Etiket arşivi: haşir risalesi

Haşir Manzaraları ve Hesap Günü

Hatıra gelmesin ki: Bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhâsebe-i a’mâli için kapansın, başka bir dâire açılsın? Çünkü bu küçücük insan, câmiiyyet-i fıtrat itibariyle şu mevcûdât içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiyye ve bir ubûdiyet-i külliyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır…” şeklinde başlayan Haşir Risalesi Üçüncü İşâret, bu imtihan diyarının kapanacağını, çok değer verilen insanın yokluğa mahkûm edilmeyeceğini, hem ubûdiyeti, hem de küfrü/şirki nedeniyle hesâba çekileceğini izah etmektedir.

Her kim ki, İlâhî vahye uygun davranmışsa ödüle, her kim de muhâlefet etmişse cezaya mârûz kalacaktır.

Bir mîzân tecessüm edecek, hayır-şer tüm amellerimiz tartılacaktır. Bir ustabaşı, İlâhî saltanatın dellâlı, küllî ibâdetin mazharı olan insanın başıboş bırakılması hiç mümkün mü?

İşte bu âlemin harap olması ve âhretin icâdı, bir muhâsebe içindir. Haşir, amellerin arz ve takdim günüdür. Bir sayım/döküm/değerlendirme ve karar günüdür.

İmân ehli, erginlik çağından itibaren kusur ve günahlarının cezasını görmeye başlar. Dünyâda belâ, musîbet, hastalık gibi sıkıntılarla yüzleşir. Ayrıca da, sekeratta, kabirde, haşirde göreceği azaplar da günahlarının cezasına mahsup edilir. Sonuçta Cennet’e girecek olan mü’min, günahları sebebiyle Cennetteki derecesinden düşme/eksilme yaşar. Kâfir ise, yaptığı iyiliklerin karşılığını çoğunlukla dünyada görür. Âhirette ise, Cehennemde ebedî kalmak üzere, iyiliklerine karşılık diğer ehl-i Cehennem’e göre azabı hafif tutulur.

(Artık her kim) dünyada iken (bir zerre ağırlığında) olsun (bir hayır işlemiş ise, hem işlediği o hayrı, hem de onun sevâb ve mükâfâtını görecektir.) (Ve her kim de zerre miktar bir şer işlemiş ise, hem işlediği o şerri, hem de onun cezâsını âhirette veya daha dünyada iken görecektir.) Dünyada çektiği o belâ ve musîbet vasıtasıyla o günün geleceğinden haberdar edilmiş bulunacaktır.”(1)

Hesâbın görülmesi iki şekilde olur:

Allah’a ait olan hesabımızdır. Çok sur’atli olup bir anda tamamlanır. Tüm mevcûdâtın hesâbı bir anda ve çabukça görülür.

Diğeri ise; âlem huzurunda, melekler aracılığıyla görülen hesaptır. Melekler, birer görevli olarak Allah’ın izni ve sevkiyle insanların hesâba çekilmelerini gerçekleştirirler. Bu hesabın süresi ise, âhiret takvimine/zaman dilimine göredir. Bununla birlikte imân ehli, ameline göre az-çok Haşir meydanında bekletilir. O günün hesâbının çok çetin olacağı da Kur’ân ve Hadîsin ifadeleriyle sabittir.

Meselâ, Hz. İsâ (a.s) kıyâmet gününde “Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah’ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin dedin?”(2) suâli karşısında şaşırıp kalacaktır.

Haşir meydanı…Tüm varlıkların, özellikle insanlığın toplanma mekânı, hesap mahalli.

Haşir meydanı on dokuz melek tarafından kuşatılır, yani ablukaya alınır. Bu görevli meleklerin alınlarının genişliği 40 yıllık mesafeye denk düşmektedir. Çevresi öylesine kuşatılır ki, çıkış noktası bırakılmaz. Tek çıkış kapısı (mânevî gümrük noktası) sâdece Sırat Köprüsüdür.

Cenâb-ı Hak, kimin Cehennem’e atılacağını emrederse, görevli melekler tarafından bu emir derhal yerine getirilir.

O zâlimlerin azabı (öyle) müthiş bir güne te’hîr edilir (ki) o günde”zâlimler (başlarını yukarıya dikerek) gözlerini semâ tarafına çevirip birbirlerine bakamayarak (koşarlar.) Çağırıldıkları tarafa bir korku ve dehşet içinde, bir zillet ve meskenet içinde çabucak varmaya çalışırlar. (Gözleri kendilerine dönüp bakamaz.) Gözleri bir dehşetle yukarıya yönelik apaçık bir halde kalır, göz kapakları kendilerine bakabilmek için harekette bulunamaz. (ve kalplerinin içi ise hayr nâmına her şeyden bomboş olur.) Yani kalpleri pek ziyâde hayret ve dehşetten dolayı akıldan, anlayıştan uzak, âdeta bomboş bir hava gibi bir halde kalmış olur.”(3)

Peygamberler arasında en zengin konumda olan Süleyman (a.s), diğer peygamberlere göre hesabı uzayacaktır.

Sahâbeler içinde en zengin Abdurrahman İbn-i Avf (r.a)’dır. Cennetle müjdelenenlerden olduğu halde, mal varlığının hesâbının uzun ve çetin olacağına dâir rivâyetler vardır.

Tüm zamanlarda yaşamış servet/ikbal/şöhret sahiplerinin sorgusu da, hiç şüphesiz kolay olmayacaktır. Her fert, içinde bulunduğu yaşayış biçiminden sorguya çekilecektir. İlim erbâbının Hakk’ı teblîğ, ma’rûfu ilân/izah, münkerâtı nehiy gibi ağır mes’ûliyetini de unutmamak gerekir.
El an yaşadığımız âhir zamanın yoğun sınavları arasında kabre imânla girip Rahmânın huzuruna yüz akıyla çıkmanın önemini kavramak ve idrak etmek gibi bir misyonun şuurunda olmak/olmamak, kazanmak/kaybetmek durumuyla karşı karşıya bulunduğumuzu unutmamak, Kur’ân’a, Hadîse, onların nurlu hakîkatlerine, asfiyâ ve evliyânın nurlu yoluna baş koyabilmek ne kadar elzem/ehem ve âcil olduğnun farkında olabilmek…

İnsan; göz, kulak, el, ayak, hava, su, yemek, içmek, peygamberlik, kitapların indirilmesi ve onlara muhatabiyet gibi maddî/mânevî her tür ni’metten hesâba çekilecektir. Şekavet ehli için zor, saâdet ehli için kolay bir süreçtir. Gerçek mü’minler için utanç/mahcûbiyet söz konusu olmayacağı gibi; kâfirler için ise yüzlerinin kararması ve derin mahcûbiyetler söz konusu olacaktır.

Şehitler için hesap yoktur. Cenâb-ı Hak, şehitlik mertebelerinden biriyle bizleri taltîf eylesin inşâallah..

Talebe-i ulûm-i diniye olarak ruhumuzu teslim etmek ne büyük bir şeref! Duâmızı bu niyetlerle süsleyelim.

Kıyâmetin manzaralarını anlatan Kur’ân âyetlerini ve Hadîs-i şerîfleri burada kaydetmek, köşemizin sınırlarını aşar. Mânen onlara kulak veren bir mü’min Hakk’a ve hakîkata yüz çevirebilir mi? Oraya hazırlık yapmadan gitme cesâretini gösterebilir mi?

Kîl u kal, oyun/oyuncak, mal/mülk, şöhret/güzellik, servet/zenginlik, dünya/meşgûliyet, korku/makam gibi geçici, fânî engellere takılıp aslî görevini ihmal edebilir mi? Kur’âna hizmetten, Sünnete tebaiyetten, şerîat-ı garrâya ittibâdan geri durabilir mi?

Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!…Belki insan ebede meb’ustur ve saâdet-i ebediyyeye ve şekâvet-i dâimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhâsebe görecek. Yâ taltîf veya tokat yiyecek.”(4)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1- Zilzâl Sûresi, 7-8
2- Mâide, 116
3- İbrâhîm, 43
4- Bedizzaman, Lem’alar, 17. Lem’a, 15. Nota

Kerem ve Rahmet Kapıları

Haşir Risalesi İkinci Hakîkat, “Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir” (1) şeklinde başlamaktadır.

Kerem ve Rahmet; sarf (Arapça’da kelime yapılarını ve kelimelerde oluşan harf değişikliklerini inceleyen, dili meydana getiren kelimelerin çekimlerinden bahseden ilim dalıdır) ve nahiv (kelimelerin cümle içindeki görevlerini ve cümle yapılarını inceleyen, cümle içinde kullanılmasından bahseden ilimdir) ıstılahınca masdardır.

Kerem lûgat olarak; istemeden vermektir. İhtiyaçlarını peşinen karşılamaktır. Rahmet ise; şefkat ve merhamet demektir. Asıl anlamı, kalp şefkatidir.

Kerem ve Rahmet fiilleri ise; Kerîm ve Rahîm isimlerini gösterir.

Şu kâinatta zerreden Arş’a kadar her bir varlık birer eserdir. Her bir eserde birer kapı hükmünde olan İlâhî fiiller gözükmektedir. Kerem ve Rahmet fiilleri de birer kapı durumundadır. Bu kapılardan iki şey görünmektedir:

Biri: Kerîm ve Rahîm isimleriyle isimlendirilen bir Zât-ı Akdes’in vücûbunun vücûdu ve vahdeti,

Diğeri ise; Haşir gerçeği.

Madem âlemde kerem ve rahmet fiilleri görünüyor. Başka bir âlemde devam etmez, geçici kalırsa, yapılan ikram ve şefkatler boşa gider. O rahmet ve iyilik sahibine düşmanlık ederler.

Bu dünyada o kerem sahibini imân ile tanıyarak ibâdetle hizmetine girenlerle, o rahmeti inkâr edenler mükâfat ve ceza almadan buradan göçüp giderler, ölümle eşit hâle gelmiş olurlar.

Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihâyetsiz bir kerem ve nihâyetsiz bir rahmet ve nihâyetsiz bir izzet ve nihâyetsiz bir gayret sâhibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfât, izzet ve gayretine şâyeste mücâzatta bulunmasın? “(2)

Üstad Bediüzzaman (r.a), Haşir Risalesinin bu ikinci hakîkatinde, öncelikle rahmet ve kerem fiilinin eserlerini nazara veriyor, ardından kerem fiilini dört misâlle açıklıyor, sonra da izzet ve celâl fiillerinin yansımalarını gösteriyor. Rahmet fiili üzerinde üç misalle duruyor ve bu fiilerin arkasında esmâyı isbât ediyor, haşri de bu isimler üzerine binâ ediyor.

Ramet ve kerem fiilleri, mü’minleri kuşatır. İzzet ve celâl fiilleri ise kâfirler hakkında tecelli eder. İlâhî ahlâk bunu gerektirir. Mü’minin görevi Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmaktır. Yani mü’minlere karşı şefkat ve merhâmetli, kâfirlere karşı ise, izzetli (azîz) ve celâlli (celîl) olmalıdır.(3)

Yer küre, bir gemi gibi şu fezâ denizinde Allah’ın izniyle dönüyor. Gaybî bir Zât, o geminin temsilcileri olmak üzere Sevr (öküz), Hût (balık), Esed (aslan) ve İnsan adlarında dört melek görevlendirmiş. Bu muhteşem gemiye dört yüz bin çeşit varlıkları doldurmuş…Her birinin isteği ayrı, rızkı, silahı, elbisesi, ömrü, silahı, yiyeceği,görev pusulası ve terhis zamanı ayrı olduğu halde; karıştırmadan, şaşırmadan, unutmadan yardımına koşar ve koşturur kerîm bir Zâtın vücûb-u vücûdunu akıl sahiplerine göstererek ispat eder.(4)

Bu varlıkları karanlıkta bırakmamak için damlarına bir lamba, ısıtmak için bir soba koymuştur.

Böyle bir ikram, kerîm bir Zâtı gösterir. Ancak ömürlerinin kısa olması sebebiyle burada tam doyuma ulaşmadan göçüp gidiyorlar. Demek bir başka diyarda kalıcı ve devamlı nimetlerle buluşmak üzere bir başka memlekete sevk ediliyorlar.

Rızka muhtaç ve ebed diye haykıran tüm mevcûdât; “Yâ Kerîmu yâ Allah” sesleriyle koro oluşturmuş, O cömert Zât-ı kerîme teşekkür ve minnetdarlıklarını sunuyorlar.

Hiç mümkün müdür ki, bin bir çeşit nimetlerini ve eserlerini üzerlerinde gösteren bu kerîm Zâtın varlığına imân edip O’na itaatle boyun eğenlere ebedî ikramlarda bulunmasın? Burada arının eliyle sofrasına koyduğu gıdayı, bal nehirleri halinde onların hizmetine sunmasın?(5)

Takvâ elbisesine bürünenleri en güzel giysilerle sevindirmesin, en güzel koltuklarda ve tefriş edilmiş salonlarda ağırlamasın, en gösterişli sofralara dâvet edilmesin, ziyafetlerde karşılanmasın?(6) Hâşa ve kellâ.

İşte Rahîm ismi ebedî bir Cenneti ve saâdeti, Azîz ismi ise ebedî bir Cehennemi ve mutsuzluğu gerektirir.

Yâ Rab! Bize küllî bir nazarla bakarak bu hakîkatleri hakkıyla idrak etmeyi müyesser kıl.

Senden başka Kerîm yoktur. Kerîm yalnız sensin Allah’ım!

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
2. a.g.y, Sözler, 10. Söz, 2. Hakîkat
3. bkz. Mâide, 54,Fetih, 29
4. Şuâlar, 15. Bkz. Şuâ, 2. Makam; Sözler, 32. Söz, 2.mevkıf, 3. Maksad, 4. Remiz
5. bkz. Muhammed Sûresi, 15
6. bkz.Hac, 23; Kehf, 31; Rahman, 54;Nahl, 80

Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi

Gel şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle, zâbitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki; o teçhizat, o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saâdet tahsîl etmek için mi verilmiştir?… Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlûbatı, düstûr-u harekâtı vardır….Şu matlûbat ise, birkaç günlük bu misafirhânede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’ûdâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki; cüzdan sahibi başka yere namzeddir, başka âleme çalışır… Halbuki eğer bu meydandan başka âli, dâimî bir yer bulunmazsa; şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur…(1)

Haşir Risalesinin her bir satırı binlerce esrârın ve Kur’ânî hakikatın birer tezahürüdür.

Sûretler, hakîkatler ve işâretler birbirini destekler, şerh ve izah eder mahiyettedir. Aralarında ince edebî san’antlarla  örülmüş bir bütünlük, âhenk ve uyum vardır.

Evet, bu dünya Cennet ve Cehennemin bir nümûnesidir. Lutuf ve kahır karışımı nice örnekleri seyretmek için gönderildik bu dünyaya. Allah’ın (c.c.) binbir isminin yarısı celâlli, yarısı cemâllidir. Bu isimlerin asıl tecelli edeceği yer, Cennet ve Cehennmdir. Dünya, zıtların karışımından teşekkül etmiş bir mekândır.

Yukarıdaki metinde geçen ‘şu cemaatler’ tâbiri, insan dışındaki varlıklara işârettir.

‘Reis ve zâbit’ ise, insanı işâret etmektedir. Emîn arkadaş, sersem arkadaşına insanın nasıl bu memleketin reis ve zâbiti olduğunu açıklamaya çalışıyor. Böylesi devâsa bir varlığın dirilmemek üzere toprağın karanlıklarına terk edilemeyeceğini izah ederek Haşrin, yeniden dirilişin zarûrî ve kaçınılmaz olduğunu isbat ediyor.

Bu güzide varlığa bahşedilen organ ve aletlerin bu geçici dünyada tatmin olamıyacağını anlatıyor.

Metinde geçen ‘teçhîzatlar’dan kasıt zahirî ve batınî duygular (on havas ve letâif) dır.

Acaba insanın vücudundaki bu kadar mükemmel donanım ve o donanımı teşkil eden parçalar, bu geçici dünya için verilmiş olabilir mi?

 ‘şu zâbitin cüzdanı’ndan maksat, on latîfeleri taşıyan kalbe işarettir. ‘defter’ ise, on havas ve hissiyata sahip olan akla işarettir.

‘maaş’, âhretteki mükâfat ve ücrete işârettir.

Kalbin taşıdığı on latîfe; kalb, ruh, sır, hâfi, ahfâ, nefis ve dört unsur denilen su, toprak, hava ve güneşten meydana gelen on latîfedir.

Aklın sahip olduğu beş zâhir duygu ve beş bâtın duygudur.

Zâhir olanlar; Görmek, tatmak, işitmek, koklamak ve dokunmaktır.

Bâtınî duygular ise; Hiss-i müşterek, hayal, vâhime, kuvve-i hâfıza, kvve-i müfekkire (kuvve-i mutasarrıfa) dır. Bunlar insanın başında bulunan kuvvelerdir.

İnsan beyninin arka kısmında; ön, arka ve orta kısım olmak üzere ufacık bir yer vardır. Ön ve arka kısımda iki bölüm, orta kısımda ise bir bölüm halinde bulunmaktadır. Ön kısımda; hiss-i müşterek ve hayal bulunmaktadır. Hiss-i müşterek her şeyin fotoğrafını alır. Meselâ, insan korkunç bir varlık gördüğünde, hiss-i müşterek hemen onun fotoğrafını çeker, kuvve-i hayaliyeye gönderir.

Arka bölümde; vâhime ve hâfıza denilen iki havâs vardır. Kuvve-i vâhime, görünen şeylerin anlamını kavrar ve anladığı o şeyleri götürüp kuvve-i hâfızada yerleştirir.

Orta bölümde ise; kuvve-i müfekkire (veya mutasarrıfa) bulunmaktadır. En güçlü duygu olan akıl, tefekkür eder, gördüğü şeyin mahiyeti nedir, korkulacak bir şey midir, gördüğü doğru mudur? Diye tartar, tefekkür eder, değerlendirir.

Bu kadar değerli duygular, bu fâni, geçici hayatla yetinip doyuma ulaşabilirler mi?

“…İşte madem mahiyet-i insaniyyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayâliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi’ mahiyet-i insaniye ebediyetle fıtraten alâkadardır.” (2)

“…Demek en büyük fâni, en küçük bir alet cihâzât-ı insaniyeyi doyuramıyor…(3)

Hiçbir organ, bu dünya nimetlerine razı olmuyor.

Demek insânî duygular, bu dünya ölçüleri baz alınarak verilmemiştir.

Madem insanın maddî ve mânevî tüm cihâzâtı, latîfe ve duyguları, ebediyeti/devamlılığı/kalıcılığı/sürekliliği istiyor. Bu istek burada karşılanamıyor, öyle ise bu istekleri insana takan ve yerleştiren Zât, başka bir memlekette ebedî ve doyumlu bir biçimde karşılayacaktır.

İnsan bu dünyada ihtiyaçtan dolayı yer içer. Cennette ise sadece lezzet için yer içer. (4)

Bu duyguları yaratan ve insana veren kim ise; ebedî bir mekânda arzularını tatmîn edecek olan da odur. Dilin, gözün ve diğer organların tatmîn yeri ancak Cennet olabilir.

Cennette göz, beşyüz senelik mesafedeki nimetlerin ve güzelliklerin en ince noktalarına kadar nüfuz eder.

Duygu ve latîfeler, bu imtihan yerinde iman,  ibâdet ve takvâ ile ne kadar terakkî edip gelişirse, Cennette o nisbette lezzet alır ve mutluluğa erişir.

O Kerîm Zâtın şe’nindendir ki, insanı yokluğa mahkûm etmeyip en mükemmel şekilde isteklerini yerine getirerek Kerîm isminin gereğini yerine getirmiş olsun.

Hayâlini nasıl râzı edebilirsin? Diyelim ki, Mekke-i mükerremeye gitmeyi hayâl ettin, ama gerçekte gitmen mümkün olmadı, hayâlin gerçekleşmedi. Ama bu isteğin Cennette yerine getirilecektir. Çünkü orada zaman ve mekân kaydı yoktur. Dünyadaki hayal sur’ati ne kadar hızlı ise, Cennette de bedenin hızı o orandadır. Cisimler, hayal hızında hareket edeceklerdir. Üstelik trafik işareti, hız limiti, ağır trafik cezaları da uygulanmamaktadır.(5)

‘Cüzdan’ tâbiriyle  insan kalbindeki on latîfeye dikkat çekilmektedir. Bunlardan sadece latife-i Rabbâniye denilen ‘sır’ latîfesine bakacak olursak, dünya verilse tatmin olmaz. Onun arzusu Cennetle de  yerine gelmiş olmaz. Ancak rü’yet-i Cemâlullah ile mutmain olabilir. Böyle bir arzunun yerine gelebilmesi için, haşrin açılması gerekir. (6)

Uyanmış, ibâdet/takvâ/tefekkür/zikir/duâ ile inkişaf etmiş bir kalb’e Cennetin bütün nimetlerini verseniz, yine onu razı edemezsiniz. Çünkü insan kalbi, Rahmânın arşıdır, merkezinde Allah’tan başka hiçbir şeyi kabul etmez. Kâmil ve hakîkî  insan  profili böyle ortaya çıkar.(7)

Dünya ve ahretin sultanı olan insana, öyle bir rütbe ve makam verilmiş ki, en son Cehennem’den çıkıp Cennet’e girecek olan bir mü’mine, yer kürenin on katı bir saltanat verileceği hadîs-i şerifle sabittir.

Yetmiş bin saray, yetmiş bin hûrî ile bütün arzularına hitap eden bir memleket insanın arzularının emrine tahsis edilir. Verilen bu mülk ve saltanat geri de alınmaz, ebedî olarak onun istifadesine sunulur. Artık tüm arzu ve isteklerine kavuşmuş olur. Allah, Cennet ehlinden, onlar da Allah’tan razıdırlar.

Bu dünya saltanatı için boğuşanların, ebedî yurdun, ebedî saltanatından gafil olmaları ne acıdır değil mi?

İşte insanın yaratılışına yerleştirilen isteme duygusu, Rabbimizin vermek istemesindendir.

“ Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmâna teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umûmen isterim.”(8)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

  1. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Onuncu Söz, Onikinci sûret
  2. Şuâlar, 11. Şuâ, Sekizinci meselenin Bir Hulasası
  3. Sözler,10 Söz, 11. Hakîkat
  4. bkz. Sözler, 28. Söz
  5. bkz. Sözler, 28. Söz
  6. bkz. Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf
  7. bkz. Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve
  8. Sözler, 17. Söz, 2. Makam

Muhâsebe için tutulan kayıtlar

…Her yerde, her köşede, müteaddit fotoğraflar kurulmuş, sûret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukûâtı zaptediyorlar…” (1)

Haşir Risalesinin mâna yüklü derinliklerinde seyâhat ederken, yedinci sûrete girip meyvelerinden koparmak istedik. Oniki Sûret, dört işaret ve oniki hakîkatın her biri, öylesine ilmî, hâlî, aklî, kalbî, rûhî meseleleri ve hakîkatleri en yüksek mertebede izah ve isbat ediyor ki, insanı evc-i kemâlatın zirvelerinde dolaştırıyor, bütün latîfelerini okşayarak bambaşka ufuklar açıyor, sırların derûnunu keşfediyor, esmânın kapılarını açıyor, sıfatları okutturuyor. Tekvînî ve teklîfî şerîatın çerçevesini ve boyutlarını ortaya koyuyor.

Haşir Risalesinin ana temeli altıncı hakîkattir ve bu hakîkatte Celîl ve Bâkî isimleri izah edilmektedir. Diğer hakîkatler ve isimler ise, bu hakîkat ile bu isimler üzerine bina edilmektedir. Dördüncü işâret, altıncı hakîkatin, dolayısıyla Haşir Risalesinin bir özeti hükmündedir.

Bu görünen memlekette öyle bir gözetleme ve kayıt sistemi kurulmuş ki, bir kıpırdama, hareket, iş, söz ve tavırlar şeklen ve sûreten murâkebe ve muhafaza ediliyor.

Metinde geçen “fotoğraflar” tâbiri, Levh-i Mahfûza, onun nümûneleri olan kuvve-i hâfızalara, çekirdeklere, tohumlara, nutfelere ve yumurtalara; hava, toprak, su ve güneş gibi unsurlara işaret ediyor. Sadece insanın amelleri değil, aynı zamanda kâinatta cereyan eden bütün iş ve işlemler kaydediliyor.

Havadaki her bir zerre, fotoğraf makinası gibi her şeyin ses ve şekillerini çeker. Bütün unsurlar birer muhafaza memuru olarak insanın yaptıklarını kaydederek, kıyamet günü otaya dökerler. Her şey Hafîz ismine birer aynadır. Nasıl ki ev ve iş yerlerine kameralar yerleştiriliyor, kâinat sultanın da, memleketinin her zerresine gizli kameralar yerleştirmesi mümkün ve gereklidir.

Her bir hava zerresi bir kamera görevi yapmakta, hem alıcı, hem de verici görevi yaparak ses ve sûretleri aynı anda bütün hava zerrelerine bildirmektedir. Her bir insanın parmak izleri, dokunmak şeklinde kayıt işlemine tâbi tutulmaktadır.

Hizmetin küçüklüğü-büyüklüğü insana göredir. Allah’a (c.c) göre her hizmet kayda değer mahiyettedir. Her tarafta yazıcılar (kâtipler), stenograf hassasiyetinin ve çabukluğunun çok ötesinde kayıtlarını ince ve hassas bir performansla;

-Sûretlerini alıyorlar,

-Yazıyla kayda geçiriyorlar.

En üst noktada, en yüksek kapasite ile çalışan bir kamera (Levh-i Mahfûz) kurulmuş, memleketteki her hâdiseyi tüm ayrıntısına kadar bir anda zapteder. Bu ana kayıt merkezi, varlık âlemine çıkarken ve varlık âleminde iken kesintisiz bir biçimde, küçük kameraların (hâfızalar, tohumlar, çekirdekler, hava atomları gibi) tüm bilgi ve kayıtlarını tutar, varlık âleminden gittikten sonra da belleğindeki veri tabanında saklar.

Cenâb-ı Hak, Hayy ismiyle Levh-i Mahfûza tecelli ettiğinden, kayıt altına alınarak bir nevi hayata mazhar olur. Demek o büyük ana kameraya geçen sûretler/fotoğraflar/resimler cansız değildir. Cenâb-ı Hakk’ın Alîm ve Hafîz ismlerinin de tecellisiyle hiçbir nesne kaybolmuyor. Levh-i Mahfûzun kapsama alanı, tüm âlemleri toptan içine alacak tarzda programlanmış yüksek kapasiteli bir görüş alanıdır. Ezelî ilmin tecellîsine mazhar olduğu için, zaman üstü olup bütün zamanları birden görür ve kuşatır. Her şeyin içini ve dışını birlikte kaydeden bir mahluktur. Tıpkı röntgen, tomografi, MR (Manyetik Rezonans/em ar) gibi kaydediyor. Çünkü ilerideki muhâkeme, muhâsebe ve davranışlar (muâmele) bu kayıtlar esas alınarak gerçekleşecektir.

Üstad’ın ifadesiyle; “…İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle ‘manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı a’lâdır” (2)

İşte bu manzaranın adı; mukarrebîn meleklerinin de toplandığı ve tasarrufları altında olan ‘mele-i a’lâ’ dır. Bu melekler, insan için bir seyrangâh olan Levh-i mahfûzdaki amellerini seyrediyor.

Âlemde hiçbir şey kaybolmuyor. Eşya; vücûda gelmeden, geldiğinde ve gittikten sonra üç defa kaydedilmiş oluyor.

Cenâb-ı Hakk’ın bunları yazıyla kaydettirmesi İmam-ı Mübîne, sûretlerinin/görüntülerinin alınması da Kitâb-ı Nübîne işâret etmektedir. Bütün bunlar, Allah’ın (c.c.) zulmetmediğini göstermek ve şâhidlerin huzurunda ortaya koymak için yapılmaktadır. Aynı zamanda insanı daha dikkatli ve duyarlı olmaya da sevk etmektedir.

Ayrıca da, kurulan saltanat ve yönetim anlayışının kayıt ve tescil yöntemiyle, yönetilenlere karşı haksızlık ve kayırmacılıktan uzak bir sistemin (bilişim ve teknoloji ile her türlü sağlıklı tesbitlerin) teşkil ve teşekkülüne teşvik etmektedir.

Hz. Süleyman (a.s)’a bahşedilen mu’cizevâri bir devlet teşekkülünü de örnek olarak nazarlarımıza sunmaktadır. Ehl-i saltanata (yöneticilere) devlet sistemiyle alakalı ipucu niteliğinde pek çok mesajlar vermektedir.(3)

İşte bu dikkatli hıfz ve muhâfaza, elbette bir muhâsebe içindir.

Meselâ; Cenâb-ı Hak, kıyâmet günü hava zerresini çağırır, kayıt ve diğer görevlerini yapıp yapmadığını sorar. Hesâbını aldıktan sonra meleklere emrederek içindeki kayıtları (bilgileri) boşaltıp bir insan gibi Cennet’e götürmelerini emreder. Her mevcûdun hesabı böylece sorgulanıp tamamlanacaktır. İnsan hâfızası getirilecek, bir CD gibi döndürülecek, mercimek tanesi kadar olan o mânevî hâfızada her şey gösterilecektir.

Çorak araziden niçin ürün vermediğini, yabani otlardan sebze ve meyvelerin yetişmelerine neden engel olduğunu, kısaca ineği, sineği, tüm varlıkları sorgular, gereğini yapar. Çünkü Âdil-i mutlak, teklîfî kanunlara uymayan insanları ve cinleri cezalandırdığı gibi, tekvînî (kevnî/yaratılış kanunu. Kainatta kurulu düzen, fizik kanunlarının bütünü) kanunlara muhâlefet eden mevcûdâtı da cezalandıracaktır.

Her iki cihanda mes’ûd ve bahtiyar olmanın yolu, her iki şeriata tam riâyet etmekle mümkündür.

Bu memlekete gönderilen en değerli varlık olan insan; Firavunlaşmış, Nemrutlaşmış, zulmetmişse, başıboş mu bırakılacak? Başını secdeye koyanla, Sultana baş kaldıran aynı seviyede mi tutulacak? “ (Hâşa) Şeriat çağ dışıdır, modern bir hayatta tesettüre ne gerek var, Kur’ân hükümleri geçmişte kaldı, kısacık beşerî aklımızla koyacağımız hükümler ve sistemler bizi idare edebilir” hezeyanını kusanla, Kur’ân ve Sünnete inkiyâd etmiş bir insan arasında fark gözetilmeyecek mi? Hâşa! Aslâ ve kat’a…Herkesin mükâfâtı ve mücâzâtı, ince ve dakik bir hesapla gerçekleşmiş olacaktır.

Haşir meydanı büyük bir meydandır. Kaçışları önlemek için omuz omuza verecek olan azametli on dokuz melek görevlendirilir. Haşrin etrafını ablukaya alırlar. Sırat Köprüsünden başka hiçbir çıkış yolu yoktur. O gün orada bütün yollar Sırat Köprüsüne çıkar. Allah (c.c) şer’î hükümleri Sırat Köprüsü şeklinde tecessüm ettirecektir. Bu hükümlere uyanlar dünyada iken mânen geçmiş sayılırlar. Sırat Köprüsü, tıpkı şer’i şerif gibi kıldan ince, kılıçtan keskindir.

Üç bin yıllık mesafedir. Bin yılı yokuş, bin yılı düz, bin yılı ise iniştir. Cehennem üzerine kurulduğu için, geçemeyip düşenler Cehennem’e yuvarlanırlar. Herkes bu köprüden geçecektir. Ama geçişler farklı farklı olacaktır. (4)

Demekki bu geçici dünyada her şeyin kayıt altına alınması, haşmetli bir padişahın, kudretli bir sultanın büyük bir mahkemesinin var olduğunu göstermektedir.

Daha pek çok sırları içinde barındıran bu yedinci sûretle ilgili özet bilgileri, köşemizin imkân verdiği ölçüde ifadeye muvaffak kılındık biiznillah.

Daha bunun gibi pek çok hakîkatın müzakeresinde ve ‘Cennet’in câzibesi’nde buluşmak temennisiyle, şimdiden mübarek Kurban bayramınızı tebrîk eder, hacılarımızın ‘Lebbeyk’ nidâlarına kalben, rûhen ve niyeten iştirak etmeyi Ka’benin Rabbinden niyaz ederim.
(Devam edecek…)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1.Bediüzzaman Said Nursî, 10. Söz, yedinci sûret
2. Sözler, 26. Söz, 2. Mebhas
3. bkz. Sözler, 20. Söz, 2. Makam
4. bkz. Sözler, 4. Söz

Haşir Risalesinin Hakkıyla Anlaşılması

Sanırım Haşir Risalesi üzerine beşinci yazımız. Daha pek çok beşi geride bırakacak gibi görünüyor.

Haşir Risalesinin daha iyi anlaşılabilmesi için bazı noktaların tesbitine ihtiyaç vardır.

Üstad Bediüzzaman (r.a) Haşir Risalesinde üç hakikatı isbat ediyor:

1.Öncelikle kâinattaki eserleri nazara verip muntazam fiilleri isbat ediyor. Fiil failsiz olmadığından, elbette bu hârika işlerin failini (yaratıcı ve yapıcısını) anlatarak vücûbunun vücûdunu ve vahdetini isbat ediyor. Vâhid ismi vahdâniyyet sıfatından gelmektedir. Vâhidiyyet; Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri, isimleri ve sıfatındaki birliğidir.

Ehadiyyet ise; Zâtının birliğidir. Demek ki Vâhid; Ef’âl, esmâ ve sıfatında bir olan demektir. Ehad ise, zâtında bir olan demektir.

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtında ortağı olmadığı gibi; ef’âl, esmâ, sıfat ve şuûnatında dahi şerîki, nazîri, niddi, zıddı, misli, misâli ve mesîli yoktur.

Demek tevhîd beş mertebede ortaya çıkar:

a)Cenâb-ı Hakk’ın Zâtında şerîki yoktur.

b)Şuûnâtında şerîki yoktur.

c)Sıfatında şerîki yoktur.

d)Esmâsında şerîki yoktur.

e)Fiillerinde şerîki yoktur.

2.O muntazam fiillerin kaynağı olan İlâhî isimleri nazara verip onları isbat ediyor.

3.O Esmâ üzerine cismânî haşri koyarak isbat ediyor.

Bu hususun açıklamasını Barla Lâhikasında şöyle ifade ediyor: “Her bir hakîkat, üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vâcibü’l-Vücûdun vücûdunu, hem esmâ ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip, isbat ediyor. En muannid münkirden, tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes, her hakîkatten hissesini alabilir. Çünkü, hakîkatlerde, mevcûdâta, âsâra nazarı çeviriyor…

Bir başka nokta ise; Haşir Risalesinde geçen sûret ve hakîkatlerde, öncelikle kâinatta cereyan eden tekvînî kanunlara dikkat çekiliyor. Teklîfi kanunlar üzerinde durulmadığı (tayyedildiği) için isbatı görünmese de, sonuçta onların isbâtı ve hakikatı da ortaya çıkmış oluyor. Çünkü teklif olmazsa haşrin olmasının da bir anlamı olmaz. Her şeye hakkını vermek, bir ölçü çerçevesinde yaratmak, her şekilde (istidat, ihtiyaç, ıztırar lisaniyle) yapılan tüm duâlara cevap vermek, haksız olanların hakkından gelmek, bir adaletin varlığını gösterir. Öyle ise, tüm varlıkların reisi ve efendisi olan insan için Allah ve kul haklarının korunmasını temin edecek bir kanuna ihtiyaç vardır. Bu ise, peygamberler aracılığıyla insanlığa tebliğ edilen teklîfî kanunlardır. Yani Şerîat-ı garrâdır.

Madem insanlığın bir kısmı, hukûkullah ve hukûkul ibâddan ibaret olan ‘adâlet’e uymakla imân, sâlih amel ve takvâ dâiresinde hareket ettikleri gibi; bir kısmı da, inkâr veya isyan bayrağını açarak adalete sırt çevirip küfür, şirk ve isyan yolunu tercih ediyorlar. Öyle ise, zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalarak ölüm gerçeğiyle eşit ve aynı seviyede yaptıklarıyla baş başa bırakılmış oluyorlar. Mutlak adalet sahibi olan Allah, zulüm ve haksızlık yapmaktan münezzeh ve beridir. Öyle ise, gerçek adaletin ve ayrışmanın gerçekleşmesi için bir haşre ve neşre ihtiyaç vardır. İyiler için ödül, kötüler için bir cezanın ön görülmesi, adaletin tam ve mükemmel olarak te’sis edileceği büyük bir mahkemenin kurulmasıyla mümkün olabilir. Onun yeri de âhiret yurdu ve mahşer meydanıdır.

Çok önemli bir başka nokta da; Haşir Risalesi okunurken, baştaki sûretler, hakîkatlerle birlikte okunmalıdır. Bir sûret, bir hakîkat şeklinde takip edilmelidir.

Başta şu kâinatı hiç yoktan var eden ve idare eden Vâcibü’l-Vücûd, bin bir ismiyle haşri isbat eder.

Resûl-i Ekrem (a.s.m) başta olmak üzere tüm peygamberler, mu’cizelerine dayanarak haşri isbat ederler. Ulûhiyyet risâletsiz olmaz. Zât-ı Ekrem (s.a.v) hem tekvînen, hem de teklîfen en mükemmel kuldur. Tekvînen ve teklîfen bütün mevcûdâtın ibâdet ve isteklerini İlâhî dergâha sunmuş, Rabbü’l-Âlemînin istek ve arzularını da eklîfen alıp beşere getirmiştir. Risâlet-i Muhammediye, haşrin en büyük ve en güçlü delilidir.

Öyle ise, “Lâ ilâhe illallah” cümlesi, “Muahhammedün Resûlullah” sız olamaz. Bütün esmâ-i İlâhiyyenin tasdîk ve ikrarı ancak bu iki cümleyi birlikte söylemek ve tasdîk etmekle mümkündür. Kemâl sıfatı ve Kâmil ismi “Muhammedün Resûlullah” sız olamadığı gibi, umûm sıfat ve esmâ da “Muahammedün Resûlullah”sız olamaz. Çünkü onları ruh aynasında en mükemmel biçimde yansıtan Muhammedî hakîkattır. Bu hakîkatın hâricinde nur ve kurtuluş arayanlar beyhûde bir arayış içindedirler.

Tek bir sıfat veya esmâyı inkâr, haşri inkâr olduğu gibi, bir tek peygamberi inkâr da haşri inkâr anlamına gelmektedir.

Başta Kur’ân olmak üzere bütün semâvî kitaplar ve suhûflar haşri isbat ederler.

Bütün evliyâ kerâmetlerine, asfiyâ ise hüccet ve delillere dayanarak haşri isbat ederler.

İnsanaki bekâ aşkı ve ebedi yaşama şevki haşri açıkça isbat eder.

Öyle ise haşir ve neşir haktır. Haşre inandık ve iman ettik. Madem haşir meydanına gidilecek. Öyle ise, her insan; söz, fiil ve davranışlarından sorumlu tutulacak. İlâhî rıza dairesinde bir hayat sürmekten başka çare yoktur.

Kıyâmet gününde sual ve cevaplar; Arş-ı A’zamdan gönderilen Kur’âna, onun müfessiri olan hadîse, Kur’ân ve hadîsin de müfessiri olan icmâ-i ümmete ve kıyâs-ı fukahâya göre olacakır.

Şayet amellerimiz edille-i şer’iyye dairesinde ise korkmamalı, aksi ise korkmalı ve titremeliyiz.

Şayet iman selâmeti ve sağlam akidemz varsa, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

El mevtü yevmü nevrûzina= Ölüm, nevrûz günümüzdür

(Devam edecek…)

İsmail Aksoy