Etiket arşivi: Himmet Uç

Eşyasına Bile Vefa Gösteren Adam Bediüzzaman…

Bediüzzaman tahripten hoşlanmayan, tahribi reddeden, tahribe izin vermeyen adamdır. Bütün eserlerinde ve hayatında, hatta günlük yaşamının ayrıntısında tahribe, kırmaya, dökmeye izin vermez. Onun öğretisinde en önemli öğe insandır, insana karşı yapılan tahrip konusunda son derece hassastır. Bir insanın mevcut kötülüğünü değerlendirirken onu bir sefine, bir gemiye benzetir. “Bir gemide dokuz cani, bir masum olsa o gemi hiçbir adalet kanunu ile batırılmaz” der. Aynı şekilde dokuz masum, bir cani de bulunsa yine hiçbir adalet kanunu ile o gemi imha edilmez. Bu ölçü her şey için geçerlidir; gerek insan, gerek devlet, gerek bütün sosyolojik birliktelikler. İnsandan hareketle bütün varlıklar ve farklı nesnelerden oluşan nesneler. Bu ölçüyü günlük hayatına da uygular.

Bir gün Isparta’da talebeleri evinde temizlik yaparken eskimiş, kullanılmış lambaları alt kattan çöplüğe atarlar. O geldiğinde onları yerinde bulamaz ve der ki: “İnsanoğlu ne kadar vefasız, bu kadar zaman bize hizmet etmiş olan eşyaları nasıl çöpe atarsınız!” Onların atıl halleri ile yüreği arasında bir empati kurar. Birlikte olduğu eşyalara dahi aynı vefayı gösterir. Talebesi Zübeyir Gündüzalp’e “Zübeyir, ben ölmeden benim yerime Van’da yaşadığım yerlerde, Horhor’da benim ile alakadar olan eşyaları, ağaçları, nesneleri yine benim yerime benim gözümle son bir defa gör de gel” der. O da hasta olduğu için yine bir başka talebesi Mehmet Kırkıncı’yı gönderir.

İntikamımı almayın Bunlar romantik ve nostaljik ayrıntılar değildir. Böyle düşünen bir adam kendine zulmeden devlete, hem de defalarca zehirleyen bir yönetimin de tahribine izin vermez, “Ben ölürsem benim intikamımı almayın” der. Bitlis’te Ermeni çocuk ve kadınları, ihtiyarları onlara teslim eder. “Çocuğun, ihtiyarın, kadının Ermeni’si Müslüman’ı olmaz” der. Talebeleri içinde çok heyecanlı olan Mehmet Kayalar, zaman zaman kendilerine zulmeden yöneticilere ve insanlara “Üstadım izin ver, artık silaha sarılacağım” der. Bediüzzaman ona “Sus keçeli” diye kızar. Hatta bir gün Kayalar yine böyle bir teklif öne sürünce, yaşlı ve hasta olduğu halde yatağından bir yay gibi fırlar ve ona bir tokat akşeder, kendini kovacağını söyler.

Bir gün sofrada rafadan bir yumurtanın içi boş halindeyken onu bir talebesi kırmaktan zevk alır bir şekilde sıkar ve kırar. Onun o psikolojisini zararlı gören Bediüzzaman “Yok hayır, bir yumurta tahribi ruh haline de izin yok” der. O Müslüman için de buna yakın düşünür. Bir Müslüman’ın imanı Kâbe hürmetindedir, İslamiyet’i de Uhud değerindedir. Müslüman’ın kusurları ise adi küçük taşlardır. Adi küçük taşlar, kusurlar yüzünden Müslüman’ın varlığını, gemisini batırmak insaf değildir. Eğer bir insan adi küçük taşları Kâbe hürmetinde ve Uhud Dağı değerinde iman ve İslamiyet’i olan bir insanı tahrip etmek için o kusurları yayar, o kişinin mana ve madde gemisini batırmak isterse o insan Bediüzzaman’ın yorumuyla öyle bir zalimdir ki onun zalimliğini semavata kadar işitecek şekilde bağırmak gerektir. Hatta ona zulmedenler onu tahrik ederek isyan etmesini sağlamak için akla hayale gelmeyen kötülükler ederler, o ise hiçbir zaman meslek ve meşrebini değiştirmez. Tıpkı Peygamberimiz (a.s.m.) gibi…

Efendimiz (a.s.m.) Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’ye girdiğinde kendisine ve arkadaşlarına yıllardan beri zulmeden insanların yanına gelir. Öldürülmeyi yüzlerce defa hak eden eylemler yapmışlardır. O Nebiler Nebisi, şefkat ve merhamet hülasası, ashabından bazı heyecanlı kişilerin “öldürelim” telkinleri yanında bile onları diyetlerini vermek, veremeyeceklerin ise on kişiye okuma-yazma öğretmesi ile kendilerini serbest bırakacağını söyler. Bediüzzaman hiçbir zaman isyan ve karşı koymak gibi bir eylem yapmadığı gibi, böyle bir şeye kalkışanı da engellemiştir. Şark’ta isyan eden aşiretleri engellemiş, 31 Mart’ta isyan eden askerleri durdurmuş, devletin yanlış uygulamaları ile sürgüne giderken, kendisini sürgüne götürenleri tahrip etmek isteyen bağlılarını durdurmuştur.

Bediüzzaman kendisine zulmedenlere sadece “ehl-i dünya” der, hatta onların kaderin sırlarına hizmet ettiklerini söyler. Kendini idam ile yargılayan savcının çocuğuru görünce ona beddua etmez. Velhasıl Bediüzzaman hayatı boyunca, mazlumluk anlarında, elinde fırsat olduğu halde hiçbir zaman tahribe yer vermez, tahrip etmez, tahribe izin vermez.

Bediüzzaman’ın son dersinden…

Aziz kardeşlerim, Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahî’ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Mesela, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müspet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlahiye’ye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselam gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım. Evet, mesela seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umuminin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz” (İsra Suresi, 15) düsturu ile ki “Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz.” İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr ayetin düsturuyla vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslam’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihat farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiye’ye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Ben de Celaleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müspet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihat başka, dâhildeki cihat başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müspet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir.

Prof. Dr. Himmet Uç / Moral Dünyası Dergisi

Bediüzzaman’ın Yazarlık Serüveni ve Mesnevi-i Nuriye Eseri

Bediüzzaman yazacağı eserlerde önce nasıl yazması lazım geldiğini, nasıl bir tefekkür sistemi takib etmesi gerektiğini uzun zihni sirkülâsyonlarla ortaya koyar.

Kendinden önce bir telif ananesi ve büyük şahsiyetler ve eserleri, tefsirleri ve yorumları vardır. Başlangıçta onların içinde bir yol seçme konusunda mütehayyirdir. Akli ve felsefi ilimlerle çokça meşgul olduğu için hakikatların hakikatine, kendi deyimi ile hakikatü’l-hakaike karşı tarikat ehli gibi bir meslek arar. Yalnız kalben harekete kanaat etmez. Çünkü aklı ve fikri, felsefe hikmeti ile yaralıdır, tedavisi gerekir. Hem kalben, hem de aklen hakikata giden bir yol arar. Farklı insanlar, farklı cazibedar metinlerle önünde durur, kararsızdır. İmamı Rabbani’nin “tevhid-i kıble et” ihtarından sonra hakiki üstad Kur’an’ı kabul eder ve arkasından gider. Kalb, ruh, akıl birlikte hiçbirinin hükmünü görmezlikten gelmeyerek hakikat yolunda gezer. Artık kararsızlık bitmiş Kur’an’ın dersi ile hakikate bir yol bulmuş ve girmiştir.

İLK ESER MESNEVİ

Bu duruş ile Mesnevi isimli eserini meydana getirmiş. Mesnevi isimli eserini çeviren Abdülmecit Nursi çevirdiği tarihi belirtmemiş, eserlerin kronolojisi içinde eserin telif tarihi hakkında net bilgi yok. Mesnevi-i Nuriye isimli eser Risale-i Nur isimli eserlerden önce telif edilmiş. Telifi kendisi anlatır. “Aslı Farisi sonra Türkçe olan Mesnevi-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevi hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Lem’alar, Reşhalar, Lasiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat’ı gayet kısa bir surette yazmış.” (Mesnevi-8) Eserlerinin telif tarihleri hakkındaki kronolojilerde çok önceden kaleme alınan bu eserlerin 1921-23 yılında 33 Lem’a, Mesnevi-i Nuriye adı altında yayınlanmış görüyoruz. (Orhan Güler, Bediüzzamanlı yıllar, s. 498) Bediüzzaman bu eserini Risale-i Nur’un fidanlık’ı olarak görür. “Demek bu Arabî mesnevi mecmuası Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir.” (Mesnevi-8)

YENİ ANLATIM TEKNİKLERİ

Bediüzzaman’ın zihni ve muhayyilesi, müfekkiresinde Risale-i Nur’un çekirdekleri devamlı gelişen bir büyüme ve bekleme süresi geçirmiştir. Büyüdükçe, yeni unsurlar eklendikçe, yeni dil yapıları ve üsluplar kazandıkça Sözler, Lem’alar, Şualar, Tarihçe suretinde en mükemmel şekilleri ile ortaya çıkmışlardır. Bediüzzaman işlediği konuları devamlı takib etmiş ve dilinde değişmeler yapmış, ona yeni anlatım teknikleri ilave etmiş, mükemmelden daha mükemmele, daha mükemmele bir yol izlemiştir. Bunların yani her temanın mesela Melekler ve Haşir bahsinin Mesnevi’deki izahı ile Sözler’deki izahı farklıdır, çekirdek olarak aynı olmakla birlikte Bediüzzaman Sözler’de çok daha itinalı üslubda ve kelime seçiminde uzman ve dildeki sadeleşme cereyanlarına uygun olarak yeni bir dil, üslup ve ifade imkânı seçmiştir.

Bediüzzaman Mesnevi isimli eserinde;

Lasiyyemalar’da 9 kere “arkadaş” der, dokuz bahis anlatır. Katre’de 26 kere “arkadaş” der, o kadar bahis anlatır, her ikisinde 35 defa “arkadaş” denmiş olur.

Hubab 58, Habbe 54, Zerre 33 Toplam 236 defa “i’lem” denilmiş.

Şemme 22, 10 Risale 48, Şu’le 21, Arkadaş ve i’lemlerle 281 tema veya bahis ele alınmıştır, sonraki eserlerine kıyasla mücmel bir tarzda. Nokta’da dört burhan, Zühre’de 15 nota, Lem’alar’da 12 Reşha, bunlarda 31 bakış ve bahistir. Yaklaşık 312 tema işlenmiştir Mesnevi-i Nuriye’de. Reşhalar ve Notalar başka yerde işlendiğinden Mesnevi’de yaklaşık Mesnevi’ye has olan 285 bahis vardır. Bediüzzaman her İ’lem’de farklı bir bahis işlemiştir, belirtir: “Hem i’lemler birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatlerin fihristleri hükmünde yazıldığından…” (Mesnevi-9)

Bahislerin özet ve kısa olarak anlatılmasının yanında eğer tam izah edilse Risale-i Nur telif edilmeden onun vazifesini görebileceğini ifade eder Bediüzzaman. 285 madde veya bahsin her biri mufassal olarak anlatılsa ortaya çok büyük bir eser çıkacağı kesin. Mesnevi’nin muhatabı okuyucudan ziyade “eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre” ayrıca “yalnız kendisi anlayacak bir surette” (Mesnevi-8) yazılmıştır. Muhatab kendisi ve eski talebeleridir. Hâlbuki daha sonraki eserlerinde daha genel bir muhatab seviyesine göre dil ve ifade kullanılmıştır.

KUR’AN-İ KERİMİN BAHÇESİ VE ÇİÇEKLERİ

Bediüzzaman Mesnevi isimli eserini kendi nefsi ile olan cihadı esnasında sıcağı sıcağına yazmıştır. O anki ruh halini, yaralarını tedavinin acelesi içinde bulunduğu dehşetli halden dolayı, şifre ve anahtar kabilinden konuştuğunu söyler: “Bu risale bazı ayat-ı Kur’an’iyenin şuhudi bir nevi tefsiridir. Ve ondaki meseleler Kur’an-ı Hakim’in bahçesinden koparılmış çiçeklerdir. Bu risalenin ibaresindeki icmal ve icaz ve fehmindeki zahiri müşkilat sana tevahhuş vermesin. Tekrar tekrar mütalaa et, ta ki ‘Lehülmülküssemavati ve’l ard’ ve emsalsiz takrarat-ı Kur’an’iyenin sırrı sana açılsın.”

“Ey kari! Bu mecmuadaki tevhidin burhanları ve mazharları, birbirine ihtiyaç bırakmıyor zannetme. Çünkü ben her bir burhana her bir makam-ı mahsusta ihtiyaç hissettim. Harekât-ı cihadiyem beni öyle bir mevkie ilca ediyordu ki, o mevkide, o anda bir kapı açmaya mecbur kalıyordum. Çünkü o dehşetli anda diğer açık kapılara dönmek müyesser olmuyordu. Hem o seyahat-ı acibede rast geldiğim nurlara delalet etmek için değil, belki hatırlatmak için işaretler koydum. Bazen büyük bir nura bir işaret koyuyordum, ila ahir diye ne kadar güzel bir mukaddimeyi bir hülasayı bu mecmua adeta şifre gibi bir anahtarı karilerine takdim ediyor.” (Mesnevi 259) Bahisler ayrı olsa da birbirine ihtiyaçlarının olduğu ifade edilmektedir.

DEHAVARİ BİR İRTİBAT

Mesnevi-i Nuriye’deki bahisler arasında ortak noktalarına göre bir tasnif yapmak mümkündür. Bediüzzaman’ın hakikatlere nasıl farklı perspektif veya vecihlerden baktığını anlamak için böyle bir tasnif gereklidir. Çünkü Bediüzzaman bir bahsi açınca, daha sonra çağrışımla dehavari bir irtibatla sonra o bahsin bir başka yönünü açıyor. Genel olarak eserlerin haritası içinde bahislerde lüzumsuz tekrarlar yok, bu, sıradan bir matematik zekânın yapamayacağı bir iş, geniş ve denetlenen ve canlı tutulan bir muhayyile ancak bunu yapabilir.

PEYGAMBERİMİZİN RİSALETİNDEKİ GÜZELLİK

Güzel kelimesi etrafındaki bahisler: 31, 41, 60, 95, 138, 210, 211. Mesnevi’deki estetik bahisleri büyük bir yoğunluktadır. Ama sadece güzel kelimesi etrafında dokunan bahislere bakalım. Bediüzzaman kâinattaki sanat güzelliklerinin peygamberimizin risaletine delil ve şahid olduğunu söyler. Güzellik bir görüntü veya görünümdür, fiziksel bir durumdur. Görüntü, yansıma ile peygamberimizin peygamberlik görevi risalet arasında nasıl bir bağıntı kurmaktadır. Sanat güzelliğinden insanlığın en güzeline giden bir sıralama ile bahsi netleştirir.

KÂİNATTAKİ SANAT GÜZELLİKLERİ

Bediüzzaman nesnelerden hareketle bahsi geliştirir. Nesnelerden bahsettiği yerde beşeri estetik kuramlarını öne sürer. “Zira şu zinetli masnuatın cemali, hüsn-i sanat ve ziyneti izhar eder.” (Mesnevi-i Nuriye 31)

Bütün varlıklarda simetri, geometri ve armoni ile güzellikler husule getirilmiştir.

Bir çiçeğin yapraklarının büyüklüğü ve aralarındaki mesafe simetri ile elde edilen bir güzelliktir.

Geometri varlıkların güzelliğini doğuran nisbetler ve uzaklıklardır.

Armoni ise birbirinden farklı geometrideki nesneler arasında meydana getirilen iç ve dış güzelliktir, mesela insandaki gibi.

Bediüzzaman’ın zinetli masnuat dediği bunlardır. Bunlarda güzellikler, sanat güzelliği ve belli bir simetri ile elde edilmiş süsler görülür. Bir sanatçı eserini güzelleştirmek ister, çünkü güzeli elde edemez ise sanat eseri beğenilmez. Kâinattaki masnuat madem sanatlıdır, o sanat eserlerine sanat olma özelliğini veren ve onlarda güzelin yansımalarını çeşitli şekillerde gösteren Sâni yani sanatçıdır. Bu ister beşeri, ister ilahi olsun bir esere güzel özelliği veren onun sanatçısıdır, sâniidir. Sanatçıda güzelleştirme isteği olmasa eser güzel olmaz. Güzel ile sevgi arasında bir psikolojik, bir ruhsal bağ vardır. İnsan kendini süslerken bile güzeli elde etmek için gayret eder ve tam güzel olduğunda kendine veya bir başkasına sevgi duyar. Sani, ister Allah, ister insan olsun eserini güzelleştirirken kendindeki güzelleştirme isteğini dışsallaştırmış olur, izhar eder.

BEDİÜZZAMAN VE SANAT FELSEFESİ

Sanat felsefesi bu güzelleştirme konusunda bir şey söylemez. Sadece sanatçının sanat eserini meydana getirdiğini söyler. Bu kadar derinleşmez. Sanat eserden yukarı gitmez, eserin üzerinde durur, orada odaklaşır, Bediüzzaman ise her güzelliğin bir güzele doğru giden yolun başlangıcı olduğundan hareket eder. Güzelleştirme ve muhabbet arasındaki bağlantıyı kurar. Bediüzzaman; “Sanat ve suretin güzelliği, Sânide güzelleştirmek ve zinetlendirmek sıfatları, Sani’in sanatına olan muhabbetine delalet eder.” (Mesnevi 31) der.

MASNUATIN EN MÜKEMMELİ İNSAN

Bediüzzaman sanat güzelliğinden insan güzelliğine gelir. Çünkü güzelleştirme isteğinin en ideali insanda gerçekleştirilmiştir. “Bu muhabbet ise masnuatın en ekmeli insan olduğuna delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar ve medarı insandır.” (Mesnevi 31) O muhabbet dediği, Allah’ın muhabbetidir. Bir evdeki bütün güzellikler o evin sahibi veya sahibesi üzerinde biçimlenmiştir. Kâinattaki bütün güzellikler de insanın etrafındadır. Hem insan mahlûkatın en güzelidir, hem de onun dışındaki güzellikler de evreni güzelleştirdiğinden dolayı ona dönük güzelliklerdir.

SANİİN MAKSATLARININ MUHATABI İNSAN

İnsanın güzelliği konusunda sadece güzellikte kalmaz. Çok zincirleme bir yorum zinciri kullanır. “İnsan dahi masnuatın en cami ve baid bir cüzüdür. İnsan zişuur ve cami olduğu cihetle, nazar-ı amm şuur-u külli olur. Nazar-ı amm olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan Sani’in makasıdını bilir. Öyle ise insan Saniin muhatab-ı hassıdır.” (Mesnevi 31) İnsan masnuatın en camiidir. Masnuat güzellikten doğan bir sanat eseri olduğundan, en güzel özelliklerin kendisinde toplandığı canlı insandır.

İLAHİ HEDEFLER: HAYIR-HÜSÜN-GÜZELLİK VE MÜKEMMELİYETTİR

Bediüzzaman eserlerinde insanın güzelliğine görüntünün ötesinde anatomik yapısını da katar. Kâinatta hâkim yasanın güzellik olduğunu anlatır ve insanı ve bilimleri buna katar. “Fenlerin casus gibi tedkikatiyle ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, külli kaideleriyle bahsettiği nevi ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki ondan daha mükemmel akıl bulamıyor.

Mesela, tıbba ait teşrih-i beden-i insani (anatomi)

ve fenn-i kozmografyaya tabi Manzume-i Şemsiye fenni,

nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, külli kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sani-i Zülcelal’in o nevideki nizamında mucizat-ı kudretini ve hikmetini ve ‘ahsene külli şeyin haleka’ hakikatini gösteriyor.” (H Ş 105)

Bu yazı yarım kalan aşkım

Ben bu adama aşıkım

Yalan söyleme hadi ordan

Gözünü kulağını çekebildin mi dünyadan.

KENDİME, DİNLE KÜÇÜK ADAM!

Bu yazıya bir süre önce başlamıştım, yarım kaldı. Sonra Necip Fazıl’ın psikanalitik dünyasını yazmaya başladım, bir büyük denize düştüm, sahilde bir kurtarıcı olsa arada sırada ona bakardım. Üstaddan çok istifade etmiş ama onları sanatlı imajlara dönüştürmüş. Onları aynı yolda yürüyen kahramanlar olarak görüyorum. Ben onları çocuk saflığında seyrediyorum, iyi seyirler. Ne kazandımsa çocukluğumdan ne kaybettimse çocukluğumdan, hep küçük adamlardan çektim, büyük gibi görünen küçük adamlardan. İsimleri büyük ama ruhları nesne ve menfaatlere boğulmuş küçük adamlar. Reich’in Dinle Küçük Adam diye bir eseri var, onu her gördüğümde kendime “dinle küçük adam derim” kendini küçük görmek güzel bir şey, çünkü insan küçük olunca büyük olmaya çabalar, ama bir kendini büyük görmesin, olduğu yerde sayar, bizim okulun kapısı gibi.

Necip Fazıl’ın büyük dervişlere acaip hayranlığı var.

Şah-ı Nakşibendî, Yunus Emre, onun için iki dayanılmaz derinlikli, ulaşılmaz yükseklikli iki şiir yazmış. Ruhuyla nasıl empatiler gerçekleştirmiş.

Bir de pamukçu Hallac-ı Mansur’u anlatmış. Okurken Mansurleyin ölmek ister gibi.

Bir portre yazısı da O’na isimli şiiri zannedersem Abdülhakim Arvasi’ye yazmış. 1934’ten önceki yıllar suyu arayan adam gibi bir ışık aramış, desteksiz ruhunun yalpaları onu bir vapurda tesadüf olmaz ya bir zat ile Ağa Cami’indeki Necip Fazıl’a götürmüş.

Tam otuz yıl saatim çalışmış ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diyor.

Gece 03.06, üç ayların geceleri, rüzgâr hafif esiyor. Bediüzzaman’ın 33 Pencere’deki nesnelerle olan ilgisini yazacaktım. Başka dünyalara gittim.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

www.risaleakademi.com

Eski Said ve Eski Said Dönemi Sergisi Ardından

Eski Said veya Birinci Said sergisi, terminolojik olarak eski ile yeni Said veya Birinci ve İkinci Said dönemi tartışılabilir. Eski gündemini kaybetmiş olarak mı algılanmalı, yoksa birtakım zaruretler mi böyle bir sınıflandırmayı veya ayırımı zorunlu kıldı?

Eski Said dönemi ile Yeni Said dönemini gerekli kılan sosyal, tarihi ve siyasi şartlar olduğu kadar Bediüzzaman’ın mücadele takvimi içinde zorunlu yapan nedenler de var. İki dönem arasında bir büyük kırılma var; bu bir tarihi kırılma olarak yorumlandığında Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişin arasındaki kırılma dönemini hatıra getirir.

Bu iki devrin Bediüzzaman’a bakışı arasında büyük bir tezad olduğu görülür.

Birinci Said dönemindeki mücadele tarzı, Cumhuriyet devrinin şartları içinde imkânsızdır. Birinci dönemde büyük itibar gören bir misyon adamı, ikinci dönemde hayatına bile sürekli kastedilen bir insandır. İki dönem o kadar birbirine kıyaslanamayacak kadar unsurlarla doludur.

İkinci dönemde sahnede kalan kimse yoktur, tiyatro tek kişilik bir tiyatrodur, bir monolog tiyatrosudur, sadece sahnede bir şahıs kendi iç monologları ile konuşmakta, seyirciler ise  oyuncunun el kol hareketlerini görmekte ama bir şey anlamamaktadırlar.

OSMANLI VE ÇAĞDAŞLAŞMA

Osmanlının değişim tarihi içinde her ne kadar farklı bir dönem orta yerde varsa da asıl hedef imparatorlukları yönetmiş, dünya tarihinde en büyük değişimleri gerçekleştirmiş bir mantık ve misyonun, tamamen yok edilmesi için yapılan manevralar vardır. Ortaya çıkarılan kültür politikaları ve aydın portresi bazı hakikat olmayan, hak gibi görünen iddialara çağdaşlaşma adı altında inandırılmıştır. Hâlbuki çağdaşlaşma modeli Osmanlının yıkımını doğurduğu gibi Cumhuriyetin de bir süre sonra tehlike çanlarını çaldıracak bir yapıdadır. İmparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, zihinlerde kalan Osmanlı zihniyetinin de silinmesi  yüz yıla yakın bir süreyi içine almıştır.

Çağdaşlaşma adı altında yapılanların hepsi ;

bir medeniyetin,

bir dünya görüşünün,

bir kültürün, bir dinin,

bir insan portresinin,

bir ilişkiler ağının,

bir coğrafyanın tamamen silinmesi üzerine inşa edilmiştir.

Ama çok yüksek düşünceli aydınlar bunu çağdaşlık olarak algılamışlar,  sonucun nereye varacağını bilememişlerdir.

ŞARKI AYAĞA KALDIRACAK DİN VE KALBDİR

Eski Said döneminin son siyasi büyük olayı olan Reisi cumhur ve Meclise gönderilen  tavsiye mektubu, o dönemin bütün yöneticilerinin göremediği geleceğe dönük tehlikeli sinyaller barındırır. O sinyaller çok kısa bir süre sonunda realite olmuştur. Mesela şu cümleler, bugünü gören bir insanın basiret ihtarıdır:

Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi  garpta gelmesi  kader-i ezelinin  bir remzidir ki, şarkı ayağı kaldıracak  din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil.  Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat sathi kalır.” (M., 100)

Savaşları kazanmış bir yeni toplum, eğer toplumun fıtratına yaratılışına uygun bir cereyan veremezse çalışma yüzeysel/sathi kalır. Nitekim öyle olmuştur.

HÜRRİYET VE İSTİKLAL

Bediüzzaman hangi tür olayın nerede noktalanacağını bilecek kadar çok büyük  bir projeksiyon ve basiret adamıdır. Bediüzzaman bütün Cumhuriyetçilerden yüzlerce defa büyük bir cumhuriyetçidir, binanın adından çok devamlılığını düşünür. Ama o binaya o ismi verenler, devamlılığın bir yerde inkıtaa dönüşeceğini görecek kadar basiret sahibi değillerdir. Çünkü birlikte savaştıkları halkı, onların dini ve manevi önderlerini, onların kültür ve din kaynaklarını, bütün bir yaşam biçimini bir tarafa itmekle kalmamış, aşağılamanın en büyüğünü yapmışlardır. Hürriyet ve istiklali için savaş meydanlarında ölmüş olan fakir bir milletin en büyük değeri olan kültür ve din muzır telakki edilmiştir.

Millet biz bunları beklemiyorduk demişler, birçok aydın yeni topluma ayak uyduramamış ülkesini terk etmiştir.

Bütün bu olanlardan rahatsız olan birkaç aydın hapishaneyi mesken etmişlerdir.

Necip Fazıl daha sonraki dönemlerde oğluna yazdığı şiirde;

Zindan iki hece Mehmed’im lafta,

baba katili ile baban bir safta

Bir de geri adam boynumda yafta

Fouche, Fransız değişim tarihinde dahi hain olarak bilinir. Kilisenin değerlerini at ve eşeklere yükler, sokaklarda dolandırır. Ama bir gün sürgün edildiğinde o muzır telakki ettiği kiliseye sığınır. Elli yıl üç nesli savaş meydanlarında hürriyeti uğruna vermiş bir büyük milletin, imanını yüreğinde fazla gören bu garabetler bir gün keser ve hesabın döneceğini bilememişlerdir. Bunların medeniyet tarihi ve kültür tarihi diye bir baktıkları kitap yoktur, baksalar bu tür sorumsuz ve sistemsiz olmazlar, sistematik düşüncelerin sonunun hüsran olduğunu görürlerdi.

Bediüzzaman’ın ikinci tehlike sinyali

Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkarane  sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslam  içinde mühim  ve inkılabvari bir iş görmek, İslamiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk  ölüp sönmüş.” (M., 100)

Cümlenin sonunda dört fiil var, bu büyük bir medeniyet tarihçisi basiretidir. O dönemde kimsede yoktur, olsa belirtisi olur.

Halide Edip boşuna Amerika’ya gitmemiştir. Yahya Kemal de elçiliklere boşuna gönderilmemiştir.

Olabilir, başka olamaz, hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.

İnsanlar ne ile yaşar?

Devletler ne ile devamlı olur?

Bunu bilmeyen nerden yeni bir ev inşa etsin?

Olamaz derken bir kesinlik öne sürüyor, olmamış derken insanlık tarihinde olmadığını söylüyor, bütün bir tarihi şahit gösteriyor, olmuşsa da çabuk ölmüş sönmüş diyor. Yapılmış değil, yapılacak olanın akıbetini görmüş son cümleleri ile. Sistemi inşa edecek olanların kafasındakileri gördüğü için.

MİLLETİ, NESLİ VE DİNİ KURTARMAK

Eski Said Osmanlıyı kurtarmak, daha sonra Cumhuriyeti milletin ve dinin mizacına uygun ve sürekli hale getirmek, dini kurtarmak, hepsinden önemli milleti ve nesli kurtarmak  gibi birbiri içinde gayeleri olan bir büyük insandır.

Ama İstanbul siyaseti ona İstanbul’u terk ettirdiği gibi Ankara siyaseti de Ankara’yı ve  batı tarzı siyaseti terk ettirir. Çünkü onun bahadır mizacı, gücü, yalan ve manevra ile tahdit etmek üzerine kurulmuş olan Batı tarzı siyaset ile imtizaç edemedi. Ona kala kala milleti ve nesli, dini kurtarmak görevi kalmıştı. İşte Yeni  Said mücadele takviminin gereğini yapmış, şartların kendisini ittiği, yönelttiği bir görevi inşa ettirmiştir. Bu büyük tarihi ve kişisel misyon kırılmalarından sonra Van, İstanbul, Barla hattından sonra Yeni  Said doğmuştur.

İNSAN-OLAY-NESNE GÖZLEMLERİ

Eski Said’in hayatında kitaplar, insanlar, olaylar vardır. Kitapları tanır, insanları tanır, olayları tanır. Dönem hasta adam dönemidir, Bediüzzaman hasta adamı kurtarmaya bir büyük gayret gösterir, muhtelif coğrafyalar ve değişik olaylar ve çok çeşitli insanlarla karşılaşır ve bir büyük tedavi edici olan yapısı ile hastasının nasıl kurtulacağına dair gözlemlerde bulur, sonra onlar üzerine eserlerini kurar. Risale-i Nur Eski Said’in gözlemleri üzerine inşa edilmiştir; insan gözlemleri, tabiat gözlemleri, olay gözlemleri, nesne gözlemleri. Bediüzzaman olay-insan-gözlem-nesne dörtlüsü üzerine eserlerini kurmuştur. Eserlerinin canlılığı da buradan ileri gelir.

HASTALIKLAR VE TEDAVİ ÇARELERİ

Eski Said hastasını, muhtelif hastalıkları görmüş, onların tedavi çarelerini daha sonra üretmiştir.

Hastalıklar;

ümitsizlik hastalığı,

varlık ve evren, insan ilişlilerinde tatmin edici yeni yorumlar yapamama hastalığı,

Allah’ı bilmeme ve tanıyamama hastalığı,

ahireti düşünememe, anlayamama hastalığı,

Allah ile olan münasebetlerin iyi inşa edememe hastalığı,

dua ile evreni ve nesneleri birleştirip Allah’a takdim edememe hastalığı,

insanlar arası ilişkileri tanzim edememe hastalığı,

tabiatı yorumlayamama hastalığı,

felsefe karşısında mağlup ve suskun durma hastalığı,

dinin toplumdaki yerini belirleyememe hastalığı,

sevgisizlik, iletişimsizlik hastalığı ve daha  birçok hastalık.

Bütün bu hastalıkları taşıyan insanların izlerini onun eserlerinde görmek mümkün. Ortada bir Eski Said var veya yok, ama Bir Said var. Birbirini tamamlayan bir Said. Bediüzzaman geleneksel kitap müellifleri gibi hayatla ilgisini bırakıp bir itikâf odasında eserlerini yazabilirdi. Ama öyle bir eser ne kadar tatmin edici olabilirdi. O eserlerini sürekli ve hareketli mizacının gereği olarak hayat üzerine kurmuş, hayatın eserlerini, hayatının eserlerini yazmış.

BU GÜNLER BENİM BAYRAMIM

Eski Said dönemi onun hayatının çok yönlü gereği olarak yaşanmış ve yaşanması mutlak zorunluluk olan bir hayattır. Yeni Said dönemi üretim için dünyasına kapanan bir adamın gereğidir. O kadar uzun bir Eski Said döneminden sonra dehasının ambarında yığılmış olan bilginin tabiat gözlemleri ile yeryüzüne dünyanın en büyük tefekkür sistemi olarak çıkması zorunludur.

Eski Said dönemi bir psikolojik ve psikanalitik, dini ve felsefi dönemdir. Çok ciddi araştırmalarla arkeolojisi yapılması gereken bir dönemdir. Eski Said döneminin şahitleri yok, Yeni Said döneminin şahitleri son demlerinde ve bayramlarını kutluyorlar, ikinci bayramı. Birinci bayramı Bediüzzaman eserleri telif ettikten ve matbaalarda basıldıktan sonra “Benim bu günler bayramım” der. İkinci bayramı ilk talebeleri ömürlerinin meyvesini görerek kutluyor. Yeni bir nesil doğmalı bayramı bütün dünyanın sanat, edebiyat, fikir ve ilim mahfillerine taşıyan büyük kapasiteli insanlar. Haydi, arkadaşlar, koşalım, satırlar arasında, insanlar arasında ebede kadar, daha çok güzel günlerimiz olacak. Haydi, yeni nesil…

Prof. Dr. Himmet Uç

http://www.risaleakademi.com