Etiket arşivi: helal gıda

“Helal Gıda”ya dikkat ediyor muyuz?

İnsanın hayatında en fazla dikkat etmesi gereken hususlardan biri de, kendisi ve bakmakla mükellef olduğu kişilerin helal gıda almasıdır. Bununla ilgili âyetler ve hadisler vardır. Helal gıdanın fıkıh kitaplarında açıklandığı gibi, hem liaynihî ve hem de ligayrihî helal olması gerekir. Bu onun, hem kendisinin mahiyeti itibariyle ve hem de elde ediliş yolu itibariyle helal olmasıdır.

Halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede yaşıyor olmak, Müslüman bir ülkede sanki satılan her şey helal cinsten olurmuş gibi yanlış bir zannın da neticesi olarak, liaynihî (mahiyeti itibarıyla) helal olanı araştırmak mevzuunda Müslümanların gayrimüslim bir ülkede yaşamağa nisbeten daha gafil ve kayıtsız davranmalarına sebeb olabilir ve günümüzdeki Müslümanların bir kısmı maalesef bu haldedir. Bunların arasında, kendisini ehl-i ilim sayan ve helal gıda mevzuuna dikkati çekmeğe çalışanları helal gıda sertifikası veren kuruluşlara müşteri ve maddî kazanç sağlamak için vehimleri ve vesveseleri tahrike çalışanlar olarak görerek onlara iftirada bulunanlar ve tepki gösterenler dahi vardır. Son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığımızın da bu mevzuda çalışmalar yapması, Müslüman halkımızı yanıltıcı ve yanlışa sevk edici bu yanlış tepkilere karşı çok faydalı olmuştur.

Bir ülke halkının büyük çoğunluğu Müslüman olsa bile, bizim ülkemizde olduğu gibi o ülke İslâm kanunları ile idare edilmiyorsa, o ülkede satışta olan her şeyin helal zannedilmesinin yanlışlığı çok açıktır. İslâm’ın âyetle çok kesin olarak yasakladığı şarabın ve domuz etinin bile satışına devlet tarafından yasak konulamadığı ve serbestçe satıldığı ülkemizde, sayısı altmışbeşbin kadar olduğu tahmin edilen ve hergün yenilerinin ilavesiyle sayısı daha da artan endüstriyel (çeşitli maddelerin karışımı halinde fabrikalarda yapılan) gıda maddelerinin tümüne karşı İslâmî hassasiyet ve seçicilikten uzak bir tavır sergilemek bu mevzudaki cehaletin neticesi ise o cehaletin giderilmesi için eğitici faaliyetlerde bulunulması lâzımdır.

Helal gıdanın insan biyolojisi ve davranış psikolojisiyle ilgisi, çok basit olarak şöyle izah edilebilir: Allah insanı rızka, yemeğe ve içmeğe muhtaç olarak yaratmış; fakat yiyecek ve içeceklerini helal ve temiz olanlardan seçmelerini de Kur’an’da âyetle emretmiştir. İnsanın yiyip içtikleri sindirim sisteminden geçtikten sonra kanına karışır ve kılcal damarlar ile birlikte toplam uzunluğu yüzbin km kadar olan kan damarları sistemiyle, ortalama yüz trilyon kadar olan vücud hücrelerine taşınır. Hücrelerde saniyede binlerce biokimya reaksiyonlarıyla bir kısmı enerji verici, bir kısmı da vücudun dokularını yenileyici maddelere dönüştürülür. Ayni cinsten hücrelerin meydana getirdiği dokuların cinsine göre ömürleri de değişiktir ve bu şekilde insan bedeninin hayat müddeti içerisinde defalarca yenilenmesi vuku bulur.

Davranış psikolojisi bakımından, herşeyin benzeriyle ünsiyet etmesi kaidesiyle, bu yenilenmelerle haram gıdalardan inşa edilmiş hale gelen insan bedeni, başka haramlarla da çok kolay ünsiyet eder ve haramlar içinde yaşayışıyla, bir hadiste anlatılan temsille açıkça dikkat çekildiği gibi, duaları da kabul edilmez; ebedî bir helâkete namzet ve müstahak olabilir. Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde helal dairesi içerisinde yaşamanın önemine ve lüzumuna dikkat çekilmektedir. Helal dairesinin keyfe de kâfi olduğu, onun haricinde harama girmeğe hiç lüzum olmadığı ikna edici bir dille anlatılmaktadır.

İnsan, kendisine Allah tarafından verilmiş hayatla, Onun tarafından takdir edilmiş ömür müddeti boyunca, Onun tarafından verilmiş akıl ve cüz’î iradesiyle çok mühim bir dünya imtihanı içinde bulunduğunu ve kendisi için konulmuş haddi aşmaması icab ettiğini asla hatırından çıkarmamalıdır. O haddin kenarına kadar yaklaşması, o haddi aşmak tehlikesini getireceğinden, helal dairesinden çıkmak şüphesi veren şeyler mevzuunda da dikkatli olmalıdır.

Lem’alar adlı eserde, Onyedinci Lem’a, Onüçüncü Nota, Dördüncü Mesele’de, “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez” mealindeki, Buharî, Taberanî ve Beyhakî’de yer alan sahih bir hadisten bahsedilmektedir. İnsan, başıboş olarak dilediği gibi yaşamak için bu dünyaya gelmemiş; Mektubat adlı eserde Dokuzuncu Mektup, “Saniyen” başlığında açıklandığı gibi, Allah’ın bir askeri olarak Onun emir ve yasakları içerisinde Ona kulluk vazifesini yapması için gönderilmiştir.

Bu emir ve yasakların çizdiği hudutlar; helal dairesidir ve onun içerisinde de helal gıda mevzuu, çok mühim bir yer tutmaktadır.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Rusya’da Helal Gıdaya Büyük Talep Var

Dünya genelinde 170 milyar dolara ulaşan helal gıdaya talep artıyor. İslamî kurallara göre üretilen helal gıdayı, Müslümanlar kadar, gayrimüslimler de tercih ediyor. Rusya’da ‘helal’ etiketinin olması daha hijyenik ve katkı maddesi olmayan ürün olarak algılanıyor.

İslamî kurallara göre üretilmiş olmasının yanı sıra ‘sağlıklı, kaliteli, temiz, güvenli’ olan helal gıda Müslümanlar kadar, gayrimüslimler tarafından da tercih ediliyor. Resmî kayıtlara göre 25 milyon Müslüman’ın yaşadığı 150 milyon nüfuslu Rusya’nın orta bölgesi olan Volga’da helal gıda tüketicilerinin yüzde 90’ını gayrimüslimler oluşturuyor. Helal gıdaya ilgiyi fark eden gayrimüslim üreticiler de gerekli şartları yerine getirerek üretim yapmak için belgelendirme kuruluşlarının kapısını çalıyor.

Tüm Rusya Helal Belgelendirme Merkezi Genel Müdürü Dinar Sadıkov, Rusya Federasyonu’nda bir zamanlar cami imamlarının ifa ettiği görevi şimdi Moskova ve Kazan’da bulunan iki belgelendirme kuruluşunun yaptığını söyledi. Sadıkov, gayrimüslim ülkelerde Müslümanlara has standart kabul ettirmenin zor olmasına karşın önemli gelişmeler yaşandığını ifade etti. Özellikle 2009’dan sonra helal üretim yaparak belge almak isteyen şirketlerin sayısında yüzde 30’un üzerinde artış olduğunu dile getiren Sadıkov, üç yıl önce 100’ü bulmayan firma sayısının 350’ye ulaştığını söyledi. Sadıkov, Rusya’da sahibi ya da genel müdürü Müslüman olmamasına karşın, ‘helal’ belgeli şirketlerin cirolarındaki artışı görenlerin de şartları yerine getirmek istediğini belirtti.

Türkiye’de, İslam Ülkeleri Standartlar ve Metroloji Enstitüsü (SMIIC) kriterlerine göre helal gıda belgelendirmesi yapan birkaç kuruluş bulunuyor. Türk Standardları Enstitüsü (TSE) bir yıl önce kabul edilen SMIIC standardının ardından 120 firmayı belgelendirdi. Belgelendirme alan firmaların neredeyse tamamının ihracata yönelik faaliyet sürdüren şirketler olduğunu belirten TSE Başkanı Hulusi Şentürk, ağırlıklı olarak et ve süt ürünleri ihraç edenlerin belge aldığını söyledi. Türkiye’de 30 civarında belgelendirme yapan Dünya Helal Birliği’nin Genel Başkanı Ahmet Gelir de kendilerinden belge alan firmaların ihracatta ciddi artışlar yakaladığını söyledi. Ahmet Gelir’in verdiği bilgiye göre, dünyada belgelendirme pazarının parasal büyüklüğü 170 milyar dolar civarında. Bunun 16 milyar dolarını, gayri safi milli hasılaları 6 trilyon doları bulan 57 İslam ülkesi oluşturuyor. Belgelendirme pazarından aslan payını İngiltere, Fransa, Almanya, ABD ve İsrail alıyor.

Rusya’da ‘helal’ etiketinin olması özellikle daha hijyenik ve katkı maddesi olmayan olarak algılanıyor. Ruslar, helal et ürünlerini diğerlerine göre daha lezzetli bulduklarını söylüyor. Rus gazeteci Aleksandr Buzayev, Hıristiyan Ortodoks kökenli olduğunu söyleyerek, helal eti tercih etmesini şu sözlerle anlatıyor: “Psikolojik olarak temiz olduğu görüşündeyim. Benim için bunun dinle bir ilişkisi yok.” Helal eti tercih eden Ruslardan Artur Praymak da Müslüman olmadığını ancak Moskova’daki helal marketlerindeki ürünleri tercih ettiğini dile getiriyor.

Zaman

En İyi Eğitim Reformu Nasıl Yapılabilirdi?

Bir eğitim-öğretim yılına daha giriyoruz. 23 Nisan 1920 yılında ilk TBMM’nin açılışından şimdiye kadar “eğitim reformu” adı altında ülkemizde çeşitli şeyler yapıldı ve yapılmakta devam ediliyor. Bu vesileyle sorsak: “Acaba bundan biraz daha eski tarihe gitsek 20. yüzyılın başından başlamak üzere, şimdiye kadar ülkemizde en iyi eğitim reformu teşebbüsü hangisi olmuştur?”

Bu sorunun cevabını araştırırken, günlük hayatımızdan bazı müşahhas misaller üzerinde durup düşünmekte, bu misaller üzerinde tahliller yaparak sorunun cevabı ile ilgi kurulabilecek neticeler çıkarmağa çalışmakta da fayda olabilir.

En yakın misallerden olarak: Bundan önceki yazımızda helal gıda mevzuu ile irtibatından geniş bir şekilde bahsettiğimiz “Gazozlar” meselesinde, ilim ehli olmayanların bu mevzudaki söz ve davranışlarını bir tarafa bırakırsak, acaba niçin ilim ehlinden bazıları tarafından da böyle bir mevzu “üzerinde durulmağa değmez” veya “üzerinde durulması lüzumsuz” ve bazıları tarafından ise, yaptıkları kıyâs maa’l-fârık’larla (asıl ile fer’ arasında illet benzerliği bulunmaksızın yapılan kıyaslarla) sanki çok önceden“halledilmiş küçük bir mesele” gibi telakki ve ifade edilmektedir?

Hakşinaslıkla ve samimiyetle bu mevzua cevap veren ilim ehli bunun sebebinin, fıkıh ilmini bilenlerin, fen ilimlerini bilmemeleri; fen ilimlerini bilenlerin de fıkıh ilmini bilmemeleri ve bunların birbirleriyle faydalı bir işbirliği yaparak mevzua açıklık getirmemesi olduğunu söylemektedirler.

Kısa bir süre önce, ülkemizin en tanınmış fıkıh profesörlerinden biri, en çok satılan bir günlük gazetede yayınlanan röportajında, “yaşadıkları devir için uyarlamasını yapmadıkları ayni mevzudaki çok sayıdaki fıkıh hükmünü sadece eski kitaplardan derlemekle kalarak, yaşadıkları zaman ve ortama uyum sağlayamadıkları” şeklinde samimî bir itirafta bulunmuştu. 1 Eylül 2012 de İstanbul’da yapılan “5. Uluslararası Helal Gıda Sempozyumu”nun ilk oturumunun son konuşmacısı Kuveyt’li Dr.Hani El Mazeedi yaptığı sunumda ve oturuma başkanlık eden değerli İslâm Hukuku Profesörümüz, oturumda söylenenleri özetleme konuşmasında da, fıkhî hükümler verilirken fen ve din ilimlerinin mezcedilmesindeki noksanlığa dikkat çekmişlerdi.

Bu noksanlığın bizzat yaşadığım en çarpıcı misallerinden birinde, fıkıh ilim adamlarıyla birlikte bulunduğum bir mecliste fenci ve kimyacı olarak benim de bulunduğumu bildikleri halde, bana istihale (kimyasal değişim) ile ilgili olarak bugünün seviyesindeki fennî bilgiler mevzuunda hiçbirşey sormak lüzumunu duymadan, yüzlerce yıl öncesinin eksik fennî bilgileriyle, “bir tuz yatağına düşen aslen necis bir maddenin tuz yatağında istihale ile necis olmaktan çıkıp çıkmayacağını” tartışmalarını hayretle müşahede etmiştim.

Birkaç yıl önce de, Konya’da bir yemekte, yanımda oturan bir misafiri “Hanefî fıkhının âlimlerinden” olarak takdim etmişlerdi. Sofradaki gazozları kendisine göstererek; “Bunlar sofrada olmasa daha iyi olurdu.” dediğimde, fıkıh âlimimizin yüz hatları birden asabiyetle gerilip hışımla bana dönerek: “Ne varmış gazozlarda?” mukabelede bulunmasını da yadırgamış ve hayretle karşılamıştım. Onun bu tavrı karşısında, bir kimyacıya bilim alanıyla en yakından alâkalı olan bu mevzuda ondan doğru fennî bilgi almak maksadıyla değil de, azarlamak gibi bir tavırla sorduğuna bakarak, sofrada gergin bir tartışma meydana getirmemek için susmuştum.

Gazetelerde ve internet sitelerinde fıkhî sorulara cevaplarla ilgili köşelerde de sorulara cevap verenlerin buna benzer bazı hal ve sözleri bulunuyor. Bazıları bilgi noksanlığıyla, hatalı kıyaslarla kendilerinin de müptelâ oldukları gazoz, kefir, ekşi boza ve keskin şıra gibi az da olsa içlerine dışarıdan katılmış veya alkolik fermentasyonla kasdî ve iradî olarak içlerinde teşekkül ettirilmiş sekerat verici alkol ihtiva eden meşrubatı içmeyi helal ilan ederken, bu mevzuda kendilerine göre bazı deliller de göstererek bazı hususlara dikkat çekenlerin delillerini hiç irdelemeden, onlar hakkında suizan ve iftiralarda bulunmaktan geri kalmıyorlar ve bu esnada söylediklerinin, verdikleri fıkhî hükümlerin aleyhine delil olduğunu da fark edemiyorlar.

Bu mevzuyla alâkalı olarak okuyucu suallerine cevap verenlerden bir tanesi gazozlardan bahsederken, “herkesin iftar sofralarını süsleyen gazozlar” şeklinde gazozlara bir medhiyede bulunmayı da ihmal etmemiş ve Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi gibi sahih hadis kitaplarında yer alan :“Her sarhoş edici şey haramdır. Bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da, tek yudumu da haramdır.” hadisini alıp buna kendine göre manâ vererek, bu mevzuda yapılabilecek itirazları susturacak şekilde gazozları savunmasına delil olacağını düşünerek; “Gazozların bir küpü sarhoş ediyor mu?” sorusunu, önce basit bir hesap yapmağa da lüzum görmeden, yazısında sormuş.

Fazla teferruata girmeden buna, önce onun yapması gereken hesabı biz yaparak cevap verelim: Hadiste küp kelimesi geçmektedir. Normal bir küpün 100 litre kadar sıvı aldığı kabul edilirse, bir oturuşta bir küp gazozu, (ayni şekilde kefiri, bozayı veya şırayı) tabii ki, hiç kimse gerçekte içemez; fakat bunun bir oturuşta içilebilmesi mümkün olsaydı ve içilenin litresinde 5g etil alkol olsaydı, 100 litresinde 500g saf etil alkol olurdu. Bu, saf etil alkol yüzdesi 45 olan rakı, votka gibi çok alkollü içeceklerin 500/0,45=1100 ml’sine tekabül ederdi ki, bu kadar rakı veya votkayı bir oturuşta içtiği halde sarhoş olmayacak kişi yoktur. 100 litrelik küpteki içeceğin litresinde 5g yerine 4g saf etil alkol olsaydı, bu da 400/45=888 ml rakı veya votka gibi sarhoş edici içkiye tekabül ederdi. Ayni hesap, litrede 3g etil alkollü meşrubat için yapılsaydı, bunun da bir küpünün 300/0,45=666 ml rakı veya votka’daki kadar saf etil alkol ihtiva edeceği hesaplanırdı ki, bu kadar etil alkolü bir oturuşta içen de– belki çok nadir rastlanabilecek bazı istisnaları hariç- sarhoş olurdu.

Bir insan bir oturuşta gerçekte 100 litre değil, en fazla 1,5 litre kadar sıvıyı içebileceğine göre, sahih kaynaklarda yer alan bu hadisteki “bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren şey”le kastedilenin, “içindeki sarhoşluk verici maddenin yüzdesi çok az ve bir oturuşta içilebilecek (1,5 litre kadar) miktarı sarhoş etmese bile, bir küp miktarı içindeki (yukarıda hesaplarda belirttiğimiz) sarhoşluk verici madde sarhoş edebiliyorsa” manâsında anlaşılması gerektiği âşikârdır. Dolayısiyle; “Şimdiye kadar gazoz içerek sarhoş olana rastlanmamıştır” şeklinde, çok defa tekrarlanarak yapılan “gazoz savunması” bu hadisin manâsına ters düşmektedir ve geçersizdir. Gazozlar gibi, daha önce de bahsettiğimiz şekilde “iradî ve kasdî işlemle” dışarıdan sekerat verici etil alkolü katmakla veya bilerek fermentasyonla (tahammur, mayalanma ile) içinde sekerat (sarhoşluk) verici etil alkol teşekkül ettirilmiş kefir, şıra, boza gibi içecekler için de hükmün ayni olması gerekir.

Yıllar önce görev yaptığım bir üniversitenin, İlahiyat Fakültesi de vardı. Buradaki, daha önce müftülük de yapmış, çok iyi Arapça bilen, ve halen ayni üniversitede profesör olan bir öğretim üyesinin evine bir bayram ziyareti için gittiğimde, bana tatlının yanında (güya onun hazmını kolaylaştırmak ve verdiği susuzluk ihtiyacını teskin için) gazoz da ikram etmişti. Ben, gazoz içmediğimi ve sebebini söyleyince, aslında aralarında hiç alâka kurulamayacağı halde, beni kendi fikrine ikna etmek için Peygamberimiz’in (s.a.v.)’in yaşadığı devirde hristiyanların meskûn bulunduğu Suriye’den gelen peyniri yediğini söylemiş ve verdiği bu misal gazozların helalliğiyle ilgili çok önemli bir savunma olabilirmiş gibi üzerinde ısrarla durmuştu. Daha sonra değişik zamanlarda, o İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi gibi başkalarının da ayni kıyâsı gazozları aklamak için yapmağa çalıştıklarına rastladım. Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaşadığı devirde hristiyanlarla meskun Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olması, bu devirde hristiyan Garp’ta formülleri gizli tutulan meşhur gazozların da tereddüdsüz içilmesine ne derecede delil olabilirdi?

Domuz, bir yıl içinde çok yavru yaptığı için, dişi domuzun sütü yavrularına bile zor yeter ve bir hristiyan ülkesinden gelen peynirin domuz sütünden yapılmış olması fevkalade zayıf bir ihtimaldir. Vejetaryenlere (hayvan kaynaklı olan besinleri yemeyenlere) satmak amaçlı peynirlerde kullanılan “bitkisel peynir mayaları” da yapılmış olmasına rağmen, şimdi de, eskiden olduğu gibi ekseriya sığırlardan elde edilen peynir mayası kullanılır.

Belki o tarihte, Suriye’deki hristiyanlar tarafından peynir mayası alınacak sığırların şer’î boğazlanmaları yapılıp yapılmadığı sorusu da akla gelebilir. Fakat, Peygamberimizin zamanında, hristiyan ülkelerinde şimdi olduğu gibi, “medeniyet” ve “hayvan haklarını korumak” gibi adlar altında, hayatı veren ve ona nasıl son verilebileceğini bildiren Allah’ın (c.c.) emrettiği şer’î boğazlanmaya muhalefet olmadığından, bir Müslüman tarafından olmasa da bir hristiyan veya yahudi tarafından boğazlanmış kesimlik bir hayvandan alınmış mayayla o peynirin yapılmış olması halinde, o peynir Müslümanlar tarafından yenilebilirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) her hususta Allah’ın hıfzında bulunduğundan, nasıl yapılmış olduğunu kendisi bilmese ve bu mevzuda hiç kimse kendisine bilgi vermemiş de olsa, o peynirin yenmesine mani bir durum olsa, Allah (c.c.) bunu ona bildirirdi ve yenmemesi gereken bir gıdayı yemezdi.

Hem Peygamberimiz, vesvesenin ümmeti içinde sanki bir sünnetiymiş gibi yaygın hale gelmemesi için, hristiyanlardan daha fazla İslâm’a düşmanlık eden yahudilerden gelen yiyecekleri bile, hakkında sakınılacak bir bilgi kendisine gelmediği zamanlar yemiştir.

“Başta Buhârî, Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber’de bir Yahudî kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehir ile zehirlemiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a göndermiş. Sahâbeler yemeye başladılar. Birden ferman etti: 

Yâni, pişirilen keçi bana der ki: ‘Ben zehirliyim’ diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin te’sirinden, Bişr İbni’l-Berra’, aldığı bir tek lokmadan vefat etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: ‘Neden böyle yaptın?’ O menhuse dedi: ‘Eğer peygamber isen, sana zarar vermeyecek; eğer pâdişâh isen, insanları senden kurtarmak için yaptım.’ Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarîkte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: ‘Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler.”(el-Hakim, Müstedrek: 3/219-220, Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa: 1/644-645)

Eğer kendisinin bizzat edindiği bir bilgiyle veya zehirli, pişmiş keçinin konuşmasıyla o keçinin zehirli olduğunu Peygamberimiz (s.a.v.) öğrenmeseydi, o keçinin bir gayrimüslim ve yahudi kadın tarafından pişirilip kendisine ikram edilmiş olduğuna bakmadan onu yiyecekti. Peygamberimiz’in (s.a.v.), o keçi zehirli olduğunu söylemesine rağmen onu yemiş olmadığını da bugünün bazı Müslümanlarının dikkatine sunmakta belki ayrıca fayda vardır: Onun sünneti olarak örnek alınması gereken davranışı; bir yiyecek veya içeceğin yenilmesi veya içilmesine mani durumu öğrenilince, hem kendisi onu yiyip içmemek ve hem de kendisiyle birlikte ayni sofrada bulunanları bundan menedici bir tavsiyede bulunmaktır. Gayrimüslim ülkelerin imalatı olan yiyecek ve içeceklerin Müslümanlar tarafından yenilmesine ve içilmesine mani bir durumu olduğu bildirilince de, Müslümanlar ondan el çekmeli ve onu yiyip içmekte ısrar ve devam etmemelidir. Halbuki, günümüzde gayrimüslim menşeli bazı yiyecek ve içeceklerin dinî bakımdan mahzurları defalarca söylendiği halde, Peygamberimiz’in (s.a.v.) o zaman gayrimüslimlerle meskûn olan Suriye’den gelen bir peyniri yemesini ekseriya misal gösterip, bu mevzuda da kıyâs maa’l-fârık’ yaparak, o yiyecek ve içeceklerin yenebileceğine zorlama fetva çıkarmağa çalışan, verdiğim misaldeki gibi Müslüman din görevlilerine bu zamanda maalesef çok rastlanmaktadır. Gazozları eksik fennî bilgiler ve çeşitli kıyâs maal’-fârık’larla aklamak gayretlerine karşı söylenebilecekler arasına, Peygamberimiz’in (s.a.v.) Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olmasıyla alâkalı bu misalin doğru yorumunun eklenmesinde de fayda vardır.

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, bazı fıkıh profesörlerimizin de üzerine vurgu yaptığı fen ve din ilimlerinin birlikte mezcedilebilmesi ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılayacak üniversite kurulması, helal gıda meselemizle de yakından ilgilidir. Çeşitli mevzularda reformlar yapan mevcut siyasî iktidarın, Anayasa, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) gibi aşılması zor bürokratik engelleri bulunan bu mevzudaki bürokratik engelleri aşabilmesi bugün için çok zor görünmektedir. Önceki hükümetler döneminde Millî Eğitim Bakanlığı müsteşarlığı yapmış bir kişiye, kendi dönemindeki millî eğitim reformları faaliyetleri mevzuunda bir toplantıda yaptığı konuşmasından sonra, soru-cevap bölümünde söz alarak; “-Fen ve din ilimlerinin birlikte okutulduğu üniversiteler kurulması yönünde de proje üretme çalışmalarınız oldu mu?” sorum karşısında, o eski MEB müsteşarı bir an düşünmüş ve daha sonra da; “-Olmaz öyle birşey!” şeklinde bana sert bir mukabelede bulunmuştu.

24.2.2008 Tarihinde İstanbul’da yapılan “1.Uluslararası Helal Gıda Konferansı”nda sunduğum tebliğimde de lüzumuna açıklık getirmeğe çalıştığım böyle bir üniversitenin kurulması mevzuunu, yüz yıl önce ilk defa Bediüzzaman Said Nursi çok aktif olarak savunmuştur. Kendisinin Doğu Anadolu’da bir “Darülfünûn-u İslâmiye” kurmak tasavvuru, 1898-1905 yıllarında Van’da Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı dönemde ortaya çıkmış, bu tasavvurunun sistematik hale getirilmesi ve projesinin neşredilmesi 1911 tarihli “Münazarat” isimli eseriyle olmuştur. “Emirdağ Lahikası” isimli eserinde de, bu üniversite projesinin tahakkuku için 55 yıl çalıştığını söylemektedir.

Bediüzzaman, bu eğitim kurumunun bütün İslâm dünyasına açık olmasını, maddiyat engeline takılmadan talebelerin buraya devam edebilmesini, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinin birbirinin devamı olarak ayni müessesede görülmesini hedeflemiş; dinî ilimler, fen bilimleri ve tasavvufun birlikte okutulacağı bir müfredatın takibini istemiştir. İlkinin ülkemizde kurulmasından sonra, diğer İslâm ülkelerinde de kurulabilecek olanlara emsal olmasını istediği bu Darülfünûn’un Türkiye’deki tesis yerleri olarak, İslâm coğrafyasının merkezlerinden olan Bitlis, Van ve Diyarbakır’da açılmasını istemiştir.

Din ilimleri, fen ilimleri ve tasavvufun birleştirileceği bir üniversitenin müfredatına intibak edebilecek öğrencilerin ayni istikamette alt kademe öğrenimi, yani ilköğretim ve orta öğretimini de bu üniversite bünyesinde görmesi gerekecektir. Zira, ancak böyle bir kaynaktan gelen öğrenciler bu üniversitede başarılı olabileceklerdir. Öğrenim dili olarak hem Arapça’yı hem Kürtçe’yi hem de Türkçe’yi kullanacak resmî seviyeli özel bir kuruluş halindeki bu üniversite, yıllardır ülkemize büyük maddî ve manevî kayıplar verdiren terörizmin kaynağındaki “bütün kötülüklerin başı olan cehalet”e karşı çok mühim bir deva niteliği de gösterebilecekti.

Batıdan kopyalanmış ve o modele şartlanılmış bugünkü maarif sistemimize göre, Bediüzzaman’ın bir asır öncesinde ilk defa tasavvur ettiği bu eğitim modeli bazılarına göre “çok uçuk” gelse de, devlet üniversitelerimizde son yıllarda yapılan sempozyumlarla ciddî şekilde tartışılmağa başlanmıştır.

Bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörlüğü, Mardin Valiliği, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı tarafından Bediüzzaman’ın bu mevzudaki fikirlerinin ilmî olarak tartışılması için Mardin Artuklu Üniversitesinde yapılmış olan “Münazarat Sempozyumu”ndan sonra, 12-14 Ekim 2012 tarihlerinde de Van’da Said Nursi ve eğitim felsefesiyle ilgili olarak “Medresetüzzehra Sempozyumu”nun hazırlıkları yapılmaktadır. Bu sempozyumla ilgili bilgilere www.medresetüzzehrasempozyumu.org web sitesinden ulaşılabilmektedir.

Gerek bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yapılan “Münazarat Sempozyumu”nda, gerekse 12-14 Ekim tarihlerinde Van’da yapılmasının hazırlıkları devam eden “Medresetüzzehra Sempozyumu”nda, anahtar hükmünde bir ölçü olarak, yukarıda bahsettiğim vicdanın ziyası olan din ilimleri ve aklın nuru olan fen ilimlerinin imtizacıyla hakikatın tecellî edeceğine vurgulamada bulunulduğu ve bundan sonra da bulunulacağı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın daha önce de naklettiğim bu mühim vecîzesinin Münazarat adlı eserindeki tam ifadesi şöyledir:

“Vicdânın ziyâsı, ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”

Şu hususa da ayrıca temas etmekte fayda vardır: Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası-2’de, batı medeniyetinin semavî kanunlara muhalefet ettiğini ve bunun tokadını yiyeceğini bildirmektedir. Medyaya akseden haberler bunun tezahürlerinin görülmeğe başlamasıyla ilgili olabilir. Müslümanlar, batının kriterlerine uymaktan önce İslâm’ın kriterlerine uymalı, hem yiyecek ve içecek seçimlerinde, hem de diğer hususlarda körükörüne bir “batıcı”lıkla “batılı olmak” adına “bâtılı almak” hatasından sakınmayı kendisine mühim bir vazife bilmeli ve bunun için çok dikkatli ve hakla bâtılı ayırt edecek şekilde seçici olmalıdır.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Helal Gıda Hatıraları – 3

İstanbul Üniversitesi Kimya bölümü öğrenciliğimde, IAESTE teşkilatının organizasyonuyla yurt dışında yaz dönemi teknik stajı için o ders yılının yaz mevsiminde trenle İstanbul’dan Madrid’e hareket etmiştim.

Madrid’de staj yapacağım fabrikayı bulup onun yakınındaki bir öğrenci yurduna yerleştim.Yurtta benden başka, ayni fabrikaya benim gibi staj için gelmiş Seyfettin isimli bir Türk öğrenci ve değişik ülkelerden öğrenciler vardı.

Staj yaptığım o fabrikada, öğle yemeğinde herkese birer şişe bira da veriyorlardı, fakat ben oraya gelmeden önce Türkiye’de edindiğim bilgilerle, yiyeceğimin helal olabilmesi için dikkatle daha ince detaylar üzerinde dururken, her öğle yemeğinde verilen o birayı da tabii ki, hiç  içmiyordum. Öğlen fabrikada, akşam da kaldığım öğrenci yurdunda mutfağa girip aşçılara ekseriya temiz bir kapta zeytinyağında yumurta pişirtmek gibi yiyebileceğim basit ve hazırlanması kolay bir çeşit helal yemek hazırlatmağa çalışırken, benim için özel ve helal yiyecek yapılışına nezaret de ediyordum.

Benim gibi stajyer olarak oraya gelmiş, Ankara Üniversitesinin Kimya bölümünden isminden bahsettiğim Türk öğrenci ise, maalesef bu mevzuda hiçbir hassasiyet göstermeden oradaki ortama uyuyordu. Halbuki, biz ömür boyu sürecek , aklımız ve irademizle bir dünya imtihanındaydık. Buluğ ve mükellefiyet çağımızın başladığı 15 yaşlarımızdan itibaren, bu dünya hayatımızda önceliklerimizi iyi tesbit etmiş olmamız ve o önceliklerimize hassasiyetle riayet etmemiz gerekirdi. Benim de onun da, o fabrikada yaz tatilinde yapılacak bir kimya stajından daha öncelikli mevzularımız vardı ve o mevzulara gereken önem verilerek de o fabrikada Kimya stajı yapılabilirdi.        

Staj yaptığım İspanya’nın Madrid şehrindeki o fabrikanın laboratuar şefi biraz şakacı genç bir adamdı. Benim hem kendilerinden, hem de diğer Türk stajyer öğrenciden biraz farklı davranışlarımı ve İslâm’a göre helal gıdayı arayışlarımı bir müddet izledikten sonra, bana ne cevap vereceğimi de belki bildiği halde, bir gün laboratuarda istirahat zamanımızda:

“-İçki içiyor musun?”

“-Sigara içiyor musun?”

şeklinde başlayarak, İslâm dininin yasakladığı  başka kötü menhiyâtı da yapıp yapmadığımı sırayla sordu. Ben, onun saydığı o menhiyâtın her biri için ayrı ayrı:

“-Hayır..”

cevaplarını peşpeşe verince de, ayni menhiyâtı bu defa tekrar topluca saydı ve bana o şakacı tavrıyla:

“- Bunları yiyip içmediğine, kullanmadığına ve yapmadığına göre, sen yaşamıyorsun..” dedi.

Ben de, ona  cevap vermek için sözü aldım ve;  

“-Yaşamak, eğer bu saydığınız yiyecek ve içekleri yiyip içmek ve İslâm dininin yasakladığı diğer kötü diğer fiilleri de işlemekse; evet ben yaşamıyorum.” dedim.

Bu sözüm üzerine tebessüm etti; bana hiçbir mukabelede bulunmadı ve o fabrikadaki stajım, olması gereken şekliyle ve çok şükür, bilhassa helal gıda ile ilgili dinî önceliklerimden tâviz vermeden tamamlandı.

İspanya’daki, komşusu Portekiz’deki ve İspanyolların çok olduğu Güney Amerika’nın bazı ülkelerindeki, başka kaynaklarda da bahsedilen boğa güreşlerinin geniş tasvirini ve tahlilini burada yapmağa girişmeyeceğim. Fakat, orada bizim ülkemizde zamanla çok yaygın hale gelen futbol okulları gibi, futbol yanında ve ondan daha da fazla önem verilen boğa güreşçisi okulları da olduğunu, boğa güreşçilerinin (matador) henüz çocukluk çağlarındayken bu okullara alınarak yıllarca yetiştirildiklerini ve futbol yıldızları gibi boğa güreşlerinin de yıldızları olduğunu görmüştüm.

İspanya’da bulunduğum yıllardaki en meşhur boğa güreşçisi El Cordobes’ti;  onunla ilgili gazete ve dergi sayfaları, afişler, kitaplar, broşürler ve kartpostallara her yerde rastlanırdı. Bizdeki fanatiklerin futbol gevezeliği gibi, orada hem futbol ve hem de boğa güreşlerinin gevezeliği yapılırdı. Birkaç ay evvel tramvayda rastladığım İspanyol turistlerden birine El Cordobes’i sordum. Çok seneler önce öldüğünden bahsetti. Çocukluktan itibaren iyi bir boğa güreşçisi olarak yetişmeğe odaklanmış; her arenaya çıkışında birkaç boğa öldürürken kendisi boğa tarafından öldürülmemeğe çalışmış; bu “başarısı” (?) ile İspanya’da büyük şöhret ve servet kazanmış, fakat kendisine mukadder olan ölümü öldürememiş efsanevî bir İspanyol boğa güreşçisi…

Futbol maçları gibi biletle para ödeyerek girilen arenalarda her biri 15 dakika kadar süren 6 boğa güreşi ard arda yapılır. Çok nadir olarak boğanın matadoru öldürebildiği de olur, o zaman boğa kazanmış kabul edilir ve arenada hayatına son verilmez. Fakat bu, boğaya karşı insanların, orantısız güçle yaptığı bir karşılıklı mücadeledir; boğa orantısız güçle kendisinin hayatına kasteden matador, atlı pikadorlar ve diğer yardımcıları ile onların ellerindeki mızrak, ok ve kılıca, o insanların akılları ve kabiliyetleriyle yıllarca bu mevzuda ve kendisini 15 dakikada öldürebilmek programıyla eğitilmiş olmalarına karşı, arenada tek başına mücadeleyle karşı karşıyadır.

Boğayı kırmızı renk nedense çok kızdırır ve matadorun elinde tuttuğu kırmızı örtüye boynuzlamak için hücum eder. Boğa iyice yaklaşıp geliş hızıyla son anda manevra yapamayacak duruma gelince, matador kırmızı örtüsüyle aniden yana çekilir. Defalarca tekrarlanan boğanın hücumunu böyle boşa çıkarmak işlemi ile yorulan ve matador yardımcılarının bir programa uygun olarak ard arda yaralamaları ile hücum gücü kırılan boğayı, iyice yorulup hareketsiz durduğu bir anda, matadorun nişan alıp kılıcını boğanın boynundan kalbine sokmasıyla, boğa olduğu yere devrilir ve böylece 15 dakika içinde “boğa güreşi” (?) biter.

Bunun ardından, seyircilerin “Ole!” (Yaşa!) vahşi çığlıkları  arasında, çok orantısız güç kurbanı boğanın ölüsü, koşumlu bir çift ata bağlanıp yerde sürüklenerek, boğa güreşinin yapıldığı arenanın alt katındaki “leş kasabı”na götürülür ve orada derisi yüzülüp parçalanarak “leş eti” halinde ona müşteri çıkanlara satılır.

Şair Mehmet Âkif Ersoy’un “Medeniyet dediğin, tek kişi kalmış canavar” sözünün bir misali de belki budur.

Madrid’de kaldığım öğrenci yurdunda sığır etinden biftek çıktığında, tabii ki yemiyordum ve bundan sakınırken, İslâm dininin âyetle açıkça yasakladığı “leş eti” olmasıyla ilgili asıl dinî sebebleri yanında, o bifteğin sofraya gelinceye kadarki geçmişiyle bir boğa güreşinin muhtemel ilişkisini de düşünüyordum.

Yaya geçitlerinde kırmızı ışık yanarken geçen araçlara bizim ülkede trafik cezası verilir; yayaların kırmızı ışıkta geçmeleri de araçlar gibi yasak olmasına rağmen, Türkiye’de trafik polisinin gözü önünde bile yayalar kırmızı ışıkta geçer ve trafik polisinin onlara ceza uygulaması fevkalade nadirattandır. Bu şekilde kırmızı trafik ışığında geçmek, günlük hayatımızın vazgeçemediğimiz bir alışkanlığı gibidir. İspanya’daki o staj dönemimde bir defa kırmızı ışık yanarken yaya geçidinden geçmeğe teşebbüs etmiş, trafik polisinin bana ceza kesmesinden çok zor kurtulabilmiştim.

Belki bunda, o dönemde İspanya’da devlet başkanı olan ve ölünceye kadar 40 yıl müddetle iktidarda kalan diktatör General Franko idaresinin otoritesinin de rolü olabilirdi. Gazete haberi olarak okuduğuma göre, General Franko 40 yıllık iktidar döneminin son zamanlarında hastalanıp yatağa düşmüş, onu sağlığına kavuşturmak için dünyanın en iyi doktorları çağırılmış; onlar gece-gündüz başında nöbet tutmuşlar, konsültasyonlar yapmışlar ve bildikleri tedavileri uygulayıp onu iyileştirmeğe çalışmışlar. Kendisi de, bazen büyük bir güç sarfıyla yatağından kalkıp bir koltuğa oturuyor ve koltuğa sımsıkı tutunarak, azmini ve iradesini ölüme karşı koymak için yoğunlaştırmaya çalışıyormuş, ama ne çare..

Kendisiyle alâkalı bir anekdot, ölümünün üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ çeşitli ülkelerde ve bilhassa futbol bahsiyle alâkalı olarak, yeri geldikçe hâlâ anlatılır:

General Franko’ya 40 yıl İspanya’yı idare etmeye nasıl muvaffak olduğunu sormuşlar. General Franko:

“- Büyük futbol sahalarında ve büyük arenalarda onları uyutarak..” cevabını vermiş.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Helal Gıda Hatıraları – 2

Üniversitedeki kimya tahsilimde, Milletlerarası Teknik Stajyer Öğrenci Mübadele Birliği (İngilizcesinin kısa adı: IAESTE) vasıtası ile bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.

Bunu, o üniversite öğrenciliği yıllarımda bana gelen bir ilham sebebiyle yapmıyordum; içinde yaşadığım cemiyette ve hatta kendi akrabalarım arasında bile, benim dikkatimi çeken ve bu mevzuda hassasiyete sevkeden mühim misallerin İslâmî ölçülere göre değerlendirilmesi bana dehşet veriyor; beni bu mevzu üzerinde ibretle ve teyakkuzla düşünmeğe sevk ediyordu.

Tanzimat dönemindeki yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanlarından saydığım, yurt dışına eğitim için gönderilmiş fakat orada batının sadece bizden daha iyi seviyedeki fennini almakla kalmayıp bizden daha kötü seviyedeki ferdî yaşayış tarzını da almış, helal-haram tefrikini hiç düşünmeden ve bununla ilgili tercihlerini ve seçimlerini yapmadan ömrünü belli bir sona doğru tüketen insanlara bilhassa İstanbul gibi büyük şehirlerde o zaman da çok rastlanıyordu. Şimdi de buna çok rastlanmaktadır ve insanlar arasındaki bu tercih ve yaşayış farklılığı, iman ve küfür gibi, belki kıyamete kadar devam edecektir.

Bahsini ettiğim Tanzimat devrinin “Batılılaşma” felaketinin manevî kurbanlarından bir akrabam, babamın doktor ve dahiliye mütehassısı olmasına rağmen gittikçe kendisinin dinî hayatı yaşamağa daha çok ehemmiyet verir oluşunu daima yadırgar; babamın o halini her görüşmemizde tenkid eder;

“-Sakın siz de babanız gibi olmayın!”

gibi sözlerle, güya yaşça büyüğün yaşça küçüklere gerekli bir nasihatini yaptığını zannederdi.

O akrabam, babamın tıp mesleğinde başarılı birkaç lisanı değişik seviyelerde bilen, kendi kendine öğrendiği Almancasıyla o devrin dahiliye hastalıkları mevzuunda en mühim temel kitabı kabul edilen Almanca bin sayfalık bir kitabı gündüz resmî görevi ve özel muayenehanesinde çalışması yanında gece mesaisiyle iki yılda tercüme edip bizzat yayınlamış  dahiliye mütehassısı bir doktor olarak nasıl dinî hayata öncelik vermek hayat seyri içine girdiğini hiç anlayamazdı.

O akrabam babamı dünyada ayakları yere basmayan veya başka bir gezegenden gelmiş bir canlı gibi görürdü. Hayat sanki sadece dünya hayatından ibaretmiş gibi, o akrabam  babamın ahirete ciddî hazırlanmak gayretlerini kendi kendine izaha çalışırken kırk yaşından sonra bazı insanlarda mühim değişiklikler olabileceğinden de bahsederdi.

Aslında, belki de bu mevzuda bir hadis duymuş da onu kendine göre tevile çalışıyor da olabilirdi:

“Kırk yaşına geldiği halde, sevabı günahından fazla olmayan kendini ateşe hazırlasın.”

Kırk yaş, elbette mühim bir yaştı, fakat o akrabamın kendine göre tevile çalıştığı gibi değildi. Peygamberimize de (Sallallahu aleyhi ve sellem) âhirzaman peygamberliği vazifesi de kırk yaşında verilmişti.

Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden kişi olarak batılı kaynaklarca laik eğitim sistemimizde de kabul ettirilmeğe çalışılan, fakat İslâmî kaynaklarımızın bu propagandanın asılsızlığını gösterdiği  Pasteur adlı Fransız  doktor ile babam arasında, o akrabamız bir kıyas-ı maal fârık (geçersiz, yanlış bir kıyas) da yapar ve:

“- Babanız, başarılı bir doktordu; Pasteur gibi olabilirdi; fakat böyle oldu..”

şeklinde çok haksız, tehlikeli ve zararlı küçümseme ifadeleri bile kullanırdı.

Onun bu sözleri çok haksız, tehlikeli ve zararlıydı; çünkü, kâinatta en yüksek hakikat ve en büyük mertebe Allah’a (c.c.) ve onun inanmamızı Peygamberi (s.a.s.) ve kitabıyla bildirdiklerine inanmaktı. Pasteur’un şahsı ve mahiyetini iyi bilmediğimiz imanı bir yana,  “Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden olmak” sıfatının hakikî sahibi olduğu farzedilse bile bu sıfat, babamın o zamanki İslâm imanını taşımak ve yaşamağa çalışmak sıfatına asla üstün tutulamazdı.

Babamın çocukları olarak bizim de babamız gibi olmamamız için, o akrabam erken yaşlarda Batı ülkelerine gitmemizi ve Batılıların yaşayışını görmemizi çok defa bize tavsiye ederdi.

Sevabı ile günahıyla âhirete gitmiş olan o akrabamın kendisi hakkında elbette nihaî hüküm ifade eden sözler söyleyemeyiz; bu mevzuda hüküm Allah’a (c.c.) aittir. Fakat buna benzer sözler sarfeden başkaları da bu devirde çok olabildiği için, kendisinin bazı yanlış sözlerinin tahlilini burada yapmakta ve doğrusuna dikkat çekmekte mahzur yoktur. Hem de, helal gıda ile alâkası da bulunan bu mevzuda yapılacak böyle kısa bir tahlilde lüzum ve fayda vardır:

Tıp bilimi, değişik kilolardaki insanlara göre sayısı farklı olmakla birlikte, insan vücudunda ortalama yüz trilyon hücre bulunduğunu ve bunların çeşitli doku ve organlardaki ömürleri ve yenilenme süreleri farklı olsa da, ortalama bir insan ömründe hücrelerinin yaklaşık olarak ikiyüz defa yenilenebileceğini bildirmektedir.

İnsan vücudunu meydana getiren hücrelerin yenilenmesi, alınan gıdalardan gelen moleküllerin yapı taşı olarak kullanılması suretiyle olur. Helal gıda  almağa dikkat etmeden yenilir ve içilirse, haram gıdalardan gelen moleküllerle insan vücudunun hücreleri yenilenir ve insan bedeni helal maddelerden mamül halde  değil; haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden olur. Haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden ise, başka haramlarla da kolayca ünsiyet eder ve bu hal insanın tüm yaşayışına akisleriyle kendini gösterir.

Mezaristana göçmüş, daha niceleri gibi Tanzimatın yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanı saydığım o akrabamın, güya bizim iyiliğimiz için nasihat etmek makamında söylediği o yanlış sözleri sebebiyle Allah (c.c.) taksiratını affetsin; fakat o hali, yaşayış tarzı ve sözleri ile bana helal gıda almanın ehemmiyeti mevzuuna, onunkinin zıddına dikkat çekici ve yönlendirici  çok mühim ve müşahhas bir hal dersi verdiğini söyleyebilirim.

Çünkü, “Her şey bir cihette zıddıyla bilinir ve daha iyi anlaşılabilir” ; karanlık olmasa, biz ışığın ne olduğunu bilmezdik; küfür, fısk ve dalâlet ehlinin hali de, imanın ve İslâm’a uygun yaşayışın lüzumunu ve ehemmiyetini bize ders verir.

O akrabamın aramızdaki konuşmalarda sarfettiği başka yanlış cümleleri, “Bâtıl şeyleri iyice tasvir edip safî zihinleri idlâl” etmemek için nakletmeğe lüzum görmüyorum; fakat onun yanlış sözlerinin tepkisinin de, benim bu mevzuda doğruyu aramak ve yaşamak meylime kuvvet  vermek tesirinin olduğunu zannediyorum.

İşte, o akrabamın kendi maksadıyla uyumlu olmayan şekilde de olsa, ondan aldığım helal gıdanın ehemmiyeti hakkındaki, zıddıyla hal dersi sebebiyle (başlangıçta kullandığım cümleyi tekrar ile bağlantısını kurmak icabederse) “bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.”

Prof. Dr. Mustafa Nutku