Etiket arşivi: hz. hatice

Hz.Hatice’nin Ebedi Portresi

Hz. Hatice hayatı üzerinden kadına ve insanlığa mühim mesajlar veren bir şahsiyet. Her hali, her yaşayışı, her sözü ince mercekler altında analiz edilmesi gereken bir İslam kadını prototipi. Onun hayat karelerine baktığınızda “Resule dünyadan sevdirilen üç şeyden biri” olduğunun ince nüansını yakalarsınız. Ulaşılması gereken zirveyi çok yakınımızda, içten ve samimimi bir gülümseyişle fark edersiniz.

Bir hayat, dünya ve ahiret sultanlarından birinin portresini içeriyorsa ümmet bilincine sahip herkesin sorumluluğu kapsamında olmalıdır. Resulün (s.a.v.) ilk eşi Hz. Hatice’nin hayat karelerini irdelemek demek, keşfedilmemiş yenilikleri yakalamak demek. Dünya ve ahiret kadınlarının hanım sultanıyla yüz yüze gelmek babında pek çok şey kuşanırsınız. Onu tanıdıkça, yıllar yılı bize hakkında çok şey bilinmiyor ” dayatması altında çokta tanımaya çalışmadığımız o muhteşem şahsiyetten uzak kalmışlığın garip acısı çöker ve  O’nu bulmuş ve keşfetmiş olmanın ise engin muhabbetini… O,  şahsında bir değil binlerce örneklik barındırabilmiş bir ana model. Bu yüzdendir ki batılı onu bizden çok önce keşfetmiş. Onun yaşantısı ve başarıları karşısında şaşkınlar. Ağır Ortadoğu coğrafyasında kadının insan dahi sayılmadığı bir devirde aklı, iffeti, başarısı, becerisi ve şefkatiyle kaim bir iş kadını vardır Arap dünyasında var olmuş. Adı Hatice’ dir… Önsezisi güçlü, iradesi muhkemdir. Vakur ama mütevazı, cömert ama müsrif olmayan, anlayışlı  bu kadın gizemli perdeler arkasında şefkati ve sadakatiyle kendini gösterir. Aksiyoner, girişimci, verici ve sabırlıdır.

Toplumsal rollerinin hiç birini diğerine karıştırmaz.

O kâh eşi olmayan bir sevgilidir Resulün gönül gamını gideren, kâh fedakâr bir yol arkadaşıdır. Kimi zaman munis bir yoldaş, kimi zaman enis bir sırdaş, bazen anaç bir şahsiyet, özverili ve riyasız bir şefkat abidesi olarak karşınızda bulursunuz.

Kimileyin Hire ‘nin, Şamın, Yemenin sessiz melikesi, çölün derin katmanlarının adı saklı sultanı…

Suskundur Hz. Hatice… Hanımefendidir…  Kal dili söylemez ama hal dili size onun muhteşem hayat arkadaşlığını anlatır.  Onu tanırken sizi siz yapacak olan değerleri keşfedersiniz. Eşliğin, arkadaşlığın, sırdaşlığın modelini tanırsınız.

Kutlu bir sevdanın yakarken serinleten çilelisiyle hemhal olursunuz. Muhammed (s.a.v.) yolunun şereflisi olabilmekse aslolan Hatice’yi o şeref zirvelerinin en tepesinde görme lütfuna erersiniz.

Kimi zaman Şib’de öğretmendir o. Kimi zaman yaraları saran hemşire, bir bilendir Hatice.

Genç annelerin rol model tuttuğu ev dizaynı, temizliği, anneliğiyle en öndedir.  Toplumsal aritmetiğin en ince hesaplarını bilen mahir mühendistir.

O çağlara izini sürmüş unutulmaz kahramanı  tanımak duyarlılığında olmak gerek.

“Senden sonra Ey Muhammed!  Seni tanıdıktan sonra  insan nasıl dünyaya ait bir sevgiyi bağrında barındırabilir” in eşsiz kadını size hece hece aşkın ve şefkatin derununu fısıldar.

Toplum ahlakını yapılandırmada onun kadar mahir bir kadın gösteremiyor tarihler. Vahiy sancılarını onun kadar paylaşan, üstlenen sahiplenen yok…

Olaylar karşısında soğukkanlı ama yüreğinden sımsıcak nehirler akıyor Hatice’nin. Dışı serin içi derin bir kadın. Sorumluluğunu sonsuzluğa taşıyor. Olgunluğuna solgunluğunu eklemiş o kutlu yolda. Her şeyini adamış bir kutlu yolcu Hatice. Mümine yaraşır müdekkikliğiyle zirvede. Resulün(s.a.v.) ilk izlerini ilk onun gönlüydü keşfeden. Ketum nazarı tedbirlidir. O daha doğmadan müslim olmuş bir mümindir.

“Hayırlı işlerinizi gizli tutunuz.” gerçeğini uyuvermiş Hatice. Kimselere sır vermemiş, Onu keşfettiğini söylememiş. Kadın ruhuna has coşup taşmaları derin iradesiyle sükûna kavuşturmuş.

Adı göklerde okunmuş Hatice’nin. Ona Rabbinden selam gönderilmiş. Cebrail üzerine kendi selamını katmış. Cennet müjdesiyle iletmiş ona Resul  ama Hatice de en ufak bir şımarıklık yok. Hep hayâlı ve mütevazı… ilmini konuşturuyor:

“ Selam odur diyor.” Marifetullah makamındadır.

Üç iman mertebesini bir arada sunuyor efendisine:

“ Cebarile selam olsun.”

Ufkunun genişliği ise çağların dilinde şiire dönüşüyor:

“Şeytandan başka bu selamı duyan herkese selam olsun.”

Tüm ümmeti selamlıyor. Vahyin annesinin selamı hepimiz ulaşıyor. Onun gönül ufkunun damenine kimseler yetişemiyor.

Tahammülsüz hadiseler karşısında kapıp koyuvermiyor kendini,. Heyhat…

Son asır müslümanın ne çok öğreneceği var ondan…

Boşuna demiyor Son Nebi (s.a.v.)

“Hatice son devrin kadınlarının hanımefendisidir” diye…

Nurdan Damla

cocukaile.net

Ümmetin Dağları..

Dağlar dağımdır benim

Dert ortağımdır benim…

Dağlar onun dağı dert onun ortağı, ortağı dert olanın başı dumanlıdır dağlar gibi.

Yine bir halk şairi;

Yüce dağım yağar bana kar o yandan kar buyandan

Al hançeri vur sineme yar o yandan yar bu yandan…” diyor.

Kendini bir yüce dağa benzetmiş, yüce dağlara her yandan kar yağar, o yağan karları karşılar ve şehirlerde insanlar felaketlerden korunmuş olarak yaşarlar. Yar kelimesini iki anlamda kullanmış bir yarmak parçalamak anlamında, ama yarmak kesmek değildir. İkiye bölmek gibi bir anlamı var. Diğer anlamı ise sevgili manasında ‘yar’dır ama yar kelimesi sevgiliden güçlüdür. Sevgili mevsimliktir ama yar ölene kadardır. Bu yüzden Hz. Ebubekir’e “Yar-ı gar“ denilmiş. Yaran dostlar demek. Savaş sırasında Hz. Ebubekir (ra) çadırdan çıkıp savaşa katılmak ister Cenabı Peygamber (asm) “Dur ya Ebabekir” der onu bırakmaz. Allah Resulüne iki büyük yar vermiş biri Hz. Hatice, diğeri Hz. Ebubekir. Bu büyük nübüvvet yükü onlar ile götürülmüş.

“Çekemem ben bu derdide

Balam bölek seninle…”

Hz. Hatice’nin hayatı ile ilgili yazdığı romanında Nurdan Damla hanımefendi, onun nasıl Peygamberimizin (asm) çevresinde bir koruma zırhı oluşturduğunu bütün heyetiyle anlatır. Özellikle nübüvvet gelmeden önce meydana gelen ilahi bir rüzgarın sadmeleri sırasında Hz. Hatice’nin telkinleri ona büyük istinadgah olur. Yürürken sağdan soldan gelen sesler, görülen tayflar Peygamberimizi ciddi rahatsız eder. Hz. Hatice ona güç ve enerji verir. Nebiyi Zişan, bütün şanların onun yanında şan olduğu şanlı nebi “Yoksa ben kahin mi olacağım Hatice“ der. Nebiler nebisine Hatice, “Yok ya Muhammed kahinler kötü insanlardır, sen hep iyi oldun iyi şeyler yaptın sen neden kahin olasın, sana Rabbin güzel şeyler hazırlıyor bak göreceksin” der.

Vahyin ışığı ile ilk karşılaştığında, Cebrail’i ilk gördüğünde klasik evren geometrisinin dışındaki bu olaylar karşısında itidalini Hz. Hatice’nin tavırları ile korur. Bir insan alışılmış nesnelerden korkmaz ama birden bire bir kanadı bir bulut kadar büyük Cebrail ile karşılışırsa nasıl bir hayret ve tahayyüre düşer. Hira’dan koşarak gelir hiçbir şey söylemez “üzerimi ört ya Hatice“ der. Vahyin ışığı bedeninde büyük seğirmelere neden olmuştur, bu yüzden bir süre böyle kalır.

Bediüzzaman, Peygamberleri dağlara benzetir. Nasıl dağlar insanlara gelen belaları omuzlarsa peygamberler de insanlara, ümmetlerine gelen belaları karşılarlar. Böyle bir peygamberin (asm) ümmeti olmasaydık, onun her ferde düşen sigorta hissesi ile yaşamasaydık kim bilir nerede sona ererdi ümmetin sonu? Hz. Hatice de Peygamberimize gelen musibetlere ve gerginliklere, zulümlere karşı bir dağdır, biri ümmetin belalarının dağı diğeri ümmetin peygamberinin dağı.

Daha doğduğunda secdeye kapanıp “ümmeti ümmeti“ diye tekellüm etmesi, dağvari bir tavırdır. O günden karı, buzu, fırtınayı karşılamış omuzunu dünyadan daha büyük bir yük altına almıştır. Bediüzzaman, “dünyadan daha büyük bir yük omuzlamıştır” diyor. Peygamberimiz daha doğduğunda dünyanın hali iyi değildi, büyük devletler hep putperest, bir kısmı da vahyin hakkını vermemiş dejenere olmuş ümmetlerdi. Yahudiler ve Hristiyanlar gibi. Doğduğu anda ümmeti ümmeti demesi birden dünya üzerindeki belaları zaafa uğratmıştır.

Dağlar o kadar önemli ki mukaddes kitabımız dağların evrenin fiziki yapısındaki önemine işaret eder. Bediüzzaman o ayeti çok değişik perspektiften izah eder. Çoğul perspektiften bir dağa bakmak da dokuz değişik bakışın taalluk ettiği alanlarda ilmi ve yorumu gerektirir, anlatılan ve anlatan ne kadar harika. Bir ami, çadırda oturan bir edibin bakışı, coğrafyacı bir edibin bakışı, medeniyet ve heyet-i ictimaiyede mütehassıs bir hakimin hissesi, hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun bu kelamdan nasibi. Dağlara altı değişik bakış açısından bakar. En sıradan da en üst düzeye kadar bakış açılarına göre dağlara bakmak, bakan yorumcunun ne kadar farklı alanlarla eşyaya ve nesnelere, olaylara baktığını göstermez mi? Bediüzzaman için de bir ami, coğrafyacı edip, bu iki şeyi ihtiva eder. Biri coğrafyacı hem de edip, ikisi bir araya gelmeyebilir. Demek o hem ediptir, hem de coğrafyacı kim Bediüzzaman. Biri şair, bir metne şairiyyet yüklemek bu da Bediüzzaman’ın vasfı, bir ifadeyi şairane hale getirmek, ne kadar zengin perspektifler gizli.

Risale-i Nur aslında dikkatle okunursa şiirsellik zaten var. Ne nesre benziyor ne de nazıma ikisi ortasında ikisinin de özelliğini taşıyan bir metin. Bir metni şiirselleştirmekten haberi olmayan okuyucular tek düze ve monoton okurlar, aslında Risale-i Nur nasıl okunur onun da bir metodolojisi var.

Çadırda oturan bir edibin de bundan hissesi, hem göçebe olacak hem de edip, ikisi bir arada hem çadırda oturan, hem de edip olacak o gözde Bediüzzaman’da gizli. Nice devlet adamları geldi geçti hep aynı şekilde eşyalara bakan perspektif yoksulu. Bizim edebiyat sanat ve felsefe ve dinde en büyük eksiğimiz perspektif yoksulluğudur, elli yıldır aynı şeyleri anlatan insanlar, dilencilerden daha huzursuz edici. Bediüzzaman ve perspektif bir sanat konusu. Perspektif fikri bize yabancı hep aynı şeylere aynı şekilde bakan insanlar istila etmiş herşeyi, farklı bakana bir yama yamarlar kıyamet. Perspektif düşmalığı ayrı bir şey.

Dünyanın en zengin metinlerinin karşısında durgun sular gibi bakan insanlar. Güzel şey görememek ne kadar sıkıntı verici. Bir de buna bak “ medeniyet ve heyet-i ictimaiyenin mütehassıs bir hakimi” Tam dört vasıf içiçe. Hem medeniyet tarihçisi , medeniyet tahlilcisi, hem sosyal hayattan anlayan yani sosyolog, hem ikisini birden anlayan, anlayan değil mütehassıs, o işin uzmanı . Sonra bir de hakîm yani filozof olacak. Mesela günümüzün müştehir sosyologlarından Weber hem ekonomici hem de sosyolog ama onda bu özellikler yok. Sosyolog Bediüzzaman o da ayrı bir özelliği. Sonuncu perspektif “ hikmet-i tabiiyyenin bir feylesofunun şu kelamdan nasibi” yani fizik, kimya , biyoloji, matematik , geometri gibi konuların hepsinde uzman olacak hem de bunların felsefesini yapacak tam kendisi iste. Bir insanın eserindeki biyografisi bu demek nerde doğdu nerde azraille buluştu, eserleri karpuz sayar gibi şunlar bunlar Bediüzzaman orada yok, burada gizli. Burada altı perspektif var ama onların herbiri ayrı ayrı perspektifler ihtiva ediyor.

Bediüzzaman burada bir bilim tarihi sorunu daha anlatmış oluyor, tek bir bilimle değil birçok bilimin imtizacından hasıl olan bir şekilde bakıyor, bugün tek bakış açısı eksikliğinin yanında birde birçok ilmin verileri ile bakmak. O fakirlik bunu ifadeye fakirlik yetmez burada züğürtlük demek daha makul. Neden Bediüzzaman “mütefennin değilse bu bahsi okumasın” diyor, yani bu bahsi ancak birçok ilimde karihası olan okumalı diyor, peki Risale-i Nur’da mütefenninlerin okumayacağı bahisler ne kadar hadi buna bir zihin sarfedelim. Ders okuyor hem ne metin dediği “ şimdi şurayı da okuyayım, hadi bitti hadi bitti sanki arkasından kovalayan biri var“ birden arkasından Bediüzzaman bağırsın mı kardeşim acelen ne..

Dağlar seni delik delik delerim

Kalbur alıp toprağını elerim

Buraya da hasta eşini şehire götürmek için koşturan adamın yavuklusu yolda tabutu istihkak eder, atın altında sevdiği şehadet getiriyor, kalkıp elini dağlara kaldırıp “ dağlar seni delik delik delerim” ya ne deseydi gariban. Yine bir başkası belki yemen de asker bekli Galiçya’da her sabah kalkar Fatma aklına gelir, ne desin aşık “ eğil eğil dağlar başından aşam,” Keşke dağlar eğilseydi. Ya Bediüzzaman “ bu dağları Yıldız sarayına değişmem “ der. O kadar bakış açısını içinde toplayan bir adam ne yapsın, hep anlaşılmadığından şikayet etti , hatta “Menderes beni İnönü’ye rüşvet verdi” der ne garip değil mi? Çektiklerini bazen anlatmış ya hepsini anlatsaydı;

“Ne kalem dayanır ne kağıt

İster dünyayı ister kendini dağıt

İster ağla ister yak yağıt

Sonunda karşında altı dar üstü geniş bir tabut

Gidiyorsun bekliyor seni mabut.”

Dağları bir dörtlükle bitirelim, köy yerinde çocuğu ölen bir baba;

“Kırmızı gül ile boyandı dağlar

Hastanın halinden ne bilir sağlar

Yastık melül mahzun döşek kan ağlar

Yol verin yavruma beyler ağalar…” der.

Bedri Rahmi der ki, öyle şairler gördüm şairliğimden utandım, işte bu şiiri söyleyen şair gibi, öyle kilimler gördüm ressamlığımdan utandım, köy yerinde kök boyalarla boyanmış Fadime ananın kilimi, şair ve ressamı utandırır.

Isparta’ya kar yağdı, güneş ışığında dağların ve düzlüklerin parlayışı, mevsimi öldürüp kefenini boynuna geçirmiş evrenin sahibi, dağlar ve karı yazacaktım elimden gitti kalem, değişti bütün alem.

Dağlar dağlar, ölen öldü kaldı sağlar

Evde yârim sılada anam ağlar.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Çok Eşlilik Dinimizde Tavsiye Edilmiş midir?

Geçen ay erkeklerin birden fazla eş alma konusu gündemdeydi. Herkes bir şeyler söyledi. Okuyucularımdan sorular geldi. Yazmak için ortalığın biraz durulmasını bekledim. Önce konu ile ilgili âyeti hatırlayalım.

Nisâ sûresi 3. âyet-i kerîme:

Eğer yetim kızların haklarını tam gözetemeyeceğinizden korkarsanız, sizin için helal olan kadınlardan ikişer üçer dörder nikah edin. Eğer yine adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız o zaman bir tane ile ya da sahip olduğunuz (cariye) ile yetinin. Bu sizin adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.

Bu âyet-i kerîmenin erkekler ilk yarısını, kadınlar ikinci yarısı görürler, genellikle. Şöyle bir bütününe bakalım. Âyetin başlangıcında Rabbimiz ikinci, üçüncü, dördüncü eşe kadar izin vermiş. Buna kimsenin itirazı olamaz. Âyetin devamında “Adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsınız bir eş ile yetinin.” buyruluyor. İki eş alıp adalete dikkat etmek çok kolay bir şey olmasa gerek ki Rabbimiz âyetin devamında uyarıyor. “Tek eş adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.

Erkeklerin birden fazla eş almalarına izin verilmiş; fakat Rabbimiz tek eş almayı tavsiye ediyor. Âyet-i kerîmedeki birden fazla evlenme emir değil, ruhsattır. Allah (c.c) çok eşliliği teşvik etmemiş sadece izin vermiş, dikkat edilmesi ve iyi düşünülmesi için uyarmış.

Adalet konusu çok önemlidir. Çünkü kul hakkı konusunda hesap vermek çok zordur. Kişi affetmedikçe Allah (c.c) affetmiyor. Adalet konusunda Nisâ sûresi 129. âyet-i kerîmede açıklama getiriliyor:

Ne kadar arzu etseniz kadınlar arasında (sevgi bakımından tam) adalet sağlayamazsınız. O halde (birine) tamamen yönelip diğerini muallakta gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve (gücünüz dahilinde haksızlıktan) sakınırsanız şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

Sevgi konusunda adalet sağlamanın mümkün olmadığı bildiriliyor. Fakat eşlerin yanında sıra ile kalma, harcamalar gibi diğer konularda eşit olmak gerekiyor.

Peygamber efendimiz de adalet konusunda erkekleri ikaz etmiş. İki zevcesi olup da birine  meyledip diğerini ihmal eden kimse, kıyamet gününde, bir yanı felçli olarak gelir.” (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbni Mace, Ahmed)

Hz Ali’nin ikinci eş almak istemesi üzerine, Hz Fâtıma peygamberimize durumu anlatmış, peygamberimiz Hz Ali’nin evlenmesine izin vermemiş. Kadın ya da velisi nikahta böyle bir şart koyabilir. Nikahta şart koşulmamışsa bile, âlimler, kadının kuma ile bir arada durmaya zorlanamayacağını ve ayrılmak isterse ayrılabileceğini bildiriyor.

Sevgili peygamberimiz ilk evliliğini Hz Hatice ile yapmış ve Hz Hatice vefat edene kadar yirmi beş yıl boyunca ne başka bir eşi ne de cariyesi olmuş. Üstelik o zaman Arap toplumunda çok eşlilik yaygınmış. Kırk eşi olanlar bile varmış. Peygamberimiz Hz Hatice’nin vefatından sonra çeşitli hikmetlere binaen birçok eş alıyor. Fakat eşlerinin kıskançlıklarından neler çektiğini de biliyoruz. Hepsine çok sabırlı, adaletli ve merhametli davranıyor.

Fakat kıskançlıkları önleyemiyor. Eşlerinin hepsi de çok mübarek, muhterem hanımlar fakat iş kıskançlığa gelince nefislerine yeniliyorlar. En nihayetinde kıskançlıktan dolayı çıkan bir olay üzerine peygamberimiz artık dayanamayarak hepsini birden bırakıyor. Bir ay boyunca hiçbirinin yanına gitmiyor. “Peygamberimiz eşlerini boşadı.” diye konuşuluyor Medine’ de. Kadınların hatalarını anlamaları üzerine Peygamberimiz onları boşamıyor.

Çok eşlilik peygamberimizi bile zorlayan bir konu olmuş. Bu konuyu erkekler için bir keyif ve eğlenceymiş gibi görenlere cidden şaşıyorum. Kadınlar için zor; ama erkekler için daha da zor bence. İki kadın arasında adaleti sağlamak, iki kadının ihtiyaçlarını gidermek, iki kadını idare etmek. Ben erkek olsam üstüne para verseler ikinci bir eş istemezdim herhalde diye düşünüyorum.

Bir de bu konuda toplumun kültürel yapısı, örf ve âdetleri çok önemli. Türk toplumunda çok eşlilik kabul edilen bir şey değil. Arap toplumunda çok daha rahat kabul ediliyor. Kadınların kocalarına eş bakmaya gittiği, düğün organizasyonunun bile ilk eş tarafından yapıldığı anlatılıyor.

Geçen yıllarda bir tanıdığımın anlattığı olay beni şaşırtmıştı. Eşi vefat etmiş bir beyi, arkadaşı Arap bir kadınla evlendirmek için aracılık yapıyor. Kadın; doktor, otuz yaşlarında ve güzel. Evlenecek olan erkek aracı olan arkadaşına soruyor. “Sor bakalım ilerde üzerine daha genç bir eş almamı kabul eder mi?” diyor. Böyle bir soruyu bir Türk kadına sorsanız ne der? Cevabı size bırakıyorum. Arap doktor “Bir istihareye (rüya) yatayım.” diyor. Güzel bir rüya görüyor, haber gönderiyor.”İstiharem güzel çıktı, ikinci eş almasına izin veririm, benim için bir mahsuru yok.” diyor.

Görüştüğüm Özbekistanlı hanımlar var. Onlarda çok evliliğin normal karşılandığını söyledi. Eşi Türk olan Özbek bir hanım: “Biz evlendik, Özbekistan’da yaşamaya başladık. En yakın arkadaşım da evlenmeyi çok istiyordu. Eşime arkadaşımı ikinci eş olarak almasını söyledim ama kabul etmedi.” demişti. Profesör olan yakın bir arkadaşının da yakınlarda ikinci eş olarak evlendiğini anlatmıştı.

Araçlarda araziye uygunluk vardır. Tabanı yere yakın olan araçlar ancak asfalt yolda güzel gider. Araziye vurursanız, taşlı, engebeli yollarda gitmeye çalışırsanız, aracın kendisi de zarar görür, sizi de yolda bırakır. Tabanı yerden yüksek, cip gibi araçlarla dağ bayır tırmanmanız daha kolaydır. Fakat o araçların da sorun çıkarmayacağı konusunda bir garanti yoktur.

Türk kadınları ikinci, üçüncü, dördüncü eş konularında her araziye uygun olmayan araçlar sınıfına girer. Bu konuda ilk eş de ikinci olmayı kabul eden eş de sorun çıkarır. İlk eş kocasının hayatını burnundan getirir. İkinci eş ise daha geldiği ilk günden itibaren “Nasıl olur da ilk kadının ayağını kaydırır, tek eş ben olurum?” hayalleri kurmaya başlar. Hani kabul edip gelmiştin? diyemezsiniz, yüzlerce sorun sayar.

İlk kadının da işi zordur. Yetersiz kadın konumunda kalmıştır. Kendini diğer kadınla kıyaslar. “Benden daha mı güzel? Sarışın kadınları beğendiğini söylüyordu niye gidip esmerle evlendi? Bunca yıl boşuna mı saçımı sarıya boyattım.” Sürekli kafasında senaryolar yazar: “Bana tatlım dedi, ona da diyor mudur? Ona da böyle dokunuyor mudur? Fasulye yemeği sevmezdi ama o kadın yapınca yiyor mu acaba?”

Sevdiğini paylaşmak kolay bir şey değil tabi. Sevmediğini paylaşmakta zordur gerçi.

Bizim toplumumuz “El ne der?” diye yaşayan bir toplumdur. Zaten bu konuda da elin sözü hiç bitmez. Sürekli çok eşli adamı ve ailesini gözetlerler. “Erkek hangisine çok ilgi gösteriyor? Hangisinin evi daha güzel döşenmiş?” vb…

Yakından tanıdığım ikinci eş olan hanımlar var. Çok dertliler. Bu arada ilk eşler genellikle depresyonda. Kocalar da perişan. Vardır belki ama ben çok eşli olup da mutlu olan bir aile hiç görmedim. Kıskançlık yüzünden rekabet olup kadınların kocaya iyi davranması gerekirken çoğu zaman ikisi birden kötü davranabiliyor. Benim gördüklerimin ve bana yazanların evliliği öyleydi. İki kadın arasında aç kalan, ikisiyle de yatamayan, ortada perişan kalan adamları görünce “Çok evlilik erkek için bir keyif mi, yoksa ağır bir imtihan mı?” diye sormak gerekir diye düşünüyorum.

Kendisi çok çocuk seven ve çocuğu olmadığı için kocasının evlenmesini isteyen hatta kocasına eş bulmak için araştırmalar yapan bir arkadaşım, kocasının ikinci eş almasını kaldıramadı. Kocasının çocuklarını çok sevdi ama çok mutsuz. Depresyon hastası oldu, ilaç kullanıyor.

Bu biraz da bünye meselesidir. Kimi insan elli kiloyu taşır, kimi otuz kiloyu taşıyabilir, kimi yirmi kiloyu taşıyamaz. Elli kiloyu taşıyanı gösterip “Bak o taşıyabiliyor sen niye taşıyamıyorsun?” diye kıyaslama yapmaya hakkımız yok. Bu yüzden hiçbir kadın eşinin ikinci evliliğini kabul etmek zorunda değil. Kimi çok duygusaldır ağır gelir, kimi daha rahattır o kadar dert etmez. Her şeyden önce kişinin kendi ruh sağlığını koruması gereklidir. Boşandığında mı daha rahat olacak, evliliği devam ettirdiğinde mi? Bunları düşünmesi, enine boyuna tartıp “Kim ne der?” demeden en doğru kararı alması lâzım.

Kadın, evliliğini devam ettirme kararı almışsa da “helal olsun” demek gerekir. Fakat bu durum bizde kınanma sebebi. Ne üzerine eş alınan hanımın evliliğini devam ettirmesini ne de ikinci eş olmayı kabul eden hanımları kınamaya hakkımız var. Allah’ın kınamadığı hatta izin verdiği bir şeyi bizim kınamamız terbiyesizlikten başka hiçbir şey olamaz. Bazen ikinci eş olan hanımlardan “Belki kızacak, kınayacaksınız; ama ben ikinci eşim…” diye başlayan mailler geliyor, dertlerini anlatıyorlar. O kadar çok kınanmışlar ki.

Kadınların bu konuda çok ağır tepkileri var. Mesela kocalarının ikinci evliliğini yapan erkeklerle arkadaşlık yapmalarını istemiyorlar, kocalarının huyları bozulmasın diye. İkinci hanım olduğunu bildikleri hanımlara selam vermeyen, görüşmeyen, onların oturduğu masadan kalkan kadınlar var.

Onlara “Kınadığınız başınıza gelmeden ölmezsiniz.” Hadis-i Şerîfini hatırlatırım. Ya kendi başınıza gelir ya çocuklarınızda ya da sevdiklerinizde yaşarsınız. Şu dünyada hiç kimse için hiçbir şeyin garantisi yok. Her kadın, bir erkeğin sevdiği tek kadın olmak ister. Hangi şartların kişileri o aşamaya getirdiğini bilmeden bol keseden atmamak lâzım.

İkinci evliliğini yapan erkeklere zampara, cinsellik düşkünü muamelesi yapılırken, zina yapan gecelik ilişkilerle karısını aldatan erkeklere tepki az. Onlar modern oluyorlar. Bu da müslüman bir toplumda içler acısı bir durum.

Aslında erkeklere birden fazla eş almalarına izin verilmesi, kadınların aleyhine değil lehinedir. Nikahsız ilişkilerde en çok kadınlar zarar görüyor. Kadınlar duygusal oldukları için erkeklere çabuk kapılıyorlar, hemen bağlanıyorlar. Fakat erkek o kadın için hiçbir sorumluluk almıyor, onunla bir süre birlikte oluyor ve bir süre sonra da ortada bırakıyor. Toplum önünde o kadının durumu pek iyi olmuyor.

Dinimiz erkeklere çok kadınla yaşamayı kolaylaştırmamış, tam aksi zorlaştırmış. Zina yapmak yok. Başka kadın istiyorsan yapacaksın nikahı, kadının sorumluluğunu üstleneceksin, ev açacaksın, çocuklarınla ilgileneceksin, adaleti gözeteceksin, sabırlı olacaksın… Adalet, sabır ve merhamet konusunda kendine güvenemeyenler, hiç ikinci eş hayalleri kurmasınlar. Dünyada eşlerinin hakkını gözetemeyip cennetteki hurileri riske atmasınlar.

Allah (c.c) kadınların kılmadığı namazı bile kocalarına soracak. O zaman erkek, ikinci varsa üçüncü ya da dördüncü eşlerinin hepsinden sorumlu olacak. Bütün eşleri ile ilgili dini ve dünyevi konularda hesaba çekilecek. Kavvam olmak hiç kolay bir şey değil. Erkek, iyilikle, güzellikle ailesinin her sorumluluğunu üstlenecek. Merhametli olacak. Yoksa diğer tarafta işi çoook zor olur.

Tabi bir de şöyle bir durum var. Boşanmalar arttı, dul hanımlar çok, hiç evlenmemiş hanımlar çok. Şu anda kadın erkek nüfusunda büyük bir dengesizlik yok ama erkekler nikahsız ilişkileri tercih etmeye başlayınca evlenecek erkek bulmak hanımlar için sorun olmaya başladı ve bu sorun zamanla daha da artacak gibi görünüyor. O zaman ikinci evlilikler dengeyi sağlamak için gerekli olabilir mi? Günümüz şartlarında erkekler bir evin yükünü zor taşırken, ikinciyi taşıyabilirler mi? Velhasıl zor ve karışık konular. Özellikle bu bölümü yorumlarınıza bırakıyorum.

Dedem rahmetli iki evliydi. Sürekli anlattığı bir fıkra vardı, yazıyı onunla bitireyim.

Bir adamın iki karısı varmış. İkisi arasında adaletli davranmaya çok dikkat edermiş. Olacak bu ya iki kadın aynı gün ölmüş. Adam bütün cenaze işlemlerini aynı anda yaptırmış. Cenazeler yıkanmış, hazırlanmış. Sıra kapıdan çıkarmaya gelmiş. Adamı almış bir düşünce. Hangisini önce çıkarsam diğeri sonraya kalacak haksızlık olacak diye. Aklına iyi bir fikir gelmiş. Hemen bahçe duvarını yıktırmış diğer kapının yanına bir kapı açtırmış. Cenazeleri aynı anda çıkarttırmış. Namazları kılındıktan sonra yan yana gömdürmüş.

O gece rüyasında eski kapıdan çıkardığı karısı yakasına yapışmış. “Duuuur bakalım” demiş. “Sen beni eski kapıdan çıkarttın, onu yeni kapıdan. Hakkımı helal etmiyorum, ahirette iki elim yakanda, seni sürüm sürüm süründüreceğim.” demiş.

Sema Maraşlı / Cocuk Aile

 

Kadınlara Ne Oldu da Böyle Oldular?

Zuhruf sûresi 17. ve 18. âyet-i kerîme: Onların biri “Kızlar Rahmân (olan Allah)’ a aittir.” dediği halde kendisi ise onun (doğumu) ile müjdelendiği zaman yüzü kapkara olur ve kederinden yutkunup durur.

“Onlar, kızlar süs içinde yetiştiği ve kavgaya (ve mücâdeleye) açık (müsait) olmadığı için mi? (istemiyorlar da Allah’a nisbet ediyorlar, O’nun olsun diyorlar.)

Zuhruf sûresi 18. âyet-i kerîmede kadınların yaratılışları ile ilgili çok önemli ipuçları var.

Rabbimizin kadın tarifi var: Kadınlar süsü sever ve kavgaya meyilli olmaz.

Öncelikle Allah (c.c) süsü seviyor: Gökyüzünü yıldızlarla süslemiş, yeryüzünü yemyeşil ağaçlar, rengarenk çiçeklerle süslemiş, kuşların, balıkların, kelebeklerin, sineklerin kanadını bile muhteşem bir incelikle yaratmış.

İnsan cinsinde de kadını süslü ve narin yaratmış. Ayrıca süslenmeleri için doğal malzemeler yaratmış. Kına yaratmış saçlar için, sürme yaratmış gözler için. Peygamberimiz sürme ve kına kullanımını teşvik etmiş.

Allah (c.c) yarattığı her süs malzemesini aynı zamanda faydalı olacak şekilde yaratmış. Takı olarak kullanılacak renk renk taşlar yaratmış, vücut enerjisini olumlu etkileyen.

Nahl suresi 14. âyet-i kerîme de şöyle buyruluyor:

Kendisinden taze et yemeniz ve ondan (inci ve mercan gibi) giyineceğiniz bir ziynet çıkarmanız için denizi istifadenize sunan O dur. Gemilerinde deniz de yara yara akıp gittiğini görürsün. Bu da lutfundan arayasınız ve şükredesiniz diyedir.

Denizden çıkan ziynetler de çok faydalı. İncinin kadınlar için çok önemli iki faydası var. Tiroit ve kadınlık hormonlarının düzgün çalışmasını sağlıyor. Mercan da çok faydalı.

Arap kadınları süslenme konusuna çok önem veriyorlar. Dinimiz tesettür ve süs konusunda dışarısı için belli ölçüler koymuş. Arap kadınları uygun ortamlarda, kadınlar arasında ve evlerinde çok bakımlı ve süslüler.

Sahabe hanımlarına baktığımız zaman da aynı şeyi görüyoruz. Peygamberimiz zamanında bir kadının gözünde sürme yoksa, süslenmemişse “Cenazen mi var” diye soruyor, hanımlar. Bir kadın sadece kocası öldüğünde dört ay boyunca sürme kullanamıyor, onun dışında bir akrabası öldüğünde üç gün sonra süslenmeye başlıyor. Bu da peygamberimizin tavsiyesi.

Hz. Aişe bu konuda kadınlara çok güzel bir örnektir. İlimde çok üstün bir kadın; fakat süsü de seviyor. Bizim dindar kadınlarımız, özellikle dernek ve vakıf çalışmaları ile meşgul hanımların çoğu kendilerini çalışmalara öyle kaptırıyorlar ki kadın olduklarını unutuyorlar. Onlara sahabe hanımlarının hayatlarını okumalarını tavsiye ederim.

Hz. Âişe’nin ve Hz. Hatice’nin saçlarını yapmaya gelen kuaförleri var. Medine’ye hicretten sonra kuaför hanım gelip Peygamberimize “Ya Resulallah bildiğiniz gibi ben bu işi yapıyorum, bırakayım mı?” diye soruyor. Peygamberimiz “Ey Ümmül Ri’le, sen bu işini devam ettir, bırakma.” buyuruyor.

Hz. Âişe bir gün kendisinin duymadığı bir hadis-i şerîfi rivayet eden Ebu Hureyre’ye “Ben duymadım bu sözleri” demesi üzerine “Ey anneciğim sen ayna ve sürme ile meşgulken, ben Resulullah’tan öğreniyordum.” der.

Süs kadın için önemli. Kadın süslendiği zaman kendini daha kadın hisseder. Tavır ve davranışları süsüne, giydiği giysiye göre şekil alır.

Elbise kadına farklı havalar verir. Dekolte bir elbise ile kadın cazibedar görünür. Sade bir elbise ile hanımefendi görünür. Süslü bir elbise ile canlı neşeli görünür. Elbisenin renkleri bile kadının ruh halini etkiler.

Türk kadınlarının çoğunun süslenme ile ilgili sorunları var. Süslenenler genellikle evden çıkarken süsleniyor; ev gelir gelmez eşofman tişört, kocayı öyle karşılıyorlar. Ya da hiç süslenmeyenler var: Ne evde ne dışarıda. Onlar da evde eşofman ve tişört içinde yaşıyorlar.

Yemek ve temizlik yaparken eşofman rahat oluyor. Fakat eşofman alışkanlık haline geliyor, kadınların üzerinden hiç çıkmıyor. Oysa kadın elbise ve eteğin içinde daha kadındır.

Âyet-i kerîme de süs içinde yetişmekten bahsediliyor. Kız çocuklarını yetiştirirken onların erkek gibi değil, fıtratına uygun süslü kıyafetlerle kız gibi yetiştirilmesi konusunda bir hatırlatma var, aynı zamanda bizlere.

Rabbimiz biz kadınları “Kavgaya meyilli olmayanlar.” diye tarif ediyor. Kadınlar, anne olacakları için şefkat ve merhametle donatılmışlar. Erkekler ise aileyi vatanı koruyacakları için koruma ve kollama duygularından dolayı kavgaya meyilliler. Erkeklik hormonu olan testosteron aynı zamanda cesaret hormonu. Erkeklere kavga etmek, savaşmak konusunda cesaret veriyor.

Yaradan’ımız tarafından “kavgaya meyilli olmayanlar” diye tarif edilen günümüz kadınların çoğunluğu, maalesef ki yedi gün yirmi dört saat kavgaya hazırlar. Yeter ki bir dokunan olsun. Beden güçleri yeterli olmadığı için dilleri ile saldırıyorlar. Küfür, hakaret, alay, küçümseme psikolojik saldırı.

Fıtrata uygun yumuşak olmak, uzlaştırıcı olmak aptallık; kavga etmek akıllılık oldu. Kadınların bu kavgaya hazır halleri elbette evlilikleri çok olumsuz etkiliyor.

Peki kadınlarına ne oldu da bu hale geldiler?

Bunu sorgulamak gerekmiyor mu? Kadınlar üzerine oynanan kirli oyunları görmek ve bunlardan arınmanın yollarına bakmak gerekmiyor mu?

Bunları yapmak yerine en kolayı erkekleri suçlamak. “Erkekler yüzünden kadınlar kavgacı oldu. Erkekler kadınların her dediğini yapsalar kadınlar da elbette kavga etmezler.

Doğrusu bu mu?

Erkekler kadınların her istediğini yapmalı mı? Yaparlarsa kadınlar mutlu olur mu? Aileler huzur bulur mu? Bu kavgalar biter mi?

Bu soruların cevapları ayrı bir yazı konusu. Kadın, süs ve kavga konusunda sizlerin düşüncelerinizi de öğrenmek isterim. Yorum ve maillerinizi bekliyorum.

Sema Maraşlı / Haber 7 / semamarasli@gmail.com

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Yanlış Abdesti Düzeltmeleri

Mevlana (kuddise sırruhu), irşadında o kadar hassastır ki hiç kimsenin incinmesini, kırılmasını ve rencide olmasını istemez. Bu nedenle Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem) sevgili torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (radiyallahu anhüm) hakkında nakledilen, yanlış abdest alan bir kimseye abdest almayı öğretişleri hem şekil hem de metot açısından onun hayran kaldığı bir davranıştır.

Hikaye ederler; Allah (celle celaluhu) ikisinden de razı olsun..

Hasan’la Hüseyin çocukken, birinin yanlış abdest aldığını gördüler; adamın abdesti şeriata sığmıyordu. Ona en güzel şekilde abdest almayı öğretmek istediler.

Adamın yanına gittiler. Biri, ‘ Bu, bana yanlış abdest alıyorsun diyor’ dedi, İkimiz de huzurunda abdest alalım; bak, bakalım; ikimizden hangimizin abdesti şeriata uygun.

İkisi de adamın yanında abdest aldılar. Adam da; “çocuklar” dedi, “sizin abdestiniz şeriata tam uygun, dogru, güzel; bu yoksulun abdesti yanlışmış” diyerek kendi yanlışının farkına varır ve düzeltme imkanı bulur..

Mevlana / Fihi ma Fih, S,135
Prof.Dr. Abdulaziz Hatip / Aşıkların Namazı