Etiket arşivi: Hürriyet

Bediüzzaman hürriyetten vazgeçti mi?

Ebubekir Sifil Hoca bu yakınlarda izlediğim bir Riyazü’s-Salihîn dersinde (Hayırlı İşlere Koşmak 1) Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar! hadisini izah sadedinde (bilmana) dedi ki:

“Bu hadisin haber verdiği şeylerden birisi de ‘fitne zamanı’nın amel-i salihte muvaffakiyetsizliğe sebep olacağıdır. Hakikaten de, ahirzaman geldiğinde insanlar, amellerini tam bir ihlas ile yerine getirmekte zorlanacaklar…” Ve devamında, Ebubekir Hoca, mezkûr muvaffakiyetsizliğin ‘niyet’ten başlayıp ‘ahirzaman psikolojisine’ kadar uzanan yönlerine dair önemli teşhislerde bulundu. (Merak edenleri internetteki kaydına havale ederim.)

Allah razı olsun. Bu ders Risale-i Nur’da kısa zaman önce dikkatimi çeken bir hususu aydınlatmamda bana yardımcı oldu. O husus da şudur: Mürşidim Eski Said döneminde yazdığı Mesnevî-i Nuriye’de diyor:İ’lem: İman ilimlerinden sonra en mühim ve en lüzümlu şey amel-i salihtir. Zira Kur’an-ı Hakîm devamlı şekilde ‘İman eden ve amel-i salih işleyenler’ der. Evet, bu kısa ömür, ancak en ehemmiyetli olan şeye yeter.” Fakat daha sonra, yani Kastamonu Lahikası’nın telif edildiği dönemde (aynı dönemin II. Dünya Savaşı gibi delidolu eylem yıllarına denk geldiğini de akılda tutalım), sanki bu konudaki vurgusunu değiştiriyor:

Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır…

Ben de Ebubekir Sifil Hoca’nın dersinin ardından düşündüm: Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümün izlerinden birisi de burada saklanıyor olabilir. Eski Said’in, özellikle İstanbul hayatı sırasında yaptığı, dinamik ‘hürriyet’ vurgusuna bedel, Yeni Said’in kendi şartlarında ve elinden geldiğince yaptığı ‘asayişi muhafaza’ çağrısı, yine yukarıdaki hadis-i şerifin sırrınca, önemli hakikatler fısıldıyor olabilir. Çünkü hakikaten ‘hürriyet’ ile ‘amel-i salih’ arasında ‘asayişi muhafaza’ ile ‘takva’ arasındakine benzer bir anlam/yöntem ilgisi vardır.

Birinciler fethedicidir. İkinciler koruyucudur. Birinciler taaruzcudur. İkinciler savunmacıdır. Birinciler kılıçtır. İkinciler kalkandır. Birinciler genişleticidir. İkinciler mevcudu muhafazaya çalışırlar.

Hem şu da bir gerçektir: Asayişi bozacak şekilde amellerinde ifrat eden bir hürriyet talebi ‘anarşiye’ sebep olabileceği gibi, hürriyetleri görmezden gelecek şekilde şiddetlenen bir asayişi muhafaza kaygısı da ‘zulümlere’ sebep olabilir.

Belki Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde yaşadıkları üzerinden Yeni Said’e taşıdığı bir tecrübe de budur: Güvenlik özgürlüğün önsözüdür. Eğer hürriyetten önce/beraber emniyet tesis edilmezse, talep edenlerle-edilenler arasında güven ortamı oluşmazsa, bu tarz talepler daha şiddetli istibdatları doğurmakla aksü’l-ameli netice verirler. Şu derdin de devası, belki hürriyet ile asayişi muhafazanın barıştırıcısı, müsbet harekettir. Yani hayrı talep ederken veya doğruyu dillendirirken bireyin, toplumun veya devletin güvenlik algısını bozmayacak şekilde hareket etmektir.

Baba, oğluna istediği hürriyet verir, ancak ondan karşılığında edep ve hürmet görmezse müstebitleşir. Devlet, halkına hakkı olan özgürlüğü tanır, ancak karşılığında emniyet ve itaat görmezse azgınlaşır. Hem bazen iyi niyetli amel edişler dahi sonuçları kestirilemeyerek yıkımlara neden olabilir. Yine bir hadisin ifadesiyle, fitne zamanı müslümanların oturanını ayakta olanından hayırlı kılan şey, biraz da bu türden amellerin kime/neye hizmet ettiğinin belli olmamasından kaynaklanan bir endişe olabilir mi? Bana bu ihtimal kuvvetle muhtemel geliyor. Neden? ‘Uçları ecnebi elinde’ bir manipülasyon alanında eylenen herşeyin nereye varacağını da elbette tezgâhın sahipleri belirler. Kullanılmaktan uzak kalabilmek ise ancak kenarda kalabilmekle mümkündür.

Bediüzzaman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, 31 Mart’tan Şeyh Said Hâdisesi’ne yaşadıklarıyla elbette kendi içinde de bir noktaya geldi. Zamanın müfessirliğini bu olaylar üzerinden de okudu. Fakat zaman durmuyor ki! Gezi’den beri yaşadıklarımızla ben de şöyle bir noktaya geldim: ‘Mümkün olanın’ güzelliğini bozmamaya çalışmak ‘mümkün olabilecek’ güzellikleri istemekten önce gelir. Daha fazla güzellik istemek ancak eldekinin de yitirilmeyeceği bir üslûpla, ölçüde ve dengeyle mübarektir. Yoksa, Orwell’ın Hayvan Çiftliği’nde başarıyla tasvir ettiği gibi, ütopyalar ancak karaütopyaların doğumuna annelik ederler. Yani: Işığı arzulamaktaki ifrat yeni bir karanlığın önsözü olur.

Ahmet AY – risalehaber.com

Meşrutiyetin İlanında Üstad

Yirmi üç Temmuz bin dokuz yüz sekizde

Osmanlı halkı ayakbastı meşrutiyete

 

Hürriyet meydanında şöyle konuşma yapar

Halk heyecanla üstadı alkış tufanına tutar

 

“İslam’ı hakkıyla yaşamaktır medeniyet”

“Müslüman’ın idare tarzı şura ile meşveret”

 

“Şeriatın âdâbı hürriyettir kıymetini iyi bilin”

“Hür olmak, her isteğini yapmak değildir nefsin”

 

“Biz Avrupa’nın alacağız fen, sanat ve ilmini”

“Bu konuda örnek tutacağız Japon milletini”

 

Çeşitli gazetelerde ateşli makaleler yazar

Hürriyeti anlatmak tek gayesi her yeri gezer

 

İttihadı Muhammedî cemiyetinde aldı yer

Derneğin ismi lekelenecekti girmeseydi eğer

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

Ertuğrul Özkök: Bediüzzaman demek Adalet demek

Ertuğrul Özkök dün ve bugün (20-21 Mart) Hürriyet Gazetesinde yazmış olduğu yazılarda Üstad’ın Adalet anlayışından ve adalete bakışından bahsetti, NurNet sitesi olarak o yazılardaki kesitleri sizlere sunmak istedik.

BAKIN O ŞAHSİYET O GÜNLERDE NELER DEMİŞ

Aşağıdaki adalet hakkındaki sözlerini, onun söylediklerinden, biraz bugünün diline uyarlayarak aktarıyorum:

ADALETİN TARAFSIZLIĞI

– “Mahkemeler, adliyeler, insan haklarını muhafaza etmek ve haksızları tecavüzden durdurmak gibi mes’uliyetli bir iş deruhte ederler.”

– “Mahkemelerin tarafsızlığı hâkimlerin elindedir. Zira hâkimler, ‘Hukuk-i umumiyeyi ve haysiyet-i milliyeyi’ koruma mevkiindedirler.”

– “Adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz. Hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir.”

– “Devlet organları içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmeye ve tesirat-ı hariciyeden en ziyade bitarafane hissiyatsız bakmakla mükellef olan elbette mahkemedir.”

– “Adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sureten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var.”

– “Hâkim ve mahkemenin tarafgirlik şaibesinden müberra (uzak) ve gayet bitarafane bakması, birinci adalet şartıdır.”

* * *

DELİL

– “Adaletin gerçekleşmesinde en büyük unsurlardan birisi de, hukuki kıymeti haiz delillerin varlığıdır.”

– “Bu cümleden olarak, delil toplanırken objektif olmak şarttır. Hiçbir maddi delile dayanmayan, kötü niyetli ihbarlara ve cezalandırmak kastına dayalı sübjektif kanatlara itibar edilmemesi gerekir.”

– “Şüphe üzerine hüküm verilmez, kesin ve adil bir hüküm için kat’i delillere sahip olmak gerektiği temel bir hukuk kaidesidir.”

– “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin, hiç ehemmiyeti yoktur.”

– “‘Beraet-i zimmet asıldır’ kaidesi, delile dayalı yargılamayı gerektirmekte ve suçu, hukuki yoldan ispat edilemeyen şahsın, prensip olarak suçsuz kabul edileceği neticesini getirmektedir.”

* * *

MÜDAFAA HAKKI

– “Müdafaa hakkı, insanın en doğal hakkıdır ve hiçbir şekilde tahdit edilemez.”

– “Bir savcının 2 saat iddianame okumasına karşılık, kendisine ancak 10 dakika kadar müdafaa hakkı tanınması adaletsiz bir uygulamadır.”

* * *

ŞAHİTLİK

– “Şahitliğin delil olarak kabul edilebilmesi için, ‘Şahidin doğruluğuna galib-i zan hasıl olmak şarttır. Yani şahit olan kimsenin adil olması ve yalan söylemeyeceği hakkında kanaat teşekkül etmelidir.”

Bu sözler, Said Nursi’ye ait. Kimdir Bediüzzaman Said Nursi?

Sürgünlerden, cezaevlerinden çok çekmiş bir insandır.

1876’da doğmuştur. Sultanların tahttan indirilip, sultanların tahta çıkarılmasına tanık olmuştur.

Sultanların, tek adamların istibdadında epey çekmiş, Abdülhamid’e karşı Selanik’e gidip, İttihat Terakki’ye bile katılmıştır.

Risale-i Nur Külliyatı’nın yazarıdır.

Dün de dedim ya, adalete susamıştır, onun suyunu bir türlü kana kana içememiştir.

Yani bugün “adalet” üzerine sözü dinlenecek, tecrübesine kulak verilecek bir şahsiyettir.

– Çekmiş bir insandır, o nedenle, başkalarının da çekmesine içi el vermemiştir.

– Kendi çektiği için, kurunun yanında yaş da yansın dememiştir.

– Büyük resme bakın, gerekirse küçük fotoğraftaki zulümlere gözünüzü yumun gibi bir kelamı asla etmemiştir.

– Bana yapıldı, onlara bin beteri yapılsın gibi bir kinin davasını sürdürmemiştir.

– Ona bir mezar bile fazla görüldüğü halde, o hürriyet duasını kimseden esirgememiştir.
O nedenle bu sözlere kulak vermekte yarar vardır.

NOT: Yeni Asya gazetesi, 23 Mart günü Said Nursi özel sayısı yapıyor. Merakla bekliyorum.

İstibdat denen şey nasıl anlaşılır

MADEM Bediüzzaman’dan söz açtık, onun “Hürriyet” üzerine sözlerine de bir göz atalım.

Dünkü sözleri, Safâ Mürsel’in, Yeni Asya Yayınları’ndan çıkan “Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi” adlı kitabından özetlemiştim.

Kitabın “Hürriyet’in korunması” başlıklı bölümünde, bir ülkede parlamenter idarenin başına gelebilecek en büyük tehlikenin “istibdat” olduğunu söylüyor. Bunlar arasından şu saydıkları dikkatimi çekti.

“Cehalet, inat, garaz, intikam, taklit, hiçbir kayıt ve kontrol tanımamak, şahsi menfaati milletin zararına da olsa her şeyin üstünde tutmak, Cumhuriyeti hakiki ve adil manasından çıkararak istibdada alet etmek…”

Ona göre, bir ülkede istibdat, yani otoriterlik olup olmadığı da şöyle anlaşılır:

– İstibdat keyfi muameleye ve kuvvete dayanan tahakküm ve cebirdir.

– Tek kişinin sözünün geçerli olduğu bir şeflik anlayışıdır. Zulmün temelidir.

– Ferdi ve sosyal çapta sefalet ve zilleti davet eder. Garaz ve husumeti uyandırır.

– Her türlü ihtilafın kaynağıdır.

– Siyasi istibdat ilmi istibdadı getirir.

İleri demokrasiyi tartışırken, Bediüzzaman’ın bu sözlerini de bir kenara not etmekte yarar var.

Ertuğrul Özkök / Hürriyet Gazetesi

Said Nursi’nin Mezarını Ben Buldum!

Hürriyet yazarı Yalçın Bayer ve Haber Türk yazarı Murat Bardakçı bugünkü köşelerinde Said Nursi’nin naaşının Urfa’dan kaçırıldıktan sonra denize atıldığını ileri sürdüler. Ancak Said Nursi’nin talebeleri bu iddianın doğru olmadığını çeşitli defalar dile getirdiler.

Urfa’dan sonra Isparta mesarlığına defnedilen Said Nursi’nin naaşı tevafuk eseri bulunur ve oradan başka yere defnedilir. Isparta’daki mesarı bulan Mustafa Pestil o anları “Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan‘a anlattı.

Mustafa Pestil’le görüşmesini Risale Haber’le paylaşan Ömer Özcan, naaşın denize atılmasının da gerçek dışı bir iddia olduğunu söyledi.

İşte Mustafa Pestil’in Said Nursi’nin mezarını bulması ve sonrasında yaşanan gelişmeleri anlattığı sözleri:

Malum, Üstad’ın, mezarının bilinmemesi için vasiyeti vardır. Senirkentli Ali İhsan Tola’nın da bulunduğu bir sırada, “Talebelerimden 12 kişi benim mezarımı bilse zarar vermez” diyor Üstad. Üstad’ın saçları 10 santim kadar uzunmuş ve saçlarına kına yakarmış. Bu vaziyette iken, Urfa yolculuğuna çıkıyor. Orada vefat ediyor. Biz burada Isparta’dayız. Rahmetli Tahiri Mutlu Ağabey var burada. Biz Üstad’ın vefatını geç haber aldık, o yüzden gidemedik. Üstad’ı Urfa’ya defnediyorlar. Yolda giderken Üstad bir talebesine, ‘Beni Hz. İbrahim (a.s.) çağırdı’ diyor.

“60 ihtilâlinde başta Türkeş olarak karar alıyorlar; Üstad’ın kardeşi Abdülmecit’i alarak, kabrini tahta bir tabuta koyup, galvanizli sac’a koyup lehimliyorlar. Boşlukları da kaba talaşla dolduruyorlar. Geceleyin uçakla götürüyorlar, ama Abdülmecit de bilmiyor nereye gittiklerini; fakat ‘Bir gölün üstünden geçtik, bir demir kapıdan geçip oraya defnettik’ diyor; ama muhit neresi, bilinmiyor. Bu böyle kaldı. Sonra polisler
orada nöbet beklediler, ama niçin beklediler bilinmiyor, ama mezarlık tespit edilmişti.

Derken Isparta’da olduğu anlaşılmaya başlandı, ama tam kesinlik kazanmadı. Böyle dokuz sene geçti aradan. Dokuz sene zarfında herkes kendi kafasına göre ‘Acaba burada mı?’ diye aramalar yapıyor. Galvanizli sacla gömüldüğü belli ya… Bu yüzden Rüştü Ağabey, ‘Şişle bile aradım ağabey!’ dedi.

Bir gün Sav’a derse gitmiştik, orada bu konu açıldı. Herkes bir şey söylüyordu. Ben de dedim: ‘Allah’ın izniyle Üstad’ı ben bulacağım.’ Öyle dedim orada o zaman. Sonra benim yeğenimin bir çocuğu doğdu; sonra öldü! Çocuğu yıkadık, koyduk taksiye… Kış günü, çok soğuk… Gittik mezarlığa. Yalnız benimle gidenler bu işleri bilmiyorlardı; ağabeyim de var, ama bu işlerden haberdar değildi. Mezar yeri için karar verdim, ‘Şurayı eşin’ dedim. Bana o anda, kazma vurulunca sanki Üstad’ın başına vurmuşlar gibi bir his geldi… Diz çöktüm, Yâsin okumaya başladım.

Ben Yâsin okurken benim amcaoğlu, ‘Amca burada bir sac çıktı; bu ne olabilir?’ dedi. Ben hemen anladım tabii… ‘Hastahanelerde ölenleri böyle yaparlar, getirirler, böyle gömerler’ dedim. Biraz ilerisini kazdık, çocuğu gömdük. ‘Siz haydi gidin bakalım’ dedim diğerlerine. Onlar gittiler.

Eştim baktım, galvanizli sac ve lehimli… ‘Tamam!’ dedim. Ama içini daha bilmiyorum… Sonra küreğin ucuyla kanırttım, o lehimleri söktüm. Üstad’ın kafası önüme çıktı. Pırıl pırıl… Üstad’ın saçları kınalı; bir şey olmamış gibi, hiç bozulmamış… Üstad, sarığı başından hiç çıkarmazdı, o yüzden her tarafı tamam, tanıdım; fakat saçlarını bilemedim.
Neyse kapattım üstünü, örttüm.

Kimseye bir şey diyemiyordum, çünkü Üstad’a karşı bir yanlışlık olur diye korkuyordum. Sonra Bozanönü’nde Şaban’a sordum, başkasına sordum. Tarif ediyorlar; fakat bir tanesi bile ‘Üstad’ın saçları kınalıdır’ demiyordu. Bir hafta uğraştım, ama demiyorum kimseye. Hiç kimse kınalı demiyor. Allah, Allah! Ezener vardı mesela, o da diyemiyor kınalı diye. Hepsi, her şey tamam, ‘kınalı’ deseler iş bitecek. Sonra Senirkent’e Ali İhsan Tola Ağabeye gittim, ona sordum. ‘Üstad’ın saçları nasıldır?’ diye. ‘Üstad’ın saçları 10 santim uzunluktadır ve kınalıdır’ dedi. Babasına rahmet, düğüm çözülmüştü şimdi!

Bir de tersine koymuşlar tabutu, geceleyin ayaklar kıbleye gelmiş. Fıkıha göre araştırdık, tabutun kıbleye dönmesi lazım geliyordu. Ama tek kişi bunu yapacak güçte değildi. Bunu üç-dört kişiye anlattık, tabutu oradan çıkardık. Mezarı eştik, tabutu çıkardık. Kanırttığımız yerden Üstad’ın yüzünü tekrar gördük. Ondan sonra çok derin bir mezar kazdık orada, altını da epey saptırdık. Bizde çıkarırlar korkusu vardı…

Rahmetli Hacı Nureddin vardı, Atasoyların Ahmet’in babası, İslâmköy’dendir. Nurettin’e dedim ki: ‘Bunu buradan çıkarmasınlar. Buraya bir mezar yap, ama boşluğa koyacaksın; göçtü mü anlarız! Oraya öyle bir beton koyacaksın ki kolay kolay çıkaramayacaklar…’ Böyle bir tertip aldık. Fakat mübarek, bunu ihmal etmiş, yapmamış… Babası Osman Ağabey vardı, rahmetli oldu, o da gidiyor Isparta’da bulunan bir ağabeye anlatıyor. ‘Minareci böyle böyle… Üstad’ı bulmuş!’ diye anlatıyor. O ağabey de emir veriyor, ‘Çıkarın!’ diye. Salim Gümüş ile Sav’dan Bekir Hafız, bir kişiyi de alıyorlar, tabutu çıkarıyorlar… Götürüyorlar ve başka yere defnediyorlar.

Kaynak: Risale Haber

Doğu Meselesine Reçete

Madem yaşayan bilir, elbette bilen konuşur.” kaidesince, insanlık âlemini herc ü merce verip yenidünya düzenlerinin kurulmasına sebep olan Meşrutiyet, Cumhuriyet, Demokrasi gibi akımların ne anlama geldiğini sormuşlardı; şark seyahatleri esnasında Bediüzzaman’a.

Aynı zamanda hep beraber bu toprakların üzerinde omuz omuza yaşayarak ortak bir tarihe ev sahipliği yapmış arap, türk ve kürt milletlerinin de bizzat aralarında yaşayarak hissiyatlarına tercüman olmuştur.

Zira O kendi şahsını “Ben, Kürtçe düşünürüm; Türkçe ve Arapça yazıyorum.” diyerek tanıtmış;

Kendi eserlerini de “Her bir eser, Arab abasını iktisa ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürd’dür.” demekle tarif etmiş;

Hayatının en büyük gayesi olarak gördüğü ve uğruna büyük çabalar sarfettiği Şark Üniversitesinde de bu üç dilin esas teşkil etmesi gerektiğini “Lisan-ı Arabi vacib, Kürdi caiz, Türki lazım kılmak” tesbitinde bulunarak, gaflette olan büyük kafaların birbirleriyle boğuştukları bu meselenin de hal çaresini, yüz sene öncesinden bu zamanın bir hastalığına da tedavi çaresini sunmuştu.

Bu mukaddemeden de anlaşılacağı üzere, geçmiş bir asrı her yönüyle kendi şahsında yaşayarak kıyamete kadar gelecek insanlığa yol gösterip rehberlik edecek eserler meydana getiren bu zatı bedi-i zamanı dinleyip anlamaya çalışmanın ne kadar ehemmiyet kesbettiği herkesçe malum olmuştur.

Değerli, sahipsiz bir kavim” olarak tanımladığı Kürt milleti üzerinde asırlardan beri oynanan oyunların evvelen farkında olan Bediüzzaman, sırf bu niyet ve gaye ile İstanbul’a gitmişti.

Buradaki faaliyetlerinde kökü dışarda kendisi burada olan ifsat komitelerinin çok değerli kürt kavmine parmak karıştırmasına sed olabilmek ve yüz yıllar boyunca sırt sırta, omuz omuza beraberce barış ve huzur ortamı içinde diğer milliyetlerle beraber yaşamış bu milletin birlik ve bütünlüğünü muhafaza etmek gayesi ve emelindeydi.

Bediüzzaman, sadece yaşadığı dönemi değil, belki kıyamete kadar gelecek insanları nuruyla aydınlatacak nurlu eserleri kaleme alarak Kur’an eczanesinden aldığı ilaçları; gaddar, zalim ve kalbi fasid bu asrın manen hasta olan insanlarına hediye edip ellerine veren bir doktordu.

Ahir zaman doktoru ünvanıyla maruf bu zatı Alişan, evvelen içlerinde yaşayıp büyüdüğü Kürt milletinin üç tane hastalığa giriftar olup müptela olduğunu teşhis edip beyan etmişti.

Evet, bu üç tane hastalığı ve bu hastalıkları tedavi edecek reçeteyi şöylece izah edip ders veriyordu: Bizim düşmanımız Cehalet, Zaruret(fakirlik) ve İhtilaftır(ayrılıklar). Bu üç düşmana karşı San’at, Marifet(ilim) ve İttifak silahıyla cihad edeceğiz.”

Beşerin içtima-i toplum hayatında yaşanan bu manevi hastalıkların bertaraf olması, iyileşme göstermesi içinde teşhis edip tarif ettiği reçetenin de bizzat herkesin kendi âleminde nasıl yaşaması gerektiğini de şu şekilde beyan etmiştir: “Bizi bir cihette teyakkuza, uyanıklığa, terakkiye, gelişmeye ve büyümeye sevkeden kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette, kin ve düşmanlıkta fenalık var. Husumete vaktimiz yoktur.”

Ahir zaman imamı, İstanbul dönüşü hiç vakit kaybetmeden, Kürt milletinin umumi bir hastalığı olan cehaletin izalesi için maarif ve ilim silahını eline alarak dağ ve sahrayı bir medrese edip aşiretleri dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır.

Bu meyanda olarak en evvel meşrutiyeti ders vermeye başladı. Zira Kürtler, fıtraten meşrutiyetçi, demokratik ve baskıya gelmez bir karakter ve huya sahip olmalarına rağmen; meşrutiyet ve demokrasinin hayatın her alanında yerleşmesi için yapılan faaliyetlere şüphe ile nazar edip, bu faaliyetleri gayet garip bir surette telakki ediyorlardı.

Bediüzzamanın, şark aşiretleri arasındaki seyahatleri esnasında, sorulan sorulardan da anlaşılacağı üzere kürtlerin, demokratik faaliyetler konusunda şüpheleri ve önyargıları açığa çıkarak kendini gösteriyordu.

Evvela; “Ey Seyda! İstanbul’a gittin. Bu inkılab-ı azimi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?” diye sorulan bir suale “Müjde getirdim.” cevabı üzerine “Müjde ne demek? Bazılar bize “sizin için fenalık var” diyorlar.” karşılığını vermişlerdi.

Bunun üzerine Bediüzzaman getirdiği müjdenin ne anlama geldiğini şöylece izah ederek ders vermişti; “Nurdan zarar gelmez. Gelirse yarasa gibi karanlığı seven, karanlıkta yaşayan insanlara gelir. Yalnız kürdistana değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki: Umum islamın, bilhassa Osmanilerin, bahusus kürtlerin saadet güneşinin doğmasının yakın olduğunu görüyorum.”

Yaptığı açıklamaya, “Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temâşâ etmek ve ellerimizi onlarla beraber sâfi suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nâsıldır? İstibdat nedir? Meşrutiyet nedir?” Diğeri: “Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık.” Başkası: “Dînimize zarar yok mu?” gibi gürültülü, karma karışık, intizamsız suallerle karşılık verip Biz öyle işitmedik. Öyle ise zihnimize gelen şüpheleri hallet.” ifadesiyle sordukları suallerinin cevaplandırılmasını arzu etmişlerdir.

Helaket ve felaket asrının adamına sorulan bu ve bunun gibi asırları aşan sorular, sadece geçmişte kalan o zamanı değil, belki hâlihazır zamanımıza da nazar edip ışık tutan bu soru ve cevaplar daha sonra “Münazarat” isminde müstakil bir eser olarak yayınlanmıştır.

Değerli Sahipsiz bir Kavim olan Kürtlerin Reçetesi” olarak anılıp neşredilen bu eserinde anlattığı ve Kur’ânın insanlığa ders verdiği Hürriyet ve “Meşveret Sisteminin” yansıması olan Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasinin, şark coğrafyasında neden bir türlü hâkim olup işlerlik kazanamadığını, tedavi çareleriyle açıklamıştır.

Muhteviyatında; milletimizin terakki ve tealisine ışık tutan ve tazeliğini her zaman koruyan küllî kaideler ve hayatdâr düsturlar vardır. Eser baştan sona ulvî fikirler ve hayatdâr düsturlarla, aynı zamanda da ferdî ve içtimaî hastalıklarımızın çareleri ile doludur. Muhtevası çok geniş olan bu eser, gerçekten, bir cemiyeti, bir milleti yahut bir devleti düştüğü buhran ve bunalımlardan kurtaracak harikulade bir metodlar manzumesidir.

Günümüzde yaşadığımız hadiselere ışık tutup, bu olayların arka planında oynanan oyunları deşifre edip aydınlatan, soruları ve bunların cevaplarını içinde barındıran “Münazarat” eserini okuma zamanı…

Hasan TAYFUR

www.nurnet.org