Etiket arşivi: hata

Tekel Oluşturmak ve Liderleri “Takdis” Etmek Doğru mudur?

Dünkü yazımızla birlikte okunmalı. (http://www.nurnet.org/musriklere-karsi-sedid-muminlere-karsi-rahim-miyiz/)

TAKDİS MAKSADINI AŞTI

Şüphesiz yaratılmış en yüce insan Hz. Peygamber’dir. Ama onu yüce bilmede aşırı gidenleri Allah da uyarmış, onun bizzat kendisi de uyarmıştı. Çünkü onun ulaştığı noktadan sonrası artık uluhiyete aittir ve o dairedeki özelliklerin bir insanda görülmesi bizzat Allah’ın hakkına tecavüz olur. Takdis sınırını aştığınızda mürşidiniz önce kâinatın sahibi/gavs olur, sonra mehdi olur, bu da yetmez, Mesih olmayı aşar ve artık hata yapma özelliğini peygamberlere bırakır. İnsan tabiatı budur. Bu durumun açıkça dillendirilmese de, cemaate mensup pek çok kardeşimizde belli ölçüde bir kanaat haline geldiği inkâr edilemez. Böyle olunca eleştirme şöyle dursun, karşı fikir bile söyleyemezsiniz. Bir de bundan bağlılarınızı etkileme ve birlikteliği sağlam tutma adına medet umar ve fayda beklerseniz hatanın nerede duracağı belli olmaz. Aslında bu problem tarikatların da en büyük problemidir.

Ehlisünnet geleneğinde gizli ve gizemli güçler üzerine din bina etme yoktur. Masum ve mahfuz mürşitler olamaz.

Bu konuda da Efendimiz bizim örneğimizdir. Onu Allah eğitmiştir, ona bazı zelleler yaptırmış ve zellelerini anında düzeltmiştir. Çünkü onun hayatı dindir. Ama onun dışındaki insanlar bu korumadan mahrumdurlar, onlar bu örneği kendi iradeleriyle izlemelidirler.

Ben inanıyorum ki, Allah (cc) insanın bu takdisi abartma duygusunu bildiği için Efendimizin hayatında kasten böyle örnekler yaratmıştır. Hudeybiye’de, haklı olmasalar bile sahabenin hemen tamamı Hz. Peygamber’e itiraz etmiştir. Belki etmemeleri daha güzeldi, ama etmeliydiler ki, örnek oluşturmuş olsunlar. Hz. Ömer defalarca Hz. Peygamber’e ‘böyle olmamalı ya resulellah’ anlamında itirazlarda bulunmuştur. Belki Hz. Peygamber’in yaptığı daha doğru idi, ama Ömer’in dediği de doğrulardan biri olunca örnek olma adına onun fikri tercih edilmiştir. Bunun tek örneği Ömer değildir. Ve onların hiç biri dışlanmamıştır.

DİĞER CEMAATLERE TAVIR ALINDI

Cemaatin kendi dışındaki İslamî faaliyetleri başından beri hiç hesaba katmaması, hatta ayrı gözükmeye özen göstermesi, bunu hissettirmeye çalışması onu diğerlerine karşı haksızlık yapma noktasına kadar götürdüğünü sanıyorum. Bundan ilk nasibini alan ‘öteki’ Milli Görüş camiasıdır. Öyle ya da böyle bu camia Türkiye şartlarının en samimi ve heyecanlı müminlerindendir. Ama ne hikmetse, 28 Şubat Döneminde olduğu gibi cemaat ona karşı olduğunu bir yerlere özellikle göstermek istemiştir.

İmam Hatip okullarına ve ilahiyatlara da başından beri bir karşıtlık yaşandığı inkâr edilemez. Kamuoyu oluşturmada İlahiyatların etkisi kırılamayınca birkaç yıl önce bütün ilahiyat öğrencilerinin cemaate mal edilmesi gibi bir proje uygulanmış ve ne yazık ki, cemaate muadil hizmet yapan evler ve kurumlar ‘Mescid-i Dırar’ olarak nitelendirilmişti. Bendeniz bu nitelemeyi kulaklarımla ilk duyduğumda yüreğim burkulmuş ve içim acımıştı.

Öyle sanıyorum ki, Tayyib Erdoğan’a düşmanlığa varan bunca karşıtlığın ana sebeplerinden biri onun İmam Hatip okullarına ve Diyanetin eğitim hizmetlerine verdiği destektir. Elbette bu kurumların eleştirilecek pek çok yönleri vardır, ama yine öyle sanıyorum ki, İmam hatip mezunları yeri geldiğinde, ‘iyi de Allah şöyle diyor, Resulüllah böyle buyuruyor’ diyecek kadar asıl bilgi kaynağını kullanabilme durumda oldukları için hemen hiçbir cemaat tarafından istenmezler. Çünkü takdise dayalı saygı adına her zaman pürüz çıkarabilirler.

17 Aralık darbe teşebbüsünde başka cemaatlerin hizmetini finanse eden iş adamlarının hedef seçilmiş olmasının arkasında da bu aranmalıdır. Oysa benim görebildiğim kadarıyla Türkiye’de kendi cemaati dışındakilere bile yardım edebilen yegâne cemaat Hüdai Vakfı çevresidir. Darbede onu da hedeflemenin anlamı din algısını tekeline almanın dışında ne olabilir?

Bütün bu karşıtlıklar tabii olarak şaşkınlık doğurdu. Diğer din mensuplarına hoşgörü edebiyatı yapılırken, cemaatten olmayan müslümanlara neden düşmanca tavır alındı? Sorusu dillendirilir oldu.

Buna şunu da ekleyebilirsiniz: Demirel, Ecevit, hatta İsrail otorite sayılıp saygıya layık görülürken veya böyle bir takıyye yapılırken Tayyib Erdoğan Hükümeti neden otorite sayılmadı? Bizden olanlara takıyye caiz olmadığı için mi?

Bütün bunlar hareketin arka planında, ucu başkalarının elinde olan ‘Ilımlı İslam’ gibi bir proje bulunduğu iddialarını güçlendirdi.

Yarın devam edeceğiz.

Prof. Dr. Faruk Beşer

Zekanın Hayırsızı

Nur Külliyatında cerbezenin, ‘kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi’ olduğu ifade edilerek şu tarif getirilir: ‘hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik’ olmak. (İşarat-ül İ’caz, 23).

Bir misâl: Avrupa hayranı birisi, orada gördüğü bütün güzellikleri övgülerle sıralar, sonra başlar bizdeki noksanlıkları tek tek anlatmaya. Ve ortaya öyle bir tablo çıkar ki, sanki bütün güzellikler orada, bütün çirkinlikler de bizde toplanmış. İşte bu, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle ‘Avrupa’nın mehasinini mesavimizle muvazene etmek’tir ve bir cerbezedir. Kaldı ki, Avrupa’nın güzelliği diye takdim edilen şeyler, ne oradaki insanların faziletlerinden, ne de Hıristiyan dininden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamı, menfaat esasına bina edilen ve hassasiyetle uygulanan disiplinli bir sistemin meyveleridir.

Bu konuda bir hatıramı nakletmek isterim. Avrupa’da bir dostumdan şunları dinlemiştim: “Bizde belediyeler zemin katta oturanların kira ücretlerini düşük tutarlar. Buna karşılık, kar yağdığında evin önünün temizlenme görevini de zemin katında oturan kiracıya yüklerler. Bu görevin yapılıp yapılmadığını sıkça kontrol etmelerine gerek yoktur. Öyle bir ceza sistemi getirilmiştir ki, kiracı kar yağar yağmaz hemen dışarı fırlar ve evinin önünü temizler. Çünkü, oradan geçen bir adamın kayma sonucu ayağı kırılsa, onun bütün tedavi masraflarını o kiracı ödeyecektir. Bu ise çok büyük bir yük tutar.” Şimdi, kanun korkusuyla kapısının önünü derhal temizleyen sefih bir Batılıyı, bu konuda ihmalkâr davranan faziletli bir Müslümandan daha üstün göstermeye çalışmak tam bir cerbezedir.

Nur Külliyatında konunun bir başka yönü şöyle nazara verilir: “Cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder.” (Münazarat, 35) Üstadın bu ifadeleri, bazılarının hacılara sıkça çatmasını hatırlattı bana. Burada da bir cezbeze sözkonusudur. İnsan kuldur, hata yapabilir. Ama bu hatayı yapan hacı ise, hata her nedense, doğrudan, hacılar hanesine yazılır. Bütün hacıların işledikleri hatalar aynı hanede toplanır ve sonunda büyük bir hata kümesi çıkar ortaya. İşte, denilir, bütün bu hataları işleyenler hep hacılardır. Bu ulvî müesseseye böylece hücum edilir. Bu gibi sözleri dinleyen şahıs düşünemez ki, bu hatalar farklı şahıslarda görülmüştür ve bunları alt alta koyup toplamanın mantıkî bir yönü yoktur. Bu mantığa göre, bütün insanların işledikleri cinayetlerin, yaptıkları hataların, ettikleri zulümlerin tamamını toplayıp ‘insanlığı’ itham etmek gerekmez mi? Nur Külliyatından son bir cümle: “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir.” Cerbezeci insan, bir mü’minden bir tek kötülük görmüşse, bunu sünbüllendirir, çoğaltır, büyütür ve onun bütün iyiliklerini bu tek kötülükle örtmek ister. Bu da bir cerbezedir ve büyük bir zulümdür.

Alaaddin Başar

Hata Yapanların Hayırlısı

İNSANIN bir sağı bir de solu vardır. Yaratılışta insan bu iki yanın ortasında dimdik durur. Bu duruş, insanın yaratılıştaki dengeli duruşudur. Bir yana meylederse dengesini bozmuş, normalini değiştirmiş demektir. Doğru bir yürüyüş beklenemez böyle dengesini bozmuş insandan… Onun için insanda esas olan duruş, hep ortadaki dimdik duruştur. Ancak dengeli durmayı esas alan insanın bazen ayağı kayabilir, dengesini bozabilir, hatta sürçüp düşebilir de… Böyle düşüşlerde mühim olan, “Ben düştüm, artık ayağa kalkamam” demeyip hemen toparlanıp ayağa kalkmak, dengesini yine kurup yoluna devam etmektir… Bu takdirde düşmenin sonucunda fazla tehlike de yoktur. Kalkıp yoluna devam etmek söz konusudur çünkü…

Tehlike nerede? Tehlike şuradadır: “Eyvah, ben dengemi kaybedip düştüm, ayağa kalkmam imkânsız, hatta benden istikametli adam olmaz artık..” diye vesveseye kapılarak hedefine doğru yürüme azmini kaybetmek!.. İşte tehlike burada…

Maalesef, günah sürçmelerinden sonra kapıldığı vesvesenin etkisinde kalarak dengesini bozup yoluna devam etme azim ve aşkını kaybedenler vardır. Halbuki Allah Resulü Efendimiz (SAV), sürçerek günah çukuruna düşenlerin tekrar dengelerini bulup yollarına devam etmelerini temin için şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar mutlaka hata yaparlar. Ancak hata yapanların hepsi de şerli insan değildir! Hata yapanların da hayırlısı vardır…”

“Kimdir hata yapanların hayırlısı ya Resulallah?” diye soranlara ise:

“Hatalarından sonra tövbe ederek aynı azim ve aşkla yollarına devam edenler!..” buyurmuştur Allah’ın Resulü.

Demek ki insan bazen bilmeden, bazen de nefsine uyarak hata yapabilir, bu her şeyin mahvolması mânâsına gelmez, ümidin kesilmesini gerektirmez. Çünkü hatasından dolayı pişmanlık duyup da dinî hayat ve İslâmî hizmetlerine yine devam edenler, Efendimiz (SAV)’in ifadesiyle, hata yapanların hayırlısıdırlar. Yeter ki, hatadan sonra ciddi şekilde üzüntü duyup pişmanlık hissetsin. Düştüğü yerde, benden adam olmaz artık, demeden kalkıp İslâmî hayatına ve hizmetine aynı azim ve aşkla devam etsin.

Bir adam, Hazreti Ali efendimize gelir:

“Ben yaptığım hatalarla mahvoldum, ne olacak halim?” diye ümitsiz şekilde sızlanır.

İmam-ı Ali efendimiz de:

“Mahvolacak zamana daha gelmedik, tövbe kapısı henüz kapanmamıştır, tövbe et, yoluna devam et,” der.

O ümitsiz adam:

“Benim günahım öylesine büyük ki, tövbe ile filan affa uğrayacak gibi değildir” der.

İmam-ı Ali efendimiz de:

“Hiç düşündün mü, senin günahın mı büyük, yoksa Rabb’imizin affı mı?” diye sorar.

Adam duraklar, düşünür,

“Elbette Rabb’imin rahmeti…” der.

Hazreti Ali efendimiz:

“Öyle ise..” der. “Rahmeti senin günahından büyük olan Rabb’imizin affından ümidini kesme de tövbe edip kıble istikametli yoluna devam et.”

Adam yine sorar: “Ne zamana kadar tövbe?..”

Cevap tek cümledir:

“Tövbe ettiğin günahı terk edinceye kadar!..”

Demek ki, bazen sürçüp düşmek insanlığımızın icabıdır. Ancak düştüğü yerde ümitsizliğe kapılıp kalmak insanlığın icabı değil, şeytana tabi olmanın gereğidir. Çünkü şeytan da sürçüp düştüğü çukurda kalmayı tercih etti, “Rabb’imin rahmeti benim günahımdan büyüktür” demedi, öylece çukurda kaldı.. Ama Âdem babamız Rabb’imin rahmeti kulun yanlışından büyüktür, deyip ümidini kesmeden yoluna devam etti, Peygamberlik makamına layık görüldü.. Bütün bunlardan, şimdi sorabilir miyiz? “Nasılsınız, sürçme ve düşmelerden sonra hemen kalkıp kıble istikametli yolunuza devam etme azim ve aşkınız tamam mı? Yoksa vesvese hâlâ devam mı ediyor?” Unutmayın, vesvesede hayır olsaydı şeytanı kurtarırdı.

Ahmet Şahin / Zaman