Etiket arşivi: Hz.Hamza

Vahiysel Yolun Üçüncü Suvarisi: Hazret-i Ömer

Hz. Ömer fil vakasından on üç sene sonra Mekke’de doğdu, 582.Pehlivandı, iyi bir binici idi, iyi hatipti, iyi silah kullanırdı, devletin bir bakanıydı.

Hz. Hamza’nın Müslüman olması Kureyş’i tedirgin etti, peygamberi öldürmeye karar verdiler.

Ömer hiddetle yerinden kalktı, hışımla yola koyuldu, kaderinden habersiz, yapacağı işten emin yola koyuldu. Eniştesi Said ile Kız kardeşi Fatıma’nın Müslüman olduğunu yolda öğrendi, onları ortadan kaldırmak için evlerine gitti, eve yaklaştığında Kur’an seslerini duydu. Ömer içeri girdi yumruğunu eniştesine vurdu, kanlar içinde yere uzandı, sonra kardeşine vurdu. Kız kardeşi bugüne kadar büyük saygı gösterdiği kardeşine karşı “Ey Ömer Allah’tan kork, biz Müslüman olduk, ne yapsan Müslümanlıktan vazgeçmeyiz. Bir kadının böyle yiğitçe kendisine mukabele edişini Ömer acaip karşıladı, bunu değiştiren ne idi, bu nasıl böyle cesurca mukabele ederdi. Fatma’nın imanının tesiri onun küfrünü birden bire eritti, inceldi, yumuşadı. Okunan şeyi istedi, Hadid suresinin ilk yedi ayetini okudu, “şimdi bu yer gök sizin rabbinizin mi dedi” evet öyle dediler. Bizim Kâbe’de bu kadar putumuz var hiçbirinin bir karış toprağı yok” dedi. Kalbinin derinliklerinde küfür yerine iman lem’aları parladı, birden “Beni Muhammed’e ASM götürün” dedi.

Hz. Hamza “iyi niyetle gelmişse ne ala, yoksa kendi bilir”

Kulağı arşı dinleyen Nebiler Nebisi büyük trajediyi hissetmişti, bir okyanus yön değiştiriyordu. “Bırakın gelsin” dedi.

Bir sonsuz azametin karşısında bir büyük dağ eğildi, diz çöktü, ağladı, sevinç içinde şehadet getirdi.

Ömer bir dönüm noktasıydı Müslümanların hayatında. Sebeplere büyük riayet gösteren hülasatül alem birden onun “neden Kabe’de namaz kılmıyoruz,” deyişine makul karşılık verdi.

Hep birlikte Kabe’ye doğru yola çıktılar, tam kırk kişi , büyülü bir rakam kırk belki de o günden sonra bu büyüyü kazandı.

Kırk rakamında ne kadar büyük manalar var, o ayrı bir konu.

Ann Mari Şimnel onu Rakamların esrarında izah eder.

Başlarında Hz. Nebi yürüdüler, dünyanın en büyük değişim sahnesi , büyük zulüm karşısında hiçbir şey beklemeden tevhidi kabullenmek, kainat ve bütün mafiha , edyan-ı sabıka, sabık salihin bu kırk kişi ile mukabele edilmez.

Bir gece vakti Bediüzzaman’ın arkasından gitmeyi kabullenmiş, kalpleri altın, suretleri fakir ül hal insanlar, zulüm ve istibdadı devlet diye dikmiş bir güruh tarafından gece vakti katledilmeye götürülür, başlarındaki büyük insan insafa gelir, bu büyük katliam gerçekleşmez. O yürüyüş bugünkü büyük değişimin çekirdeğidir.

Kureyş “Ömer onları önüne katmış getiriyor” derler. Ama Ebu Cehil gelişin manasının farklı olduğunu anlar. Ömer yanlarına varır, “Beni bilen bilir, La ilahe İllallah der” Bütün ladini felsefenin belini kıran Bediüzzaman “küfrün bel kemiğini kırdım” der, Ömer de küfrün bel kemiğini kırmıştır. Artık küfür sarsılmış, tezelzüle uğramıştır.

O günlerde açıkça ilk namaz kılınır, ilk namazı Hz. Hatice ve Ali ile Peygamberimiz kılmışlardı, Cebrail onlara öğretmişti. Şimdi kapalı mekânlardan namaz açıkça kılınır hale gelmişti. Toprağın altından dışarı çıkmış, sonra bütün dünyaya “Hayyalel felah” diye ses vermiş ve kalplerde azametin belirtisi, bedenlerde haşmetin alameti olmuştu.

Hz. Ömer İslamı kabul ettiğinden ruhunu teslim ettiği ana kadar İslam yolunda hiçbir fedakârlıktan çekinmedi. Ensardan olan kardeşi bir gün Peygamberimizin huzuruna gider, diğer gün Hz. Ömer gider. Böylece Efendimizin her sözünü öğreniyor, her gün indirilen ayetlerden haberler alıyordu.

Bediüzzaman Hz. Ali’yi müfritane sevenlerin, Hz. Ömer’den teberrilerini yerinde bir muhabbet olarak yorumlamaz, zararlı görür.

Bediüzzaman onun şahid olduğu mucizelerden bahseder.

Resul-i Ekrem ASM “Ahmes kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zad ü zahire ver!” Hz. Ömer dedi “Ya Resulallah mevcut zahire birkaç Sa’dır. Kümesi oturmuş bir deve yavrusu kadardır. Ferman etti. “Git ver” O da gitti yarım yük hurmadan dört yüz suvariye kifayet derecesinde zad ü zahire verdi. Ve dedi “ Hiç noksan olmamış gibi eski halini aldı”

Tebük savaşında Hz. Ömer nakleder. “Susuz kaldık, hatta bazıları devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebubekir-i Sıddık Resul ü Ekrem ASM dua etmek için rica etti. Elini kaldırdı , daha elini indirmeden bulut toplandı, yağmur öyle geldi ki kaplarımızı doldurduk, sonra su çekildi. “

Ömer’in kadri yücedir, Peygamberimizin elinde zikreden taşlar onun elinde de zikreder.

Dağ taş onlarla alakadardır, Peygamberimiz ve dört büyük halife Uhud dağının tepesinde iken dağ neşelenir ve titrer.

Peygamberimizin vefatından sonra Hz.Ömer amcası Hz Abbas’ı şefaatçi olarak kabul edip “ Bu senin Habibinin amcasıdır, onun hürmetine yağmur ver der. Yağmur gelir.

Hz. Ömer Cebrail’i Peygamberimizin huzurunda Dıhye suretinde görür.

Yine Hz Ömer Hame adında bir cinninin Peygamberimize biat edip inanmasını görmüştür. Hz. Ömer İslam’dan önce de bir saneme kesilen kurbanın tevhide açıkça işaret eden kelimatını duymuştur.

Hz. Ömer Tebük savaşı öncesi malının yarısını İslama bağışlamıştır.

Resulullah fazilette Hz. Ebubekirden sonra Ömer’in geldiğin söylemiştir.

Kadisiye ve Nihavent savaşlarında İslam galip gelmiş İran devletine son vermiştir.

Vaktiyle Peygamberimizin müjdelediği Kisra’nın beyaz köşklerini ele geçirdiler, Müslümanlar. Hesaba gelmeyecek miktarda ganimetler, miktarı bine ulaşan develerle Beytül mal’a götürüldü. Hz Ömer İran devletinin inhidamı sonrası şükür namazı kılar, Allah’a dua eder. Ateşe tapanların saltanatı gidince Hz Ömer Müslümanlara hitap eder “Ey Müslümanlar dikkat ediniz ibret alınız. Ateşe tapanların hükümdarları gitti, üstünlükleri sona erdi, devletleri yok oldu. Allah onların yerine beldelerine, evlatlarına sizleri varis kıldı. Cenabı Hak bundan sonra sizin davranışlarını denetleyecek gözetecektir. Uyanık olunuz, şuurlu olunuz, dikkatli olunuz, iyi halinizi değiştirmeyiniz, eğer siz iyi halinizi değiştirirseniz, Cenab-ı Hak sizi başka bir milletle değiştirir. Ben şu ümmet üzerine başka bir şeyden değil kendi tarafınızdan ve kendi içinizden gelecek tehlikelerden korkarım”

Hz. Ömer’in o gün söyledikleri bugün de Müslümanlar için geçerlidir. Davanın menfaat ile mübadelesi yine Müslümanlara büyük zararları ve toplumsal nefretlere neden olabilir.

Kudus’e girerken süslü gösterişli elbiseler giymesini teklif edenlere “ Hak Teala Müslümanlıkla bize en büyük şerefi bahşetmiştir. Şeref olarak bize bu kâfidir. Kendimiz için ise sadeliği tercih ederiz”

Onun adını duyanlar kendine hemen çeki düzen verirlerdi. İsmi kıyamete kadar adaleti haykıracak bir büyük insandır. Adalet hissini yitiren insanlar için Ömer iyi bir ilaçtır. Peygamber ve arkasındaki dört büyük insan yolunu şaşıran insanlara her zaman rehber olacak niteliktedirler.

Aile fertlerinin sıkıntıya düştüğü kendine hikaye edilince , insanlık tarihi boyunca büyük bir rehber söz söyler. “ Hz Muhammed ASM Ebu Bekir ve Ben bir yola düşmüş üç suvari gibiyiz. İlk ikisi menzili maksuda istenilen hedefe ulaştılar, ben de onların yolundayım. Ne olur kimse beni onların yolundan ayırmaya çalışmasın. Medine’nin kenar semtlerinde bir çadır içinde yoksul bir kadına rastlar. Kadına “Ömer’den haberin yok mu ? diye sorulduğunda kadın “Allah belasını versin . Halifeliği süresince beş para alamadım , sürünüyorum” demiş, bunun üzerine Ömer ”İyi ama sen uzak bir yere çekilmişsin bir çadırın içinde tek başına yaşarken Ömer senin durumunu nereden bilsin ?” deyince de kadın “Beni bulamayacaksa devletin başına gelmeseydi” cevabını verince . Bu cevaba Ömer duygulandı gözlerinden bulgur gibi yaşlar döktü, kendisine gereken mali desteğin sağlanacağını bildirdi. Mahkeme salonunda sanık sandalyesinde oturması gerekirken kendisine saygı gösteren hakime “Senin huzurunda halktan biri ile Ömer eşit olmazsa sen hiçbir zaman hakimliğe layık olamazsın” der.

Ölümü öncesi cennetle müjdelenenlerden kalan altı kişiyi halifeyi seçmeye vekil bırakır.
Ona ilk defa Ömer ül Faruk diyen Peygamberimizdir (Asm.)

Peygamberimiz onun için “ Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ey Ömer şeytan asla seninle karşılaşmaz. Sen bir yola giderken o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelir gider” der.

Bir gün hutbeyi okumaya gecikir, yirmi bir yamalı bir gömleği vardır, bir tek fanilası onu yıkamıştır, kurumasını beklerken daha kurumadan koşarak hutbeye gelmiş ve bir fanilası olduğu için onun kurumasını beklediğinden geciktiği yolunda özürde bulunur.

Hz. Ömer adaletin bir şahsa giydirilmiş bir karakteridir. Bediüzzaman ism-i Adli anlatır, âlemdeki bütün dengenin bu fiilin denetiminden doğduğunu ifade eder.

Adaletten hareketle de Haşir risalesinde âhiretin varlığını anlatır.
Onların izahı da bir başka sefere!

Prof. Dr. Himmet Uç

Hazret-i Hızır Aleyhisselam Hayatta Mıdır ?

Çok merak edilen  ”Hazret-i Hızır Aleyhisselam Hayatta Mıdır ?” sorusunun cevabı :

Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.

Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir.

İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazan, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, “makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.

Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvâtta bulunurlar. “Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek” meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki:

Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.

Dördüncü tabaka-i hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’ân’la, şühedanın, ehl‑i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.

Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur.

İşte, âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla, şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir. Hattâ, Seyyidü’ş-Şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahu Anh, mükerrer vakıatla, kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.

Hattâ, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, tahte’l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rüya, bazı şerâit ve emâratla, geçen hakikate bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.

Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet, mevt, tebdil‑i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir. Hadsiz vakıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten bekà-i ruha dair Yirmi Dokuzuncu Söz, bu tabaka-i hayatı delâil-i kat’iye ile ispat etmiştir.

Kaynak : Risale-i Nur

http://www.nurnet.org/