüren, kardeşlik ve muhabbetin sembolü olan bu milletin evlatları; bugün neden bu cehalete ve zulümlere maruz kaldı?

Aynı Adem(a.s) Babanın çocukları olduğumuz halde, neden bu felaketlere maruz kaldık?

Hangi fiil ve düşüncelerle kadere fetva verdik ki; her biri sadece dünyamızı değil, aynı zamanda ahiretimizi de bize kaybettirecek bir derecede olan musibetlere giriftar olduk?

Yüce Rabbimizin “Doğunun da, Batının da ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbi O’dur. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” diye hitap ettiği biz kulları; daha ne zamana kadar deve kuşu misali, cehalet ve tembelliğimizi bir özür kabul ederek; irade ve aklımızı kullanmayarak birilerinin oyunlarına alet edeceğiz…

Bütün bu soru ve sorunların kaynağını, tek bir yerde ve uzaklarda aramamak gerek..

Bir kahraman ya da suçlu arıyorsak, evvela aynaya bakmak lazım.

Zamanında ekilen müfsid tohumlar, şimdi mahsulat verdi.. bu şikayet niye..

Zamanında nemelazımcılık ve tembelliğimizden ekilmeyen tohumlar için ise.. bu isyan niye..

Aynen öylede, şimdiki tohumların mahsulü dahi ıslah olmazsa, elbette tokatları çok daha dehşetli olacak..

İşte bizde geçmiş ve gelecek arasında bir köprü vazifesi görmek adına, gidip geleceğiz..

Evvela nefis muhasebesiyle başlayacağız ki; nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez..

Yapmadıklarımızla kimseyi sorguya çekmeye hakkımız yok..

Ayrıca yapmadıklarımızın muhasebesini, dünya hayatının yaşam aynasında yapmak suretiyle; memleketimiz adına yapmamız gerekenlerin de bir nevi plan ve programını yapmış olacağız..

Zira geçmiş, geleceğin aynasıdır; Evvela bizde, bizden başlıyoruz..

Taki Hakk adına hakkıyla vazifemizi yaparak; değerli ama sahipsiz bir kavmin evlatlarına olan vefa borcumuzu ödeyebilelim..

En temel ve hayati olan sorun ki; İslam Dinine karşı olan lakaydlık ve ihanete varan ihmalkarlığımızla başlayalım..

Sahte kahramanlar peşinde koşuşturmaktan ve evimizi bir nevi manevi cehenneme çeviren haram eğlencelerin kaynağı günahvizyona olan bağımlılığımızdan; beş vakit farz namazı kılmak aklımıza gelmez oldu..

Allah(c.c), Peygamber(s.a.v) ve kutsallar adına ne varsa artık tanımaz olduk..

Che Guevara’yı, Mao ve Lenin’i tanıdığımız kadar; peygamberimiz(s.a.v) başta olmak üzere insanları dünya ve ahiret saadetine davet eden İslam elçilerini tanımaz, bilmez olduk..

Kitapsızlık ve Mezhepsizlik bir veba, bir taun gibi dört bir yanımızı sarmış; bedenlerimiz ruhsuz ve nursuz olarak birer iki ayaklı cenazeye dönüşmüş..

Din adına ne varsa cami ve medreselerde mahsur kalmış; evimize ve işimize uğramaz oldu..

Bir futbol takımının oyuncuları kadar bilinmeye ve hatırlanmaya değer değil; İman’ın ve İslam’ın şartları..

Kıymetsiz ve de hatırlanmaz oldu; hatırlanmaya ve değer verilmeye adanmış ne varsa..

Gündüzleri aş/iş derdiyle, akşamları da zalimlerin satranç oyunları hükmündeki siyaset cereyanlarıyla ya da bir futbol maçı ya da oyun, eğlence misali faydasız malayaniyat ile meşgul olarak günümüzü bad-i heva zayi ettik..

Günlük hayatımızda; ne dünyamıza, nede ahiretimize menfaati olmayan ne kadar şey varsa; yer verdik bu şeytani oyun ve eğlencelere hayatımızda cömertçe..

Dünyaya geliş gayemizden bizi saptıracak spor/siyaset/kahve/cafe sohbet kültürlerine talip olmakta cömert davrandık; Rahmani sofraların kurulduğu medrese ve camilere müşteri olmakta çokta gönüllü değildik..

Öyle ya ne de olsa ahiret hayatı burada kazanılacaktı; bizde öyle yaptık cümbür cemaat cehenneme ehil olmak adına ne yapılması gerekiyorsa geri durmadık..

Helal/Haram hassasiyetimize ne oldu; yeter ki gelsin dünyevi kazanç adına ne varsa para, mal, mülk..

Büyük/Küçük günah kaygımız nerede; -Haşa- Allah(c.c) ne de olsa her günahımızı affedecek Ğafur-ur Rahim değil miydi..

Nefis, şeytan ve kötü arkadaşlar üçlüsü bütün bu hakikatları bizlere hatırlatmazdı elbet..

Ama Allahı hatırlatan o azlar vazife başındaydı her daim..

Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir; hakikatını haykırıyordu nefis ve şeytanımıza…

Cennet adam istediği gibi, cehennem dahi adam ister; gerçeğini fısıldıyordu bizleri yoldan çıkarmakla meşgul kötü arkadaşlarımıza..

Nerede kaldı Selahaddin Eyyubiler, Ahmedi Haniler, Bediüzzamanlar…

Onlar ki bu toprakların medar-ı iftiharları olan birer İslam kahramanıydılar..

Milliyetleri için değil, İslamiyet bayrağını dünyanın dört bir yanında dalgalandırmak adına, fani hayatlarını ibka ettiler..

Darağaçları, hapisler, sürgünler derken hep İslam ümmetinin maddi ve manevi kurtuluşu için dünya lezzetleri namına bir şey bilmediler..

Aynen öylede bizlerde bilemedik Allah’ın seçkin kullarını; karnı tok ruhu aç bir vaziyette bilemezdik zaten..

Bizler maalesef bu din-i mübine karşı, kahraman ecdadımızın gösterdiği fedakârlık ve hassasiyeti göstermeyerek, miraslarına sahip çıkmadık..

İslam kültür ve medeniyetinden uzak olmakla birlikte, bizden olmayan nice sahte kahramanlar türettik ve gözü kapalı bir şekilde arkalarından gitmek suretiyle dünyamızı da ahiretimizi de böylece kaybedip, hayatımızı yaşanılır olmaktan çıkarıp azap bir hale getirdik..

Çok uzaklara değil, yakın tarihimizde Kürdistanın sarp kayalıklarından kopup çıkarak; eserleriyle tüm dünyaya meydan okuyarak İman, Kur’an ve İslamiyet nurlarını yaymak suretiyle; tüm bir insanlığı küfür zulümatından aydınlıklara çıkaran Bediüzzaman hazretlerine sahip çıkamadık..

Kürtlerin bağrından çıkmış bu zatın, Tüm dünyada Kur’andan sonra en fazla okunan Risale-i Nur eserleri; kürtçe dahil 60’a yakın dile tercüme edilmesine karşın; diğer milliyetlerden insanlarla karşılaştırıldığında ne derece bu nurlu eserleri okuyarak sahip çıktığımızı elbette sorgulamak gerekmez mi..

Nedense hayatımızda Bediüzzamanla buluşmaya sıra gelmiyordu; İslam adına ne kadar kahraman varsa bütününe ilgisiz kalıp istifade etmediğimiz gibi..

Zira bizler Can damarımızı koparan, kanımızı içen en büyük düşmanımızı dost zannedecek kadar; ilim, fazilet ve ahlaktan uzaklaşarak cehalet bataklığında perişan olmuştuk…

İslamiyetin görüntüden ibaret olan kabuk hükmündeki kışrına vakf-ı nazar ederek; yaşanabilir doğru İslamiyet hükmündeki lübbü olan özünden fersah fersah uzaklaştık..

Ferdî ve içtimaî hayatımızda ona layık olduğu mevkii veremedik.

Anne-Babadan gelen taklid-i bir imanı yeterli görerek; hakiki kurtuluş ve dünyevi saadet reçetelerini bizlere sunan Kur’an ve onun bu zamandaki en kuvvetli tefsirleri olan risale-i nurlara kulağımızı kapatarak, bu nurlu hakikatleri okumayarak görmemezlikten geldik..

Ecdadımızın tetkik ve tahkik ile yaşadığı İslâmiyet’i bizler taklit etmekle yetindik. Yaratılışımızın ulvi gaye ve vazifelerini unuttuk.

Onlar ise bu dini hakkıyla anlayıp kavrayarak; ferdî ve içtimaî hayatlarına tatbik etmişlerdir.

Onun getirdiği nur-u hakikati kabul ederek sırat-ı müstakimde yürümüşlerdir.

Kendilerini zulmetlere, felaketlere doğru sürükleyen ihtilafların, menfi milliyet gibi hurafelerin kapılarını kapatarak Kuran’ın getirdiği uhuvvet, muhabbet, şefkat gibi meziyetleri neşvü nemalandırıp yaşattılar.

Evet, onlar kendilerini ittifaka, saadete, refaha, huzura, şefkat ve izzete yükselten bu meziyetlerin aşığı idiler.

Biz ise, İslamiyet’in getirdiği bu meziyetlerin bu hakikatlerin ehemmiyet ve kıymetini takdir edemedik, belki de tahkir ettik, önlerine set çekerek; günlük hayatımızda İslam adına ne varsa kapı dışarı ettik..

Evet, bizler maalesef İslamiyet’in öz cevherine inemedik, ruhunu kavrayamadık, gaflet uykusuna daldık.

Hasis ihtirasların peşine düşmekle; Sefahat ve eğlencelerin kucağına atıldık.

Tarihimizden, mazimizden koparıldık, milleti millet yapan değerleri kapı dışarı attık.

Her şeyi menfi ırkçılık üzerine bina etmeye çalıştık; bu bakımdan millet fertleri arasında nifak ve şikak yer aldı.

Neticede işte bugünkü felaketlerle pek tabii olarak karşı karşıya geldik.

Yıllardan beri bu milletin üzerine çöken cehalet bulutları gün geçtikçe kesafetini artırarak terör ve anarşi gibi böyle korkunç bir neticeyi tevlit etti.

Bir milletin mevcudiyetini kemiren, bünyesini sarsan yegâne sebep cehalettir.

Bütün fenalıkların menbaı, hastalıkların sebebi, bütün felaketlerin amili cehalettir.

Zulüm ve istibdadın en metin istinatgâhı cehalettir.

İnsaniyetin en korkunç düşmanı cehalettir.

Cehalet, bütün rezalet ve ıstırapların menbaı ve madenidir.

Mevhibe-i İlahiyye’nin en hayırlısı ilim ve irfan olduğu gibi; musibetlerin en şerlisi de cehalettir.

Siz eğer bunları işittiyseniz, işte biliniz bizim yegâne çaremiz şudur ki:

Birincisi; adalet, maarif ve okumaktır.

İkincisi; ittifak ve milli muhabbettir.

Üçüncüsü, herkes kendi işini bizzat kendisi yapsın, sefiller gibi başkasının kudretinden ümit beklemesin ve sırtını hiçbir vasiye dayamasın. 

Son olarak da:

Okumak, okumak, okumak!..

El ele vermek, el ele vermek, el ele vermek!..

Hasan Tayfur / nusaybinim.com

Seçimler ve Tercihler “Oy Kullanma”

Edille-i şer’iyyeye binaen, ülkemizde ki mevcut yapılagelen seçimlerde düstur ittihaz etmemiz gereken bazı kaideleri nazarı mütalaanıza arz ediyoruz.

·         Siyasi mes’elelerin; insanların dünyaya gönderiliş gayesi ve kulluk vazifelerine kıyasla ve bunun neticesi olarak ifa edilmeye çalışılan külli hizmetler bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanı kurtarmak, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmak- yanında, çok tali bir mes’ele –ikinci ve üçüncü dereceden meşgul olunması gereken bir mes’ele- olarak kabul edilmesi elzemdir.

Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun.

Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir.

Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat – Amerika tavukları ne kadardır? gibi- ile vakit geçiriyorsun. gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. (Sözler 272)

Evet, bu seçimlerden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek.

İşte o dava ise imanı kazanmak veya kaybetmek davasıdır. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi? (Asa-yı Musa 20)

·         Oy kullanmak, siyasetten kaçınmak düsturuna aykırı bir durum değildir. Aksine Oy verilmemesi demek, zımni –kayıtsız kalmak suretiyle- olarak belki de dinsizliği siyasete alet eden/edecek partilere destek vermek anlamı taşımaktadır.

Böyle saf gibi davranıp, oyu boşa atmak, yakmak veya hiç sandığa gitmemek; bilerek veya bilmeyerek dinsizliğe ve İslamiyet aleyhindeki dinsizlik cereyanlarına taraf olup destek vermek anlamı taşımaktadır.

Mü’min, akıllı ve uyanık olur ve olmalıdır. Beş yılda bir önümüze gelen sandıklara gidip, vatandaşlık görevimizin bir gereği olarak oy kullanmak, süreklilik arz eden, kulluk vazifelerimizin ikmaline bir zarar iras etmemekle birlikte; Allah katındaki mes’uliyetten ayrıca kurtuluşa bir vesile olacaktır.

·         Herhangi bir partinin mensubu gibi hareket etmemekle – “tarafgirlik yapmamak”  ve “bütün bütün kendini bir partiye endekslememek”- birlikte, hiçbir partinin lehinde veya aleyhinde fikir beyan etmemek ve farklı düşünce ve kanaat sahibi kardeşlerimizi müsamaha ile karşılamak; vatan ve milletin selameti açısından fitnelere meydan vermemek adına, bir zaruret halini almıştır.

Eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler.

Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder.

Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete(çokluğa) bakmaz, keyfiyete(kaliteye) bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Demek Adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür. (Mektubat 445)

Bediüzzaman hazretlerinden Cây-ı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.

(Mektubat  267)

·         Fikirce muhalif şahsiyetlerle, siyasi mevzuların münakaşasından –zira iş inada biner- şiddetle içtinab etmek.

Zira siyasetteki, ifratkarane muhabbetten kaynaklanan İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur. Muhalif tarafında eğer meleği görse; libasını değişmiş, onu şeytan zanneder, adavet lanet eder. (Sözler 718)

·         Bütün ehl-i iman ile esasta ittifakın, diyanetteki izzetin muhafazası ve Tevfik-i ilahi’nin bir sebebi olması noktasından asıl; farklı siyasi tercihlerin ise buna nisbeten tali’ bir mes’ele olarak kabul edilmesi hususu, İslamiyet davasının haysiyetinin muhafazası cihetinde elzemdir.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle bu hakikati şöyle ifade etmiştir; “Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.” (Emirdağ Lahikası-1 180)

Ölçüsüzce yapılan siyaset, insanları  “Allah için muhabbet etme ve yine Allah için buğz etme”  esaslarına zıt bir yola sevk edebilir.

Üstad  hazretleri Uhuvvet Risalesinde “müminlerde şikak ve nifakın, kin ve adavetin” sebebini “tarafgirlik, inat ve hased” olarak beyan eder.

Tarafgirlik, kendi mesleğini, meşrebini veya partisini sevmekte ölçüyü kaçırıp kendi tarafında olmayan kimselere düşmanlık beslemek demektir.  Üstad hazretleri bu çok tehlikeli tarafgirliği şöyle dile getiriyor: “Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice ereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin!

‘Elhubbu  fillahi velbuğzu fillahi’ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyâzü billah ‘El hubbu fissiyaseti velbuğzu lissiyaseti’ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin.” (Kastamonu Lâhikası)

·         Dinimiz; seçimler neticesinde kazanılabilecek veya siyaset yoluyla ulaşılabilecek dünyevi makam ve mertebelere aday olanların sahip olması gereken vasıflardan bazılarını; Liyakat, ehliyet ve salahiyet olarak zikretmiştir.

Dünyevi makam ve vazifeler, liyakat ve ehliyet bakımından müstahak olana tevdi edilir. Tevdi etmek, “geçici olarak, emaneten vermek” demektir. Bulunduğu veya bulunacağı makamda geçici olduğunu bilmesi ve buna göre davranması, her an ölebileceğini hesaba katıp ahirete hazırlıklı olması, liyakat sahibi bir insanın birinci özelliğidir.

İkincisi emin, yani güvenilir olmasıdır. Çünkü emanet ancak emin olana verilebilir. Bir kişinin güvenir­liği Allah’a kulluktaki samimiyet ve ciddiyetiyle ölçülür.

Kulluğunu savsaklayıp unutarak Allah’a ihanet edene asla güven olmaz. Zira “Kork Allah’tan korkmayandan!” denilmiştir.

Nitekim Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Eğer o meseleyi Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere havale etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.” (Nisâ Sûresi, 4:83)

Başka bir ayet-i kerime de ise şöyle buyurulmuştur: “Allah size emaneti ehline vermenizi emreder.” (Nisâ Sûresi, 4:58)

 

·         Her zamanın bir hükmü olmak gerektiğine binaen, bu zamanda siyaset gibi umum mukadderat-ı beşeri alakadar eden mes’elelerde; Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir.

Günümüz şartlarında; siyasi parti tercihinde memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış müsbet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olmak; bir insaniyet borcudur.

Bediüzzaman hazretleri, bu meyanda olarak, Mevcut Hükümetlerin hasenatlarının –vatan ve milletin menfaatine yaptıkları hizmetler-, Seyyiatlarına –vatan ve milletin zararına yaptıkları işler- sadece galip gelmesi nokta-i nazarından mes’eleye, Rahmani bir bakış açısı getiriyordu.

Yani hükümetlerin kusursuz veya günahsız olması noktasından bir hesaplamanın içinde olmak, sağlıklı bir düşünce biçimi olmamakla birlikte, istikametsiz bir duruşu da ayrıca gören gözlere göstermektedir.

Nitekim Kur’an-ı Kerim de şöyle buyurulmuştur; “O gün amellerin tartılması da haktır. Kimlerin sevabı ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (A’raf 8)

Bediüzzaman hazretlerinin, Mevzu ile alakalı bir hatırasında, bir talebesine şöylece tavsiye niteliğinde bir izahat yaptığı nakledilmiştir;

“Üstad, ‘Kardaşım, Halk Parti dine karşıdır. Demokrat da lâkayd. Fakat Halk partisi kolu keser, Demokrat Partisi ise parmağı. Kolun gitmesini önlemek için, parmağın gitmesine razı olacağız’ buyurur.” (Son Şahitler, H.Ömer BİÇER’in Hatıraları, c.II, s.82)

Yani; burada Bediüzzaman, Menderes ailesinin namaz kılmamakla birlikte tesettürsüzlüğüne, şahsi kusurlarına veya birçok dine aykırı ihmallerine bakmıyordu.

Sadece dindar ve Muhafazakârlığına; dinsizliği siyasete alet eden Halk Partisi gibi din düşmanı bir partinin önünde set olmuş bir kitle partisi oluşuna; mevcudiyetimizin hamisi İslamiyete az dahi olsa müsamahakârlığına ve dini özgürlüklere taraftar oluşuna hasr-ı nazar ederek, bizlere de ayrıca ders veriyordu.

Haşiye:“Demokrat parti” manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin partilerinden birisine verilen bir isimdir.

 

·         Belirli bir zümre veya gruba hitap eden, toplumun ekseriyetinde genel bir karşılık bulamayan küçük partilere oy vermemek gerektir.

Zira böyle bir durum, kurulacak hükümetlerin elini zayıflatmak suretiyle, koalisyonlara veya güçsüz iktidarlara sebep olacağı için, ülkeyi dış ve iç şer güçlere peşkeş çekmeye vesile olacağından, bu tür partilere de oy vermek suretiyle asla itibar edilmemelidir.

·         Siyaset yoluyla vatana, millete, İslamiyet’e hizmet de elbette ki ihmal edilecek bir mesele değildir.

Dolayısıyla, Milletin re’yiyle iş başına gelen meşrû iktidarları muhafaza etmek ve memlekette asayişi ihlâl etme istidadı taşıyan hareketlerden şiddetle kaçınmak da, tabi olunacak en mühim esaslar ve düsturlardır.

Aksine, Sevad-ı azama tabi olarak, sadece ülkemiz değil, bütün bir İslam coğrafyasının her köşesinde, yapılan hizmetlerle millet olarak kalkınılmasına vesile olup, milletin maddi ve manevi terakkisine vesile olacağına inandığımız partileri de, hiçbir menfaat ve karşılık beklemeden, oy vermek suretiyle desteklemek gerekir.

Yapılan ve yapılagelmekte olan azim eser ve hizmetleri görmezlikten gelmek herhalde hakşinaslık değildir. Zira Cenab-ı Hak bizi geçmişteki o yokluktan, sefaletten kurtardı.

Bu millet Kur’anın ve ezan okumanın yasak olduğu, Kur’ana ve imana hizmet eden kişilerin sürekli takip edilip hapislere atıldığı, ekmeğin karneyle alındığı, köylerde yol, elektrik ve telefonun olmadığı, vefat edenlere kefenin bulunmadığı günleri çok iyi bilir.

O karanlık günlerden bu aydınlık günlere pek kolay gelmedik, bu harika nimetlere kolay nail olmadık. Bunlara şükür lazımdır ki, devam etsin, elimizden çıkmasın. Evet Nimet şükür görmezse elden alınır.

İnşaallah, yakın bir zaman da meydana gelen ve gelmekte olan, zahiren şer gibi görünen üzücü hadiselerin arkasından da büyük hayırlar çıkacaktır. Evet, bizim hoşumuza gitmeyen hadiselerin arkasında büyük hayırlar olabilir.

Nitekim bir ayette mealen şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:  “İh­ti­mal ki, hoş­lan­ma­dı­ğı­nız bir şey si­zin iyi­li­ği­ni­ze­dir ve ih­ti­mal ki, sev­di­ği­niz bir­ şey si­zin kö­tü­lü­ğü­nü­ze­dir. Siz bilmezsi­niz, Al­lah bi­lir.” (Bakara Suresi 2/216)

Tarihe not düşmek adına, son olarak şunu da ifade edelim ki; hiç merak etmeyiniz her gelen gün, geçen günlerden daha iyi olacaktır. Üstad hazretlerinin  “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!…”  müjdesi inşallah tahakkuk edecektir.

Elhasıl: Siyaset de diğer meslekler gibi bir meslek olarak düşünülmelidir. Bir ehl-i ticaretin insanların ihtiyaçlarını yerine getirmek için   çalıştığı  gibi,  bir siyasî parti ve mensupları da memleketin yönetimine talip olmuşlardır, o konuda çalışırlar.  Herkesin kendi iş yerinde durup müşteri celbetmeye çalışması gibi onlar da partilerini kurmuşlar ve faaliyet göstermektedirler.

Siyaset ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgi ve alakası olmayan insanların, kendilerini alakadar etmeyen başka dünyevî meslekleri icra edenlerin işlerine fazla karışmadıkları gibi, siyasî faaliyetlere de aşırı ilgi göstermekle kendi aslî görevlerini ihmalden hassasiyetle kaçınmalıdırlar. Mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasî olmak zorundadır.

Memleket yönetimiyle ilgili kanaatlerini yahut kendilerince yanlış telakki ettikleri gidişata dair fikirlerini ise yetkililere ya bizzat yahut basın yoluyla, müspet kanallarla iletmekle yetinmelidirler. Bunun ötesine geçtikleri takdirde,  yaptıkları hizmetler büyük zarar görebilir. Evet, Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.

Hasan Tayfur