Etiket arşivi: Hüseyin Emiroğlu

Şu Sevimli Kediler

Saadet asrının günlerinden bir gündü. Peygamber Aleyhisselam (asm), abdest almak için hazırlık yaptı. Ancak, bir kedicik geldi ve abdestini alacağı sudan içmeye başladı. Allah Resulü (asm), o kedicik suyunu içene kadar bekledi, onu ürkütmedi, ne vakit o mahluk suyunu içip, hararetini iyice giderdi, ondan sonra abdestini aldı. Sordular: “Su kirlenmedi mi?” “Hayır” dedi, Peygamber Aleyhisselam (asm). “Kedi aile fertlerinden bir ferddir, hiçbir şeyi kirletmez.” Peygamber Efendimiz’in (asm) hane-i saadetine, ve mescidine sık sık uğrardı kediler. Ve Allah’ın Resulü (asm), kedileri severdi. Mübarek elleriyle, sırtlarını sıvazlardı… Yine bir gün, sevgili arkadaşları ile, mescidde sohbet eden Allah’ın Resulü (asm), onlara: “Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşeratından yemeye de salmamıştı” buyurdu.

KEDİCİK BABASI

Gerçek adı, Abdurrahman b. Sahr olduğu halde, Peygamber Efendimiz’den (asm) pek çok hadis nakleden, Suffa ashabının göz bebeği bu büyük sahabiyi, Müslümanlar Ebu Hureyre olarak tanırlar. Ebu Hureyre, “Kedicik babası” demektir. Abdurrahman b. Sahr’a, böyle bir lakap verilmesi ve kedilere baba ilan edilmesi boşuna değildir. Bakın bir rivayette, kendisi bu ismin hikâyesini nasıl anlatıyor: “Bir kedi bulmuştum, onu elbisemin yeninde taşırdım; bundan dolayı Ebu Hureyre lakabı ile çağrılır oldum.” Bu kedisever sahabinin adı, ondört asırdır kedilerle birlikte anılıyor. Her ne kadar, İslâm Dini, yeryüzündeki tüm canlıların hayatları konusunda zulme asla yol vermeyecek emir ve yasakları belirtmiş olsa da; (Bu ayrı bir yazı konusudur) kedilere karşı gösterilen bu hususî alâka, Müslümanlar içinde, bu küçük canavarcıklara karşı özel bir yakınlığın oluşmasına sebeb verdi. Öyle ki, eskiler: “Hubbül hurrede min’el iman” (kedi sevmek imandandır) demişler.

BEDİÜZZAMAN VE KEDİLER

En meşakkatli sürgün zamanlarında bile, etrafındaki, canlılarla alâkadar olan ve yakınında kedi eksik olmayan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Abdurrahim ismini takdığı bir de kedisi vardı. Bakın, kedilerin “nankörlük” tabir edilen görünüşteki minnetsizlikleri, Üstad’ın bakış açısıyla nasıl bir hakikat dersine dönüyor ve kedi milletini haksız bir ithamdan kurtardığı gibi, bizlere de yine çok kıymetli ve hikmetli bir ders veriyor: “Hatırıma geldi, “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübârek denilir?” Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarîh bir surette, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyerek, güyâ hatırıma gelen îtirazı ve tahkiri, tâifesi nâmına reddedip yüzüme çarptı. Üstad’ın kedileri taltifi bununla da kalmaz. Çok az bir dünyalık ile, uzun zaman idare eden ve rahatla yaşayan Üstad, bu bereketin sırrını merak edenlere, şöyle bir izahda bulunur: “… Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dinlesen, “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” çektiklerini anlarsın…”

N’İDELÜM AH PİSİ!

16.yy’da yaşamış Meali adındaki bir şairin çok sevdiği bir kedisi vardı. Bir gün, kedi öldü. Meali, kedisinin ölümüne o kadar çok üzüldü ki, Kedi Mersiyesi adıyla bilinen uzun bir Hırrename (kedi şiiri ya da kedili şiir) yazdı. “Çıktın elden nidelim ansızın eyvah pisi, / Yandın ölüm oduna dert ile ansızın pisi, Hasreta şir-i ecel budu sana vah pisi, / N’idelüm ah pisi n’eyleyelüm vah pisi..” diye uzayıp giden bu hırrenamenin, bana en çok dokunan yeri sık sık tekrarlanan şu: “N’idelüm ah pisi n’eyleyelüm vah pisi..” dizesidir. Ömründe hiç kedisi olmamış, olup da ölmemiş kimse, bunun acısını bilemez. N’idelüm ki, şu dünyanın herbir şeyi gibi; ya bir gün kedi bizi bırakır gider; ya da biz, bir gün kediyi… “N’idelüm ah pisi n’eyleyelüm vah pisi..” Dünya böyle…

KEDİLİ DÜNYA TARİHİ

İşin ölçüsünü biraz kaçırmış da olsalar, tam sekiz bin yıl önce, kedileri evcilleştirip insanlara dost olmalarını sağlayan eski Mısırlılardır. Öküz, gübreböceği, karasinek.. gibi pek çok mahlukat gibi, kedi de, Mısırlılar için kutsal bir hayvan idi. Kazayla ya da bilerek bir kediyi mi öldürdünüz? Anında koparırlardı boynunuzu. Kedilere, kıymetli mücevharattan incik boncuk takar; öldüklerinde ise, mumyalayıp gömerlerdi. Eski Mısır dilinde kedi kelimesinin karşılığı MİU idi. Miu! Miu! Kelimenin kökeni belli: Miyauvvvv! 19. yy arkeologları, Mısır’da yaptıkları kazılarda o kadar çok kedi mumyası buldular ki, sayısı belli değil.. Bu mumyaları gemilere yükleyip, İngiltere’ye götürdüler ve öğütüp gübre yaptılar. Pes doğrusu! Nebbaşlığın (mezar soygunculuğu) varabileceği en son nokta da, bu olsa gerek! Bugün, hayvan hakları konusunda bas bas bağırdıklarına bakmayın, Avrupalıların bu konudaki mazisi, katran karasıdır. Özellikle Ortaçağ Avrupası’nda, cadıların kedi kılığına girdiğinine dair bir inanç aldı başını gitti. Din adamlarının körüklediği bu batıl inanç yüzünden, kediler katledildi. Öyle ki, 1400’lü yıllarda Avrupa’da kedi nesli neredeyse kurudu. Kedi nesli kurudu ama ortalığı boş bulan farelerin sayısı da çığ gibi arttı. Ne olduysa da ondan sonra oldu! Farelerin yaydığı korkunç bir veba salgını, Avrupa’yı kasıp kavurdu. Nüfuslarının üçte ikisi, bu veba salgınında kırıldı. Siz misiniz kedileri katl eden!

KEDİ HER ZAMAN KEDİDİR!

Çocukluğumda bir çok kedim oldu. Bir çocuğun kedisinin olmamasını büyük bir eksiklik sayarım. Bence her çocuk, kucağına aldığı minicik bir yavru kedinin başını okşayıp, kediyle birlikte uyumalı. Kedinin tatlı mırıltılarını duyup, pembe yumuşak patilerini sevmeli. Tırtıklı dili tarafından elleri yalanmalı. Hatta arada bir de tırmalanmalı ve başka canlılara karşı saygılı olmayı da, bu şekilde öğrenmeli. Evet, ben kedilerden çok şey öğrendim. Şüphesiz benim de kedilere öğrettiğim ufak tefek şeyler olmuştur. Ama bunlar, hiç de önemli şeyler değildir. Kedilerin bana öğrettiği en önemli şey, bir kediye asla sahip olamayacağım idi! Biliyorum şaşırdınız. Aranızda kedisi olanlar var. Nasıl olur da bir kediye sahip olunamaz diye merak ediyorsunuz. Hatta içinizden bazıları: “Şu anda kedim ayaklarıma sürtünüp duruyor! O benim kedim işte!” diyordur. Demek kediniz ayaklarınıza sürtünüyor öyle mi? Tamam işte! Bu benim haklı olduğumu gösteriyor. Çünkü kediler bir şeye sürtündüklerinde orada kokularını bırakırlar ve kedilerin dünyasında bu hareket, şu anlama gelir: “Bu benim!” Kediniz hâlâ daha ayaklarınıza sürtünüyor mu? Bırakın sürtünsün dursun. Bir kediyi asla değiştiremezsiniz. İşte kedilerden öğrendiğim ikinci önemli şey de bu…

Hüseyin Emiroğlu

Ekmek Arası Tarih

Ekmeğin hikâyesi de, her şeyin hikâyesi gibi, Âdem babamızın Cennetten, yeryüzüne indirilmesiyle başladı. Âdem Peygamber için Cennetten dünyaya gönderilmek, elbette son derece sıkıntılı bir sürecin başlaması demekti. Dünya hayatı, Cennet hayatına hiç benzemiyordu. Dünyada soğuk vardı, sıcak vardı, yorulmak vardı, uykusuzluk vardı ve elbette açlık vardı. Dahası, bu dünya hayatı, çalışıp çabalamak yeriydi. Burada Cennetteki gibi bir rahat yoktu. Ve Allah, Âdem’e ekin ekmesini emretti. Âdem, alnının terini sile sile toprağı sürdü. Sonra ekini ekti. Sonra o ekinleri suladı. Ve biçme zamanı geldiğinde, ekinleri biçti. Ve biçtiği ekinlerin tanelerini ayırdı. Taneleri öğütüp un yaptı. Ve unu hamur etti. Hamuru pişirdi. Hamur ekmek oldu. Ve Allah’ın izin verdiği zamanda ekmeği yedi. Böylece ilk insan, ilk ekmeği yapmış oldu.

Bugün Müslüman fırıncılar, Hz. Âdem’i mesleklerinin pîr’i sayarlar. Allah’ı ve Peygamberlerini kabul etmeyen tarihçilere göre ise, ekmek tesadüfler sonucu bulundu. Ateist bilim adamlarının, yeryüzündeki canlıların tesadüfen ortaya çıktıklarını iddia etmesi gibi, Ateist tarihçiler de, herşeyi tesadüflerle açıklarlar. Onlara göre, ilk insanlar, iri buğday başaklarını görmüşler ve “Bakalım bunun içinde ne var?” demişler. Tabii son derece ilkel oldukları için, ilk yaptıkları şey, başakları ağızlarına tıkamak olmuş. Çiğnemişler, çiğnemişler… Yüzlerce yıl böyle çiğneyip yutmaya çalışmışlar. Sonra içlerinden bir tanesi: “Arkadaşlar şunun sapla samanını, taneleri ile çöpünü ayırsak ya!” deyivermiş.

O günden sonra, sap ile saman, tane ile çöp ayıklanmaya başlanmış. Ve ilk insanlar uzun bir süre de, o taneleri beygirin arpa kırması gibi kütür kütür yemeye başlamış. Ancak bu pek zahmetli bir işmiş. Hazmı da çok zormuş. Zaman geçip gitmiş. Aralarından bir akıllı daha çıkmış ve: “Bu buğday tanelerini taşla falan kırsak nasıl olur?” demiş. Sonra bir başkası: “Bu kırılmış taneleri su ile ıslatalım, bakalım tabiat ne gösterecek” diye düşünmüş. Birkaç yüz yıl da, böyle su ile ıslatılmış buğday yemiş insanoğlu. Aradan yine hatırı sayılır bir zaman geçmiş. Ve bir gün farketmişlerki, bu ıslanmış ve kırılmış buğday taneleri durdukları yerde şişip kabarıyor. Ve insanoğlu hamuru bulmuş! Hikâyenin devamını tahmin edebilirsiniz. “Hadi bunu pişirelim, nasıl olsa ateşi de bulduk” diyerek ekmek yapmaya başlamışlar.

İşte, Ateist tarih görüşüne göre, ekmeğin keşfi… Bilimsel bir dayanağı var mı derseniz, öyle bir dayanak yok. “Ama olsa olsa böyle olmuştur herhalde” diye ortaya atılan bir ekmek tarihi öyküsü bu kadar olur. Ha, bir de, sakın o tarihçilere “Peki o buğday nerden çıktı?” diye sormayın. Çünkü bu sorunun cevabını, Evrimci bilim adamları çoktan verdi: “Tabii ki, tesadüfler sonunda! Bir kısım çok şefkâtli ve insanoğlunun ihtiyaçlarını düşünen terliksi hayvanlar, evrimleşe evrimleşe buğday olmaya karar verdiler!”

DÜNDEN BUGÜNE EKMEK

Bugün, İngilteredeki British Museum’da, 5000 yıllık bir ekmek vardır. Bu tarihi ekmek, müzedeki pek çok asar-ı antika gibi, Mısır’dan oraya götürülmüştür. Eski Mısırlılar, MÖ 2600 yıllarında mayalı ekmek yapmayı keşfetmişlerdi. Ekmek o kadar önemliydi ki, bir dönem işçilere maaş yerine ekmek verilirdi. Özellikle piramitlerde çalışan işçiler, emeklerinin karşılığını ekmek olarak alırlardı. Bir kimsenin zenginliği, kaç somun ekmeğe sahip olduğu ile ölçülürdü. Ekmek parası için değil, ekmeğin bizzat kendisi için ter dökülürdü. Buğdayı un haline getirmek tamamen kölelerin vazifesiydi. Ancak bu işi yaparlarken o çok kıymetli unu yememeleri için, ağızlarına tahtadan bir tıkaç takılırdı. Ölüler ise, öteki hayatlarında doya doya yesinler diye, ekmek somunlarıyla beraber gömülürdü.

misir da ekmekFırıncılık mesleğine çok önem veren eski Mısırlılar, ekmek hamuruna çeşitli şekiller vermek için, kalıplar yapmışlardı. Bu iş bir sanattı. Eski Mısır’da gereğinden fazla üretilen hububat, Yunanistan’a ihraç ediliyordu. Böylece, buğday taşıyan gemiciler, ekmek yapma sanatını Mısır’dan Yunanistan’a götürdüler. Yunanlılar bu işe özel bir alâka duydular. Kısa zamanda ekmek, sofraların baş tacı oluverdi. Buradan Roma’ya ve bütün Avrupa’ya ekmekçilik sanatı hızla yayıldı. Romalıların beygir gücüyle çalışan bir hamur karma makinesi yaptıkları söylenir. Sonraki yıllarda Roma’da bir frıncılar locası kuruldu. Böylece halkın ekmeği ile oynanmaması için, bir takım kurallar getirildi. MS. 30’larda Roma’da 300’den fazla ekmek fırını vardı. Romalılar bu ekmek işini, Pizza yapmaya kadar götürdüler.

KANUNLA KORUNAN EKMEK

Halk için, özellikle de fukara halk için çok önemli bir nimet olan ekmeği üreten fırıncılar, sektörün ilk zamanlarından beri, idareciler tarafından sıkı takibe alınmıştı. Çünkü ekmeğin bozulması, peşinden pek çok başka bozulmayı sürüklüyordu. Şairin dediği gibi, önce ekmekler bozuluyordu. Tüketiciyi koruma ve üretilen mala belli standartlar getirme konusunda en kapsamlı kanunlar Sultan II. Beyazid zamanında belirlendi. Elbette bu kanunların en önemlileri ekmek ve fırıncı esnafı ile ilgiliydi. Yüzlerce maddelik Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleri’nin konumuzla ilgili maddeleri oldukça ilginçtir:

“Ekmekçiler, standart olarak alınan ekmeği narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Ekmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına sopa uralar; eksük olursa tahta külâh uralar veyahud para cezası alalar. Ve her ekmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna. Tâ ki, aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhâlefet edecek olurlarsa, cezalandırıla.”

Bu kanun günümüzde hakkıyla uygulanacak olsa, pek çok fırıncı esnafının tabanları davul gibi şişerdi her halde. Üstelik, sokaklarda, başına tahta külah geçirilmiş ekmek ustalarına rastlamadığımız gün geçmezdi. Fırıncıları değil ama, fırınlara un tedarik eden değirmencileri ilgilendiren madde de şöyledir: “Değirmenciler gözlene; değirmende tavuk beslemeyeler ki, halkın ununa zarar etmeye. Ve âdetlerinden artuk almayalar ve iri öğütmeyeler ve kesmüklü buğdayı değiştirmeyeler ve illâ muhkem ve müntehî hakkından geleler.”

NAN-I AZİZ

Hemen hemen bütün dinlerde ve bütün kavimlerde mübarek bir nimet olarak kabul gören ekmeğin, sofralarda vazgeçilmez bir yeri vardır. Eğer siz, bir ay boyunca her gün baklava yeseniz, ay sonuna varmadan, baklavadan nefret etmeye başlarsınız. Oysa, kendimizi bildiğimiz günden beri, soframızdan eksik olmayan ekmek, su ile yan yana anılır. Çok ihtiyaç duyulan her hangi bir şey için “ekmek ve su gibi lazım” tabiri kullanılır. Kaza ile yere düşen ekmek, yerden alınır, öpülür ve başa değdirilir. Dünya nimetlerinin başı sayılan ekmeğe hürmetsizlik edilmez. Eskilerin “veliyy-i nimet” yahut “nan-ı aziz” dedikleri ekmeği, zamanımızda “şişmanlatıyor” diye hakir görenler vardır. Daha da kötüsü, artık çocuklar yarım kalan ekmek lokmalarının arkalarından ağlayacağına inanmadıkları gibi, özellikle büyük şehirlerde,—“israf haramdır” emreden İslâm şehirlerinde bile—ekmek israfı korkunç boyutlara ulaşmıştır.

Nan-ı azize, pek çok nimet gibi, hürmetsizlik edilmektedir. Belki de bu hürmetsizliğimiz yüzünden ekmek artık aslanın ağzındadır. Ve Cenab-ı Hakk’ın yeryüzüne bol bol verdiği bu aziz nimete karşı tavrımızı düzeltmez isek, aslanın midesine inecektir. Çünkü nimete hürmetsizlik şükürsüzlükten gelir ve şükürsüzlük, nimetin azalmasına hatta, bütün bütün kaybolmasına sebeb olur. Acaba, ekmek bulamazsak, pasta yiyebileceğimizi mi zannediyoruz?

Hüseyin Emiroğlu

Zafer Dergisi

Golyat Nasıl Battı?

Sene 1915. Aylardan Mayıs. Marmara adaları civarında gece seferleri yapan ve İngiliz denizaltılarını avlamak gibi önemli bir vazifeyi yerine getirmeye çalışan, mütevazi harp gemisi Muavenet-i Milliye, Limana dönmüştü. Kaptan Yüzbaşı Ahmet Bey ve tayfası gündüz dinlenecekler, gece ise görevlerine kaldıkları yerden devam edeceklerdi.
Öğleye doğru, Boğaz Kumandanlığı’ndan acil bir mesaj geldi. Muavenet’in acele Çanakkale’ye gitmesi emrediliyordu. Kaptan Ahmet Bey, bu beklenmedik mesajı:
‘Hayırdır inşaallah!’ diye karşıladı. ‘Herhalde önemli bir şey olacak!’
Karanlıkla birlikte Muavenet yola çıktı. Gün ağarırken Gelibolu önlerine ancak gelebilmişti. İngiliz donanmasının ağır gemileri, Gelibolu Yarımadası’nı durmadan top ateşine tutuyor, topların gümbürtüsünden, yer-gök ve deniz inliyordu. Muavenet’in güvertesinden bu müthiş manzarayı izleyen Ahmet Kaptan ve tayfası, öfkeden, hırstan ve karada göğüs göğüse direnen Mehmetçikleri düşündükçe, kederden dişlerini gıcırdatıyor ama bir şey de yapamıyorlardı.
Kaptan Ahmet Bey, gemide bulunan irtibat subayı ve torpido uzmanı Alman Rudolf Kirley’i de yanına alarak, boğaz kumandanının huzuruna çıktı. Ayrıntılarla meşgul olunacak zaman değildi. Mesele hemen izah edildi: ‘Morto Körfezi’ndeki bir İngiliz zırhlısına gece hücum edilecek!’
GOLYAT adındaki bu İngiliz zırhlısı, Seddülbahir tarafından sahile pek fazla sokulmuştu ve özellikle geceleri yaptığı yan ateşlerle Mehmetçiğe göz açtırmıyordu. Golyat’ın bu çok etkili bombardımanına bir son verilmeliydi. İşte Golyat zırhlısı’nın işini bitirmek vazifesi, Muavenet-i Milliye gemisine verilmişti.
Boğaz Kumandanlığı’ndan ayrılan Ahmet Kaptan, Muavenet’e döndü ve hiç vakit kaybetmeden plân yapmaya başladı. Golyat’ın yeri tespit edildi. Geminin bütün silahları gözden geçirildi. Torpidoların bakımı yapıldı. Mürettebat, yapılan bu hazırlıklardan, önemli bir göreve çıkılacağını anlıyor; fakat bunun ne olacağını kestiremiyordu.
Nihayet, karanlık bastı. Ahmet Kaptan, tüm personeli güvertede topladı ve kendilerine verilen vazifeyi anlattı: ‘Arkadaşlar, Golyat’ı susturursak, Seddülbahir’de çarpışan kardaşlarımıza en büyük yardımı yapmış olacağız. Allah yolunda, vatan yolunda hepinize başarılar dilerim. Allah hepimizin yardımcısı olsun!’ Mürettebat uzun ve içten bir ‘Âmin!’ çekti ve herkes, vazifesinin başına döndü.
Akşama doğru, Muavenet demir aldı. Sahile yakın ve ağır ağır, mayınlı hatları geçerek ilerliyorlardı. 12 Mayıs’ı 13 Mayıs’a bağlayan gece, Allah’tan gökyüzünde mehtap yoktu. Katran karası bir gök, herşeyi içine alıp, görünmez kılıyordu. Muavenet, Soğanlı Dere ağzında demir atmış, saatlerdir, karayı ateşler içinde bırakan zırhlıların susmasını bekliyordu. Nihayet, vakit gece yarısına yaklaşırken, gemiler bombardımana son verdi. Ahmet Kaptan, mürettebata seslendi: ‘Güvertede toplanın!’ Bir iki dakika içinde, bütün personel güvertede toplanmıştı, Kaptan onlara belki de son kez hitap ediyor olabileceğinin düşüncesi ile:
‘Arkadaşlar!’ dedi. ‘Mukaddes vazifemiz başlıyor. Birbiriniz ile helâlleşin. Kalplerinizi tüm samimiyetiniz ve aczinizle Rabbinize çevirin.’
Bu sözlerden sonra ellerini semaya kaldıran kaptan, ağlaya ağlaya duaya başladı: ‘Yâ Rabbi! Bize başarılar ihsan eyle!’ Herkes kalbinin tüm samimiyeti ile bu duaya ‘âmin’ dedi.
Sessizce demir alan Muavenet, ağır ağır seyre başladı. Bir yirmi dakika gitmemişlerdi ki, karanlıklar içinde, çok daha karanlık bir kara gölge, kalın direkleri ve bacalarıyla Golyat, önlerinde beliriverdi. Elbette Golyat’ın gözcüleri Muavenet’i farketmişlerdi. Ancak bu gece karanlığında; gelenin dost mu, düşman mı olduğunu anlamanın bir tek yolu vardı. Golyat’ın baş tarafındaki bir Mors lambası ile işaret verilmeye başlandı. Muavenet’in projektörü başında bulunan vazifeli, Ahmet Kaptan’a seslendi:
‘Efendim! Golyat parola soruyor!’
Ahmet kaptan:
‘Onları tekrar parola sormaya mecbur et! Zaman kazanmamız lâzım. Meselâ sen de onlara parola sor!’ emretti.
Muavenet’ten gelen mesaj üzerine, Golyat, parola sorgusunu tekrarladı.
‘Efendim yine soruyorlar!’
Ahmet Kaptan’ın buna cevabı:
‘Ateş!’ olmuştu.
Ard arda üç torpil ateşlendi. Her üç torpil de, hedefine tam isabet etti. Az zaman sonra, gecenin karanlığı, Golyat’tan yükselen alevler ile yırtıldı. Muavenet, batan Golyat’ı keyifle selamladıktan sonra, Boğaz Komutanlığına şu kısa ve mütevazi mesajı geçti: ‘GOLYAT BATTI!’
Hüseyin Emiroğlu

Çanakkale Şehitlerinin Aziz Hatırasına: Saka Eri Hüseyin

TAK! Bir topuk selâmı, cılız.

“HAYRABOLULU HÜSEYİN EMRET KUMANDANIM!”

Hüseyin oğlum, kaç yaşındasın? diye sordu kumandan. Karşısında hazrola geçmiş kibrit çöpünden hallice, çipil gözlü delikanlıya. Delikanlı dediysek de, asker kaputunun içinde ha var ha yok gibiydi. Henüz bıyıkları bile bitmemiş, parlak yüzlü bir oğlancıktı aslında Hüseyin, Hayrabolulu Hüseyin.

“Onüçümden ay aldım kumandanım.”

“Küçüksün!”

“Ama kuma..”

“Çocuksun!”

“Ama kumanda..”

“Sana silah emanet edemem. Seni cepheye süremem”

Hüseyin, ağlamaklı oldu.

“Lakin mühim bir vazife verebilirim. Seni Saka Eri yaptım Hüseyin. Bu bölüğün su ihtiyacını sen karşılayacaksın. Sana bir de katır verecekler. Eratı susuz koma. Koma ki; koşacak, hendek aşacak, fişenk atacak hâli dermanı kesilmesin.”

“TAK!” Bir topuk selâmı, cılız. “Emredersin kumandanım!”

Kendisine silah emanet edilmeyen Hüseyin, alacakaranlıkta katırını alır yola çıkardı. En yakın köye varır, tahta damacanalarını su doldurur ve akşam karanlığında bölüğe taşırdı. Görevini hiç aksatmazdı. “Aman erat susuzluktan yanıyordur şimdi” der, hiçbir yerde oyalanmazdı.

İkinci Anafartalar taarruzundan sonra, Devlet-i Âli’nin ordusu Anafarta Ovası’na ve tepelere yerleşmişti. Bu birlikler, kendilerine göre siperler kazıyorlar ve zaman zaman da İngilizler’in kısmî taarruzları karşısında, direnemeyip bu siperleri düşmana kaptırıyorlardı. İşte böyle bir günün arifesinde Saka Hüseyin, sabahın alacakaranlığında katırı ile yola çıktı. Bigali Köyü’ne gidip, kuyulardan su çekecek, akşam karanlığında da, geri dönecekti. Bir kaç saat sonra köye vardı. Kuyuyu bulup, damacanalarını silme doldurdu. Kuyunun başında bir miktar oyalanıp, günün batmasını bekledi. Hava alacalandı. Gün batmak üzereydi. Saka Hüseyin yola çıkmadan önce, her zaman yaptığı gibi katırının kulağına eğilerek:

“Deh! Büyük Anafarta Köyü’nün üstünden, Otuzbeşinci Piyade Alayı’nın bulunduğu siperlere!”

Katır gide gele bu yolu iyice bellemişti. Emri alır almaz yola koyuldu. Katır önde Hüseyin arkada yola çıktılar. Hüseyin elinde bir değnek taşa çalıya çaktıra çaktıra giderken, bir de türkü tutturmuş: Çeşmeye varmadın mı Gül koydum almadın mı Ben sevdadan ölüyom Sen sevdalanmadın mı? Rina rina yarim Rina, rina….

Hava iyice karardığında Hüseyin, alayın yakınlarına varmıştı. Varmıştı ama, o gün iş de iyice kızışmıştı. İngiliz topçusu, nefes aldırmadan siperlere bomba yağdırıyordu. Güllenin merminin sayısı belli değil. Saka Hüseyin siperlere yaklaşmanın imkânı olmadığını anlayınca katırıyla birlikte bir çukur bulup sindi. Saatler sonra bataryalar durdu. Makineli tüfeklerin tarrakası sustu. Ses, duman, gümbürtü kıyamet kesildi. Hüseyin çukurdan çıkıp katırı dehledi. Katır önde, o arkada, yollarına devam ettiler.

“Bölük su bekler” diye iç geçirdi. “Üstelik yaralılar da vardır şimdi. Onlar iki kere su bekler.” Ansızın bir ses karanlıkta kükredi. Hüseyin bu garip kelâmın ne olduğunu anlamadı ama, hiddetinden ve şiddetinden “dur” anlamına geldiğini anladı. Durdu. Birden iki yanında iki karaltı belirdi. Yine hiç duymadığı bir lisan ile bağırmaktaydılar. Saka Hüseyin vaziyeti farketti. Siperler el değiştirmişti. Burası artık Otuzbeşinci Piyade Alayının değil, bilmem kaçıncı düşman alayınındı.

Auckland Taburu’nun Anzak devriyelerine yakalanmıştı. Saka Hüseyini aldılar, katırı da arkasından çeke çeke kumandanlarının karşısına çıkardılar. Hüseyin önceleri çok korktuysa da, hissettirmedi. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, ellerini kollarını sallıyor ve katırın üzerindeki su damacanalarını gösteriyordu. İngiliz kumandan Hüseyin’in bu tuhaf neşesine bir anlam veremedi.

“Tercüman bulunsun” diye emretti. Buldular.

“Kimsin?”

“Otuz Beşinci Piyade Alayı İkinci Bölükten Saka Eri Hayrabolulu Hüseyin, emret gavur kumandanı.”

“Burada ne işin var?”

“Bu su damacanalarını kumandanım gönderdi. Git dedi. Yaralıları vardır. Su bizim tarafta kaldı gelip alamazlar, sevaptır. Eğer suyun zehirli olduğundan şüphe ederlerse de gözlerinin önünde bir tas iç.”

Anzak teğmen kıpkırmızı kesildi. Bütün gün başlarına gülle yağdırdığı, taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmasın diye yapmadığını bırakmadığı insanlar, nasıl bu kadar iyi olabiliyorlardı. Bu akıl alacak iş miydi? Gözleri doldu. İlk iş Hüseyin’i tutup yanaklarından öpmek oldu. Oturtup biraz dinlendirdiler. Sonra suları katırdan indirip yerine paket paket sarma tütünü, çikolata, et konserve.. artık ellerinde ne varsa erzak, yığma yaptılar.

“Haydi, good bye, good bye, yallah!”

Saka Hüseyin, gecenin karanlığında siperden sipere atlaya zıplaya alayının mıntıkasına vardı. Başından geçenleri bir bir anlattı. Gerçi Mehmetçik, domuz etidir diye ete konserveye dokunmadı ama diğer kumanya pek makbule geçti. Kumandanı Hüseyini tebrik etti, alnından buseledi.

“Harp sonunda göğsünde nişanını hazır bil” diye de muştuladı.

O gece sessiz geçti. Saka Hüseyin, çehresine sabitlenmiş bir tebessümle yıldızları saya saya uyudu. Sair erat, yaralarını sardı, şehitlerine dualar etti ve Hüseyin’in cinliğini anlatıp anlatıp gülüştü. O gün de cephede işte böyle geçti.

Hüseyin Emiroğlu

Zafer Dergisi

Gerçek Hürriyet

Hürriyet: “Serbestlik, hür olmak, meşru dairede herkesin tam serbest olması.”demektir.

Ders kitaplarında çocuklarımıza öğrettiğimiz en yaygın hürriyet anlayışına göre, “insan başkasına zarar vermemek şartıyla dilediğini icra edebilir.” Yani, insanlar başkalarına zarar vermekte hür değildirler.

İslâm, bu vadide daha geniş bir çerçeve çizer. İslâm’da kişinin kendine zarar verme, kendi aleyhine iş görme hürriyeti de yoktur. Bu vücut, bu ruh, bu akıl hepsi insana emanettir. Ve insan bu emanetlere hıyanet etme hürriyetine sahip değildir.

İnsan intihar edemez, zira bu can onun şahsî malı değildir. Değil intihar etmek, bir tek parmağını dahi kesemez. Ve yine insan, içki ve uyuşturucu kullanamaz, zira bu aklı o yapmış değildir.

Bundan dolayı İslâm’a göre “gerçek hürriyet, insanın ne nefsine ne de başkasına zarar verme yetkisine sahip olmaması, iradesini ancak bu sınırlar içinde serbestçe kullanması” şeklinde karşımıza çıkar.

Madem ki, insan Allah’ın kulu, Onun eseri, Onun mahlûkudur. Ve yine, bu dünyayı kendisi döndürmüyor, baharı o getirmiyor; öyle ise bir genç kızımız, bir bahar günü, sokağa dilediği kıyafetle çıkıp, başkalarının şehvetini tahrik edemez. Onun Allah’a karşı isyan hürriyeti olmadığı gibi, başkalarını günaha sokma, onların ruhlarını yaralama, hayallerini ifsat etme hürriyeti de yoktur.

Hürriyetin, hem dünya hem de ahiret hayatına bakan yönleri var. Ahirete bakan yönü; insanın kendi iradesini, hayır olsun şer olsun, dilediği sahada kullanabilmesiyle bu dünyada İlâhî bir imtihana tâbi tutulmuş olmasıdır.

Hürriyetin dünyaya bakan yönü ise, insanların değişik sahalarda faaliyet göstermeleriyle, bir tek canlı türü olan insandan sayılamayacak kadar çok meslek çeşidinin doğabilmesidir. İnsanoğlu, dülgerlikten mimarlığa, ressamlıktan doktorluğa kadar nice meslek guruplarından dilediğini icra edebiliyor ve etmiş de. Manevî sahada da insanlar, farz ibadetler yanında, diledikleri nafileleri istedikleri kadar icra etme hürriyetine sahipler. İstedikleri ilim dalında ilerleyebiliyorlar. Farklı hayırlar, değişik ibadetler yapabiliyorlar. Bütün bunlar, her mümin için ahirette ayrı bir cennet makamı olarak tezahür ediyor.

İşte hürriyetin ahirete bakan yönü de bu şekilde karşımıza çıkıyor. Ahiret denilince elbette ki sadece cenneti hatırlamak eksik olur; onun bir de cehennem ülkesi var. İşte hürriyeti yanlış anlayarak, hiçbir kayıt altına girmek istemeyen asi ruhlar, bu dünyada çok çeşitli günahlar ve isyanlar sergiliyorlar. Bunlar ise, cehennemdeki farklı azap menzillerini netice veriyor.

Hüseyin Emiroğlu – Zafer Dergisi