Etiket arşivi: hayatı

İhlas Kahramanı Hafız Ali (R.A) Kimdir?

Barla sıddıklarından Hafız Ali (Ergün), 1898 yılında İslâmköy’de dünyaya geldi.

Risâle-i Nur’la tanışmadan önce üç-dört sene Dinar köylerinde imamlık yaptı. Hafız Ali bir yandan imamlık yaparken, diğer yandan da insanlara Kur’ân okumayı öğretiyordu.

Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde bile onun talebeleri hiçbir zaman eksik olmadı. Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra ise, meşguliyetlerine bir de Risâlelerin yazılması ve dağıtılması eklendi.

Hafız Ali, hayatını vakfettiği Risâle-i Nur’u el yazısıyla yazarak çoğaltan ve bu konuda gayret gösteren kahramanlardan biridir. Bediüzzaman, Eskişehir hapsinden çıkıp Kastamonu’ya sürgün edildikten sonra İslâmköy ve çevresi Nur Talebelerinden bir heyet teşkil etmiş ve durmadan çalışmıştır. Bediüzzaman, Nurların en çok yazılıp çoğaltıldığı yerlerden birisi olan İslâmköy’ünü “Nur fabrikası” olarak vasıflandırmış, Hafız Ali’nin de ihlâs ve hizmetlerinden dolayı o fabrikanın sahibi olduğunu belirtmiştir.

İslâmköy’ü kendi köyü olan Nurs’la bir tutan Bediüzzaman, bu beldeye ve Nur Talebelerine çok iltifat etmiş ve ilgi göstermiştir.

Bediüzzaman Kastamonu’ya sürgün edildikten sonra yazdığı risâle, mektup vs. ne varsa adres olarak Bedreli Santral Sabri’ye teslim edilmek üzere Eğirdir’deki Çilingir Ali Efendi adresine gönderilirdi. Sabri Efendi de onları alır, o gece yazar, ertesi gün İslâmköylü Hafız Ali’ye ulaştırırdı. Buradan da diğer yerlerdeki Nur Talebelerine dağıtımı yapılırdı. Santral Sabri bazen geç kaldığında, Hafız Ali Efendi evinin damına çıkıp yüzünü Bedre’ye çevirir ve şöyle seslenirdi: “Keçeli! Keçeli! İndallah(Allah katında) mes’ulsün!

Üstad Bediüzzaman, Hafız Ali’nin ihlâsını örnek olarak gösterdiği mektubunda şunları kaydeder:
Kardeşlerimizden İslâmköylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:

O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. ‘O daha çok hizmet eder’ dedim. Baktım ki, Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenâb-ı Allah’a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşâallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdülillâh, yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor.” 1

Hafız Ali’nin yaşadığı evi dillere destandır. Dili olsa da o günleri bize anlatsa. Kim bilir neler gördü, neler yaşadı. Onun evi görünüşte eski bir köy evidir. Yani bir kaç merdivenle çıkılan, tahta, çamur karışımı ahşap bir ev… Duvarlarda boşluklar bırakılmış. Duvardaki tahta kaplamaların içinde gizli bölmeler yapılmış. Tabiî buralarda hazine veya para saklamak için değildi. Ya ne vardı, derseniz? Burada Halk Partisi zulmünden saklanan Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur eserleri vardı. Pencerenin altında hususî bölmeler yapılmıştı. Hafız Ali’nin vefatından sonra yıllarca el sürülmemişti. Duvarın enine ve derinliğine doğru yayılan kısmına bir bölüm daha eklenmişti. Burada bir hazine daha yer alıyordu. Kâğıt ve kitap hazinesi…

İslâmköylü büyük şehidin evi yıllar sonra didik didik arandı. Duvarları delindi, pencereleri yıkıldı. Devrin şerrinden teneke kutular içinde saklanan Risâle-i Nur eserleri, tozların toprakların arasından çıkarıldı.

1943 yılında Denizli hapsine götürülen Hafız Ali’nin yolda uğradığı hakareti merhum Refet Bey (Barutçu) şöyle anlatmaktadır:

“Bizi karanlık bir hayvan vagonuna doldurdular. Kalabalıktan oturacak yer yoktu. Başımızda iri yarı insafsız bir başçavuş bulunuyordu. Eline aldığı büyük bir dengi Hafız Ali’nin üzerine fırlattı. Hafız Ali az kalsın eziliyordu. İşte Denizli hapsine Hafız Ali böyle gitmişti. Ve oradan şehid olarak çıktı.”2

Hafız Ali’nin Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı kahramanca savunmasından bir bölüm:

Ben Isparta hâkim ve müddeiumumîliğinde (savcılıkta) hak ve hakikatin bütün bütün aksine olarak Risâle-i Nur’a karşı asılsız bir ittiham gördüğümden Risâle-i Nur’dan kaçmak değil; belki o ittihamdan çekinmek için sordukları suallere ‘Ben değilim’ dedim. Hatta o müddeiumumî kanunsuz bana yemin vererek ‘Risâle-i Nur’da yazılı Hafız Ali sen değil misin?’ dedi. Sükût edip yemin etmediğim halde sorgu hâkimliğinde hamiyet-i İslâmiyeyi taşıyan âlî bir vicdan hissettiğimden adalet ve hakikatın tecelli edeceğini ümit edip ‘Risâle-i Nur’da yazılı Hafız Ali benim’ dedim. Ben Risâle-i Nur’u hakaik-i imaniye ve Kur’âniye ve kevniyeyi kat’î bürhanlarla izah edip insanların yüzünü âhirete çeviren, dünyadan ziyade âhireti sevdiren mukaddes bir eser bulup ondan binlerce menfaat görmüşüm…

“Evet, ben, Risâle-i Nur’un hemen ekser parçalarını anlayarak okuduğum gibi Üstadım Said Nursî’nin de on iki seneye yakındır en gizli ve en ince esrarına kendimi vâkıf biliyorum.

“Ben ne Risâle-i Nur’da ve ne de Üstadımda emniyet ve âsayişe zarar verecek bir emare, bir meyil görmediğim gibi âsayiş ve emniyetin temel taşlarını onlardan öğrenip müddet-i ömrümde mahkeme safahatını ancak bu def’a gördüğüm gibi; şu benim gibi suçlu olarak huzurunuzda bulunan cemaat-i nuraniyenin de ifadelerinden benim gibi olduklarını da anladım.

Her nefesi Allah yolunda harcanmış bir ömür 17 Mart 1944 tarihinde Denizli hapsinde şehitlikle tamamlandı. Vefatıyla Bediüzzaman’ı en çok ağlatan isimlerden biri, belki de birincisiydi Hafız Ali. Said Nursî’nin “benim bedelime şehid oldu” dediği Hafız Ali’nin vefatı şöyledir:

1943 yılında Bediüzzaman’ın bulunduğu Denizli hapsine sevk edilenler arasında Hafız Ali de vardır. Bediüzzaman hapiste gizli düşmanları tarafından zehirlendiği sırada Hafız Ali de aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılır ve orada vefat eder. Bunun üzerine Said Nursî “Hafız Ali benim bedelime berzah âlemine seyahat eyledi” demiştir.

Risâle-i Nur’da birçok yerde ismi geçen Hafız Ali’nin Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarında pek çok mektubu bulunmaktadır.

Hafız Ali’nin yarım kalan hizmetini diğer Nur Talebeleri yanında refikası Ümmühan Hanım devam ettirmiştir.

Merhum Hafız Ali’nin Denizli kabristanında bulunan mezar taşında şunlar yazıyor:
“…İman ve Kur’ân hizmetinde manevî mücahedesinde Medrese-i Yusufiye’de şehid olan merhum, kahraman şehid, Ömer oğlu Hafız Ali. Isparta İslâmköy. Tevellüdü: 1313 (1898). Ölümü: 1944

Ruhuna Fatiha..

Dipnotlar:

1- Barla Lâhikası, s. 210.
2- N. Şahiner, Son Şahitler, c. 1, s. 312-313.

Risale-i Nur Enstitüsü

Yıldırım Bayezid Kimdir? (1360-1403) Kısaca Hayatı

Osmanlı Sultanlarının dördüncüsü Bayezid Han, Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ın oğlu olup, 1360 yılında Edirne’de doğdu. Annesi Gülçiçek Hanım’dır.

Yıldırım Bayezid yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, ela gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu.

Küçük yaştan itibaren zamanın seçkin âlimlerinden ilim öğrendi. Değerli kumandanlardan askerlik, sevk ve idare derslerini gördü. 1381 yılında devlet idaresinde yetişmesi için Kütahya’ya vali tayin edildi.

1389’da haçlı ordusu ile yapılan Birinci Kosova savaşına katılarak büyük kahramanlık gösterdi. Babası Sultan Murat, bu savaş sonunda bir Sırplı tarafından şehit edilince, devlet ileri gelenlerinin müşterek kararı ile Osmanlı tahtına geçti. Tahta çıktığında 29 yaşındaydı.

İlk olarak Sırbistan işlerini yoluna koyan Yıldırım Beyazıt bu sırada kendisine karşı ittifak eden Anadolu Beylikleri üzerine yürüdü. Süratle hareket ederek Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşe ve Hamidoğulları beyliklerini ortadan kaldırdı (1390). Karamanoğulları beyliğini itaat altına aldı. Ardından ihmal edilmiş bulunan Balkanlara yöneldi.

Yıldırım 1391’de Bizanslılardan Şile’yi aldı. İstanbul’u yedi ay muhasara etti ve yedi aylık bir kuşatmadan sonra şehirde bir Türk Mahallesi kurulması, bir cami yapılması ve yıllık verginin artırılması şartıyla anlaşma yaptı. Tuna nehrini geçerek Romanya’yı Osmanlılara tâbi kıldı.

1392’de Silivri ve Selânik Osmanlılara katıldı aynı yıl Kastamonu üzerine yürüyerek, Candaroğlu topraklarını ele geçirdi. 1394’te Selanik ve Yenişehir’i (Mora) alan Osmanlı orduları, Teselya’ya ilerlediler. 1393’de Bulgaristan tamamen fethedildi. Arnavutluk ve çevresi de Osmanlı topraklarına katıldı.

Yıldırım Beyazıt’ın 1395’te İstanbul’u ikinci defa muhasarası yeni bir haçlı ordusunun hareketine yol açtı. Bütün Avrupa milletlerinden meydana gelen haçlılar, Osmanlılara ait Niğbolu kalesini kuşatmışlardı. Yıldırım Bayezid de ordusu ile Niğbolu kalesi önlerine kadar geldi. Bir gece Yıldırım Bayezid, tek başına atına binerek düşman saflarını yardı.

Niğbolu kalesinin duvarları dibine yanaşarak bir elini kale duvarına dayadı ve : “Bire Doğan!” diye seslendi. Bu sesi tanıyan Niğbolu kalesi kumandanı Doğan Bey de yukarıdan : “Ne var, şevketlüm!” diye sordu.

Padişah : “Ordumla birlikte geldim. Sakın kaleyi teslim etmeyesin!” emrini verdikten sonra atını sürerek gece karanlığında bir yıldırım gibi karargâha döndü.

Yıldırım’ın kazanmış olduğu zaferlerin en mühimlerinden birisi  25 Eylül 1396 senesinde, tek başına Müslüman Türk milletinin, bütün bir Hıristiyan Avrupa Devletlerine karşı kazanılmış ve tarihin en büyük zaferlerinden birisi olan Niğbolu zaferi idi. Bu, şanlı zaferin neticeleri de çok büyük olmuştur. Bu zafer, Osmanlı Türk Devletinin, doğu İslâm âleminde de tanınmasına sebep oldu Mısır’daki Abbasi Halifesi (Birinci Mütevekkil) Yıldırım Bayezid’e tebrik için gönderdiği mektubunda, Türk Padişahına: “Sultan-ı İklim-i Rum” unvanı ile hitabetti.

Esir edilen ve fidye karşılığı serbest bırakıldıktan sonra padişaha karşı bir daha savaşmamaya yemin eden Avrupalı asilzadeler ve şövalyelere Yıldırım Beyazıt Han şöyle diyordu:

Ettiğiniz yeminleri size iade ediyorum. Gidiniz, yeniden ordular toplayınız ve bizim üzerimize geliniz. Bana bir kere daha zafer kazanmak imkânı sağlamış olursunuz. Zira ben, Allahü Teâlâ’nın dinini yaymak ve O’nun rızasına kavuşmak için dünyaya gelmişim.”

Bu zaferden sonra Müslüman coğrafyada ‘Sultan’ olarak anılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra İran, Irak gibi karışıklık içinde bulunan coğrafyalardan Anadolu topraklarına, Sultan Bayezid’in idaresine girmek üzere önemli ölçüde göçler başlamıştır.

Niğbolu zaferinden sonra Osmanlı akıncıları Macaristan içlerine kadar girerek pek çok ganimetlerle döndüler. 1397’de İstanbul’u üçüncü defa kuşatan Bayezid, Bizans’ın denizle bağlantısını kesmek için Anadolu Hisarı’nı inşa ettirdi.

Salona Piskoposu, Padişahı bizzat davet ederek halkın zulümden kurtarılmasını rica etmiş bunun üzerine Yıldırım Bayezid, Bizanslılardan Silivri, Mora ve Attika’yı kurtarmıştır. Türklerin Yunanistan’ı almaları böyle olmuştur. Girdiği savaşlarda göstermiş olduğu cesaretten dolayı 1397’de ona Yıldırım lakabı verilmişti.

Üç defa İstanbul’u kuşatmasına rağmen hem Batıdan hem Doğudan gelen tehditler, diğer taraftan İstanbul kalelerini aşacak teknik yetersizlikler ve yabancı danışmanlarının etkisi, onu bu emeline kavuşmaktan mahrum bırakmıştır.

1399’da Anadolu’ya dönen Bayezid, Karaman ve Kadı Burhaneddin topraklarını ilhak ederek Toroslardan Tuna’ya kadar uzanan merkezi bir imparatorluk kurmuştu.

Onun idaresi zamanında devşirme sistemi tekrar canlandırılmış ve Hıristiyan gençleri sadece bir asker olarak değil aynı zamanda bir Osmanlı ve idareci olarak da yetiştirilmeye başlanmıştır. Merkezi hazinenin genişletilmesi, teşkilatlanma alanlarında önemli bürokratik yenilikler bu devire ait gelişmelerdir. Tahrir sistemine ait en eski kayıtlar bu döneme aittir. Ulemanın tasarrufundaki pek çok vakıf malı bu dönemde devlet erkine devredilmiş, idarede kul sistemi geniş ölçüde uygulanmaya başlamıştır. Hatta eski kayıtlarda, Bayezid’in, görevlerini suiistimal eden kadıları çok şiddetli bir biçimde cezalandırdığına dair kayıtlar da bulunmaktadır.

Sultan Yıldırım Beyazıt, iyi bir idareci ve askerdir. Çevik, atılgan, cesur, zamanın hadiselerini kavramış iyi bir kumandandı. Ani olaylar karşısında soğukkanlılığını muhafaza ederek karar verir ve ordusunu süratle istediği yere sevk ederdi. Adaleti çok meşhurdu. Âlimlerin sohbetinde bulunur, onların Allahü Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bildiren sözlerini gönülden kabul ederdi. Evliyaya çok hürmette bulunurdu. Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye’den Hâce Bahaüddin Şah-ı Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Hâce Alâüddin Attar (k.s.) Hazretleri, Allame Saadeddin Teftazâni, Şerh-i Mekâsıd Müellifi Kemaleddin Hocendi, Hayatü’I – Hayvan isimli eserin sahibi Kemaleddin Muhammed Demiri, Hoca Hafız Şirâzi ve Kadı İbn-i Haldun Yıldırım Bayezid devrinde vefat eden büyük zatlardır.

Osmanlı topraklarının her tarafında cami, mescit, darüşşifa, medrese, imaret ve misafirhaneler yaptırdı. Ayrıca bütün bu imarethaneler için geniş vakıflar kurdurdu. Bursa’daki Ulucami yaptığı en önemli eseridir.

Yıldırım Beyazıt’ın bir mahkemede şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah mahkemeye geldi ve herkes gibi o da ellerini önünde bağlayarak ayakta bekledi. Devrin Bursa kadısı Molla Şemsüddin Feranî, dik dik Padişah’ı süzdükten sonra şu hükmü verdi: “Senin şahitliğin geçersizdir. Zira, sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu halde namazlarını cemaatle kılmayan biri, yalancı şahitlik edebilir demektir.

Bu yüzden itham karşısında herkes Yıldırım Beyazıt’ın hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynunu büküp mahkemeyi terk etti. Bu olaydan sonra sarayın yanı başına bir cami yaptırdı. Namazlarını cemaatle kılmaya başladı.

Bu arada Orta Asya ve İran’a uzanan güçlü bir imparatorluk kurmuş bulunan Timur (1335-1405); Anadolu topraklarına girmeden önce Çağatay, Harzemşah ve İlhanlı gibi hanedanların son varislerini de ortadan kaldırmış bulunmaktaydı. Bu nedenle kendisi bu hanedanların doğal varisi olarak görmekteydi. 1400 yılına gelindiğinde ise Anadolu topraklarına yönelerek Kadı Burhaneddin Devleti’nin başkenti olan Sivas’ı ele geçirdi. Bunu gören Türkmen Beyleri derhal Timur’un tarafına geçerek onun yanında yer aldılar. Aynı zamanda onu Osmanlı sultanına karşı kışkırttılar.

Timur’dan kaçan Karakoyunlu ve Cezayir beyleri de Yıldırım Beyazıt’ı Timur’a karşı tahrik ediyorlardı.

Sultan Bayezid ve Timur’un karşılaşması kaçınılmazdı. Türk dünyasının lideri olma iddiasındaki bu iki büyük hükümdar her ne kadar birbirlerinden farklı hedeflere sahip olsalar da birbirleri ile mücadele etmeye mecbur kalmışlardı.

Bu tahrikler iki büyük Türk hakanını 27 Ağustos 1402’de (Rivayete göre ulemadan cevazına dair fetva alınmadan) Ankara’da karşı karşıya getirdi. Çubuk ovasında yapılan ve çok şiddetli geçen muharebe sonunda Osmanlı ordusu, mağlubiyete uğrarken, Yıldırım Beyazıt da esir düştü (28 Temmuz 1402).

İki oğlu, Şehzade Musa ve Mustafa ile birlikte Akşehir’e sürgüne gönderildi.  Esaret zilletini çekemeyen Fatih’in dedesi Yıldırım Beyazıt Han yedi ay sonra kederinden ve nefes darlığından kırk dört yaşında vefat etti (1403). Cenazesi oğlu Çelebi tarafından Bursa’ya getirilerek, kendi türbesine defnedildi. Allah rahmet eylesin.

Timur Han ölüm haberini alınca: “Yazık oldu, büyük bir mücahidi kaybettik.” demekten kendini alamadı.

Yıldırım Beyazıt; Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi, Mehmet Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Kasım Çelebi ve Fatma Sultan adında sekiz çocuk sahibi idi.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  •  Ybu.edü
  •  İlimrehberi
  •  Biyografi
  •  Haznevi
  •  derszamanı

Selahaddin Eyyubi Kimdir? (1138-1193)

El-Melik el-Nasır Ebu’l Muẓaffer Selahaddin Yusuf bin Necmeddin Eyyub 1138 Tikrit’te doğmuştur. Haçlı Seferleri’ne karşı direnen büyük komutan olarak bilinir.Mısır ve Suriye sultanı, Ünlü kumandan ve siyâset adamı Selâhaddîn Eyyûbî  Sûriye, Filistin, Mısır ve Yemen’de kurulan  Eyyubi hanedanının kurucusudur.

Hıttin Muharebesi ile 2 Ekim 1187’de Kudüs’ü Haçlı kuvvetlerinden alarak kentte 88 yıl süren Hıristiyan egemenliğine son vermiş, ayrıca Hıristiyanların düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirmiştir.

Baalbek ve Şam’da büyüyen Selahaddin, İyi bir tahsil aldı. Askeri eğitimden ziyade dini derslere meraklıydı. Sanatla ve ilimle uğraşırdı. Selahaddin’in biyografisinde Onun Öklid Geometrisi, Astronomi, Matematik ve Aritmatik konularında uzman olduğu yazmaktadır Mantık, felsefe, sosyoloji, fıkıh ve tarih öğrendi, Şam’daki Dar’ul-Hadis’den mezun oldu.

Selahaddin Eyyubi’ye tarih boyunca farklı etnik kökenler atfedilmiş, çeşitli milletler mirasını sahiplenmişlerdir. Fakat oluşan genel kanaat Kürt kökenli olduğudur.

Selahaddin tanınmış bir ailede dünyaya geldi. Doğduğu gece, babası Necmeddin Eyyub ailesini de alarak Halep’e göçtü. Burada Kuzey Suriye’nin güçlü Türk valisi İmadeddin Zengi’nin hizmetine girdi. Daha sonra Tikrit’in kumandanlığına atandı.

Selahaddin’in annesi Selçukluların Harim emiri Şihabeddin Mahmud ibn Tokuş el-Harim’un kızkardeşidir.

Yirmi altı yaşındayken amcası tarafından eğitilmek üzere kendi hizmetine alındı.Mısır’ın güçlü aşiretlerinden Banu Ruzzaiklerin ele geçirilmesinde Fatımi halifesinin yanında savaştı. Daha sonra Haçlı ordusunun elinde bulunan Mısır’daki Bilbeis şehrinin ele geçirilmesinde görev aldı.

Selahaddin’in askeri hayatı amcası Esedüddin Şirkuh’un hizmetine girmesiyle başladı. Mısır’a gönderilecek orduya Nureddin Mahmud komutan olarak Şirkuh’u atadı. Şirkuh Nureddin Zengi’nin emriyle, ilki 1164 yılında olmak üzere Mısır’a üç sefer düzenledi. Selahaddin bu seferlere Nuredddin Zengi’nin emriyle katılmıştır. Önceleri Selahaddin bir ilim adamı olmak istiyordu, yönetici olmak gibi bir niyeti yoktu.

Salaheddin Şirkuh’un ölümünden ve Şavar’ın öldürülmesinden sonra, henüz 31 yaşındayken 1169 yılında hem Suriye birliklerinin komutanlığına, hem de melik unvanıyla Mısır vezirliğine atandı. 

1171’de Mısır’da Şii Fatımi halifeliğini tamâmiyle ortadan kaldırdı .Onların eski toprakları üzerinde din ve eğitimde kuvvetli bir siyâsetin teşvik ve uygulayıcısı oldu. Şiîliğin yerine Sünnî mezhebini yaymaya başladı. Bunda başarılı olan Selâhaddîn, Mısır ve Suriye’de Fâtımîlerin yaydığı yanlış itikâdın önüne geçerek, Ehl-i sünnet itikâdının yayılmasında önder oldu.

Artık İslam dünyasında tek bir halife vardı. Bu olay Müslümanların haçlılara karşı birleşmesinde tarihi dönemeçlerden birisi olmuştur.

Bu yüzyılda Haçlılar iki defa Anadolu’dan Kudüs’e kadar gitmişler ve geçtikleri yerlerde kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamışlardı. Hatta bu zalimler, kendi dindaşları ve ırkdaşlarının kalplerinde bile derin bir nefret uyandırmışlardı.

Selahaddin Nureddin Mahmud Zengi’ye hayatı boyunca bağlı kaldı, fakat Nureddin’in 1174 yılında vefat etmesiyle durum değişti. Selahaddin, Nureddin’in dul eşi İsmedüddin Hatun ile evlendi..

1186’ya değin Suriye, Kuzey Mezopotamya, Filistin ve Mısır’daki tüm Müslüman topraklarını kendi bayrağı altında birleştirmeye girişti ve İslam birliğini tekrar kurdu .

1187’de bütün gücüyle, Latin Haçlı krallıklarına yöneldi. Hıttin Muharebesi’nde Selahaddin, Kudus Kralı Lüzinyanlı Guy  komutasındaki Haçlı ordusunu yenmeyi başardı.

Haçlıların verdiği kayıpların büyüklüğü Müslümanların Kudüs Krallığı’nın neredeyse tümünü ele geçirmesini sağladı.

Haçlıların 90 sene önce Kudüs’ü işgal ederlerken 70 bin Müslümanı kılıçtan geçirmesine rağmen, muzaffer bir komutan olarak karşılarına geçen Sultan Selahaddin, intikam alma yerine onlara iyi muamelede bulunmuştur. Zaten İslam tarihinin çeşitli dönemlerinde de görülebileceği üzere, Müslümanlar kendilerine kan kusturan hasımları karşısında hep centilmence davranmışlardır.

Salaheddin Haçlılara en büyük darbesini ise 88 yıl Frankların elinde kalan Kudüs’ü 2 Ekim 1187’de teslim alarak indirdi.

Böylece bütün Müslümanların gönüllerinde taht kuran Selâhaddîn Eyyûbî, büyük bir üne kavuştu. Avrupa bu hezimet karşısında birbirine girdi ve üçüncü Haçlı seferi için çalışmalara başladılar. Ancak bu yeni Haçlı ordusu daha Akka’da iken hezimete uğratıldı ve yine onların aleyhine olarak bir antlaşma imzalandı.

Selahaddin Eyyübi’nin yirmi beş senelik vezirlik ve sultanlık hayatı, hep İslamiyet’e hizmetle geçmiştir. Tarihte pek nadir yetişen şahsiyetlerden biriydi.Sultan Selahaddin, ilme çok değer verir, âlimleri himaye ederdi. Yüksek insani meziyetlere sahip, iyi huylu, cömert, adil, kültürlü ve müsamahakar bir hükümdardı. Ülkesine her taraftan, ilim sahipleri gelir verdikleri derslerle insanlara hizmet ederlerdi. Onun zamanında Şam medreselerinde ders veren altı yüzden fazla fakih (fıkıh, din, şeriat ilminin üstadı) vardı. Tabipler, edebiyatçılar, şairler, matematikçiler, kimyagerler, mimarlar ve diğer ilim sahipleri memleketin gelişmesi için canla başla çalışırlardı.

Selahaddin Eyyubi, komutan ve memurlarıyla bir arkadaş gibi samimi olarak konuşur, yumuşaklıkla muamele ederdi. Bundan dolayı herkes, fikrini ve arzusunu çekinmeden söylerdi. Zamanında yetişen âlimlerden İmadüddin el-Katib onun hakkında şöyle demektedir: 

Sultan ile oturan bir kimse, onunla oturduğunun farkına varmaz, bir arkadaşıyla oturuyor zannederdi. Anlayışlı, dinine bağlı, temiz, hataları affeder, kusurları görmemezlikten gelir ve kızmazdı. Asık suratlı durmaz, daima tebessüm eder vaziyette olurdu. Bir şey isteyeni, boş çevirdiği görülmezdi. Herkese çok nazik davranır, kimseye kaba hareketlerde bulunmazdı. Söz verdiği zaman yerine getirirdi.” 

Abdüllatif el-Bağdadi’nin de onun hakkındaki sözleri şöyledir: “Selahaddin-i Eyyubi’yi heybetli bir kimse olarak gördüm. Sözleri, kalplere tesir ediciydi. Yanına ilk girdiğim gece, meclisini âlimlerle dolu gördüm. Her biri çeşitli ilimlerden konuşuyorlardı. Sultan’ın yakınları, onu kendilerine örnek alıyorlar, iyilikte yarış ediyorlardı. Müslüman olsun, kâfir olsun herkes Sultan’ı çok seviyordu. Onun ölümüyle, insanlar hakiki bir babayı kaybettiler, ölümüne üzülmeyen kimse kalmadı.” 

Selahaddin-i Eyyubi, düşmana karşı da, İslamiyet’in adalet ve ihsan kurallarından hiçbir zaman ayrılmazdı. Haçlılar esir Müslümanları kılıçtan geçirdiği zaman, elindeki Hıristiyan esirlere, İslamiyet’in emrettiği şekilde güzel muamelede bulundu. Hiçbir zaman onlar gibi yapmadı. 

Mısır ve Kudüs’ü fethedip, hazinelere sahip olduğu halde, ömrü boyunca bir asker gibi yaşadı. Lüzumsuz hiçbir şeye harcama yapmayıp, parayı zaruri ihtiyaçlara ve askeri malzemelere sarf etti. Öldüğü zaman cebinden bir altın ile birkaç gümüş para çıktı. Çok cömertti. Akka Muhasarası için geldiğinde, on binden ziyade atını askerlerine dağıttı ve binecek bir ata muhtaç kaldı. 

Çok cesurdu. Baştan başa çelik zırhlarla kaplı olan Haçlıları, göğsü açık, imanlı bir grup askeriyle perişan ederdi. Hatta bir defasında da; “Et iken demirle çarpışıyoruz, yüz olursak, karşımıza bin düşman çıkıyor, kaleler ateş saçıyor, denizler düşman kusuyor.” demekten kendini alamadı. Yaptığı bütün harplerde, askerlerinin sayısı, düşmandan daima azdı. Bütün muharebelerini, İslamiyet’i yüceltmek ve Müslümanları Haçlıların zulmünden korumak, devletini düşman çizmesinden muhafaza etmek için yaptı. 

İlme ve ilim sahiplerine çok ehemmiyet veren Selahaddin Eyyubi, Mısır Sultanı olunca, Şafii, Maliki, Hanefi ve Hanbeli mezheplerine göre tedrisat yapan medreseler yaptırdı. Kahire, Şam, İskenderiye gibi şehirler birer ilim merkezi oldu. Kendisinden önce yapılan pek çok camiyi tamir ettirdi. Haçlılar tarafından saray haline getirilen Mescid-i Aksa’yı yeniden cami haline getirdi. Mihrabını ve birçok kısımlarını mermer ve mozaiklerle kaplattı. Sultan Nureddin’in Halep’te inşa ettirdiği meşhur Âgah Minberini de getirtip, camiye yerleştirdi.

Zengi’nin yıllarca önce yaptırmış olduğu minberi Halep’ten getirterek Mescid-i Aksa’ya yerleştirdi. 

Selahaddin Eyyubi’nin bir komutan olarak kazanmış olduğu harplerden elde edilen ganimetlerden kendi hissesine hiçbir pay almadığını ve kan dökücü bir insan olmadığını yabancılar da doğrulamaktadır.

Sobernheim şöyle diyor: “Zekası ve dindarlığı üzerinde kurulmuş bulunan iktidarı, sarsılmaz halde idi. Her türlü hırs ve tamah ona yabancıydı. Biri, Fatimi halifesi el-Azid’in ve diğeri Atabey Nureddin’in ölümünde olmak üzere, iki defa büyük servetler elde etmek fırsatını buldu. Halifenin hazinelerini askerlerine dağıttı; Nurettin’in servetine dokunmadı; onu oğlunun emrine bıraktı.

Şahsi olarak, haçlılara ve idaresine tabi Hristiyanlara kötü davranmayan Sultan Selahaddin’in haçlılara karşı askeri başarılarından sonra bölgedeki Müslümanlar ile Hristiyanlar arasındaki münasebetler iyileşmiştir.

Selahaddin, hakikaten asla boş yere kan dökmemiş ve çok defa esirleri serbest bırakırken veya verdiği hediyelerinde alicenap bir şahsiyet olduğunu göstermiştir.” 

Hemen hemen bütün günleri harp meydanlarında geçen, Ortadoğu’daki Haçlı varlığının belini kıran ve onu aslâ eski gücüne kavuşamayacağı bir hâle getiren, böylece Ortadoğu-İslâm dünyâsının kudretini bütün Avrupa’ya gösteren Mücâhid Sultan Selahaddin Eyyubi’nin 17 oğlu ve bir kızı olmuştur.

Selahaddin Eyyubi, 1193 kışı Şubatında hastalandı. On dört gün hasta yattı. 4 Mart 1193 çarşama günü 56 yaşında- Şam’da vefat etti. Kabri Şam’da   Aynı şehirde bulunan Emeviye Camii haziresindedir. 

 Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynak:

  • S.E.Ü
  • Türkçe bilgi
  • sızıntı
  • biyografi

Emir Sultan Hz. Kimdir? (1368-1430) Özet Hayatı

Bizim tarihimizde İslam’ın yayılması konusunda yaşayış ve sohbetleri ile, kılıçtan daha ziyade etkili olmuş, insanların gönülden İslam’a bağlanmasına, guruplar halinde İslam’a girmesine, çağ açıp çağ kapayan sultanların yetişmesine, tarihin akışının değiştirilmesine ve asırlarca insanlara Ruhaniyetleriyle yön verdiğine inanılan büyük insanlar ve veliler vardır. 

İşte bu büyük insanlardan birisi de Emir Sultan Hazretleri’dir.

On dördüncü yüzyılın sonlarına doğru Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa’da yaşayan, tefsir, hadis, kelam alimi ve mutasavvıf büyük veli. Emir Sultan Buharalı bir Türk bilginiydi.

İsmi, Muhammed bin Ali el-Hüseyni el-Buhari olup, lakabı Şemseddin’dir. 1368 (H.770) 1368 yılında, Orta Asya’da Buhara’da doğdu. Babasının adı Ali’dir. Soyu, Peygamber efendimize dayanır.

Ona, Buhara’da doğduğu için Muhammed Buhari, Seyyid olduğu için Emir Buhari, Yıldırım Bayezit Hanın damadı olduktan sonra da Emir Sultan denilmiştir.

Emir Külâl ismiyle tanınan babası geçimini çömlekçilikle sağlayan bir veli idi. Buhara’da sevilir ve duasını almak için kendisine sık sık başvurulurdu. Nakşibendi’ye tarikatına mensuptu. Emir Külâl oğlunu yetiştirmek için büyük gayret gösterdi. Onu sağlam bilgi ve ahlâk temelleri üzerinde yetiştirmeye çalışan Emir Külâl, oğluna, bir mesleğe sahip olması için, çömlekçiliği de öğretti.

Emir Sultan küçük yaşta annesini kaybetti ve öksüz kaldı. Babası onun annesizliğini aratmayacak ölçüde ona yaklaştı ve sevgi bağı kurdu. Babasının ona sık sık verdiği nasihatlerden biri şöyle idi:

“Ey oğlum! Peygamber efendimizi, babandan, anandan daha fazla sevmelisin.

Soyunla öğünmemelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı.

Her günü ömrünün son günüymüş gibi tamamlamaya çalışmalısın.

İlim öğrenmekte asla erinip üşenmemelisin.

Aksakallı da olsan, düşmanla cihadı bırakmamalısın.

Selâm vermeden hiç bir topluluğa girmemelisin.

Nikahsız bir kadınla oturmamalısın.

Kur’ân-ı kerîm rehberin, hadîs-i şerîfler ise yol göstericin olacaktır.

Ey oğlum! Hayat her yönü ile senin için bir mekteptir.

Hayır’a koş, kötülükten kaç.

En büyük silahın, Allah Teâlâ’ya ettiğin duandır. Bunu asla unutma!”

Babasının bu şekildeki nasihatleri ile yetişen Emir Sultan ayrıca, birçok tasavvuf ehlinin sohbetlerine de devam etti.

Muhterem pederleri ile bir gün tenha bir yerde sohbet ediyor ve bir ayet-i kerimenin tefsiri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzun, çok çocuk sahibi, borçlu, sıkıntılar içinde bir kişi gelip, perişan halini;

“Buhara’da bir bahçem vardı. Onun mahsulü ile geçiniyordum. Bir gün bir fırtına esti,ağaçları ve sebzelerin çoğunu kuruttu.  Ey Resûlullah’ın evladı! , bana yardımcı ol.” diye anlattı,  Emir Sultan’ın babası “Cenâb-ı Hak inşallah seni arzuna kavuşturacaktır.” diyerek onu teselli etti.

 O gece Emir Sultan, ihtiyarın bahçesine gizlice varıp,  Allah Teâlâ’ya dua ederek yalvardı.

“Ey nimetler veren ve rızkları taksim eden Allah’ım! Bu fakirin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve meyvelerini eski canlılığına kavuştur.” Diye dua etti. Bahçede ağaçlar çiçeklenmiş,  sebzeler de canlanmıştı.

İhtiyar, Allah telanın kudretine hayran kalıp, başından geçenleri Buhara halkına anlattı. Bu kerameti görünce insanlar, Emir Sultan hazretlerinden dua talebinde bulundular.

Emir Sultan 17-18 yaşlarına geldiğinde babası vefat etti. Babasının vefatından sonra bir müddet Buhara’da kaldı. Sonra aldığı ilahi emir üzerine Mekke’ye gitti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçti. Niyeti, ceddi Resulullah efendimizin mübarek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar orada kalmaktı.

Medine’ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyitler için ayrılmış bir oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyit olduklarını ve odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emir Sultan’ı yanlarına almak istemediler. Emir Sultan onlara; “Ben de Seyyidim.” dedi ise de dinlemediler. Emir Sultan onlara;” Gelin beraber kainatın efendisi Resulullah efendimizin türbesine gidelim. Selam verelim. Hangimizin selamına cevap verirse, onun nesebinin sahih olduğu belli olsun.” dedi.

Bu teklif üzerine, onlar Peygamber efendimizin türbesine dönerek; “Esselamü aleyke ya ceddi!” dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emir Sultan; “Essela mü aleyke, ya ceddi!” dedi. Resul-i Ekrem mübarek sesiyle “Ve aileyken selam, ya veledi!” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, Emir Sultan karşısında büyük bir mahcubiyet duydular ve af dilediler.

Emir Sultan hazretleri bir rüya gördü. Rüyasında Peygamber efendimiz ve hazret-i Ali yanana oturmuş halde idiler. Hazret-i Ali ona; “Ey Oğlum! Sana cenap-ı Hak tarafından ceddin Muhammed’in sünnetini, takva yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işaret olundu. Senin önünde, ilerleyen nurdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak.” dedi. Emir Sultan uykudan uyanınca; “Demek ki takdir-i ilahi böyle.” diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali’nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.

Emir Sultan, Medine’den yola çıkıp Bursa’ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu, Emir Sultan’ı gördü ondan kendisini talebeliğe kabul etmesini  istedi. Emir Sultan onu talebeliğe kabul etti. Bir süre sonra bir yol kavşağına vardılar. Oranın yerlisi  bir kişi, yolda, geçit vermeyen bir ejderha olduğunu söyledi  o yoldan gitmemelerini tembih etti.

Emir Sultan’ın önünde giden kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan ilerlediler. Bir süre sonra yol kenarında bir ejderhanın uzandığını gördüler. Ejderha, şerefli bir misafiri bekler bir haldeydi ejderha Emir Sultan’ın devesinin ayaklarına kapanarak; “Hoş geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!” dedi.

Emir Sultan’ın kafilesi, Sakarya Nehri kenarında bir bahçede konaklamıştıTtalebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde olgun meyveleri vardı,talebe “Acaba eskiden burada mıydı? Yoksa ben bunu görmedim mi?” soruları zihnini kurcaladı. Emir sultanın bir kerametiydi.

Emir Sultan hazretleri Bursa’ya geldiği zaman, önündeki nurdan üç kandil gözünden kayboldu.

Böylece Emir Sultan Bursa’ya yerleşti.

Bu sırada Yıldırım Bayezit Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri, Osmanlı ordusuna büyük zayiat verdiriyordu. Bu esnada bir genç, yaralıların yaralarını sarıyor, bazan da ellerini açıp dua ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bayezit, bu genç askerin gayret ve maharetle yaraları sardığını görünce, o gence karşı kalbinde bir yakınlık hasıl oldu. Yanına kadar giderek; “Benim de kolumda yara var, yaramı sar!” deyince, Emir Sultan cebinden bir mendil çıkarıp; “Buyurun Padişahım, sizin yaranızı da bu mendil ile sarayım.” dedi. Sabah olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalktıklarını Yıldırım Bayezid Hana haber verdiler. Yıldırım Bayezid de merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye ettiği mendilin yarısı olduğunu fark etti. Akşam yaraları saran askerin, yanına getirilmesini emretti. Fakat o kimseyi bulamadılar.

Osmanlı ordusu daha sonra Niğbolu Kalesi önlerine geçti. Niğbolu Kalesinin fethi için günlerce kanlı çarpışmalar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hücumların en şiddetli anında, daha önceki muharebede askerlerin yaralarını saran genç, kale kapısını ardına kadar açtı. Yıldırım Bayezit ve askerleri kaleye girdiler. Kaledekiler teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden sonra bu genci aradılar, bulamadılar. Yıldırım Bayezit Han, Rumeli fethinden sonra Bursa’ya gelmeyip Edirne’de konakladı.

Bu sırada Yıldırım Bayezid’in kızı, rüyasında Peygamber efendimizi gördü. Resul-i Ekrem ona; 

Oğlum Muhammed Buhari ile evlen, sakın beni kırma ve sözümü dinle!” buyurdu. Hunda Fâtıma Sultan, rüyasını kimseye söyleyemedi. Ertesi gün yine Resul-i Ekrem’i rüyada gördü. Server-i âlem, ona; 

“Eğer ahirette benden şefaat etmemi istiyorsan, Muhammed Buhari ile evlen.” buyurdu. Hâlbuki Hunda Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi Süleyman Paşa ile evleneceği söylenmekte idi. “Acaba Emir Buhari’nin bundan haberi var mı?” dedi. Hizmetçisine rüyasını anlattı durumu Emir Sultan’a bildirmesini söyledi. Hizmetçisi durumu Emir Sultan’a anlatınca, o; 

“Bizim de malumumuzdur. Nikâhımız, Allah Teâlâ tarafından kıyıldı. Dinimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hunda Fâtıma Sultan’a iletin.” dedi. Bunun üzerine Emir Sultan, dünürler gönderip sultanın kızını istedi. Fakat Valide Sultan kızını vermek istemeyip, işi zora sürerek, dünürlere; 

“Emir Sultan’a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse kızımı veririm.” dedi. 

Emir Sultan hazretleri de; 

Sultan validemiz develeri göndersinler, İstediği altınları gönderelim.” Saraydan kırk deve gelince Emir Sultan, develerle Nilüfer Çayının kenarına gitti. Develeri getirenlere; “Heybeleri bu kumlarla doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun.” buyurdu. Kimisi şüphe ederek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri ve keselerini doldurdular. Kırk deveden meydana gelen kervan saraya girince, 

Emir Sultan; 

“Boşaltın, istediğiniz altın olsun.” dedi. Heybeler boşaltılınca, hepsi altın çıktı.

Emir Sultan ile Hunda Fâtıma Sultan’ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan, kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem ağası ile Emir Sultan’a gönderdi. Emir Sultan, bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet etmekte idi.

Harem Ağası “Valide Sultan’dan.” diyerek, bohçayı Emir Sultan’a verdi.  Emir Sultan, bohçayı açıp içinden bir mendil aldı. mendilin içine birkaç köz parçası koyup, mendili kapadı, Harem Ağası’na; 

“Valide Sultan’a selâm söyleyiniz. Kabul etmelerini arz ederim.” dedi. Harem Ağası, hediyeyi Valide Sultan’a teslim etti,mendilin içinden elmas parçaları çıkmıştı.

Nikâh haberi Edirne’ye ulaşınca, Yıldırım Bayezid, Süleyman Paşayı, Emir Sultan’ın ve Hunda Hatun’un başlarını getirmesi için Bursa’ya gönderdi. Süleyman Paşa Bursa’ya gelince, Valide Sultandan onları istedi. Valide Sultan vermeyince, kırk asker, Valide Sultan’ın sarayına saldırdıysada Emir sultanın kerametiyle başarılı olamadılar.

Padişahın, Emir Sultan’ın ve kızı Hunda Sultan’ın öldürülmesi için Bursa’ya asker gönderdiğini duyan Molla Fenari, Yıldırım Bayezit şu mektubu yazdı:

Sultanımızdan bir ricamız vardır. Dün öldürülmesini emrettiğiniz Emir Sultan, Resul-i Ekrem’in neslinden hürmete değer bir insandır. Bu zât gibi temiz kalpli, Peygamber neslinden bir kişi, zamanımıza kadar Anadolu’ya ayak basmamıştır. Buna benzer aslı temiz bir kimseyi elleri hediyeler dolu davetçiler göndererek Buhara’dan Anadolu’ya getirmeye çalışsaydınız, sizin için ebedî bir şeref olurdu. Böyle yapmadığınız hâlde, manevi irade üzerine yurdumuza gelen bu zât dolayısıyla Peygamber efendimize yakınlık kazandığınız takdirde, dünya ve ahiret saadetiniz artacaktır.

Şunu da bildireyim ki, bu damadınız, Peygamber Efendimizin; “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğlularının peygamberleri gibidir.” buyurduğu kimselerdendir. Eğer bir daha onun başını kestirmek için asker gönderirseniz, bütün yurdumuzun felâketi olacağından şüphemiz yoktur. Son ferman sultanımızındır.”

Aradan günler geçtikten sonra Bursa’ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultanı karşılayanlar arasında Emir Sultan da vardı. Yıldırım Bayezid, onunla selamlaşınca, harp meydanında askerlerle kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. 

Emir sultan “bendeniz damadınız Muhammed Şemseddin.” dedi. Yıldırım Bayezid Han atından inerek onunla kucaklaştı ve gözyaşlarını tutamayarak ikisi de ağladılar.

Sultan Yıldırım Bayezid Han, Niğbolu zaferinden sonra kazanılan ganimetler ile Müslümanların ibadet etmeleri için, Bursa’nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bugünkü Ulu Câminin yeri uygun görüldü ve arsa sahiplerine mülklerinin bedelleri verildi. İçlerinden bir hanım; “Ben evimi satmam.” diye inat etti.  Sultan Bayezid, Emir Sultan’ın huzuruna giderek durumu anlattı.

Emir Sultan; “Her işin gerçekleşeceği bir vakit vardır.” diyerek Sultanı teselli ve teskin etti. O gece kadın bir rüya gördü  Herkes Cennet tarafına gidiyordu. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet’e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arafat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine  kadın feryat etmeye başladı. O sırada gaipten bir ses; “Eğer sen de Cennet’e gitmek istersen, Yıldırım Bayezid Hana evini sat, inat etme,bu rüya üzerine kadında evini sattı ve câminin yapılmasına vesile oldu.

Emir Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Timur-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi, Sultan Bayezid Han ile görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan Padişahı, savaştan vazgeçiremedi. Savaş Yıldırım Bayezid’in aleyhine sonuçlandı.

Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya’da bulunan Şehzâde Çelebi Mehmet, Bursa’ya hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti.

Bir gün sohbet esnasında bir zât, Emir Sultan’a, Peygamber efendimizin miraca çıkmasının cismani mi, yoksa ruhani mi olduğunu sordu. Emir Sultan hazretleri buyurdu ki: 

“Ceddim Resul-i Ekrem, miraca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetiz, sıfatsız olarak Allah telayı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Bu hususta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun doğruluğu, Necm süresinde bildirilmiştir. Resul-i Ekrem için cümle melâike ve bütün mahlûkat salavat getirirler. Böyle yüksek bir zatın miracında, bedenen veya ruhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir defa değil, dört yüz kere miraç yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allah Teâlâ bir hadis-i kudside; “Ey Habibim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım.” buyuruyor. Bu hadis-i kutsi, bunun doğru olduğunu gösterir.”

Emir Sultan hazretleri buyurdu ki: “Allah telanın yolunda olan bir kimsenin kalbinde, Allah telaya kavuşmaktan başka bir arzu bulunmaz.”

Talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyamda şöyle gördüm: Bursa’nın uzak kasabalarından birkaç kişi: 

“Bursa’da bir evliya var. Allah telanın izniyle ne hacetin varsa verirmiş.” diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Onların dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de duasını alalım diye birlikte Bursa’ya gittik. Dergâha girip Emir Sultan’ı görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak takati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. 

“Sultanım, beni talebeliğe kabul edin!” dedim. “Kabul eyledik!” diyerek mübarek elleri ile sırtımı sıvazladılar. Heyecanla uyandım. Rüyamı anneme anlattım ve tabir etmesini istedim. Annem; “Sen hemen o büyük velinin yanına koş, himmetine kavuşarak duasını al.” dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rüyamdaki gibi; “Gidip Emir Sultan’ı ziyaret edelim. Onun duasını alalım.” diye yürüdüklerini gördüm. Aralarına katılarak, rüyamdaki gibi, sırayla dergâha girip huzurlarına çıktık. Emir Sultan’ın mübarek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekleyerek ayakuçlarına kadar gittim. “Bizi talebeliğe kabul buyurun Sultanım.” deyince; “Biz seni talebeliğe kabul edeli kırk yıl oldu.” buyurdular.

Hacı Bayram-ı Velî, talebelerinden bir kısmı ile Bursa’ya gitti. O sırada Emir Sultan’ın Bursa kalesi kenarındaki evleri harabeye döndüğü için, ustalar tarafından tamir ediliyordu. O esnada marangozlar ellerinden büyük bir ağacı düşürdüler. Emir Sultan’ın mübarek bakışları düşen ağaca ilişince, ağaç boşlukta kaldı. Hacı Bayram-ı Velî bu olaya şahit oldu ve içinden;

“Herhâlde Emir Sultan, bana kerametlerinden birini göstermek istedi.” diye geçirdi. Emir Buhari ona; “Biz, bununla size keramet göstererek evliyadan biri olduğumuzu ispatlamak istemedik. Kale kenarında çocuklar oynuyorlardı. Ağaç onların başına düşüp ezilmesinler diye böyle yaptık. Gayemiz, çocukları büyük felâketten kurtarmaktı.” dedi. Çocuklar oradan kaçtıktan sonra ağaç yere düştü.

Bursa tüccarlarından Hoca Kasım, Emir Sultan’a bir sarık hediye etti. O da, tüccara bir miktar para verdi. Hoca Kasım, o parayı alarak kesesine koydu ve çarşıda gezerken, otuz bin dirheme satılan büyük bir elmas gördü. Onu almak istedi, fakat kesesinde o kadar çok para olmadığını bildiği için üzüldü. Sonra aklına, kesesindeki paraları saymak geldi. Paraları sayınca, otuz bin dirhemden fazla olduğunu hayretle gördü. Hemen o elması aldı. Aynı gün elmastan anlayan bir Yahudi, o elmasa yüz otuz bin dirhem verince, Hoca Kasım Yahudi’ye elması sattı. Bunun Emir Sultan’ın bir kerameti olduğunu anlayan Hoca Kasım, Emir Sultan için bir dergâh yaptırdı.

Sarı Yusuf şöyle anlatır: “Bir gün Bursa’da, Emir Sultan’ın huzurunda oturuyorduk. Emir Sultan sohbet ediyordu. O ânda hiç başıma gelmeyen bir şey oldu. Aniden uykum geldi. Öyle ki, göz kapaklarımı kaldıramıyordum. Durumu fark eden Emir Sultan; “Biraz uyu!” diyerek bana izin verdi. Ben de uyudum. Bir süre sonra korkulu bir rüya görerek uyandım. Emir Sultan’ın elinde bir kalkan vardı. Tekrar uyuya kaldım. Yine korkulu bir rüya görerek uyandım. Emir Sultan’ın elinde aynı kalkan duruyordu. Uykum kaçtı ve merakla Emir Sultan’a kalkanı neden tuttuklarını sordum. Emir Sultan şöyle cevap verdi: “Kırım’da bizi seven bir zat var. Şu anda gönlümüze yönelmişti. Bu mecliste uyumundan hatırı incindi. Sana doğru ok attı. Ben de kalkanla engel oldum. Yine attı, tekrar oka mani oldum. Sonra o, senin bizim müsaademizle uyuduğunu anlayınca, pişman olup, okun sana değmediğine şükretti.”

Emir Sultan, bir gün öğle namazını kılmak için evinden dışarı çıktı. Talebeleri de onu takip etti. İçlerinden Mûsâ Baba; “Sultanım! Ne olaydı, şurada bir su aksaydı da Müslümanlar namaz için abdest alsaydı.” dedi. Bu sıra Emir Sultan, asasına dayanmış tefekkür ediyordu.  Besmele çekerek, asasını yerinden oynattı. Oradan bir su kaynayıp coştu. 

Şeyh Sinan şöyle anlatır: Henüz küçük idim. Babamla bahçemize kavun, karpuz ektik. Ne kadar çabaladık ise, ektiğimiz kavun ve karpuzlar bir türlü istediğimiz gibi yetişmedi. Bir gün bostanda, üzüntülü bir şekilde oturuyordum. Babam ise köye dönmüştü. O sıra aniden, at üstünde, yeşil kaftanlı bir zat Peyda oldu. Benden çekirdek istedi. Ben de verdim. Çekirdeği alıp tarlaya saçtı. Bir anda tarla çimlendi ve kavun, karpuz yetişti. Benden bir karpuz istedi. Ben de koparıp verdim. Karpuzu ikiye böldü. Yarısını kendisi aldı, diğer yarısını da babama vermemi tembih etti ve “Bana Emir Sultan derler. Söyle babana, seni Bursa’ya, benim yanıma getirsin.” dedi. Ben de; ” emrinizi yerine getiririm.” dedim. Yeşil kaftanlı zat, bir anda kayboldu. Bir müddet sonra babam geldi. Ben babama, Emir Sultan’ın dileklerini ve tembihini aktardım. Babam da; “Başım, gözüm üstüne!” diyerek, beni Bursa’ya Emir Sultan hazretlerinin huzuruna götürdü.

Uzun müddet Emir Sultan’ın hizmetinde bulundum. Sonunda; “Fesat ehlini ıslah eyle. Himmet ve inayetle Müslümanlara nasihat et. Ta ki, senin Kur’an-ı kerime dayalı doğru yolunu duyanlar da, yaptıkları hatalarından dönsünler.” diyerek bana hilâfet verdi.”

Emir Sultan hazretleri, bir gün Ali Efendi isimli talebesini Balıkesir’e göndermek istediler. O talebe kalbinden şöyle geçirdi: “Acaba Balıkesir’e varıp gelinceye kadar vaktimi nasıl geçireyim?” Hemen kalkıp tesbihlerini getirip eline verdiler ve “Gidip gelinceye kadar bu tesbihle meşgul ol.” buyurdular. Talebe tesbihi alıp yola düştü. Balıkesir’e Cuma vakti vardı. Emir Sultan’ın ikaz için gönderdiği hoca efendinin hutbesine yetişti. Sonra ona bozuk düşüncelerini ve doğrusunu anlattı. Fakat o, Emir Sultan’ın talebesini dinlemedi ve kendi düşüncesinde ısrar etti. Talebe geri dönerken, akşam karanlığında bir köye girdi. Köye girdiği sırada, dere kenarındaki kumluk bir yere bastı ve kayarak düştü. O esnada tesbih elinden kayboldu. Ne kadar aradı ise bulamadı. Yolculuk bittiğinde, ağlayarak Emir Sultan hazretlerinin huzuruna girdi. “Ya oğlum! Yolculuğun nasıl geçti, hâlin nasıldır?” buyurdular. O da; “Sultanım içim yanıyor. Karanlıkta ayağım kaydı, tesbihi suya düşürdüm.” dedi. Bunun üzerine Emir Sultan; “Ya oğlum! Onun için niye üzülürsün? Biz onu suya düşürmedik.” dedi ve cebinden tesbihi çıkarıp verdi.

Bir gün bir köylü, Emir Sultan’ın huzuruna gelip; “Sultanım, bir sıkıntım var. Başım dertte, bana bir dua yazın ve himmet edin.” dedi. Ali Hoca isimli talebesine işaret edip; “Yazıyoruz.” dedi. O da duayı yazdı. Emir Sultan ve yanında bulunan talebeleri kime dua yazsa, Allah telanın izni ile şifa bulurdu. 

Emir Sultan hazretlerinin yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazada kullanılmak üzere asılı dururdu. O yaya ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isabet ederdi. Her nereye atmak isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını emre ederdi. Şeyhülislamın da hazır bulunduğu bir gün, Emir Sultan okunun ve yayının getirilmesini istedi. Getirilen ok ve yayın, Şeyhülislama  verilmesini emre buyurdu. Emir Sultan ona; “Oku doğuya doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız orası olsun.” buyurdu. Şeyhüİslâm, emirleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki türbenin olduğu yere düştü.

Emir Sultan 1430 (H.833) senesinde Bursa’da veba hastalığından vefat etti. Vefat ettiğinde 63 yaşındaydı. Emir Sultan vefat ederken, Hacı Bayram-ı Velî’nin yıkayıp, cenaze namazını kıldırmasını vasiyet etti. Hacı Bayram-ı Velî gasil ve tekfin işlerini yaptı ve cenaze namazını kıldırdı. Okun düştüğü yer olan Bursa’nın doğu kısmında yüksekçe bir yere günümüzde kendi ismiyle anılan semte defnedildi.

Emir Sultan hazretlerinin türbesi yapılırken türbeyi yapan zat, rüyasında Emir Sultan’ı gördü. O zata; şurayı şöyle yap, burayı böyle yap diye, türbesi bitinceye kadar, her gece rüyada emir verdiler. O zat, türbe yapımını bitirdikten sonra, bir daha Emir Sultan’ı rüyasında görmedi.

Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine çıktığında Yenişehir’de bulunduğu sırada Bursa’ya gelerek, atalarının kabirlerini ziyaret etti. Emir Sultan hazretlerinin türbesine gelip, onun ruhaniyetinden yardım dilerken, Emir Sultan hazretlerinin kabrinden; “Ya Selim! Duhulü Mısra İnşallah amin! (Ey Selim! İnşallah Mısır’a emniyet içinde giresiniz!)” diye bir nida işitildi. Duyanlar; “Müjdeler olsun padişahım! Size Mısır’ın fethi müjdelendi!” dediler.

Emir Sultan’ın vefatından yaklaşık iki asır sonra, yanında Arslan ile dolaşan bir zat Bursa’ya geldi. Emir Sultan’ın türbesini ziyaret etti. Bu sırada aslanını bir ağaca zincir ile bağladı. Biraz sonra zincirini koparan Arslan, aşık gibi türbenin kapısına geldi ve gözlerinden yaş aka aka Emir Sultan’ı ziyaret etti. Sonra olduğu yere dönerek sahibini bekledi.

Duy Halife adıyla meşhur bir zat vardı. Ona; “İlmi kimden tahsil ettin?” diye sorulduğunda; “Üstadım Emir Sultan hazretleridir. Bir gün, babam ve birçok kişi ile Emir Sultan hazretlerini ziyarete gitmiştik. Mübarek nazarlarına kavuşup, elini öptük. Babama bakıp; “Oku.” buyurdular. Babam Kur’an-ı kerim okumaya başladığında, oradakilerin birçoğu kendinden geçip ağladı. Ondan sonra babamın bütün çocukları çok güzel Kur’an-ı kerim okurlardı. Hatta kız kardeşlerim bile bizim gibi okurdu.” dedi.

İznik’te metfun bulunan velilerden Eşrefoğlu Abdullah, sağlığında bir iş için Bursa’ya gitmişti. Fakat fırsatı olmadığı için, Emir Sultan’ın kabrini ziyaret edememişti. İznik’e geri dönerken, yolda Halil Paşanın oğlu İbrahim Paşayı gördü ve ona; “Siz her halde Bursa’ya gidiyorsunuz. Emir Sultan hazretlerinin kabrini ziyaret ettiğinizde, selamımı  iletmenizi sizden rica ediyorum.” dedi. İbrahim Paşa, Bursa’ya girer girmez Emir Sultan’ın türbesinin bulunduğu yere gitti. İki rekat namaz kılıp, Kur’an-ı kerim okuduktan sonra Emir Sultan’ın türbesine girdi ve “Sultanım! Eşrefoğlu Abdullah, size selam söyledi.” dedi. O anda türbeden “Ve aleykümselam.” sesi geldi.

Mücahit Bahadır şöyle anlatır: “Fâtih Sultan Mehmet Han zamanında bir sefere katılmıştım. Bir kale muhasara edilmişti. İslam askerleri düşman kalesine tırmanıyorlardı. Ben de bir yerden burçlara doğru tırmanmaya başladım. Kale burcuna yaklaştığım sırada, önüme bir kaya parçası çıktı. Bu kaya parçası yüzünden yerimden oynayamıyordum. O sırada aklıma Emir Sultan geldi ve çan gönülden; “Ey Emir Sultan! Bana yardım eyle! Beni bu belâdan kurtar!” diye yalvardım. Birdenbire karşımda bir nur şelâlesi gördüm. İçinden yeşil elbiseler giyinmiş bir zât belirdi. Bana engel olan taşın üstüne geldi. Üstündeki elbisesini sarkıtıp; “Ey Gazi! Elbiseye tutun! Sakın korkma!” dedi. Ben de; “Ya Allah!” deyip, tutundum ve engeli aşmış olarak kendimi kalenin içinde buldum. Emir Sultan hazretlerinin elini öpüp, ayağının tozuna yüzümü sürmek istediğimde, gözümden kayboldu. Nereye gittiğini de anlayamadım.”

Başkasına Niçin Gidilmez?

Şeyhülislâm Molla Fenari, Emir Sultan’dan icazet, diploma aldıktan sonra, Ulu Câmide vaz verirdi. Bir gün vaz vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emir Sultan hazretleri bir talebesini, bir şeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu talebe, Şeyhülislâmın vaz vereceğini duyunca, kendi kendine; “Gidip vaazı dinleyeyim, Şeyhülislâmın hayır duasını alayım.” diye düşünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda câmide zelzele olmaya başladı. Cemaatin bir kısmı dışarıya kaçtı. Fakat dışarıda zelzele olmadığı görüldü. Bu durumdan haberi olan Şeyhülislâm, murakabeye daldı. Sonra cemaate dönüp; 

“İçinizde Emir Sultan’ın hizmeti ile emre olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helâk ettirecek.” dedi. 

Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp dergâha gitti. Emir Sultan’ın huzuruna girdi. Talebe selam verdi. Emir Sultan başını kaldırıp, sadece talebeye baktı. Talebe, hocasının heybetinden düşüp bayıldı. Ayılınca, Emir Sultan ona; 

“Ey oğlum! Dünyevi ve uhrevî ihtiyaçlarınız karşılanmadı mı ki, başkalarından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit çeşit nimetlere kavuşurken, gidip başkasından yardım istemesi, ona sual sorması, ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşeklik tir.” buyurdu 

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynaklar:

  • ehlisünnetbüyükleri
  • evliyalar
  • altınsilsile

Habeşistan (Somali), Necaşi ve Bilal-i Habeşi

Günden güne Müslümanların sayısının artmasıyla müşriklerin eza ve cefaları da artıyordu, Müslümanlar için dayanılmaz bir hal almıştı. Peygamber Efendimiz Erkam’ın evinde ikamet etmeye başladıktan sonra bu eziyetler daha da arttı, işkence çeşitleri bile değişti. Müslümanlar serbestçe ibadet edemiyorlardı. Yapılan işkence ve tazyikler had safhaya ulaşınca Hz. Ömer ve Hz. Bekir’in de müracaatları ile Resulullah çareler aramaya başladı karar alındı hicret edilecekti. Müminler gidecekleri yerleri düşünmeye başladılar. “Nereye gidelim?” sorusunu Peygamber Efendimiz (asm) Habeşistan’ın olduğu yönü işaret ederek cevapladı ve akabinde: “Habeş toprağına giderseniz iyi olur! Çünkü, orada, yanındakilerin hiçbirine zulüm yapılmayan bir kral vardır. Hem orası bir doğruluk ülkesidir. Yüce Allah, içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış ve kurtuluş yolu açıncaya kadar siz orada bulununuz” buyurdu. Bu ifadelerle Necâşî, Peygamber Efendimizin iltifatına mazhar oldu..

Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri, and olsun ki, dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Âhiret ecri ise daha büyüktür.”

Nahl Suresi’nde Hz. Muhammed tarafından alınan bu kararın yerinde bir karar olduğu ifade edildikten sonra, zulüm neticesinde yurtlarını terk eden Müslümanların huzur bulacakları ve ahirette büyük mükafatlara nail olacakları bildiriliyor ve şöyle deniyordu: ” Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince: Onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Ahiretin mükafatı ise büyüktür, onlar sadece Rablarına tevekkül ederek sabretsinler.” Bakara Suresi’nde ise: ” And olsun ki, sizi biraz korku ve açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. Ey Muhammed! Sabredenleri müjdele, işte Rabbinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Doğru yolu bulanlar da onlardır.

Müslümanlar ilk defa Miladi 615 yılında, Recep ayı içinde dördü kadın olmak üzere, 15 veya 16 kişi Habeşistan’a hicret ettiler. Bunların içinde Osman bin Affan ile ailesi Peygamberimizin kızı Rukiye de bulunuyordu. Bu hicreti haber alan müşrükler, arkalarından takipçi gönderdilerse de onları bulamadan geri döndüler. Bu hicret Habeşistan Necaşi si Ashame devrine rastlamaktadır.

Birinci Habeşistan hicretinden sonra Hz.Muhammed (SAV)’e Necm suresi indirildi. Oda bu sureyi Harem-i Şerif’e müşriklere okudu. Surenin içinde müşriklerin putlarından Lat, Uzza ve Menat’ında adları geçmekte idi. Surenin sonunda secde emredildiğinden Resulullah Efendimiz sureyi bitirince secde etti. Müşrikler de surede putların ismi geçtiğinden onunla birlikte secde ettiler. Bu olay neticesinde Mekkeliler toptan Müslüman oldu diye asılsız bir söylenti çıktı. Bu söylenti Habeşistan’da da duyulunca orada bulunan Müslümanlar geri döndüler. Ancak müşriklerin zulüm ve işkencelerinin daha da çoğaldığını görerek döndüklerine pişman oldular.

Miladi 616 senesinde (İslamiyet’in 7 yılında) 100 kişi kadar bir İslam kafilesi, Hz.Ali’nin ağabeysi Cafer Tayyar’ın başkanlığında ikinci defa Habeşistan’a hicret ettiler. Kureyşliler İslamiyet’in etrafa yayılmasından endişe ederek Habeşistan’a göç eden Müslümanları geri almak üzere Habeş hükümdarına değerli hediyelerle birlikte elçiler gönderdiler. Hristiyan olan hükümdar Müslümanlarla elçileri, huzurunda yüzleştirdi.

 Necasi Müslümanlara:

-“Kureyşliler elçi göndermişler, sizi geri istiyorlar, ne dersiniz” diye sordu. Müslümanların reisi Câfer ayağa kalkarak:

-“Ey hükümdar, sorunuz onlara, biz onların kölesi miyiz?”

Kureyş delegeleri adına Âs oğlu Amr (Amr b.Âs) cevâp veriyordu:

-Hayır, hepsi hürdür.

-Onlara borcumuz mu var?

-Hayır, hiç birinde alacağımız yok.

-Kısas edilmemiz için, onlardan öldürdüğümüz kimse var mı?

-Öyle bir isteğimiz yok.

-O halde bizden ne istiyorlar?

Amr cevap verdi:

-“Bunlar atalarımızın dininden çıktılar, ilâhlarımıza hakaret ettiler, gençlerin inançlarını bozdular, aramıza ayrılık soktular.”

Bu iddialara karşı Câfer:

-“Ey hükümdar, biz cahil bir kavimdik. Taştan, ağaçtan yaptığımız putlara tapıyorduk. Kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömüyor, ölmüş hayvanların leşlerini yiyorduk. İçki, kumar, fuhuş ve her türlü ahlâksızlığı yapıyorduk. Hak hukuk tanımıyorduk. Kuvvetliler zayıfları eziyor, zenginler fakirlerin sırtından geçiniyordu.

Cenâb-ı Hak bizim hidayetimizi diledi. İçimizden soyu-sopu, asaleti, ahlâk, fazilet ve dürüstlüğü hakkında kimsenin kötü söz edemeyeceği bir Peygamber gönderdi. O bizi puta tapma zilletinden kurtardı. Tek, Allah’ı tanıttı. Yalnız O’na kulluğa çağırdı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Doğru söylemeği, emaneti gözetmeyi, akrabalık haklarına riayeti, komşularla hoş geçinmeyi öğretti. Yalan söylemeği, yetim malı yemeği, haksızlık etmeği yasakladı.

Biz O’na inandık. O’nun gösterdiği Hak Dini kabul ettik. Bu yüzden kavmimizin hakaret ve işkencelerine uğradık. Fakat dinimizden dönmedik. Dayanamaz hâle gelince onlardan kaçıp, sizin himâyenize sığındık…” dedi. Kur’ân-ı Kerim’den ayetler okuyarak herkesi heyecana getirip ağlattı. Hz. İsa ve Meryem’le ilgili olarak:

“Meryem çocuğu alıp kavmine getirdi. Onlar: Meryem, utanılacak bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi, baban kötü bir kimse değildi, annen de iffetsiz değildi… dediler. Meryem çocuğu gösterdi: Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz… dediler.

Çocuk: Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti, beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selâm olsun.. dedi”.

İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa gerçek söze göre budur.” 

Bu ayetleri dinleyen Habeş hükümdarı:

-“Allah’a yemin ederim ki, bu sözler Hz. İsa’ya gelen sözlerle aynı kaynaktan,” dedi ve Kureyş elçilerinin teklifini reddetti.

Ertesi gün, Amr Necâşi’nin huzuruna çıkarak:

-“Onlar Hz. İsa hakkında yakışıksız sözler söylüyorlar”, diyerek hükümdarı tahrik etmek istedi. Çünkü Habeş Necâşisi Ashame Hristiyan’dı.

Bu iddiaya karşı Câfer:

-“Biz, Hz. İsa hakkında Cenâb-ı Hak Kur’ân’da ne bildirmişse ancak onu söyleriz” dedi ve sonra şu anlamdaki ayeti okudu.

“Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın Peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir. O, Allah tarafından bir ruhtur…”

Bunun üzerine Necâşi yerden bir çöp alıp göstererek:

“-Hz. İsa’nın dedikleri ile sizin söyledikleriniz arasında şu çöp kadar bile fark yok. Sizi ve Peygamberinizi tebrik ederim. Şehadet ederim ki, O zât, hak Peygamberdir. O’nu Hz İsa müjdelemişti…” dedi. Sonra, Kureyş elçilerine:

“-Peygamberlerini yalanlayan kavmin hediyesi bana lâzım değil,” diyerek getirdikleri hediyeleri geri verdi.

Kureyş elçilerine müslümanları geri vermeyeceğini bildirdi. Daha sonra Habeş hükümdarı müslümanlarla uzun uzun konuşmalar yaptı. Bazı tarihçelerin beyanlarına göre hükümdar gizlice islamiyeti kabul etmiştir.

Habeşistan’da Müslümanlar güven içinde kaldılar. Bunlardan bir kısmı, Müslümanlar Medine’ye hicret edince Medine’ye gittiler (622 M.). Bir kısmı Hudeybiye barışına kadar orada kaldılar. (628 M.) Câfer’in başkanlığında son 16 kişilik kafile ise Hayber’in fethi esnâsında Medine’ye döndü. (628 M.)

 Habeşistan Meliki NECÂŞî ‘yi tanıyalım

İslâmiyet’in doğuş yıllarında, Mekke’de müşriklerin zulmünden bunalıp ülkesine sığınan Müslümanların burada huzur içinde yaşamalarını sağlayan adil insan. Peygamber Efendimize olan duygularını “Keşke şu saltanata bedel, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir” şeklinde dile getiren Mü’mün insan. Vefatı üzerine gıyabında cenaze namazı Peygamber Efendimiz (asm) tarafından kıldırılan bahtiyar Müslüman.

Necâşî, Habeş hükümdarlarına o zamanlarda verilen bir unvandır. Dolayısıyla bu, asıl isim olmayıp söz konusu hükümdarın unvanıdır. Asıl ismi ise daha çok Ashama olarak nakledilmekle birlikte, bazı kaynaklarda, Azhama veya Ahbar olarak da geçmektedir. Necâşî hakkında teferruatlı bilgi bulunmayıp doğum tarihi de kesin olarak bilinmemektedir.

Necâşî, insanlar arasında adaletin gözetilmediği, daha çok güçlülerin istekleri doğrultusunda yönetimin icra edildiği bir asırda ve zamanda, adil kişiliği ile ön plana çıkıp tanınan ve saygın bir kişiliği olan hükümdar olarak tanındı. Hükümdarlığı boyunca kendi halkı tarafından sevildiği gibi çevresindeki komşuları tarafından da sevilen ve saygı gösterilen bir yönetici oldu.

İslam tarihinde önemli bir yeri ve konumu olan Necâşî, Peygamber Efendimiz tarafından mektupla İslam’a davet edilen hükümdarlardandır. Diğer tarafından adil kişiliği, insanlara olan merhameti gibi özelliklerinden dolayı Müslümanların ülkesine iki kez hicret ettiği bir devlet başkanı olarak tanınmaktadır. Necâşî, din adamlarına karşı son derece saygın bir kişi olması ve onları korumasından ötürü çevresinde önemli ölçüde Hıristiyan din adamları da toplanmıştır. Nitekim kendisi ve çevresindeki din adamlarının kendi kaynaklarına dayanarak edindikleri bilgiler ve İncil’de geçen ibarelerin de etkisiyle İslamiyet’i hemen kabul ettikleri görüldü. Kendi kitaplarında geçen son peygamberin vasıflarının Peygamber Efendimiz’de (asm) bulunduğunu tespit eden Necâşî ve adamları Müslüman oldular.

Habeş denilince 

Bilal-i Habeşi (Bilal bin Rebah) (R.A.) tanıtmadan geçmek olmaz.

581 yılında Habeşistanlı köle bir ailenin çocuğu olarak Mekke’de dünyaya geldi. Annesinin adı Hamâme, babasının adı Rebah’tır.

İslamiyet’i ilk kabul edenlerden ve bunu açıktan ilan eden ilk yedi kişiden biridir. Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Ümeyye’nin kölesi idi.

O zamanlar, her yerde olduğu gibi, Arabistan’da da korkunç bir cahiliyet vardı. İçki, kumar, zina, hırsızlık, zayıfları ezme, zulüm ve ahlâksızlık namına ne varsa hepsi yapılıyordu.

Güçlü kimseler, zayıf kimseleri köle olarak kullanıyorlardı. İşte bu kölelerden birisi de, Bilâl-i Habeşî idi. Fakat bunun diğerlerinden farklı bir hâli vardı. Son derece mert ve dürüst idi. Bunun için Ümeyye, bunu kervanının başını koyar, mallarını bunun vâsıtasıyla uzak yerlere gönderirdi.

Bilâl-i Habeşî hazretlerinin diğer bir özelliği de, sesinin çok güzel olmasıydı. Bunun için düğün ve şenliklerde aranan bir kimseydi.

Bilâl-i Habeşî yine bir gün, bir kervanla Şam’a gitmişti. Bu kervanda, Hz. Ebu Bekir de vardı. İkisi arasındaki dostluk bu yolculukta meydana gelmişti. Bu sırada Mekkelilerin tek gelir kaynağı ticaretti.

İslâm güneşinin doğmasına ve âlemi aydınlatmasına çok az bir zaman varken, işte bu yolculuk yapılmıştı. Hz. Ebu Bekir bu yolculukta gördüğü bir rü’yâ sebebiyle sefer dönüşü iman nuru ile şereflenmişti.

Bir gece yarısı Bilâl-i Habeşî hazretlerinin kapısı çalındı. Uyandığında, kapıdan fısıldayan bir ses duydu:

– Bilâl! Bilâl!

“Gecenin bu saatinde bu ses nedir” diye düşünürken, aynı ses tekrar etti:

– Bilâl! Bilâl!

Karanlıkta korkuyla sesin geldiği tarafa yöneldi. Sesin geldiği tarafa yaklaşıp sordu:

– Sen kimsin?

– Ben Ebû Bekir.

– Gecenin bu saatinde ne istiyorsun? Söyleyeceklerini sabah söyleyemez miydin? Acelen nedir?

– Sabahı beklemeden, sahibin duymadan söylemem lâzımdı, onun için geldim.

– Beni meraklandırdın! Söyleyeceğini hemen söyle!

– Yâ Bilâl! Bu ümmetin peygamberi geldi.

– Kimdir?

– Ebü’l-Kâsım.

– Peki, peygamber olduğunu nasıl anladın?

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle cevap verdi:

– Şam yolculuğunda gördüğüm rü’yâyı anlattıktan sonra kendisine, “Yâ Ebe’l Kâsım, sen Allahın Resûlü olduğunu söylüyor, imana davet ediyormuşsun, öyle mi?” diye sordum. O da, (Evet yâ Ebâ Bekir! Rabbim insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hazret-i İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi) dedi. Ben de, “Sen bugüne kadar yalan söylemedin. İnanıyorum ki sen Allahın Resulüsün” deyip huzurunda Müslüman oldum. Senin de Müslüman olmanı, ebedî saadete kavuşmanı istiyorum,

Hz. Ebû Bekir’in bu cevabı üzerine, onu yakinen tanıyan, samimiyetinden hiç şüphesi olmayan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Kelime-i şehâdeti getirip Müslüman oldu.

Bilâl-i Habeşî, Müslüman olduktan sonra hayatında bambaşka bir safha başladı. Artık o, hak ile batıl arasında vuku bulmak üzere olan çetin bir mücadelenin azimli bir kahramanı, yalnız bir mücahidi olmuştu.

Zalim Ümeyye; O’nun Müslüman olduğunu anladığı zaman, daha da hainleşti, onu İslâm’dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl’i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: “Muhammed’e küfret; Lat ve Uzza’ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın.”

Bilâl’in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü: “Allahu Ahad, Allahu Ahad”, Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü.

Ümeyye b. Halef’in Bilâl’e yaptığı işkencelere çok üzülen Ebu Bekir, ona bu işkenceden vazgeçmesini söyledi. O da: Onun ahlakını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir dedi.

Bunun üzerine Ebu Bekir ona şu cevabı verdi: Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver. Ümeyye b. Halef bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Bilâl’i Ebu Bekir’e verdi. Böylece Ebu Bekir Bilal’i işkenceden kurtarmış oldu.

Bilâl daha sonra diğer ashap ile birlikte Medine’ye hicret etti. Orada Sa’d b. Hayseme’ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl’e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has’amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam’da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu.

Hicretten sonra Bilâl-i Habeşî hazretleri, bir gün Mescidi-i Nebi’de iken büyük bir neşe içinde coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu:

– Yâ Bilâl, bu hâlin nedir? Burasının mescit olduğunu unuttun mu?

– Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim, yanlışım varsa tövbe ederim ve bir daha yapmam.

Beraberce Resûlullahın huzuruna gittiler. Hz. Ömer, Peygamber efendimize durumu arz etti:

– Yâ Resûlallah, Bilal, mescidin huşu’unu bozuyor. Burada neşelenip coşuyor, oynuyor.

Peygamber efendimiz Hz. Bilâl’e sordu:

– Yâ Bilâl, böyle neşeli olmanın sebebi nedir?

– Yâ Resûlallah, cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke’nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saadete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Ben neşelenmeyeyim de kim neşelensin? Ben oynamayayım da kim oynasın?

– Bilâl’e dokunmayın! Sevinip neşelensin

Medine’de Müslümanlar, namaz vakitlerinin bir şekilde bildirilmesi gerektiğine karar verdiler. Ancak bunun ne şekilde olacağı konusunda fikir birliğine varılamadı. Bu sıralarda Abdullah bin Zeyd, gördüğü bir rüyayı Hazreti Muhammed(sav)’e anlattı.

Rüyasında ezanın bugünkü şeklini duymuştu. Bunun üzerine Muhammed (sav), duyduğu ezanı Bilal’a öğretmesini ve bundan sonra namaz vakitlerinin ezanla duyurulacağını bildirdi. Böylece ilk ezan okuyan (müezzin) Bilal(ra) olmuştur. Bir süre sonra Bilâl-i Habeşî sabah ezanına essalâtü hayrun minnen nevm (namaz uykudan hayırlıdır) şeklinde bir ekleme yaptı ve Muhammed, Bilâl, bu ne güzel söz! Diye onu tasvip etti.

Hz. Bilâl, Resulullah’ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke’de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye’yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: “İşte küfrün başı!” Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi.

Resulullah, Kâbe’yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle coşturmuştu.

Resul-u Ekrem’in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine’de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl’e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: “Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!“

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle demişti: “İstediğin yere git!“

Resulullah’ın vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. Bilâl, Şam’a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye’de meydana gelen gazalara katıldı.

Hz. Ömer devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer, hicrî on altıncı yılda Suriye ve Filistin’e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye’ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs’e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs’e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resulullah’ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl’den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd’in bu üstün yanı olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resulullah (s.a.s.) dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl’in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in irtihâlinden sonra Suriye’ye giden Bilâl,”Havlan” kasabasına yerleşti. O burada huzur içinde yaşıyordu.

Hz. Bilâl, Suriye’de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)’i gördü. Resulullah ona, şöyle demişti: “Beni ziyaret etmeyecek misin?“

Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine’ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara’ya yüzünü sürerek, burada Resul-u Ekrem’le birlikte geçirdiği günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl’i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a.) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid’inde ezan okumuştu. Bilâl’in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah’ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber’in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine’ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün Müslümanların Resul-u Ekrem’e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl’in sesi idi.

Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen “ah ne acı” dedikçe, Bilâl: “Oh! Ne tatlı!” diyor ve ekliyordu: “Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım.” diyordu.

Bilâl-i Habeşî, İslam’ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem’e hizmetle geçirdi. O, Resulullah’ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah’dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber’in hazinedarlığını, Bilâl yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah’ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.

Hz. Bilâl’in doğruluk ve ahlâki, İslâm’a bağlılığı takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.

Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı

Bilâl-i Habeşî, 641 yılında vefat etti Şam’daki Ehl-i Beyt mezarı olarak bilinen Dımaşk’ın. Bab’üs Sağîr mezarlığına defnedilmiştir.

HABEŞİSTAN’IN DÜNÜ VE BU GÜNÜ

Somali halkı İslam’la daha hicretten önce tanışmışlardır. O dönemde bugünkü Somali toprakları adaletiyle ünlü Habeşistan kralı Necaşi’nin yönetimi altındaydı. Mekke’de müşriklerin zulmünden kaçarak Resulullah (s.a.s.)’ın tavsiyesiyle Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar da ilk olarak bugünkü Somali topraklarında bulunan Zeyla şehrine gitmişlerdi. Somalililer de İslâm’ı onların vasıtasıyla tanıdılar ve çok çabuk kabullendiler. Bu yüzden İslâm Somali halkı arasında hızlı bir şekilde yayıldı. Daha sonra Resulullah (a.s.)’ın İslâm’ı tebliğ etmeleri için Yemen’e gönderdiği Müslüman davetçiler oradan Somali’ye de geçtiler ve Somali’de de tebliğ çalışmalarında bulundular. Bu çalışmaların Somali halkı üzerinde büyük etkisi oldu ve daha birinci hicri yüzyılın yarısına gelinmeden bütün Somaliler Müslüman oldular. Somali uzun bir süre Habeşistan krallığının yönetiminde kaldı. Sonraki dönemlerde değişik krallıklar ülkeye hükmetti. 14. yüzyıl sonlarından itibaren Somali, Osmanlı Devleti’ne bağlı topraklardan sayılmaya başladı. Batılı sömürgecilerin Somali’ye saldırıları 19. yüzyılın ortalarından sonra başladı. 1884’te İngiltere Kuzey Somali’yi ele geçirdi. 1887’de de İtalyanlar Güney Somali’nin bir bölümünü ele geçirdiler. İtalyanlar 1927’ye kadar Güney Somali’nin kalan kısımlarını da işgal ettiler. Müslüman lider Mevla Muhammed bin Abdullah 1901’de başlattığı hareketle İngilizlerin işgal ettiği bölgeyi geri aldı. Ancak İngilizler 1920’de burayı yeniden işgal ettiler. İngilizlerin işgal ettiği bölge İngiliz Somalisi, İtalyanların işgal ettiği bölge İtalyan Somalisi olarak adlandırıldı. İtalyan Somalisi olarak adlandırılan bölgenin yüzölçümü 506.573 km2, İngiliz Somalisi olarak adlandırılan bölgenin yüzölçümü de 176.113 km2’ydi. İtalyan Somali’si 26 Haziran 1960’ta, İngiliz Somalisi de aynı yılın 1 Temmuz tarihinde bağımsızlığını elde etti. İngiliz Somalisi’nin bağımsız olmasıyla birlikte iki Somali birleşerek bağımsız Somali Cumhuriyeti’ni kurdular. Kurulan bu cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanlığına Aden Abdullah getirildi. 1967’de de cumhurbaşkanlığına Abdurreşid Ali Şermarke geçti. Sosyalist anlayış sahibi Tümgeneral Muhammed Siyad Berri 21 Nisan 1969 tarihinde gerçekleştirdiği askeri darbeyle yönetimi ele aldı ve sivil cumhurbaşkanı Şermarke’yi de öldürdü. Muhammed Siyad Berri, İtalya’nın Güney Sudan’ı işgal altında tuttuğu dönemde İtalyanların kurduğu polis teşkilatında polis müfettişi olarak görev yapmıştı. Siyad Berri, yönetimi ele alır almaz parlamentoyu dağıttı, siyasi partileri kapattı ve anayasayı yürürlükten kaldırdı. Berri, ülkede sosyalist bir yapı oluşturma çabalarına girdi. Bu amaçla bankaları ve çeşitli ekonomik kuruluşları devletleştirdi. Bu arada kendisinin benimsediği bilimsel sosyalizmin en büyük düşmanı olduğunu ileri sürdüğü İslâm’a karşı da savaş açtı. Halkın Somali diliyle yazılmış İslâmi eserlerle bağını koparmak amacıyla Arap harfleriyle yazılan Somaliceyi latin harfleriyle yazdırtmaya başladı. Uygulamalarına karşı çıkan çok sayıda ilim adamını idam ettirdi. Bazı yerlerde kendisine karşı çıkan kalabalıkların üzerine ateş ettirerek onlarca insanı öldürttü. İktidarının ilk on yılında Sovyetler Birliği’yle arası iyi olan Siyad Berri, 1977-78 Ogaden Savaşı’nda Sovyetler’in Etyopya’yı desteklemesi üzerine Sovyet yönetimiyle arası açıldı. 1979’da uygulamaya koyduğu anayasada kendine sınırsız yetkiler tanıdı. Bu yetkilerini sonuna kadar kullanarak Somali halkına her türlü zulmü yaptı. Onun zulmünden kaçan yüzbinlerce Somalili Etyopya topraklarına sığındı. Berri’ye karşı çeşitli dönemlerde muhalif eylemler düzenlendi. Ancak bu eylemler genellikle başarısız kaldı. Muhalefet 1990 sonlarına doğru iyice şiddetlendi ve bütün ülkeyi sardı. Berri’nin kurduğu diktatörlük rejimine karşı çıkan muhalif gruplar Aralık 1990’ın başlarından itibaren silahlı mücadeleye giriştiler. Silahlı çatışmalar Ocak 1991’de de devam etti. Sonunda yenilgiyi kabul etmek zorunda kalan Berri, Ocak 1991’de ülkesini terk etti. Ancak Berri’nin kaçmasından sonra ülke yönetimi konusunda aralarında anlaşamayan muhalif gruplar silahlarını birbirlerine çevirdiler ve iç savaş bu şekilde devam etti. Çıkan iç savaş ve iç savaşla aynı zamana denk gelen kuraklık ülkede büyük bir açlık faciasının ortaya çıkmasına sebep oldu. Uluslararası kuruluşların ilgisizlikleri ve yardım konusunda gösterilen gevşeklik ise faciayı daha da dramatik bir hale getirdi. Somali’deki açlığı bir fırsat olarak değerlendiren Hristiyan yardım kuruluşları da ülkeye girerek yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulundular. Hristiyan yardım teşkilatları hem ülke içinde yardım dağıtımı ile birlikte Hristiyan propagandası yapıyor hem de Somalili çocuklardan seçtiklerini Avrupa’daki kilise teşkilatlarına gönderiyorlardı. ABD yönetimi Kasım sonlarına doğru yaptığı açıklamada Somali’ye 30 bin asker gönderme niyetinde olduğunu bildirdi. ABD’nin Somali’ye asker göndermekteki gerekçesi bu ülkede devam eden iç savaş yüzünden yapılan yardımların yerlerine ulaşmaması ve bundan dolayı açlıktan ölümlerin gittikçe artmasıydı. BM Güvenlik Konseyi de, 4 Aralık 1992 tarihinde çıkardığı kararla, Somali’ye ABD komutasında bir askeri harekatta bulunulması teklifini onayladı ve ardından “umut operasyonu” adı verilen askeri operasyon başlatıldı. Ancak gelişmeler operasyonun amacının Somali halkını kurtarmak değil, ABD’nin Afrika boynuzu üzerindeki çıkarlarını korumak amacıyla Somali’yi bir askeri üs haline getirmek olduğunu ortaya çıkardı. Bu durumu gören Somali halkı ve siyasi gruplar yabancı askerleri ülkelerinden çıkarmak için bir mücadele başlattılar. Operasyona katılan bazı ülkeler gelişmelerin aleyhlerine olduğunu görünce askerlerini çekme kararı aldılar ve 1993’ün sonlarına doğru geri çekilme işlemi başlatıldı. 1994’te dış güçlerin Somali’den tamamen çekilmesine rağmen içerideki istikrarsızlık ve iç çatışma hâlâ devam ediyordu. 

Dış problemleri: Somali’nin en önemli dış problemi Ogaden meselesidir. Ogaden çoğunlukla Somali asıllı Müslümanların yaşadığı bir bölge. Somali içlerine bir burun gibi uzanan bu bölgenin önemli bir kısmı, İngiliz işgalcilerin bölgeden çekilmeye başlamalarından sonra, Habeşistan’la İngiltere arasında 1954’te imzalanan bir anlaşma gereğince Habeşistan’a bırakıldı. İngilizlerin bu bölgeyi adı daha sonra Etiyopya olarak değişen Habeşistan’a bırakmaktaki amaçları Somali’yle bu ülke arasında sürekli devam edecek anlaşmazlığa yol açacak bir problem ortaya çıkarmaktı. İngilizlerin istediği gerçekleşmiş ve Ogaden konusu Somali’ye Habeşistan (Etiyopya) arasında sürekli bir problem vesilesi olmuştur. Bu mesele 1977 – 78’de iki ülke arasında bir savaşa da yol açtı. Savaşta Sovyetler Birliği’nin Etyopya’yı desteklemesi Somali’nin savaşı kaybetmesine sebep oldu. Somali yönetimi Sovyetler Birliği’yle ilişkilerini düzeltmek amacıyla 4 Nisan 1988’de Etyopya’yla bir anlaşma imzalayarak Ogaden bölgesi üzerinde Etiyopya’nın hâkimiyetini resmen tanıdı. Ancak bu anlaşma meseleyi temelden çözmüş değildir. Ogadenli Müslümanları temsil eden Ogaden Kurtuluş Cephesi mücadelesini sürdürmektedir.

İç problemleri: Somali’nin en önemli iç problemi diktatör Siyad Berri’nin yönetimden uzaklaştırılmasından sonra ortaya çıkan siyasi istikrarsızlık ve iç çatışmadır. Bunda ülkedeki kabile yapısının da etkisi olmaktadır. Aslında kabilecilik anlayışına dayanan bu iktidar kavgasının asıl sebebi geçmişte uygulanan cahilleştirme politikasıyla halkın önemli bir kısmının İslâmi bilgi ve şuurdan mahrum bırakılmasıdır. Siyad Berri döneminden sonra ortaya çıkan iç savaşın bir cephesinde Haviye kabilesinden olan ve Berri’nin ülkeyi terk etmesinden sonra geçici devlet başkanı ilan edilen Ali Mehdi Muhammed’in taraftarları, diğer cephesinde Habar kabilesinden Muhammed Farah Aydid’in liderliğindeki Somali Milli Birliği bulunmaktadır. Somali’ye BM güçlerinin girmesinden sonra bu gruplar kendi aralarındaki savaşa kısmen ara vererek dış güçlere karşı mücadele etmeye başladılar. BM güçleri karşısında en etkili olan grup da Aydid’in grubu oldu. Ancak 1994 Mart’ında dış güçler tamamen çekildiyse de içerideki iktidar meselesi kesin bir çözüme kavuşturulamadı. Ülkedeki iç savaş ve iktidar kavgası 1 milyondan fazla Somalilinin komşu ülkelere sığınmasına sebep oldu.

İslami Hareket: Somalililer İslâm’ın daha Medine’ye girmeden önce kendi ülkelerine girmiş olmasından dolayı kıvanç duyarlar. Somali halkı asırlar boyunca İslâmi kimliğini korudu. Bunda Somalililer arasındaki güzel bir geleneğin önemli etkisi oldu. Bu geleneğe göre her ailede, ailenin diğer fertlerine İslâm’ı öğretebilecek iyi yetişmiş ve Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilen bir kişinin bulunması gerekirdi. Afrika’nın Avrupa ülkeleri tarafından sömürgeleştirildiği dönemde İngiltere ile İtalya arasında paylaşılan Somali’de yürütülen misyonerlik çalışmaları ile de bu ülke halkının İslâmi kimliği değiştirilemedi. Ancak sömürgecilerin baskıları İslâmi eğitim çalışmalarının zayıflamasına yol açtı ve yukarıda sözünü ettiğimiz geleneğin sürdürülmesini engelledi. Somali’nin 1960’da bağımsızlığına kavuşmasından sonra ülkede yönetimi ele alanlar liberal anlayışı benimsediklerinden İslâmi çalışmalara her hangi bir katkıları olmadı. 21 Ekim 1969 tarihinde gerçekleştirdiği darbeyle Somali’nin yönetimini ele alan Muhammed Siyad Berri bütün İslâmi çalışmaların önüne engel koydu. Berri’nin bütün baskılarına rağmen ilim adamlarının gayri İslâmi uygulamalara karşı mücadeleleri durmadı. İlim adamları 14 Temmuz 1989 tarihinde verdikleri ültimatomda yönetimi İslâm aleyhtarı uygulamalarına son vermeye çağırdılar. İlim adamlarının, diktatör Siyad Berri’nin Somali’den İslâm’ın izlerini silmeyi amaçlayan uygulamalarına karşı direnişlerinin yanı sıra İslâm’ı devlete hâkim kılmayı ve Somali halkının İslâmi kimliğini korumayı amaçlayan birtakım cemaatler de oluşturuldu. Bunların içinde en köklü olanı Müslüman Kardeşler cemaatiydi. Ayrıca selefi anlayışa sahip Sünnet Cemaati ile Magam İslâm da bu ülkede halen varlığını sürdüren İslâmi cemaatlerin önemlileri arasındadır. Bugün Somali’deki İslâmi Hareketin başını İslâmi Birlik Partisi çekmektedir. İslâmi Birlik Partisi kuruluşunu 1985 yılında gerçekleştirdi. Ancak diktatör Siyad Berri’nin baskı uygulamaları dolayısıyla diğer İslâmi cemaatler gibi çalışmalarını oldukça zor şartlar altında ve gizli olarak yürütüyordu. İslâmi Birlik Partisi 29 Kasım 1991 tarihinde Cibuti’de bir kongre gerçekleştirerek Somali’de verdikleri mücadeleyle bu ülkeye yeniden İslâm’ı hâkim kılmayı amaçladıklarını dünyaya duyurdu. Ülkedeki diğer siyasi grupların iktidar mücadeleleri genellikle kabileci anlayışa dayanırken İslâmi Birlik Partisi Somali’nin birlik ve bütünlüğünü savunduğunu, kabileci anlayışla Somali Müslümanlarının parçalanmasına karşı olduğunu bildirdi. Batıcı liberal anlayışa sahip kabileci grupların diktatör Siyad Berri’ye karşı silahlı mücadele başlatmalarının oluşturduğu şartlar dolayısıyla İslâmi Birlik Partisi de bazı silahlı eğitim kampları kurmak zorunda kaldı. 1991’in Ocak ayında diktatör Siyad Berri’nin yönetimden uzaklaştırılması ile ülkenin iki büyük kabilesine mensup Ali Muhammed Mehdi ile Farah Aydid arasında çıkan iktidar kavgası İslâmi Birlik Partisi’ni de etkiledi. Aralık 1991’de Farah Aydid’in kuvvetleri ile İslâmi Birlik Partisi mensupları arasında Mereke’de çıkan çatışmada çok sayıda ölen oldu. Bu olaydan sonra İslâmi Birlik Partisi askeri gücünü daha da artırmak için çeşitli faaliyetler içerisine girdi. İslâmi Birlik Partisi’nin en güçlü olduğu yer üç milyon kişiyi yani Somali halkının yarısına yakın bir kısmını barındıran Ogaden bölgesidir. (Yani Somali’nin sınırları içinde kalan Ogaden.) Silahlı güçleri de çoğunlukla bu bölgede bulunmaktadır. Ancak ülkenin diğer bölgelerinde de destekçileri ve silahlı güçleri mevcuttur. Başkent Mogadişu’nun bazı önemli merkezleri de Amerikan işgal kuvvetlerinin Somali’ye girmesinden önce İslâmi Birlik Partisi’nin eline geçmişti. Amerika’yı Somali’ye işgal kuvvetleri göndermeye yönelten sebeplerin arasında İslâmi Birlik Partisi’nin gerçekleştirdiği başarıların da olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle bu partinin Sudan yönetimiyle işbirliği yaparak İslâmi yardım kuruluşlarının Somali’deki açlık felaketini durdurmak amacıyla Sudan üzerinden göndermeye başladıkları yardımların dağıtımında rol alması ABD’ni ve batılı güçleri endişeye soktu. Çeşitli kaynaklarda İslâmi Birlik Partisi’nin çeşitli Doğu Afrika ülkelerinde mücadele eden İslâmi cemaatlerle ve Sudan yönetimiyle doğrudan ilişkileri olduğuna dikkat çekilmektedir. İslâmi Birlik Partisi’nin siyasi lideri Ali Hivar Samiye’dir. Resmi sözcülüğünü Mahmud Osman yapmaktadır. Askeri operasyonlar sorumlusunun adı da Hasan Dahir Uveys’tir. Somali’deki diğer İslâmi cemaatler genellikle silahlı mücadeleden uzak durarak tebliğ çalışmalarına ağırlık vermektedirler.

615 ve 616 yıllarında Sahabe Efendilerimize kucak açıp onlara her türlü  yardımı yapın, can güvenliklerini sağlayan, her türlü baskıya rağmen onları müşriklere teslim etmeyen Necaşi’nin torunları şimdi fakirlik ,savaş, sömürü gibi her türlü olumsuzluklarla karşı karşıyalar.

Zaman biz Türkiye Müslümanlarının bu kardeşlerimize yardım etme zamanı, ellerinden tutma zamanı, en önemlisi içinde boğuldukları durumdan çıkması için en gerekli asrımızın reçetesi olan Kuran tefsiri Risalei Nurları onlara ulaştırma zamanı.

Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziyâ-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • M. Asım Köksal, İslam Tarihi
  • Risalei nur
  • Nurnet
  • Enfal
  • İslam tarihi