Etiket arşivi: haşir

HAŞİR RİSALESİ’NİN KIYMET VE EHEMMİYETİ

Haşir Risalesi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan 10. Söz eserinin diğer ismidir. Kıymet ve ehemmiyeti noktasında da Risale-i Nur Külliyatı’ndan pasajlar ile konuyu ele alacağız İnşaAllah.

Onuncu Söz ile ilgili Sözler eserinin sonundaki fihristte şu bilgiler yer almaktadır;

“ONUNCU SÖZ: 

 فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

âyetinin mealinde ve haşir ve âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatini, on iki mantıkî ve makul suret-i temsiliye ile ve on iki hakaik-i kàtıa-i bâhire ile tefsir etmekle beraber, iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan, o ispata karşı teslim olur. İzn-i İlahî ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.” (1)

Burada da geçtiği üzere, Haşir Risalesi “iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan, o ispata karşı teslim olur. İzn-i İlahî ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.” Bu derece etkili bir eserdir.

Haşir Risalesi sadece başında geçen Rum Sûresi 50. Âyet-i Kerîme’nin tefsiri değildir.

Rum Sûresi 50. Âyet-i Kerîme’de mealen şöyle buyurulur; “Şimdi Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şübhesiz ki O, ölüleri elbette dirilticidir. Çünkü O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (2)

Bu Âyet-i Kerîmenin tefsiri sadedinde Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi’nde şu ifadeler geçmektedir; “Her bahar mevsiminde ihya-yı arz keyfiyetinde üç yüz bin tarzda haşrin numunelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyiz ile nazar-ı beşere gösteriyor ki bunları böyle yapan zata, haşir ve kıyamet ağır olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüz binler envaı, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatasız, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad’in sikkesi olduğundan şu âyetle güneş gibi vahdaniyeti ispat etmekle beraber, güneşin tulû ve gurûbu gibi kolay ve kat’î, kıyamet ve haşri gösterir.” (3)

Haşir Risalesi’nin sadece başında bulunan âyetin tefsiri olmadığına delillerimizden biri de “haşir ve âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatini” tefsir ettiğinin ifade edilmesidir. Burada haşir yani öldükten sonra dirilme ve âhiret hakkındaki âyâtın/âyetlerin mühim bir hakikatini tefsir ettiği net bir şekilde anlaşılmaktadır. Demek ki Haşir Risalesi’nin kıymet ve ehemmiyetinin bir noktası da bir tek âyetin değil konuyla ilgili âyetlerin tefsiri mahiyetinde olmasıdır. Konulu tefsir bağlamında ele alacak olursak, Haşir Risalesi; öldükten sonra dirilme ve âhiret ile ilgili âyetlerin genel bir şekilde ele alınarak, mânâ bakından tefsir edildiği mükemmel bir eserdir.

Onuncu Söz’ün fihristinde geçen yerde, “on iki mantıkî ve makul suret-i temsiliye ile ve on iki hakaik-i kàtıa-i bâhire ile tefsir et”tiği belirtiliyor. Haşir Risalesi’nde on iki mantıkî/mantıklı ve makul/aklın kabul edeceği kıyaslamalı temsil vardır. Ve “on iki hakaik-i kàtıa-i bâhire ile tefsir etmek”tedir. On iki apaçık, belli kesin hakikatlerle tefsir etmesi de aklî – mantıkî delil isteyenlere bir deva hükmündedir.

Haşir Risalesi’nin yüzlerce Kur’ân-ı Kerîm âyetinden süzülmüş damlalar olduğu Mektubat eserinde şöyle ifade edilmiştir;

“Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarattır.” (4)

Kur’ân-ı Kerîm’in manevî bir tefsiri olan Risale-i Nur eserleri yüzlerce ilgili âyeti de mânâ olarak ele almıştır.

Peki başka ne gibi önemi var bu eserin? Cevabı;

“…hakaik-i imaniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da çocuklara da bildiriyor.” (5)

Bu nokta üzerinde durulması lâzım gelen çok önemli bir noktadır. En büyük bir dâhî telakki edilen yani kabul edilen İbn-i Sina, fehminde/anlatışında aczini itiraf etmiş ve haşir konusunda “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Yani haşir/öldükten sonra dirilme nakli bir meseledir ama akıl ile biz bunu anlayamayız demiş. Onuncu Söz olan Haşir Risalesi, o zâtın yani İbn-i Sina’nın dehasıyla yetişemediği hakaiki/hakikatleri; avamlara/halk tabakasına da çocuklara da bildiriyor.

Peki Haşir Risalesi’nin kıymeti takdir edilmiş midir? Cevabını da Barla Lâhikası’nda şöyle alıyoruz;

“Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim.” (6)

Eserin müellifi/yazarı olan Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin bile bu mektubu yazdığı zaman “elli defa mütalaa” ettiği görülüyor. Ve her defasında da bir zevk almış ve sürekli okumaya ihtiyaç hissetmiş. Biz de aynı şevk ve gayret ile okumalı ve mütalaa etmeliyiz. Çünkü sürekli Kur’ân ve Îmân hakikatlerine ihtiyacımız vardır.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin talebelerinden Hafiz Halid Ağabey’in bir mektubunda harika olan Haşir Risalesi ile ilgili şunlar geçmektedir;

“Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden haşre dair olan risalesi pek hârikadır, câmi’dir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gayet kuvvetli ve kat’î delail-i akliye ile ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar.” (7)

Bir önceki yerde İbn-i Sina örnek verilmişti. İbn-i Sina haşir meselesinde “Akıl buna yol bulamaz” demişti. Buradan da anlaşılacağı üzere İslâm âlimleri tarafından da sırf naklî bir mesele olarak görülmüştür, haşir meselesi. Naklî yani âyet ve hadislerde bu mesele vardır, îmân ederiz şeklinde ifade etmişler. Haşir Risalesi de bu naklî meseleyi kesin aklî deliller ile ispat etmiştir. Elhamdülillah bu eser vesilesi ile çoklar imanını kurtarmıştır.

Haşir Risalesi ile Tarihçe-i Hayat’ta geçen şu ifadeler de konumuza bakmaktadır.

“Evet Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalaleti susturdu.” (8)

Haşir meselesi, imanın şartlarından olan âhirete iman konusunun içindedir. Îmânın azîm/büyük bir rüknüdür yani esasıdır. Haşir Risalesi de çelikten bir sur oldu ve Allah’ın izniyle ehl-i dalâleti yani doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseleri susturdu.

İçerik olarak Haşir Risalesi;

“Onuncu Söz, on iki parlak ve kat’î hakikatler ile Esma-i Hüsnadan bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını ispat ve izah eylemiş.” (9)

Haşir Risalesi hakkında şu bilgiler de önem arz etmektedir;

“Üstâdımız Barlada iken bir bahar gününde rahmet-i İâhiyenin âsarını bağ ve bahçelerde müşahedesinden ve ihtiyarsız olarak

 فَانْظُرْ اِلَي آثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

  اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِي اْلمَوْتَي وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Âyet-i kerimesini kırk defaya yakın okumasından sonra, tul’u etmiş gayet kıymettar ve bu zamanda çok lüzumlu ve inkâr-ı haşir mefkuresini köküyle kesip, İbn-i Sina gibi acib bir dahinin (haşir, bir mes’ele-i nakliyedir, akıl bu yolda gidemez) dediği haşri en basit fehme de kabul ettiren; ve haşrin binler nümunelerini arz yüzünde gösteren ve haşri iktiza eden pekçok esma-i ilâhiyeden tut, tâ mahiyet-i insaniyenin acib istidad ve garib cihazatının iktizasına kadar herşeyde haşri isbat eden bir risaledir.” (10)

Haşir meselesi ile ilgili şu ifadeler ise dikkat çekicidir;

“…hakikat-i haşir ve kıyamet, ism-i a’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır.” (11)

Demek ki bu mesele ism-i a’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharı olan bir meseledir.

Burayı kısaca izah edecek olursak;

“İlahî kudretin dünyadaki tecellisi perdeli ve derecelidir,   âhiretteki tecellisi ise ânî ve def’îdir. İşte bir ismin ya da sıfatın en ileri derecede  tecellisine “âzamî tecelli” denilmektedir.  Haşirde ölmüş cesetlerin bir emirle bir anda ve sebepsiz olarak hayat bulmaları kudretin azamî tecellisidir. Diğer isim ve sıfatları da buna kıyas edebiliriz.

Her isim ya da sıfatın kendine has bir tecelli sahası vardır ve bu isimler en parlak şekilde  bu sahada kendini gösterirler, diğer isimler bu sahada ikinci planda kalırlar. İkinci planda kalan isimlerin de birinci planda tecelli ettiği başka sahalar vardır. Haşir de bir sahadır, bu sahada azami derecede  Muhyi ismi ve Kudret sıfatı tecelli eder.” (12)

Kıymet ve ehemmiyetini izah sadedinde kaleme almaya çaba sarf ettiğimiz Haşir Risalesi için Üstâd Bediüzzaman Hazretleri “Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu” demektedir.

Yazıldığı dönem itibariyle zındıkların/dinsizlerin kâfirane yani kâfirlere yakışır şekildeki fikirlerini tam kırdığını ve onları susturduğunu da şuradan öğrenmekteyiz;

“Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belayı def’etti: Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve Harb-i Umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda, Onuncu Söz çıktı ve tabedildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu.” (13)

Haşir Risalesi, inkârcıların cismanî yani beden ile tekrar dirilmeyi inkâr ettikleri bir zamanda ortaya çıkmıştır;

“Kanaatimiz geldi ki ehl-i ilhadın haşr-i cismaniyi inkâr etmek istedikleri hengâmda iktidar ve ihtiyarımızın haricinde Onuncu Söz yazdırıldı.” (14)

“Yazdırıldı” meselesi ile ilgili şu yazımıza bakabilirsiniz. (15)

Konuyla ilgili Eskişehir Müdafaanamesi’nde de şöyle geçmektedir;

“Onuncu Söz, sekiz yüz nüshasıyla, o zaman hükumetin müsaadesinden istifade edip yayılmasıyla, ehl-i dalâletin kalblerindeki inkâr-ı haşri kalblerinde sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi; ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz’ün harika bürhanlarını gözlerine soktu. Evet, Onuncu Söz, haşir gibi rükn-ü azîm-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalâleti susturdu. Elbette Hükumet-i Cumhuriye bundan memnun oldu ki, meclisteki mebusanın ve vâlilerin ve büyük memurların ellerinde kemâl-i serbestî ile Hükumet-i Cumhuriye’nin müsaadesinden istifade ederek gezdi.” (16)

Haşir Risalesi’ni ehemmiyet ve kıymetini anlamak için hangi dönemde yazıldığını bilmek gerekir. Yazıldığı dönemi bilmeden kıymetini ve önemini de tam mânâsıyla anlayamayacağımız muhakkaktır. Haşir Risalesi’nin yazıldığı dönem ile ilgili şu bilgilere kaynaklarda yer verilmiştir;

“Bütün nüshaları kontrol edip hataları tashih eden Said Nursî, (sekiz yüz aded olan) bu kitabları kısa zamanda etrafa dağıttı. Bunlardan bir kısmını mebuslara ve devlet memurlarına dağıtılmak üzere Ankara’ya gönderdi. Bediüzzaman’a göre, bu risalenin Ankara’ya gönderilmesi, Eğitim Komisyonu’nun cismanî haşri inkâr eden fikirlerin telkin edilmesine dair aldığı resmî kararla aynı zamana denk gelmişti. Komisyon çalışmalarında bulunan bir üye, bu konunun tartışıldığı bir toplantının ardından, yanında Haşir Risalesi olan bir mebusla karşılaştı. Kitabı fark edince o mebusla karşılaştı. Kitabı fark edince o mebusa şöyle dedi: ‘Said Nursî, bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor.’ Bir süre sonra Kazım Karabekir Paşa, Said Nursî’yi bu gelişmelerden haberdar etti. Bunun üzerine [Said] Nursî şu değerlendirmeyi yaptı: ‘Kardeşim! Maarif Şûrası’nın böyle bir karar aldığından benim haberim yoktu. Onların kararına göre Cenâb-ı Hak Haşir Risalesi’nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı.’ ” (17)

Yazılış sürecindeki bu olay, Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyetin mealini aklımıza getiriyor;

“Onlar tuzak kuruyorlardı (ama) Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (18)

Cenâb-ı Hak, öldükten sonra dirilmeyi inkâr için çalışmaların yapıldığı bir dönemde, onların tuzaklarını yerle bir ediyor.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, Haşir Risalesi’nin âhireti ispat noktasındaki kuvvetini de şöyle tarif eder;

“…iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki, bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan o isbata karşı teslim olur, izn-i İlâhi ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.” (19)

Bu eserde geçen teşbih ve temsillerin hayalî hikayeler değil, doğru hakikatler olduğunu da şu yerden öğrenmekteyiz;

“İhtar: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi hem teshil hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabîlinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.” (20)

Bu doğru hakikatleri okumayı, anlamayı, yaşamayı Cenâb-ı Hak cümlemize nasip eylesin.

Onuncu Söz Haşir Risalesi’nin bir hülasası gibidir; Dokuzuncu Hakikat. Bu sebepten dolayıdır ki Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Dokuzuncu Hakikatin ehemmiyetini şöyle belirtmiştir;

“Dokuzuncu hakikat Onuncu Söz’ün en kuvvetli, en parlak, en mülzim bürhanlarından olduğundan ihvanıma bu hakikati ezber edinceye kadar mütalaa etmelerini tavsiye ediyorum.” (21)

Haşir Risalesi’nin haşri yani öldükten sonra dirilmeyi ispat etmede kullandığı metodu Üstâd Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder;

«Her bir “Hakikat” üç şeyi birden ispat ediyor hem Vâcibü’l-vücud’un vücudunu hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”ten hissesini alabilir. Çünkü “Hakikat”lerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.

Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkeme-i kübra olacak.» (22)

Cenâb-ı Hak bizleri Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye dairesinde istikamet üzere daim eylesin. Kur’ân ve Îmân hakikatleri olan Risale-i Nur eserlerinden istifademizin ziyade olması dua ve temennisinde bulunarak; hususan Haşir Risalesi’nin kıymet ve ehemmiyetini daha iyi anlamak için Rabb-i Zülcelal’e dua ederiz.

 

Vesselâm.

 

Abdulkadir Çelebioğlu

 

1- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 859-860

2- Rum Sûresi, 50. Âyet-i Kerîme Meâli

3- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 426-427

4- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 416

5- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 15

6- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 310

7- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 147; Tarihçe-i Hayat, s. 205

8- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 224

9- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 432

10- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nurîye, Tercüme: Abdülkadir Badıllı, s. 719

11- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 377

12- https://sorularlarisale.com/hakikat-i-hasir-ve-kiyamet-ism-i-azamin-ve-bazi-esmanin-derece-i-azaminin-mazharidir-ism-i-azamda-butun-esma-mevcut?amp

13- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 115; Şualar, s. 619

14- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca Rumuzat-ı Semaniye, s. 159

15- http://www.nurnet.org/risale-i-nur-aleyhtarlarinin-en-cok-suistimal-ettigi-mevzu-yazdirildi/?amp

16- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca Tevafuklu 27. Lem’a – Eskişehir Müdafaanamesi, s. 60

17- Bediüzzaman Said Nursî Entelektüel Biyografisi, 291

18- Enfal Sûresi, 30. Âyet-i Kerîme Meâli

19- Bediüzzaman Said Nursî, Fihrist Risalesi, s. 8

20- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 55

21- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca Rumuzat-ı Semaniye, s. 160

22- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 319-320

‘Ben ve Kıyamet’

“‘Ben ve kıyamet, bu iki parmak gibiyiz’
…hadisin[in] muradı ne ise haktır.”
-Said Nursî,
Muhâkemât; On Birinci Mukaddeme

Parmak uçları, ilk temas yeridir. Akıl eşyaya dokunur orada. Yalnızlığına çare arar. Boşluğu doldurur irade. Şuurun şavkı vurur eşyanın yüzüne. İnsanın biricikliği her bir şeyin köşesinde kristalleşir. Yakınlık parmak uçlarına taşınır. Hasret parmak izi bırakır yüzeylerde. Cansızlar, insan elinde can bulur. Soğuk cisimler, insan sıcağıyla parmak uçlarında tanışır. Yön kazanır noktalar, çizgiye tamamlanır öksüz köşeler. Eşyanın yüzüne yara açar parmak uçları. Yoğrulmaya hazırlar cümle katılıkları.

Dokunmak. Sıcak saydam bir nehir gibi. Her yerde, her köşede, her kuytuda, her an, her şekilde dokunuş akıyor. Kılcal damarlar hayatın loşluklarına yayılıyor. İpeksi bir ağ olup nefesleri avlıyor, sessizlikleri sarıyor parmaklar.

Her an’ın biricikliğini, benzersiz parmak uçlarıyla duyumsuyor insan. Her bir şeyin ‘özge’liği sıcak temasın yanağında alevleniyor. Özne nesneye eğiliyor. Eşya tenin kıvrımlarına sığınıyor. Cansızlar can buluyor sinir uçlarında.

Parmak izleri biriciktir insanın.  Her insanın parmak ucu, bi’tane, yegâne. Böyle olmasaydı, yaşamaz mıydı insan? Eksilir miydi itibarı? Hayır; ‘olmazsa olmaz’ değil parmak uçlarının biricikliği. Parmak uçları biricik olmasa da yaşayabilir insan. Parmak uçları ‘biricik’ olmasa da olur. Dahası, biricik parmak ucuyla insan hiç var olmasa da olur. ‘Vazgeçilmez’ değil insan. Hiçbir insan bir başka insan için vazgeçilmez değil. kimse kimseyi yokluğunda aramadı, olması gerektiğine inanmadı. Ama şimdi parmakla gösteriliyoruz. Parmakla gösterilir olmakla övünmeye alışmışız. Biricik parmak uçlarının işaret ede ede yetişemediği eşsizlikte bir varlığımız var.

Parmak izi, insanın her dokunuşunu eşi olmayan bir mühür yapıyor. İnsanın ‘sıradan’ saydıklarının ‘özel’ olduğunu belgeliyor. Her dokunulanın biricik oluşundan hareketle, her dokunuşun da biricik olması gerektiğine işaret ediyor. Her şey sadece bir kere var. Her anda sadece bir kere var insan. Tekrarı yok hiçbir dokunmanın. Bir dahası yok hiçbir an’ın. İlk defa var oluyor insan ve son defa…  Her an, bir parmak izi gibi bi’tanedir insanın kaderinde. Nefesi bir kere insanın. Sesi bir kere. Sözü bir kere. An dediğimiz, sonsuzca sivrilen bir varlık dağının zirvesi.. Bir andan bir sonraki an’a geçen yok; her şey her an yeni/den var ediliyor. Zamanın parmak uçlarında yine yeni yeniden dokunuyor insan.

Ne var ki, suçluları yakalamak için kaydediliyor parmak izleri. Bir silahın tetiğinde, kanlı bir bardağın kenarında, bir kapının kulpunda, bir gömleğin yakasında. Karanlık eylemlerin tortusu oluyor parmak izleri.

Parmak izlerinden yakalanıyor insan. Parmak uçları, hiçbir şeyin hesapsız olmadığı gerçeğini vuruyor eşya üstüne. İnsanın sorumsuz olamayacağını kazıyor her noktaya… Hesapsız var değil insan.  Her dokunuşu kayda değer. Her temasının kaydı var. Hesabı parmak uçlarından başlıyor.

Tenlerde gezinen parmaklar, tuşlara vuran parmak uçları bir kıyamet haberini büyütüyor. “Niye yemin etmeyelim ki, o kıyamet/kalkışım gününe!”  Cümle varlığın insanın parmak uçlarına dokununcaya kadar yokluktan ayağa kaldırıldığı gün, yarın gelecek değil! O gün, bugün. “Niye tanıklığa çağırmayayım ki, kendini kınayan nefsi!” Parmak uçlarından çıkandan pişman olur insan. Parmak izleriyle yakalanır insan. Seçtiği düğmeler, bastığı butonlar, dokunduğu tuşlar iki yakasına yapışır insanın. Utanır. Kendine kanar. Kendini kınar. “Sanır mı ki insan, kemikleri yine bir araya getiremeyiz?” Yitirince parmak uçlarını hesaptan kurtaracağını mı sanır? Silinince parmak izleri sorgudan kaçabileceğine nasıl inanır?

Şuurun varlığa temas yeridir parmak ucu. İradenin eşyanın yüzüne kazınan imzası. İnsan tepeden tırnağa parmak izi. Kendine özgü. Kendince var. Mührünü bırakıyor yeryüzüne. D/okunuyor her nefeste.

Her an bir kıyamet, bir sonraki an ise haşir… “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye soran gafillerin anlamadığını gösteriyor Söz’ün parmakları. “Her an kopmakta kıyamet; farkında değil misin?

“Parmak uçları”na ne kadar da benziyor Peygamberin sözleri ve her an’ın kıyameti… Ve insanı hiç yoktan var etmenin, üstelik insan diye var etmenin, biricik imtiyazını fark ediyoruz O’nun sözlerinde. Olup bitmiş ama muhteşem bir gerçek bu… Olup bitmiş ama olup bitmiş olmasa ihtişamını hiç bilemeyeceğimiz bir parmak ucu sakinliği gibi…

“Hiç mümkün müdür ki, parmak uçları[eşsizliği]ne kadar yeniden tasvir edilmesin insan?”

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com

Acaba kim ilerici? Kim gerici?

Bir haftalığına çıkacağımız bir seyahat veya yolculuk için, bazen aylar önce hazırlıklara başlarız. Hele hele bu yolculuk, yabancı dilini bilmediğimiz bir ülkeye olursa, yıllar önceden o memleketin lisan kurslarına başlarız. Nitekim bendeniz, bir aylığına bir teknik araştırma için Japonya’ya ve İngiltere’ye gönderileceğim zaman, okul İngilizcemi yeterli bulmayarak, kendi imkânlarımla 18 ay daha İngilizce kurslarına devam etmiştim. Beni hiç kimse yadırgamadığı gibi, çok da takdir edilmiştim. Gerçekten de çok işime yaramıştı. Bana vaad edilen yukarıdaki yolculuğumdan cayılma ihtimali de vardı. Bunlara rağmen, o hazırlıklar için hiçbir masraftan da gayret ve fedakârlıklardan da kaçınmadım.

Oysa her birimizin önünde ve yakın bir zamanda, öyle zorunlu yolculuklarımız var ki, cayılma ve vazgeçilme ihtimali HİÇ YOK. Tek bir kişi bile istisna bırakılmayacak. Üstelik de bu yolculuk çok uzun ve altı aşamada tamamlanacak ve her aşaması da çoook uzun yıllar sürecek. Bu zorunlu yolculuktan birinci aşama; Kabirdir. Kabir, kişinin dünyaya gönderiliş sebebini yerine getirişine göre, ya cennet bahçelerinden bir bahçeye, ya da cehennem çukurlarından bir çukura dönüşecek. Süresi ise binlerce seneden beri orada ikamet edenler olduğu gibi, bu sevkiyatın daha ne kadar süreceği de Allahın ilmindedir.

İkincisi Haşirdir; Yâsîn S., 51. Â.: “Sûr’a (tekrar)üfürüldü(ğünde) kabirlerinden fırlayanlar, süratle Rablerine (mahşer yerine) doğru gidecekler.” Diriltilip, mahşer yerinde toplanmanın, yani o zorla sevk edilmenin süresi, 1000 yıl civarında olduğu bildiriliyor…

Üçüncüsü Kıyamet; (1000 sene olduğu bildiriliyor.) Secde S., 5. Âyet: Allah, gökten (meleklerle) bütün dünya işlerini idare eder. Sonra (melekler o işlerde), bir günde O’na yükselir ki, (o günün) miktarı, sizin saydıklarınızdan (dünya yılından) bin yıldır…

Dördüncüsü Sırat: Yani Sırat köprüsü, Nass ile sabit olup, mahşer gününde cehennem üzerine kurulacak olan köprüdür. Kur’an-ı kerimde mealen buyruluyor ki: Saffat S., 23-24. Ayet. “Allah, meleklere şöyle emreder. Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna (sırata) koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” Dünyadaki köprüler sabit ve herkes için aynı olmalarına rağmen, Âhiretteki bu köprü, kişilere ve onların amellerine göre değişkendir. Bu Hadîs-i Şerif, Cehennemlik olma veya kurtulma arasında bocalanan bir sorgulama süreci olarak da te’vîl edilmektedir. Nice kimseler Sırattan geçtiğini bilmeyip, meleklere derler ki: “Bize vaad edilen Sırat ve Cehennem nerede kaldı, biz onlardan geçtik mi?” Melekler de şöyle cevap verirler: “Siz Cehennem üstündeki Sırattan geçtiniz; fakat Cehennem ateşi sizin nurunuzdan çekilip, örtülmüştü.”[Bkz.: Camius-Sagir] Bu yolculuklardaki bildirilen o uzun süreler ve zaman, kişilere göre değişken olacaktır.

Yani Mü’minler için Tayyi zaman işletilecektir.

Tayyı zaman; “Zamanı ortadan kaldırmak” demektir. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamaktır. Mesela: Kur’an-ı Kerimde beyan edilen “Ashab-ı Kehf” mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün kadar kaldıklarını zannettikleri gibi…

Beşincisi Mahkeme-i Kübra; Adaleti İlâhinin tecelli ettiği tek ve en büyük mahkeme. İbrahim S., 42. Âyet.: Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor. Nebe S., 40. Âyet: Kâfir, “ah! Ne olurdu ben de toprak olsaydım” diyecek. Yani keşke, dünyada hayvan olarak yaşasaydım da onlar gibi sorgulanmasaydım ve bu acı âkıbete düşmeseydim diyecek…

Altıncısı ise Bu yolculuklardan sonra da Dünya hayatındaki kazançlarına göre yâ EBEDÎ Cennetlere (inşallah) veya Cehenneme (Allah muhafaza etsin) kadar devam edecektir. İnanmamak, asla bu zorunlu yolculuğa engel değildir, Cennetlere engeldir. Âl-i İmrân, 133.: “Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”Râ’d 24.: Melekler: Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (Cennet) ne güzeldir! (derler).” Peygamberimiz SAV, Yüce Allah’ın “Ben salih kullarıma Cennette öyle nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de bir beşerin hatırına gelmiştir” buyurduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Tefsir 32:1.)

İspat mı istiyorsunuz? Düşmanlarının tamamının “Muhammed-ül EMÎN” dediği ve insanlığın en doğru sözlüsü Peygamber efendimiz, gidip bunları görerek gelip haber vermiştir. Gelmiş-geçmiş bütün 124 000 Peygamberler, 224 000 Asfiya ve evliyalar da aynı yolculukları haykırmışlar. Kâinâtın Hâlikı ve her birimizin Rabbi olan Yüce Allah cc bu konuda gevşekliğe ve gaflete düşmeyelim diye gönderdiği Kur’ân-ı Kerîmin birçok yerinde, üstelik de tekrar tekrar bildirmiştir…

Şimdi, şu can alıcı sorulara cevap arayalım: Bir haftalık, bir aylık, birkaç yıllık yolculuklar için bunca hazırlıklar yapan ileri görüşlü (!) insan, acaba şu mutlaka sevk edileceğimiz 50 000 senelik yolculuklara niçin çok ciddi hazırlıklar yapmaz? Veya en çok 100 senelik bir dünya hayatı için 20-30 sene tahsil zahmetlerine ve masraflarına katlanan insan, acaba şu 50 000 senelik yolculuklar için ve EBEDÎ ahiret hayatını Cennetlerde geçirmek için, niçin 2-3 senelik tahsile nazlanır? Hatta hazırlanmak isteyenlere, acaba niçin engel olurlar?…  Ne dehşet verici bir şeydir ki; 16 sene okula git, Dünyaya niçin geldiğine dair, Hiçbir şey öğrenme!!!” (Mahmud Efendi Hz.)

Bu yolculuklara hazırlanmayı ihmal edenlere, acaba ilerici veya İLERİ GÖRÜŞLÜ denilebilir mi? Acaba bu yolculuklara ciddi bir şekilde hazırlananlara, niçin ve hangi akla hizmetle GERİCİ deniliyor? İSLÂMİYET, akıllı ve İLERİ görüşlü insanların tercihidir. Bu Tercihi Yapanlara da MÜSLÜMAN denir! NAMAZ ise bu tercihi yapanların ALÂMETİDİR!(U.A.)

Ya İslam’la yükselir, Ya inkârla çürürsün. Yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün. N.F.K.

A. Raif Öztürk – Nuraniyyat

 

Ahirete İman – Ölümden Sonra Hayat Var mı? Delilleri Nelerdir? (Video)

Bismillahirrahmanirrahîm

“Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kızlara: ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldünüz?’ denildiğinde, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes (hayır ve şerden) ne getirmiş olduğunu anlar.” (Tekvir 1-14)

Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinin sarahatiyle, bir gün gelecek ve bu âlemin kıyameti koparak başka bir âlemin kapısı açılacaktır. Bu, gözümüz önündeki şu âlemin vücudu kadar katidir.

“Ahirete İman” isimli bu eserimizde iman hakikatlerinden biri olan haşir, yani öldükten sonra dirilme ve mahşere çıkma, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmektedir. Bu eserde anlatılan hakikatler o kadar kuvvetlidir ki en inatçı kâfiri dahi ilzam eder ve susturur.

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden sağlam bir surette bina ve tamir edilecektir.” dese… Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve gerekçe var mıdır?” Eğer, “Evet, var.” diye ispat edilse bu sefer ikinci soru sorulur.

İkincisi: “Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir.” diye ispat edilse bu sefer üçüncü soru sorulur.

Üçüncüsü: “Bu sarayın veya şehrin tahribi mümkün müdür?” Eğer, “Evet, mümkündür.” diye ispat edilirse bu sefer dördüncü soru sorulur.

Dördüncüsü: “Mümkün olan bu tahrip gerçekleşecek ve vukua gelecek midir?” Eğer, “Evet, gerçekleşecektir.” diyerek vukuu ispat edilse iki sual daha ona varid olur ki:

Beşinci ve altıncı sualler: “Acaba şu acayip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer, “Evet” denilerek bunlar da ispat edilse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, bu temsil gibi:

·     Dünya sarayının ve şu kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için gerekçeler olduğu,

·     Fail ve ustasının buna muktedir olduğu,

·     Tahribinin mümkün olduğu ve vaki olacağı,

·     Ve tamirinin de olası ve vuku bulacağı meseleleri ispat edilirse, artık bu mesele hakkında şüphe ve vesvese edilmez.

İşte eserimizde bu altı cihetin her biri, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecek ve ahiretin varlığı güneş gibi kati gösterilecektir.

Eserimizden hakkıyla istifade edebilmeniz için, ilk önce eserde takip ettiğimiz yolu ve metodu bilmeniz gerekir. “Ahirete İman” isimli eserimizde şöyle bir yol takip ettik:

Ahiretin varlığına dair delilleri başlıklar ve maddeler hâlinde inceledik. Her bir başlık müstakil olup tek başına ahiretin varlığını ispat etmeye kâfidir. Bütün başlıkların toplamındaki kuvvet ise asla karşı gelinemeyecek kuvvettedir.

Her bir delilde iki basamaklı bir yol ve bir tarz takip edilmiştir.

1. Basamak: Bu basamakta, kâinattaki fiillerden ve tecellilerden bahsedilmekte ve daha sonra fiilden faile, isimden müsemmaya, yani ismin sahibine ve sıfattan da mevsufa, yani sıfatın sahibine geçilmektedir.

Mesela birinci delilin birinci basamağında kâinatta gözüken saltanattan bahsedilecek ve bu saltanat delil yapılarak Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. İkinci delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken merhametten bahsedilecek ve bu merhamet delil yapılarak Rahim olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Üçüncü delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken izzetten bahsedilecek ve bu izzet delil getirilerek Aziz olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Diğer delillerde de aynı yol takip edilmektedir.

Demek 1. Basamakta, kâinatta tecelli eden fiillerden, isimlerden ve sıfatlardan bahsedilecek ve fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan da mevsufa geçilecektir. Zira fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz; bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi…

Demek birinci basamakta aynı zamanda ispat-ı vücud da yapılmaktadır. Yani ahiretin varlığından önce Allah’ın varlığı ispat edilmektedir.

2. Basamak: 1. Basamakta fiil ve tecelli anlatılıp faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, 2. Basamakta mezkûr ismin ahireti gerektirdiği ve mezkûr sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.

Her bir delilde anlatılan meseleler âdeta üç zincir halkasından oluşmaktadır:

1- Kâinattaki tecelli.

2- Bu tecellide gözüken isimler ve sıfatlar.

3- Bu isimlerin ve sıfatların ahireti gerektirmesi.

Bu halkalar birbirine geçmiş olup tamamını koparamayan, bir halkaya ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle, bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür; bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez. Parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki:

·     Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı yani Allah’ı inkâr edebilmek gerekir.

·     Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek gerekir.

·     Kâinatta gözüken isim ve fiilleri inkâr edebilmek için ise bizzat kâinatın kendisini inkâr edebilmek lazımdır. Bu ise mümkün değildir.

·     Başka bir ifadeyle, kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez; fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez; faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken, faile ait ismin ahireti gerektirmesini inkâr edemez.

Sözün özü: Her bir başlıkta öyle bir yol takip edilmiştir ki, ahireti inkâr edebilmek için şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. İşte bu eserde ahiretin varlığı bu kadar net bir şekilde ispat edilecektir.

“Ahirete İman” isimli eserimiz hazırlanırken Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” namıyla maruf “Haşir Risalesi” kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde anlatılan bütün hakikatler, Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkûr eserinden iktibas edilmiştir.

Bu eserle amacımız:

·     Ahirete iman hakikati hususunda imanlarımızı taklitten tahkike çıkarmak,

·     Ahiret hakkında şüphesi olanları şüpheden kurtarmak,

·     Ahireti inkâr edenlerin imana girmelerine bir vesile olmak,

·     Ahiret hakkında kâfirler ile mücadeleye girmek zorunda kalanlara bir rehber olmak,

·      Ve bu vesileler ile Cenab-ı Mevla’nın rızasını kazanmaktır.

Tevfik ve inayet Allah’tandır!

Haşmet ve Celal Delili (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar bütün varlıkları itaatkâr bir asker gibi emrine boyun eğdiren ve bütün kâinatı idare ederek haşmetli saltanatını gösteren bir zat, sadece, şu dünya misafirhanesinde kısa bir hayat geçiren fani mahluklar üzerinde dursun; o muhteşem saltanatına ayna olacak ebedî ve baki bir memleketi icad etmesin? Hâşâ ve kella!

Bu delili şöylece izah edebiliriz.  Kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, bu âlemde muhteşem bir saltanat ve terbiye hükmediyor. Evet!

Mevsimlerin değişmesi gibi görkemli icraat,  yıldızların ve galaksilerin son derece intizamlı ve azametli hareketleri, yeryüzünü, içindeki mahluklara bir beşik; Ay’ı, onlara bir kandil ve Güneş’i onlara bir lamba yapmak gibi akılları hayrete düşüren bir itaat,  kışın ölmüş ve kurumuş yeryüzünü baharda diriltmek ve süslendirmek gibi mükemmel  icraat…

Ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar haşmetli faaliyetler gösteriyor ki, perde arkasında muazzam bir terbiye ve idare var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Elbette böyle bir saltanat kendine layık mahluklar ve haşmetine ayna olacak varlıklar ister.

Hâlbuki görüyorsunuz ki, o zatın en kıymetli misafirleri ve en makbul kulları olan insanlar, şu misafirhane-i dünyada, perişan bir surette, kısa bir vakit toplanıyorlar. Misafirhane ise her gün doluyor, boşalıyor, her saat değişiyor. Hem bütün bu insanlar, o zatın kıymetli eserlerini ve harika sanatlarını, izlemek için, şu dünya sergisinde birkaç dakika durup seyrediyorlar, sonra kayboluyorlar. Şu dünya sergisi ise her dakika değişiyor; giden gelmiyor ve gelen gidiyor.

İşte bu hâl ve şu vaziyet kat’i gösterir ki, şu misafirhane ve şu sergilerin arkasında, o ebedî saltanata mazhar olacak daimî saraylar, sabit meskenler ve şu dünyada gördüğümüz numunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek, burada çabalamak onlar içindir. Burada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin kabiliyet ve ameline göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır.

Evet, böyle haşmetli bir saltanat için imkânsızdır ki, sadece şu fâniler ve ölüme mahkûm mahluklar üstünde dursun ve başka bir memleketi olmasın.

Şimdi bu hakikate şu temsil dürbünüyle bakalım:

Mesela siz yolda gidiyorsunuz. Görüyorsunuz ki yol içinde bir han var. Bir büyük zat, o hanı, kendine gelen misafirleri için yapmış. O misafirlerin bir gece gezinti ve ibretleri için, o hanın süslenmesine milyonlar altınlar sarf ediyor.

Hem o misafirler, o ziynetlerden pek azına, az bir zamanda bakıp o nimetlerden, pek az bir vakitte, az bir şey tadıp doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir, kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar.

Hem o büyük zatın diğer hizmetkârları da misafirlerin amellerine gayet dikkat ediyorlar ve o amelleri gayet dikkatle kaydediyorlar.

Hem görüyorsunuz ki, o zat, her günde, o kıymetli süslemelerin çoğunu tahrip eder; yeni gelecek misafirler için o hanı yeniden süsler, o hana her gün milyonlar altın sarf eder.

Acaba bunu gördükten sonra hiç şüpheniz kalır mı ki, bu yolda bu hanı yapan zatın daimî, pek âli sarayları; hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri; hem devamlı, pek büyük bir cömertliği olmasın?

Evet, o zatın bu handa yaptığı ikramlar, kendi katında bulunan nimetlere misafirlerinin iştahlarını açmak ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırmak içindir. Aynen bu misal gibi, şu dünya misafirhanesindeki vaziyete, sarhoş olmadan dikkat ile baksanız, şu dokuz esası anlarsınız:

Birinci esas: Anlarsınız ki, o han gibi bu dünya dahi kendi için değildir ve kendi kendine bu sureti alması imkansızdır. Belki bu dünya, mahlukat kafilesinin gelip konmak ve göçmek için dolup boşalan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.

İkinci esas: Hem anlarsınızki ki, şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerim’i, onları Dârü’s-Selâm’a, selam diyarı olan cennete davet ediyor.

Üçüncü esas: Hem anlarsınız ki, şu dünyadaki süslemeler ve ziynetler, yalnız lezzetlenmek veya gezmek için değildir. Çünkü bir zaman lezzet verse, seni terk etmesiyle birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu alemin süslenmesi ibret içindir, şükür içindir, cennetteki asıllarına teşvik içindir; başka gayet ulvi maksatlar içindir.

Dördüncü esas: Hem anlarsınız ki, şu dünyanın süslenmesi, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ’nın ehl-i iman için cennette hazırladığı nimetlerin numuneleri ve onların suretleri hükmündedir.

Beşinci esas: Hem anlarsınız ki, şu fâni mahluklar, fena bulup yok olmak, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki, varlık aleminde kısa bir zaman toplanıp suretleri alınsın, misalleri tutulsun, manaları bilinsin ve neticeleri zapt edilsin diye yaratılmıştır. Mesela binler neticelerinden bir netice şudur ki, bu âlemdeki fâni manzaralar, cennet ehli için daimî manzaralar olur. Ehl-i cennet, cennette bu âlemin kayıtlarını seyredecek ve dünyadaki hatıralarını hatırlayarak neşeleneceklerdir. Eşyanın beka için yaratıldığı, fena için olmadığı; belki zahiren fenaya gitse de, hakikatte vazifesini tamamlama ve bir terhis olduğu bununla anlaşılır ki: Fâni bir şey, bir cihetle fenaya gider, ölür; fakat çok cihetlerle baki kalır.

Mesela nasıl ki senin ağzından çıkan bir kelime yok olup gider; fakat binler misallerini kulaklara emanet eder, dinleyen akıllar adedince manalarını akıllarda baki eder ve öyle fenaya gider. Aynen bunun gibi, kudret kelimelerinden bir kelime olan bir çiçek de kısa bir zamanda tebessüm edip bize bakar, daha sonra hemen fena perdesinde saklanır; fakat onu gören her şeyin hafızasında zahirî suretini ve her bir tohumunda manevi mahiyetini bırakıp öyle gider. Güya her bir hafıza ve her bir tohum, o çiçeğin muhafazası için birer fotoğraf; devam ve bekası için birer menzildirler. Acaba, en basit bir hayat mertebesinde olan bir çiçek böyle ise, en yüksek hayat tabakasında ve baki bir ruhun sahibi olan insan, ne kadar beka ile alâkadardır, apaçık anlaşılmaz mı?

Altıncı esas: Hem anlarsınız ki, insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri bir muhasebe için zaptedilir.

Yedinci esas: Hem anlarsınız ki, sonbahar mevsiminde, yaz ve bahar âleminin güzel mahluklarının  ölümü idam değildir; belki, vazifelerinin tamamlanmasıyla bir terhistir ve bir sonraki baharda gelecek olan mahlukata bir yer boşaltmaktır. Hem insana vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ilahî bir ikazdır.

Sekizinci esas: Hem anlarsınız ki, şu fâni âlemin sahibi olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in başka ve baki bir âlemi vardır ki, kullarını oraya sevk ve ona teşvik eder.

Dokuzuncu esas: Hem yine anlarsınız ki, öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has kullarına, öyle ikramlar edecek ki; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de insanın kalbinden geçmiştir. Âmennâ ve saddeknâ! İnandık ve iman ettik.

Seyrangah.Tv