Etiket arşivi: Hoşgörü

Aile: Şimdilik mi, Sonsuza Kadar mı?

Modernizm Batı’nın yaşadığı tarihsel ve sosyolojik tecrübe neticesinde ortaya koyduğu kavram ve kurumlar üzerinde yükselen bir hayat tarzıdır. Buna rağmen bu husus göz ardı edilerek modern hayat anlayışının evrensel ve medeni olmanın göstergesi olduğuna dair bir ön kabul oluşmuştur. Böyle bir ön kabul ve Batılı olmak adına gösterilen çabalar da zaman içinde farklı medeniyet mensuplarının zihinsel dönüşümü ile sonuçlanmıştır. Hayatın tümüne ibadet nazarıyla bakması ve her şeyi bu temel üzerinde anlamlandırması gereken biz çağ Müslümanlarının da bu etkilenmenin dışında kaldığı pek söylenemez. Toplumsal kurumlara yüklediğimiz anlamlar açısından olaya yaklaşıldığında bu sürecin bizleri ne kadar etkilediği ve yönlendirici hâle geldiği daha iyi anlaşılabilir. Toplumun temeli olan aile ve bu kurumla birlikte gündemimize giren evlilik, eş ve çocuğa dair algılarımızın bakış açımıza göre nasıl farklılık arz ettiğini bu yazıda ele almaya çalışacağız.

evlilik mutlulukEvlilik

Evlilik iki ayrı dünyanın kaynaşması ve buluşmasına vesile olan bir beraberliktir. Yeni bir yuvanın kurulması niyetiyle bir genç kızın ailesinden “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli” ile istenmesi daha en başta kutsal olanla bağ kurmak, hatta kutsal olanı referans edinilerek böyle bir talepte bulunmak demektir. Böyle bir anlayış aynı zamanda kurulacak yuvada en üst otorite olarak Yaradan’ı kabul etmenin, her halükarda O’nun rızasını gözetme niyetinin ve birbirine karşı sorumluluk hissiyle dopdolu olmanın bir ifadesidir. Bu sürecin hayırlısı ile sonuçlanması için taraflar birbirlerine karşı kolaylaştırıcı olmayı tercih ederler. Sonuçta evlilik eşlerin ibadeti hükmündedir.

Modern algıda ise esas olan birey ve bireyin istekleridir. “Aşkın” olanla bağını koparan veya zayıflatan modern insanın en büyük sorunu güven problemidir. Hayatı madde yönüyle ele alıp bu alanda yapabildikleriyle kendine güvenlik alanı oluşturmaya çalışan birey için evlilik de aşkın boyutundan soyutlanır ve maddi ihtiyaçların giderilmesine yönelik bir birliktelik halini alır. Evlilik öncesi sözleşme hazırlanması gibi bir hususun gündeme gelmesi daha en başta konuya ne kadar sığ yaklaşıldığının bir göstergesidir.

Her nasılsa duygular galip gelip maddi noktalarda da anlaşma sağlandığında evlenmenin daha çok şekle bakan ve prosedür yönünün ağır bastığı süreçler gündeme gelir. Mesela genç kızların duygusallığı göz önüne alınarak romantik bir müzik eşliğinde belki de delikanlının hanım kızın önünde diz çökerek “Benimle evlenir misin?” sözleriyle yapılan teklif hayalleri süsler. Bu sahnenin illa ki tek taş pırlanta yüzükle tamamlanması da olayın “tamamen duygusal” yönü olarak algılanır!

Yine evliliğin anlam ve önemiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan pek çok husus “olmazsa olmazlar” olarak ortaya konur ve taraflar arasında soğuk savaşlar yaşanır. Sonuçta evlilik kimin kime hakim olacağının hedeflendiği bir kör dövüş haline gelir. Bu kadar uğraş ve prosedürden sonra “Beni hayal kırıklığına uğrattın” diyerek yollarını ayıran gençlere günümüzde sıkça şahit olmaktayız ne yazık ki. Ne onca para ödenerek alınan ziynet ve eşyalar ne de geçmişte yaşanan güzellikler onları bir arada tutmaya yetmiyor. Aile olmak, hayatı paylaşmak bunların çok ötesinde ve daha derin bir anlam taşıyor çünkü.

Eşler

Hayatın bir ibadet şuuruyla yaşanması gerektiğinden hareketle bir araya gelenler bilirler ki, yıllarca yaşadıkları aile ortamından çıkıp yeni bir yuva kurmaları sıradan basit bir olay değil, Alemlerin Rabbi Allah’ın (cc) bir ayetinin tecellisidir. Çünkü Kur’an’da “Sizi bir erkek ve dişiden yaratması ve aranızda sevgi var etmesi O’nun ayetlerindendir” buyurulur. Böyle ilahi kaynaklı bir sevgi üzerine temellendirilen aile yuvası çok uzun soluklu ve hayır üretmeye yönelik bir birliktelik olacaktır kuşkusuz. Çünkü eşler ebediyete uzanan bir yolda yol arkadaşı olmaya niyetlenmiş ve azmetmiş insanlardır. Yine onlar birbirinden öğrenmeye, birlikte öğrenmeye her an hazırdırlar. Çünkü hayat okulunun evlilik şubesinde sevgi, saygı, paylaşma, dayanışma, sabır, sadakat, huzur, güven, bağışlama, hoşgörü, özür dileme, gönüllü vazgeçme gibi derslerin son nefese kadar talebeleri olduklarını unutmazlar. Birbirlerinden razı olmalarının Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olacağı umudunu taşırlar içlerinde. Aradan yıllar geçtiğinde birlikte olgunlaşmanın ve dost olmanın güzelliğini yaşarlar. Böyle geçirilen bir ömür her iki eş için de daha dünyada iken cenneti soluklamak anlamına gelir.

Hayatı paylaşma ve dayanışmadan ziyade rekabet ve mücadele ile anlamlandıran modern algının bu yaklaşımı evlilik kurumuna da yansımıştır. Özellikle kadının ezilmemesi için ekonomik bağımsızlığını kazanmış olmasına yapılan vurgu bundan kaynaklanmaktadır. Kendi ayakları üzerinde duran bireylerin kimseye katlanmaya, hiçbir zorluğu göğüslemeye tahammülü yoktur. “Şimdi ve burada” olanı önceleyen modernizm için ötelere dair bir hesap yoktur ki, hayatın zorluklarını aşmak yolunda eşlere birbirine destek olma ve birlikte başarmanın mutluluğunu yaşama tavsiyesinde bulunabilsin. O nedenle en küçük sebeplerle bile mukaddes aile yuvasının dağılması gündeme getirilebiliyor. Günümüzde ekonomik zorlukların da katladığı geçimsizlikler nedeniyle yuvaların dağıtılmasının yaraya merhem olmadığı aksine çok daha başka problemlere zemin teşkil ettiği gerçeği üzerinde durup düşünülmesi gereken bir meseledir.

Çocuk

Allah’a ibadet niyetiyle bir araya gelen ve O’nun rızasını gözetenlere sunulan büyük bir nimet… Külfeti de beraberinde getiren en güzel lütuf… Âlemlerin Rabbi’nden bir emanet yüklenmiş olmak düşüncesiyle ebeveyni iliklerine kadar titreten küçük insan… Yaradan, yeryüzünde sorumluluk sahibi olarak bulunduğunu unutmaya meyyal insanoğlunu, kendilerine karşı çok büyük sorumluluk hissi duyacağı evlatlar vermek suretiyle ne güzel terbiye etmekte. Çocukların hem dünya süsü hem de bir imtihan olduğu bilinci anne babaya bir istikamet verecektir şüphesiz. Çocuk konusuna da “Aşkın” olanla bağını koparmadan bakabilen ebeveyn, onu iyi yetiştirmek hedefine yürürken ellerinde sağlam bir yol haritası bulacaktır. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar sınırlı dünya hayatının sürur ve neşe kaynağı olmakla kalmazlar, ahiret yurdunda da ölen ebeveyninin amel defterlerinin açık kalıp sevap hanesine kaydın devamını sağlayacak hayırlar işleyen güzel insanlar olurlar. Yaradan’ın insana biçtiği ömür böylece bereketlenir. Kişi dünyadan göçmüş olsa bile ardından yetişen hayır silsilesi kuşaklar boyu adını yaşatır ve sonsuz hayatına katkıda bulunmaya devam eder.

Bireyi ve isteklerini ön plânda tutan modernizm için, yine daha yolun başında çocuğa bir emanet veya lütuf olarak bakılmadığını, ona sahip olunduğunu veya kendinin zannedildiği yanılgısına düşüldüğünü görüyoruz. Fütursuzca sarf edilen “çocuk yapmak” gibi bir ifade bunu anlatıyor aslında. Hayatın merkezine kendini koyan ve yapıp etmelerinin kendinden kaynaklandığını zanneden aklın söylettiği sözler bu ve benzerleri. Bunun yanı sıra bireysel özgürlük çok önemsendiğinden çocuk bir yük ve özgürlüğü kısıtlayıcı bir varlık olarak da algılanabilir. Daha ileri düzeyler de kadının fıtratını reddedercesine hamilelik ve çocuk yetiştirmek, vücudu deforme ettiği ve yıprattığı ileri sürülerek istenmeyen olgular gibi lanse edilebilir. Ama yine de içte bastırılamayan duyguların tatmini için hayvan sevgisine yönelmeler bir alternatif gibi ortaya konabilir. Bu, fıtratla savaşan aklın kendini oyalaması için oyun ve oyuncak üretmesine benzemektedir.

Bir diğer husus, hayat tek boyutla değerlendirildiğinde çocuğun da sadece dünyaya bakan yönüyle ebeveynin ilgi alanına dahil olması hususudur. Ne yediği, giydiği, hangi okula gittiği, mesleği, oturacağı ev, kazancı, arabasının markası vs., anne babanın hayatları boyunca cevap aradığı en önemli sorular haline gelmektedir. İstikbal düşüncesi burası ile sınırlandırılmakta ve ebedi hayat burası için ihmal edilebilmektedir. Bu mukayeselerden sonra diyebiliriz ki, hayatı imanla ve ibadet şuuruyla yaşamak her şeyi Allah’ın belirlediği anlam çerçevesine oturtmak demektir. Kendiyle, diğer insanlarla, tabiatla ve Yaradan’la barışık olmak isteyenler için bu büyük bir lütuftur. Aksi bir durum dinimizde bir şeyi yerinden etmek anlamında zulümdür. Allah ebediyet yolcularına aile, eş ve çocuklarıyla olan imtihanlarını kolaylaştırsın. Burada başlayan beraberlik sonsuz nimetlerin sunulacağı ebedi saadet yurdunda en güzel şekilde devam etsin.

Ayten Yadigar / Zafer Dergisi

Çocuklarımıza Namazı Nasıl Sevdirmeliyiz?

Namaza yetişmek için koşan bir çocuğa Hz.Ömer “Sen daha çocuksun bu kadar telaş etmene gerek yok sen daha küçüksün namaz sana farz değil”demişti, ve çocuk demişti ki:

“Amca, amca! Bu işin büyüğü küçüğü olur mu? Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü. Üstelik benden de küçüktü. Ölüm denen gerçeğin büyük küçük ayırdığı yok. En iyisi her yaşta buna hazır olmalı. Hem bu yaşta Namaza alışmazsam, büyüyünce kılmak zor gelebilir.”

Çocuklarımız yedi yaşına girdiği andan itibaren onlara öğretmemiz gereken temel konulardan biri de namaz. Efendimiz (s.a.v) ‘inde yedi yaşından on yaşına kadar olan sürede namaza alıştırmamız hususundaki önerilerini doğru okuyamadığımız için, çocuklarımız ön hazırlığı yapılmamış bir üç yılın ardından bir boşlukla karşılaşabiliyorlar. Oysa ailelerin üzerine bu konuda çokça sorumluluk düşüyor.

Bu konuda anne ve babalara düşen görevler nelerdir? Çocuklarımıza namazı nasıl sevdirmeliyiz? Sorusunun cevabını namaz hususunda ülkemizde çok önemli hizmetleri olan ve “ Çocuklarımıza Namazı Nasıl Sevdirelim”  isminde bir de kitabı olan Ahmet Bulut Hocamıza sorduk;

Efendimiz’ (s. a. v) in çocuklarımız için  7 yaşında tavsiye ettiği namazı, 10  yaşında kılmaya başlamalılar tavsiyesini anne babalar olarak nasıl okumalıyız?

7 yaşı başlama ve alıştırma, 10 yaşına kadar sevdirme ve uygulama ve 10 yaşından sonra kılmazsa ufak çaplı yaptırımlar mesela  kaş çatma, memnuniyetsizliği belli etme şeklinde okumak gerekir.

Öncelikle çocuk yedi yaşına gelince namaz için ön hazırlıklar tamamlanmalı. Taharet öğretilmeli. Daha sonra abdest öğretilmeli. Abdest almayı öğretirken aynı zamanda manevi yönüde öğretilmeli. Abdestten sonra namaz kılarken örtülmesi gereken yerler kızlara ve erkeklere anlatılmalı. Namazda giyecekleri kıyafetler hazırlanmalı. Çocuklara namaza yönelecekleri kıble anlatılmalı. Namazda okuyacakları tesbihler ve bazı sureler öğretilmeli. Çocuk madden ve manen namaz kılmaya başladıktan sonra namaza başlanmalı.

Bu dönemi iyi kullanmak gerekir. Sıkmadan her fırsatta namazı gündemde tutmalı. Hedef daha az hata yapmak olmalı.

On yaşına geldiğinde bir çocuk namazı kendi kılacak kıvama gelebilmeli. Önemli olan bu zamana kadarki süreci iyi değerlendirmek.

Çocuklara namazı nasıl anlatmak gerekir?

Namazı anlatmaya Allah (c.c )’ı ve Peygamber (s.a.v)i doğru anlatarak başlamalı anne ve babalar. Allah’ı korkutarak değil, severek anlatmalı. Nimetleri yaşlarına göre, kavrayacakları şekilde anlatmalıyız. Çocukları “ kalplerin meyvesi, gözlerin nuru” olarak tarif eden Efendimiz’i de çocuklarımıza doğru anlatmalıyız. Onun metoduyla çocuklara yaklaşmalı, namazı anlatmalıyız.

Anne ve baba olarak bu konuda atılacak ilk adım nedir?

Önce bilinçlenmeli anne ve babalar. Çocuklar dünyaya temiz bir fıtratla geliyorlar. Allah’ın emaneti olan çocukları kirleten biziz. Kendi ellerimizle ateşe hazırlıyoruz onları. Bazen ihmalimiz, bazen cahilliğimizi bazen de yanlış merhametimiz buna sebep oluyor.

Çocuklar namaz kılmayı İstemedikleri zamanlarda ne yapılmasını önerirsiniz?

Çocuklar etraflarında beğendiği, sevdiği ilgiyle takip ettiği şahısları taklit ederler. Çocukları böyle insanlarla sıkça bir araya getirmeli. Böylece namaz kılanın sadece kendi anne ve babası olmadığını görmüşler olurlar. Çocuklar için duygu ve düşüncesinin şekillenmesinde arkadaş çevresi çok önemlidir. Sürekli namaz kıl diyen anne ve baba olmaktansa, dostlarından bu konuda destek isteyebilir anne ve babalar. Bunun yanında bizzat yaşayarak örnek olmak çok önemli. Birlikte namaz kılmak, güzel bir çevrede yetiştirmek, takdir etmek, namazları düzenli kılmaya başladığında kutlama yapmak da atılacak önemli adımlardan.

Namaz eğitimi esnasında neleri yapmamalı aileler?

Aileler çocuğun zor zevkleri ile namazı karşı karşıya getirmemeliler.

Çocuğu münafıklığa itecek zorluklar çıkarmamalılar.

Çocuğun yaşı ve birikimine uygun olmayan bilgiyi ve eylemi çocuktan istememeliler.

Çocukların yaşına uygun konuşulmalı. Azarlama haklarının on yaşından sonra olduğunu unutulmasınlar.

Namaz konusunda bir dedektif gibi davranıyor hissi çocuğa verilmemeli

Namaza dair bilgiler tartışma şeklinde verilmemeli.

Bütün bilgileri aynı zamanda çocuğa boca etmek yerine, aralara serpiştirilmiş cümlelerle vermek gerekir.

Namaz kılma telkinleri sırasında, kılmayanların akıbetine dair ayet ve hadisleri örnek vermek yerine, kılanların neler kazanacağı anlatılmalı.

Bu konudaki Genel Tavsiyeler;

Sözü yumuşak söyleyin.

Hitap ederken yavrucuğum diye seslenin.

Sevgi dilini keşfedin ve ona göre yaklaşın

Kolaylaştırın

Müsamahalı ve hoşgörülü olun

Helal gıda ile besleyin

( Çocuk ve namaz hususunda daha çok bilgi elde etmek isteyenler Ahmet Bulut’un Çocuklarımıza Namazı Nasıl Sevdirelim ( Timaş Yayınları) kitabından,www.namazaalistir.com ve www.oncenamaz.com adresinden daha çok bilgi alabileceklerini hatırlatalım. )

Vahdet Gazetesi

Mutlu olmak için eşinize hoşgörülü davranıp ilgi gösterin!

Bireyselliğin çok ön plana çıkartıldığı, herkesin kendini göstermek, ön plana çıkarmak için uğraştığı günümüzde, hep takdir edilen olma isteğinin artış gösterdiği belirtildi. Uzmanlar, bu durumun aile yaşamına yansıtılmasıyla, aile saadetini yakalamanının zorlaştığına dikkat çekiyor.

Psikolog Ümran Akıncı, kadın ve erkeğin ikisinin de çalıştığı durumlarda, eşlerin çok yorgun olduklarını belirterek, birbirlerinden daha çok yardım beklediklerine bunu bulamayınca sorun yaşadıklarına dikkat çekti. Kadınların çalışmayıp evin içinde kendilerini her gün temizlik ve yemek gibi işlerle harap edip, eşleri eve geldiğinde onlardan yardım beklediğine dikkat çeken Akıncı, “Her iki taraf da gerekli yerlerde susmayı, dinlemeyi, alttan almayı, anlayışlı olmayı, eleştirmemeyi ve eksik aramamayı, övmeyi, takdir etmeyi, teşekkür etmeyi, zeytinyağı misali üste çıkmamayı öğrenmeli. Hep tek taraflı övgü, ilgi, anlayış, hoşgörü ve saygı göstermek diğer taraf için hem yorucu hem de bunaltıcı olsa gerek.” dedi.

Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nden Psikolog Ümran Akıncı, işten yorgun gelen ev reisinin hanımı tarafından mutlulukla karşılanmak istendiğini söyledi.

Akıncı şunları kaydetti: “Türk toplumu modelinde kadınların geneli, eşleri kapıdan girer girmez günün en olumsuz ve kötü haberlerini verirler; çocukların yaramazlıklarını, kavgalarını, ödevlerini yapmamaları gibi ne kadar can sıkıcı haber varsa bir çırpıda sayarlar hemen. İyi güzel de; akşama kadar bin bir türlü insanla karşılaşmış, ekmek parası kazanmak için çalışıp didinmiş aile reisi evine gelir gelmez bunları duymak ister mi acaba? Kadınlar kendilerini beylerinin yerine koyarak bir düşünsünler bakalım.

Kendilerini güler yüzle karşılayıp, gününün nasıl geçtiğini halini hatırını soran bakımlı bir hanım karşılasa daha iyi olmaz mı? Hanımlar akşama kadar yorulmuş, yorulmadıysa da sıkılmış, ‘bey gelsin de konuşalım’ diye beklerler, beyler işten gelince de; konuşamayıp içlerini dökemedikleri için daralıp bunalıyorlar. Beyler biraz dinlenip de hanımlarının gönlünü alsa, akşama kadar yollarını gözleyen hanımları ile biraz ilgilenseler dünya tersine dönmez elbet.”

AİLE DIŞINDAKİLERE GÖSTERDİĞİMİZ İLGİ, NEZAKET VE SAYGIYI EVDEKİLERE DE GÖSTERELİM

Aile dışındaki insanlara gösterilen nezaket, güler yüz, hoşgörü, anlayış ve sabrın evdeki eş ve çocuklara da gösterilmesi gerektiğini vurgulayan Akıncı, ‘nasıl olsa evdekiler çantada keklik’ anlayışının yanlışlığına dikkat çekti. Evde saksıdaki bir çiçeğin bile gerekli su, güneş ve ilginin verilmemesi halinde kuruduğuna işaret eden Akıncı, hanımların eşleri ile iletişim yolu bulamamaları halinde kayınvalidelerini gözlemlemelerinde yarar olduğunu dile getirdi.

Aile saadetinin empati yapmaktan geçtiğine işaret eden Akıncı, eşlere şu tavsiyelerde bulundu: ‘Kayınvalideler oğulları ile nasıl iletişim kuruyorlar? Her annenin oğlu paşadır, kraldır, padişahtır. Biz hanımlar da beylerimize evin padişahıymış gibi davransak daha çok hoşlarına gitmez mi acaba? Tabii bu arada erkekler de çok havaya girip hatunlarına köle muamelesi yapmadan onların kraliçesi gibi davranmaları gerekir. En nihayetinde her hanımda kendi anne ve babasının nazlı çiçeği, prensesi, gözünün nuru, kınalı kuzusu değil midir? Her iki tarafta gerekli yerlerde susmayı, dinlemeyi, alttan almayı, anlayışlı olmayı, eleştirmemeyi ve eksik aramamayı, övmeyi, takdir etmeyi, teşekkür etmeyi, zeytinyağı misali üste çıkmamayı öğrenmeli. Hep tek taraflı övgü, ilgi, anlayış, hoşgörü ve saygı göstermek diğer taraf için hem yorucu hem de bunaltıcı olsa gerek. Ancak böyle bencil eşler kendilerinin hiç farkında olmazlar nedense. Genellikle karşıdakini suçlayıp dururlar.

Her insanın her gün yapamasa da arada bir durup kendine bakması gerekir. ‘Ben ailem için ne yapıyorum, onlara nasıl davranıyorum, nerede eksik ve yanlışlarım var?’ gibi sorularla özeleştiri yaparak kendini sorumluluk sahibi bir anne, baba, eş haline getirmek için çaba harcaması gerekir. Unutmayın ki yuvayı dişi kuş yapar ve idare eder. İlm-i siyaset kavramındaki siyaset kelimesinin ‘seyis’likten geldiği gözetildiğinde; idarecinin yükünün ağır olduğu açığa çıkar. Her başarılı erkeğin arkasında başarılı bir kadın vardır. Başarı da mutlu olmanın ilm-i siyasetini bilmekten geçer.”

Cihan

Hoşgörü Nedir?

Hoşgörü ve bağışlama insanı yücelten büyük sıfatlardandır. Dünyada barışın en etkin rolü üstlenen hoşgörü, sevgi ve merhamettir. Peygamberimiz (a.s.v.) o kadar hoşgörü ve merhametliydi ki Müslümanlara en ağır hakareti yapanları bile affederdi. İnsanlıkta, ahlakta ve tüm yaşayışında örnek misal ve güzel rehber olmuştur.

 En yüce ahlaka sahip olan peygamberimizin hoşgörü hakkında bazı hadisleri şöyledir:

‘’Sana zulmedeni affet. Sana küsene git, sana kötülük yapana iyilik yap, aleyhine de olsa hakkı söyle.’’ 1

İnsanlar kendi aralarında daima hoşgörülü ve bağışlayıcı olmalıdır. Çünkü: mü’minin şe’ni de zaten güler yüzlü ve hoşgörüdür. Kalp kırmaktan, insanlara zarar vermekten uzak kalmayı hem dini hem de ahlaki bir görev olduğunu bilir.

‘’Mü’min kişi, diğer mü’mine karşı duvar gibidir. Birbirlerini takviye eder.’’ 2

 Evet, mü’minler bir Şahs-i manevi gibi birbirlerine kenetlenerek kuvvette, düşüncede, maddi ve maneviyatta pek çok birlikleri taşıyarak büyük bir gücü ittifakla sağlar,  münafıkların şerlerinden öylece muhafazaya çalışırlar.

Bediüzzaman, bu konuya şöyle bir açıklık getirmiştir:

“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin, şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.” 3

Bediüzzaman, bu asırda yapılan bütün hücumlara karşı ancak cemaatin şahs-ı manevinin dayanabileceğini dikkatlere sunmaktadır.

Mü’minler arasında birlik ve beraberliğinin sağlanmasını manidar bir örnekle izah etmektedir:

 “Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder.”, “Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip, sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umûmî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakiki bir tesanüt, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler.”demektedir. 4

Peygamberimizin (a.s.v.) bir başka hadis-i şeriflerinde insanlar arasında ki muaveneti şöyle buyurmaktadır:

’Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin, birbirinizle iyi geçinin, ihtilafa düşmeyin’’ 5

İslam dini, insanlar arasındaki kin ve düşmanlık duygularının kaldırılmasını, barış ve uzlaşıyı, güler yüzlü, hoşgörüyü, merhameti öne almaktadır. Kaba, kırıcı kin ve nefretten uzak olmayı emreder.

Bediüzzaman, İslâmiyet ile fıtrat kanunları arasındaki ilişkiyi de şöyle dile getirmektedir:

“Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazaneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal (bağlılık) peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev’-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden (sarsıntıdan) vikaye eden (koruyan) yegâne bir âmildir.”6

Peygamberimiz (a.s.v.) hoşgörü hakkında başka bir hadıs-i şeriflerinde de şöyle demektedir:

Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, arab olmayana, arab olmayanın arab’a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah’u Teala(c.c) katında en üstünüz, Allah’u Teala’dan en çok korkanınızdır.’’ 7

 Peygamber-i Zişan (a.s.v.) Cenab-i Allah’ın Vahid ve Ehad olduğuna, ulûhiyette insanların o’na ibadet etmelerini, kendi aralarında da maslahatta ve takvada üstün gayrette bulunmaları vurgu yapılmaktadır. Hiç kimse kendi güç ve kuvvetine dayanarak başkası üzerinde üstünlük tasarlayamaz. Çünkü üstünlük tasarlama hakkı yoktur. Allah nezdinde ancak üstünlük takvadadır.

Cenab-ı Allah  (c.c) “Biz insanları kavim kavim yarattık ki birbirlerini tanısınlar diye. Muhakkak Allah katında üstünlük takva iledir.” Buyuruyor.8

Ayet-i Kerimede, Cenab-ı Allah’ın buyrulduğu üzere: insanları kavim kavim yaratması, insanların birbirlerini tanımaları içindir. Yoksa kavimlerin, kabilelerin, aşiretlerin, cemaatlerin menfi hareketlerde bulunmaları ve kaba güçlerini birbirleri üzerinde tatbik etmeleri için değildir. Bu günkü menfi milliyetçilik ve unsuriyetçilik fikri dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de vardır. Oysa Türkiye’nin kültür zenginliğini gösteren değişik milletin teşekkül ettiği mozaiktir. Bu zenginliği kardeşlik bağları ile pekiştirerek bir şahs-ı manevi gibi kuvvette, düşüncede, maddi ve maneviyatta pek çok birlikleri taşıyarak büyük bir gücü sağlamaktır.

Maalesef, 1800 yıllarından başlayarak 1900 yıllarında azgınlaşan Fransız ve İngiliz devleti,  milletimizin arasına ırkçılık tohumları atarak bir yönde Kürtleri, diğer yönde Ermenileri, bir diğer yönde dindar vatandaşları kışkırtarak, isyanları organize ettirmekle, fitne ve fesadı sokmaya çalışmışlar. Bıraktıkları bu fitnelerin sancısını halen bu millet çekmektedir.

Cumhuriyete geçiş dönemlerinde de bu kez, Devlet halkın üzerinde kurduğu kaba güç, istibdat, tahakküm ve hâkimiyet, dindar Müslümanlara yapılan zulüm ve baskılar, milleti tamamen ayrışmalara ve Devlete karşı güvensizliğe itmiştir. Ayrıca, Devlettin Kürt halkı üzerinde yaptığı baskı, temel hak ve hürriyette ve sosyal paylaşımda adaletsizliği, vatandaşın kısmı isteklerini zamanında önemsememesi, özellikle 1980 darbesinde Kürt halkına yapılan zulüm ve baskıların bıraktığı yaraların izleri, birike birike bugün ki olumsuz hadiselere sebebiyet vermiştir.  Bu konuda yazarlarımız, aydınlarımız,  bürokratlarımız ve birçok sivil toplum kuruluşu temsilcileri çok yazı yazmışlar, çok konuşmuşlar… Netice-i kelam: Bu millet artık birlik istiyor, beraberlik istiyor, barış istiyor, aş ve iş istiyor. Kan dökülmesin diyor.

Bütün vurulanların üzerinde bir yürek ağlıyor!

O’da ana yüreği,

Bütün analar bizim,

Artık ağlamasın yüreklerimiz!

Bu millet, Devletten‘’ bir fecr-i sadık bekliyor.’’

Bizden de umman denizinden bir katre,’’anlayana sivrisinek az, anlamayana davul zurna az.’’ misali…

Gene de Dünyada barışın en etkin rolü üstlenen hoşgörü, sevgi, saygı ve merhamet şiarımız olsun.

Rüstem Garzanlı

Kamu Yöneticisi/Diyarbakır

29.08.2012

Kaynaklar

1 -Kütüb-i sitte)

2- Nesai kutub-ı sitte, 2.cilt.

3- Emirdağ lah. Say.70

4-Lem’alar, s: 222

5-Hz.said ebu bedre

6-İşaratü’l İ’caz, Say.125

7-Mesned-i Ahmet hanbel,5/411

8-Hucürat  suresi 13. Ayet

Azınlıklar, Müslümanlara emanet, mabetleri yıkılamaz!

İslam dünyasının tarihte şahit olunmayan bir dönemden geçtiğini söyleyen Görmez, İslamafobia, ırkçılık gibi söylemlerle yüreklerde oluşan nefreti ortadan kaldırmak gerektiğini söyledi. İnsanlığın yeni bir durumla karşı karşıya kaldığını söyleyen Diyanet İşleri Başkanı “Dünyanın her yerinde Müslümanlar, başka medeniyetin mensupları ile birlikte yaşamaya başladılar. Bunun için bizim tarihte gerçekleştirdiğimiz birlikte yaşama tecrübelerini yeniden keşfetme zorunluluğumuz var.” ifadelerini kullandı.

Suudi Arabistan Baş müftüsünün ülkedeki kiliselerin yıkılması ile ilgili sözlerini eleştiren Görmez, “İslam dünyasında asırlarca varlıklarını sürdüren dini azınlıklar, Müslümanlara emanettir. Hiçbir Müslüman’ın bu emanetlere hıyanet etme hakkı ve salahiyetleri yoktur.” dedi. Batı’da İslam’ın uç yorumlarının kendisini hissettirmesinden yakınan Görmez bu durumun İslam’ın yanlış anlaşılmasına neden olduğunu söyledi. Heybeliada Ruhban Okulunun açılmamasının bu topraklarda inşa edilen medeniyete yakışmadığını dile getirdi. Yeni eğitim sistemine de değinen Diyanet Reisi, bunun yeni bir çatışma alanı haline getirilmemesini isteyerek, Kur’an-ı Kerim’in öğrencilerin yaşı dikkate alınarak öğretilmesi ve lafsının yanı sıra manasının da okutulması çağrısında bulundu.

– Bir kesim medeniyetler çatışması derken, Türkiye’yi temsilen Diyanet Reisi olarak Çin, AB ülkeleri ziyaretleriyle dünyanın değişik ülkeleriyle temaslar kuruyorsunuz. Buralarda İslam dünyasına nasıl bakılıyor?

Bundan 50 sene önce dünyanın büyük bir kısmında herhangi büyük bir Müslüman topluluktan söz etmek mümkün değildi. Bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki içinde herhangi bir Müslüman azınlığın olmadığı ülke yok. Dünyanın her yerinde İslam kültürünün mensupları, başka medeniyetin mensupları ile birlikte yaşamaya başlamışlardır. Bunun için bizim tarihte gerçekleştirdiğimiz birlikte yaşama tecrübelerini yeniden keşfetme zorunluluğumuz var. Bizim elimizde olmadan birileri bir çatışma kültürünü besliyor, bir çatışma dili oluşturuluyor. Bu çatışma kültürünü de ortadan kaldıracak bir çabaya ihtiyaç var.

Diyanet olarak henüz yeterli olduğumuzu söyleyemeyiz ama çabamızın önemli olduğunu düşünüyorum. Birileri kültürler arası çatışmadan yangın çıkarmak istiyor. Bazı yerlerde bu yangın çıkmış vaziyette. Biz de Hz. İbrahim’in ateşine su götüren karınca misali bir şekilde yüreklerde oluşan nefreti ortadan kaldırmak için elimizden geleni sarf etmemiz gerekiyor.

– İslamofobia, ırkçılık nefret suçları gibi uluslar arası anlamda suç teşkil eden hastalıklar toplumlar arasında yaygınlaşıyor. Bunun önlemek için neler yapılmalı?

Maalesef İslam dünyasında bazı kesimler eczacı yöntemiyle tedavi olmayı deniyor. Eczaneden ilaç alarak tedavi olmayı denediğimiz zaman kendi sorunlarımızı çözmek bir yana, yeni sorunlar ortaya çıkarırız. Bütün İslam dünyasının bilgi kaynaklarını ve bilgi üretme düzeneklerini, metodunu ve İslam âlimi yetiştirme düzeneklerini gözden geçirme zarureti var. Bugün bizim sahip olduğumuz İslam müktesebatı hem İslam dünyasında kendi aramızda ortaya çıkan sorunlarımızı hem de dünyada ortaya çıkan yeni verili durumun üstesinden gelebilecek güç ve kuvvette değil. Dolayısıyla İslam dünyasının bütün bu sorunları çözümü için mevcut olan müktesebatını yeniden gözden geçirmeye ihtiyacı var.

– Yine Suriye, Irak, Afganistan gibi İslam coğrayasında iç çatışma görüntüsü var. Bunun önlenmesi adına diplomatik olarak ve kardeşlik hukuku açısından neler yapılabilir?

Müslümanlar arasındaki çatışma o kadar can yakmaya başladı ki birbirimize diplomasi uygulayarak sorunları çözebileceğimiz kanaatinde değilim. Bütün kardeşlerin yüreklerini birbirine açarak bunu ele almaları gerekiyor. Kutlu doğum haftasında bu başlığı seçme amacımız; İslam kardeşliğini yeniden nasıl bir retorik, bir söylem olmaktan çıkarıp bir ahlak ve hukuk haline getirebiliriz çabası. Gerçekten çok zengin bir İslam irfan geleneği var ve bu gelenek ‘Yaratıcı‘ eksenli bir kardeşlikten o kadar söz etmiştir ki bugün insanlığın buna ihtiyacı var. Ama biz Müslümanlar bunu ihmal ettik.

Özellikle irfan geleneğini, bazı anlayışlar gayri İslami ilan ettiler. Onun doğurduğu boşluk şuan pek çok sorununa yol açmıştır. İslam’ın daha çok tarihi, kültürü ve yaşanmışlıkları yok sayan, sadece dini metinleri bir kanun metnine dönüştürerek hüküm çıkarmaya çalışan bir anlayışın, modernizmin bir eserin olarak İslam dünyasını kuşatmaya çalıştığını hepimiz biliyoruz. Bu uçlar özellikle birbirleriyle mücadele ettiği için de ana yol dediğimiz yani Kur’an ve sünnetin bir şekilde dışlandığını görüyoruz. Bugün Batı İslam ikileminde İslam’ın kendisi görünürde yok. İslam’ın uç yorumları görünürde. Bu da İslam’a ve tüm Müslümanlara ve İslam’ın kitabına ve peygamberlerine mal edilmek isteniyor. Bu doğru değil.

– Suudi Arabistan’ın baş müftüsünün kiliselerin ortadan kaldırılabileceğine yönelik açıklamaları oldu. Kur’an, Sünnet ve İslam devlet ve topluluklarının müktesebatı açısından baktığınızda bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Böyle bir açıklamanın, İslam’ın kendi asli kaynaklarıyla, Hz. Peygamber’in (sas) kendi çağında Müslüman olmayan topluluklarla imzaladığı bütün anlaşmalarla, İslam Medeniyetinin tarih boyunca en büyük rüçhaniyeti olan farklı dinleri, kültürleri, mabetleri yanyana yaşatma tecrübesiyle hiçbir ilişkisi yok. Zayıf, üzerine hiç hüküm bina edilemeyecek olan ve doğrudan Hz. Peygamber’in ana uygulamalarına aykırı denilebilecek bir rivayeti esas alarak böyle bir açıklama yapmak doğru olmaz. Böyle bir şey söyleyebilmek için Kuran’ı Kerim’in din özgürlüğü ve farklı din mensuplarına verdiği hakları, Hz. Peygamber’in hayatındaki bütün uygulamaları bir kenara bırakmak lazım. Böyle bir fetva için, Hz. Peygamber’in Necran, Eyle, Yemen, Hicaz Hıristiyanlarıyla yaptığı ve bugün orijinal metinleri hala elimizde olan vesikaları yok saymak lazım. İstanbul’da, Endülüs’te, Bağdat’ta, Şam’da Müslümanların tarih boyunca yaşadıkları tecrübeleri yok saymak lazım. Fatih Sultan Mehmet’in Galata ve Bosna’daki Hıristiyanlarıyla yaptığı sözleşmeler keza aynı. Bütün bunları yok sayarak ancak böyle bir şey söylenebilir. Ben açıkça ifade edeyim: Ortadoğu’da İslam dünyasında asırlarca varlıklarını sürdüren dini azınlıklar İslam medeniyetinin her bir Müslüman emanetidir. Hiçbir Müslümanın bu emanetlere hıyanet etme hakkı ve salahiyetleri yoktur. Biz batıda herhangi bir ırkçı ayrılıkçı kimsenin içindeki nefreti ortaya koymak için caminin duvarına ırkçı bir yazı yazmasından ne kadar rahatsız oluyorsak, İslam dünyasının herhangi bir yerinde asırlarca varlığını sürdürmüş olan deyr, manastır, kilise, havra yada herhangi bir mabet herhangi bir Müslüman tarafından en küçük bir yanlışa maruz kaldığında da aynı rahatsızlığı hissetmesi, bizatihi inancımızın bize yüklediği bir sorumluluktur.

– Yani İslam dini bunun hukukunu da oluşturmuş durumda…

Evet. Yüce dinimiz bizimle beraber yaşayan gayrimüslimlere nasıl davranacağımızı bize bırakmamış, hak, hukuk ve ahlak çerçevesinde prensiplere, ilkelere bağlamıştır. Düşünebiliyor musunuz bir Peygamber; “Müslümanlarla beraber, Müslümanların emanı altında yaşamayı kabul etmiş bir gayrimüslime eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allah’a eziyet etmiş olur.” buyuruyor. Geçenlerde Lübnan Maruni Kilisesi papazları beni ziyaret etti. Onlara Osmanlı arşivinden 4 belge hediye ettim. 1890 da Lübnan Marunilerinin başındaki Papaz Yohanna Efendi, Cebeli Lübnan Mutasarrıflığı’na bir yazı yazıyor: “Biz Roma’da din adamı yetiştirmek üzere papaz mektebi açmak istiyoruz. 10 bin altına ihtiyacımız var. Lütfen bize yardımcı olun.” Yazı İstanbul’a geliyor. Sultan Abdülhamit’e takdim ediliyor. Sultan 10 bin altının tahsis edilmesini istiyor. Ve en zor zamanımıza denk gelmesine rağmen Beytülmalden yardım gönderiliyor. Bizim tarihimiz bunun çok büyük örnekleriyle doludur.

KUR’AN ÇOCUKLARIN YAŞLARI DİKKATE ALINARAK ÖĞRETİLMELİ

– 4+4+4 eğitim sistemi ile Kur’an-ı Kerim ve Siyer seçmeli hale geldi. Bu eğitimi kimlerin vereceği ve eğitim içeriğin kaliteli ve müktesebata uygun şekilde verilmesi için neler yapılmalı?

Bu tartışmaların başladığı günden itibaren üzerinde en çok durduğum husus Türkiye’de din üzerinden bir ayrışma meydana gelmemesi yönünde. İnsan kaynağına gelince, Türkiye eş zamanlı olarak bu açığını kapatacak ölçüde ilahiyat fakülteleri açtı. Yani 23’ten 53’e çıktı ilahiyat fakültesi sayısı. Zannediyorum 53’le de yetinilmeyecek. Dolaysıyla Türkiye’de üniversite sisteminin çok kısa sürede bunun üstesinden gelebileceği kanaatindeyim.

– Yaygın eğitimde siz de Kur’an eğitimini milyonlara taşıyorsunuz…

Diyanetin görevi yaygın din eğitimidir. Milli Eğitim Bakanlığı daha çok örgün eğitim, hatta din eğitiminin de örgün kısmı tamamen MEB’in uhdesindedir. Eğer bize bir işbirliği çerçevesinde sorulursa, benim kanaatim: Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumayla birlikte mutlaka belirli yaş seviyelerine göre Kur’an’ın içeriği hakkında da yani Türkçe anlamlarından da çocukların haberdar olması, en azından belli ünitelerin de bu konuya tahsis edilmesinin daha faydalı olacağı yönünde. Avrupa’dan Batı muhitlerindeki din eğitiminde, İncil eğitiminde bu çok gelişmiş bir konudur. Kur’an’ın muhtevasının yanı sıra çocukların yaşları da dikkate alınarak, içindeki muhtevasını tasnif etmek ve onu lafzını ve nazmı ile birlikte anlamını da çocuklara vermek mümkündür. Bunun gelişmiş dünyada çok güzel teknikleri vardır. Bunu Diyanet İşleri Başkanı olarak önemsiyorum.

– Gayrimüslimlerin sıkça dile getirdikleri Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasıyla ilgili düşünceleriniz nedir?

Anlayış itibariyle Türkiye’de yaşayan Ortodoks vatandaşların kendi din adamlarını yetiştirmek için Selanik’e, Yunanistan’a, yahut Ermeni vatandaşların din adamı yetiştirmek için çocuklarını Ermenistan’a göndermek zorunda kalmasının, bizim bu topraklarda inşa ettiğimiz medeniyetin büyüklüğüne yakışmadığına inanıyorum. Daha 6-7 sene önce üniversite bünyesinde böyle bir imkanın tanınması için çalışmaların başladığını biliyorum. Ancak azınlık cemaatler böyle bir yapıyı kabul etmediler. Geleneksel yapı içerisinde bunun olması gerektiğini ifade ettiler. Dolayısıyla onların da bu isteklerini dikkate alarak en güzel şekilde bu sorun çözülmeli. Din, inanç ve dini eğitim özgürlüğü e insan hakları konusunda ben uluslararası ilişkilerde egemen olan muadelet prensibinin doğru olmadığını düşünürüm. Yani “Başka ülkelerde veya yanı başımızdaki bir Müslüman azınlığa şu yapılıyor, öyleyse ben de bunu yaparım.” demeyi bir ilim adamı ve Diyanet İşleri Başkanı olarak doğru bulmam.

 FATİH UĞUR, CİHAN YENİLMEZ / Zaman Gazetesi

Suudi Arabistan’ın baş müftüsünün kiliselerin ortadan kaldırılabileceğine yönelik açıklamaları oldu. Kur’an, Sünnet ve İslam devlet ve topluluklarının müktesebatı açısından baktığınızda bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Böyle bir açıklamanın, İslam’ın kendi asli kaynaklarıyla, Hz. Peygamber’in (sas) kendi çağında Müslüman olmayan topluluklarla imzaladığı bütün anlaşmalarla, İslam Medeniyetinin tarih boyunca en büyük rüçhaniyeti olan farklı dinleri, kültürleri, mabetleri yanyana yaşatma tecrübesiyle hiçbir ilişkisi yok. Zayıf, üzerine hiç hüküm bina edilemeyecek olan ve doğrudan Hz. Peygamber’in ana uygulamalarına aykırı denilebilecek bir rivayeti esas alarak böyle bir açıklama yapmak doğru olmaz. Böyle bir şey söyleyebilmek için Kuran’ı Kerim’in din özgürlüğü ve farklı din mensuplarına verdiği hakları, Hz. Peygamber’in hayatındaki bütün uygulamaları bir kenara bırakmak lazım. Böyle bir fetva için, Hz. Peygamber’in Necran, Eyle, Yemen, Hicaz Hıristiyanlarıyla yaptığı ve bugün orijinal metinleri hala elimizde olan vesikaları yok saymak lazım. İstanbul’da, Endülüs’te, Bağdat’ta, Şam’da Müslümanların tarih boyunca yaşadıkları tecrübeleri yok saymak lazım. Fatih Sultan Mehmet’in Galata ve Bosna’daki Hıristiyanlarıyla yaptığı sözleşmeler keza aynı. Bütün bunları yok sayarak ancak böyle bir şey söylenebilir. Ben açıkça ifade edeyim: Ortadoğu’da İslam dünyasında asırlarca varlıklarını sürdüren dini azınlıklar İslam medeniyetinin her bir Müslüman emanetidir. Hiçbir Müslümanın bu emanetlere hıyanet etme hakkı ve salahiyetleri yoktur. Biz batıda herhangi bir ırkçı ayrılıkçı kimsenin içindeki nefreti ortaya koymak için caminin duvarına ırkçı bir yazı yazmasından ne kadar rahatsız oluyorsak, İslam dünyasının herhangi bir yerinde asırlarca varlığını sürdürmüş olan deyr, manastır, kilise, havra yada herhangi bir mabet herhangi bir Müslüman tarafından en küçük bir yanlışa maruz kaldığında da aynı rahatsızlığı hissetmesi, bizatihi inancımızın bize yüklediği bir sorumluluktur.

– Yani İslam dini bunun hukukunu da oluşturmuş durumda…

Evet. Yüce dinimiz bizimle beraber yaşayan gayrimüslimlere nasıl davranacağımızı bize bırakmamış, hak, hukuk ve ahlak çerçevesinde prensiplere, ilkelere bağlamıştır. Düşünebiliyor musunuz bir Peygamber; “Müslümanlarla beraber, Müslümanların emanı altında yaşamayı kabul etmiş bir gayrimüslime eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allah’a eziyet etmiş olur.” buyuruyor. Geçenlerde Lübnan Maruni Kilisesi papazları beni ziyaret etti. Onlara Osmanlı arşivinden 4 belge hediye ettim. 1890 da Lübnan Marunilerinin başındaki Papaz Yohanna Efendi, Cebeli Lübnan Mutasarrıflığı’na bir yazı yazıyor: “Biz Roma’da din adamı yetiştirmek üzere papaz mektebi açmak istiyoruz. 10 bin altına ihtiyacımız var. Lütfen bize yardımcı olun.” Yazı İstanbul’a geliyor. Sultan Abdülhamit’e takdim ediliyor. Sultan 10 bin altının tahsis edilmesini istiyor. Ve en zor zamanımıza denk gelmesine rağmen Beytülmalden yardım gönderiliyor. Bizim tarihimiz bunun çok büyük örnekleriyle doludur.

KUR’AN ÇOCUKLARIN YAŞLARI DİKKATE ALINARAK ÖĞRETİLMELİ

4+4+4 eğitim sistemi ile Kur’an-ı Kerim ve Siyer seçmeli hale geldi. Bu eğitimi kimlerin vereceği ve eğitim içeriğin kaliteli ve müktesebata uygun şekilde verilmesi için neler yapılmalı?

Bu tartışmaların başladığı günden itibaren üzerinde en çok durduğum husus Türkiye’de din üzerinden bir ayrışma meydana gelmemesi yönünde. İnsan kaynağına gelince, Türkiye eş zamanlı olarak bu açığını kapatacak ölçüde ilahiyat fakülteleri açtı. Yani 23’ten 53’e çıktı ilahiyat fakültesi sayısı. Zannediyorum 53’le de yetinilmeyecek. Dolaysıyla Türkiye’de üniversite sisteminin çok kısa sürede bunun üstesinden gelebileceği kanaatindeyim.

– Yaygın eğitimde siz de Kur’an eğitimini milyonlara taşıyorsunuz…

Diyanetin görevi yaygın din eğitimidir. Milli Eğitim Bakanlığı daha çok örgün eğitim, hatta din eğitiminin de örgün kısmı tamamen MEB’in uhdesindedir. Eğer bize bir işbirliği çerçevesinde sorulursa, benim kanaatim: Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumayla birlikte mutlaka belirli yaş seviyelerine göre Kur’an’ın içeriği hakkında da yani Türkçe anlamlarından da çocukların haberdar olması, en azından belli ünitelerin de bu konuya tahsis edilmesinin daha faydalı olacağı yönünde. Avrupa’dan Batı muhitlerindeki din eğitiminde, İncil eğitiminde bu çok gelişmiş bir konudur. Kur’an’ın muhtevasının yanı sıra çocukların yaşları da dikkate alınarak, içindeki muhtevasını tasnif etmek ve onu lafzını ve nazmı ile birlikte anlamını da çocuklara vermek mümkündür. Bunun gelişmiş dünyada çok güzel teknikleri vardır. Bunu Diyanet İşleri Başkanı olarak önemsiyorum.