Etiket arşivi: Hz. Muhammed s.a.v

Bence Siz Bizi Şeriat’la Yönetiyorsunuz

İnsanlık işte. Bir iş edersin,  sonra beğenmeyebilirsin. Bir hatadır etmişsindir, dilin sürçmüştür, öfkene yenilmişsindir, yakıp yıkmışsındır bir kere. Sonra pişman olursun, gizli gizli yanıp tutuşursun. Ama evin babasısındır, büyüğüsündür. Öyle çocukça özür dilemelere yetkin yoktur. “Pardon!”larla yırtamazsın.

“Ben ettim sen etme!”lerin serinliğine başını sokamazsın. “Yüksekçe” bir mevkidesindir. Raconun bozulabilir. Raconu bozma korkusu sana racon olarak kesilir. Zaaf gösterdiğin yerde, tükürdüğünü yaladığın demde karizman çizilir, otoriten dağılabilir. İyisi mi içinde kalsın. Lafını etme. Kendi kendine söylen dur. İçinden mırıldanıver pişmanlığını.

Yüce yargıçlarımızı keşke gerekçe yazmaya zorlamasaydık. “Oldu bir kere!” demelerine izin verseydik keşke. Vicdanın dalga dalga yükselen kıpırtıları, bıraksaydık da kendi kıyılarına vurup vurup geri dönseydi. Ulu orta bağırtmaya zorlamakla ayıp ettik. Herkesin duyacağı meydanlara çağırıp da ettikleriyle yüz göz olmaya mecbur tutmakla hata ettik.

Benden nasihat: Birini seviyorsanız, bırakın da kendi hatasıyla kendisi yüzleşsin. Ulu orta yüzüne vurup da hatasını savunmak zorunda bırakırsanız, hatadan dönüşünü zorlaştırırsınız. Pişman olmasına izin vermezseniz, hatadan dönme yollarını kapatırsınız. Kendi egosunu, gururunu kocaman bir kaya olarak doğruya giden yola koyarsınız. Kendisini kendisine kilit yaparsınız. Kendi haline bırakırsanız, sessiz sedasız dönebilir belki, eve dönmeye yüzü olabilir.

Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” der Elçi (asm). Yani yönetilme şeklinizle istekleriniz arasında sürekli bir geçişkenlik vardır. Sen genleşebilirsin, yönetimin de genleşebilir. Sen daralabilirsin, yönetimin de düğmelerini ilikler, kemerini sıkar, incelir. Yasalarla insanlar arasında sürekli geliş gidişler olmalıdır. Yasalar elbise gibidir üzerimize. Şişmanlarsak onlar da genişler. Zayıflarsak onların da bedeni küçülür. “Al sana ayakkabı, ayağını sıkacak ama yürü!” demekle yürümez işler. Ayak önceliklidir, ayakkabı adı üzerinde kabı olduğu ayaklara göre değişir. Kanunlar, yönetmelikler, anayasalar insanlar içindir. İnsana göre kesilir biçilir yasalar. İnsana göre daralır genişler devlet. Devlete göre insanın ayar edilmesi tuhaftır. Yasalara göre halkın esnetilmesi günahtır.

Korktuğunuz gibi değil beyler! Korkuttuğunuz gibi de değil. Gerçek korkularınızı maskelemek için ürettiğiniz korkularla yüreğimizi hoplatacak safdillik yok artık bizde… “Şeriat gelecek!” korkusuyla yönetmeye kalkmadınız mı bizi? “Şeriat”ı manivela yaparak, hepimizi bir yerlere savurmadınız mı? “Laiklik elden gidiyor!” diye tir tir titrediğinizi hiç sanmıyorum. Siz, aslında “gelir ha!” diye öcüleştireceğiniz “o şeriat“ın elden gitmesinden korkuyorsunuz!

Siz başörtülü kızlarımızın da başörtüsüz kızlarımız kadar vatanını sevdiğini pekâlâ biliyorsunuz. Bu ülkede “açık/kapalı” diye bir ayırımı sizden başka kimselerin ciddiye almadığından adınız gibi eminsiniz. Bu topraklarda değil sadece, bu toprakların şimdiki sınırlarının çok çok ötelerinde gayr-i müslimi ve Müslüman’ıyla, Alevi’si ve Sünni’siyle, Türkleriyle Kürtleriyle insanların yüzyıllar boyu korkuttuğunuz “şerait” sayesinde sorunsuz, gerilimsiz yaşayabildiğini ve hâlâ da dekolte giyineniyle çarşaflısıyla bütün kadınların aynı yaşayış kodlarını paylaştıklarını pekâlâ itiraf ediyorsunuz. Adım gibi biliyorum ki, başı örtülü kadınla, başı açık bir kadının sokakta kol kola gezmesi, köşe başlarında kucaklaşması ödünüzü kopartıyor. Eminim ki, kapalı ve açık öğrencilerinizin baş başa verip ders çalışabilmesi sizi hayli üzüyor. Dayanaklarınızın hepsini bir anda yıkıveriyor çünkü bu manzaralar. Artık korkulacak bir şeyin kalmaması rahatsız ediyor sizi. Korkuttuğunuz şeyin hiç de korkulacak bir şey olmadığının anlaşılması sizi çıplak ve savunmasız bırakıyor.

Öyle “nasıl olursanız olun, böyle yönetileceksiniz!” demesini arzu ettiğiniz “o şeriat“ın gerçekte var olmadığı anlaşıldığı için kaygılısınız. İnsanların üzerine sakallı cübbeli adamların zoruyla, çatık kaşlı tahammülsüz zorba kadınların telkiniyle tepeden indirilmesini hayal ettiğiniz “o şeriat“ın sizin uydurmanız olduğu açığa çıktığı için fena halde tırsıyorsunuz.

N’apacaksınız şimdi? Elinizde malzeme kalmadı. Diyorsunuz ki, “Nasıl olursanız olun, işte böyle yönetilirsiniz!” “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz!” diyen o harbi delikanlı sözünü söyleyenlerin yanında olamadığınız için üzgünsünüz.

Elde malzeme kalmayınca, çaresiz siz kendi “şeriat”ınızı üretecektiniz. Bunu beklemeliydik sizden. Sizi biz çaresiz bıraktık. Köşeye sıkıştırdık. Umduğunuzu bulamayınca bizden, başımıza baskıyla “baskı yapabileceğimizi” yazdınız. Nasıl olursak olalım, işte böyle bilineceğiz bundan böyle. İsteyen öğrencilerin başlarını örtebilmesinin başını örtmeyenler üzerinde baskı yapabileceğinden korkuyormuşsunuz. Aşk olsun! Korktuğunuz başınıza geldi zaten… “Baskı” mı demiştiniz? Başınızda sayın bayım başınızda! Saçınızın tek bir telini bile göstermeyecek kadar sarmış her yanınızı. Baskı!

Senai Demirci

Hz. Ebubekir’in Vefatı

Değerli kardeşlerimiz, Hz. Ebubekir’in (R.A) 23 Ağustos 634 vefatının yıl dönümü, pekala yeterince tanıyormuyuz ?

Cevap; Değerli kardeşimiz;

Hz. Ebu Bekir es Sıddîk (r.a) (571-634), Hz. Muhammed (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğe başlamasından sonra ilk iman eden hür erkeklerin; raşit halifelerin, aşere-i mübeşşerenin ilki. Câmiu’l Kur’an, es-Sıddîk, el-Atik lakaplarıyla bilinen büyük sahabi. Kur’ân-ı Kerim’de hicret sırasında Rasûlullah’la beraber olmasından dolayı, “…mağarada bulunan iki kişiden biri…” (et-Tevbe, 9/40) şeklinde ondan bahsedilmektedir.

Asıl adı Abdülkâbe olup, İslâm’dan sonra Rasûlullah (s.a.s.)’in ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azaptan azad edilmiş mânâsına “atik”; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da “sıddîk” lâkabıyla anılmıştır. “Deve yavrusunun babası” manasına gelen Ebû Bekir adıyla meşhur olmuştur.

Teymoğulları kabilesinden olan Ebû Bekir’in nesebi Mürre b. Kâ’b’da Rasûlullah’la birleşir. Anasının adı Ümmü’l-Hayr Selma, babasının ki Ebû Kuhafe Osman’dır. Künyesi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amir… b. Murra …et-Teymî’dir. Bedir savaşına kadar müşrik kalan oğlu Abdurrahman dışında bütün ailesi müslüman olmuştur. Babası Ebû Kuhafe, Ebû Bekir’in halifeliğini ve ölümünü görmüştür. Hz. Ebû Bekir’in Rasûlullah (s.a.s.)’den bir veya üç yaş küçük olduğu zikredilmiştir. İslâm’dan önce de saygın, dürüst, kişilikli, putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan “hanif” bir tacir olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz. Peygamber’den hiç ayrılmamıştır. Bütün servetini, kazancını İslâm için harcamış, kendisi sade bir şekilde yaşamıştır.

Hz. Ebû Bekir, Fil yılından iki sene birkaç ay sonra 571′de Mekke’de dünyaya gelmiş, güzel hasletlerle tanınmış ve iffetiyle şöhret bulmuştur. İçki içmek câhiliye döneminde çok yaygın bir âdet olduğu halde o hiç içmemiştir. O dönemde Mekke’nin ileri gelenlerinden olup Arapların nesep ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, bunun büyük bir kısmını İslâm için harcamıştır. Rasûlullah’a iman eden Ebû Bekir (r.a.) İslâm dâvetçiliğine başlamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi İslâm’ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanların bir çoğu İslâm’ı onun dâvetiyle kabul etmişlerdir.Hz. Ebû Bekir hayatı boyunca Rasûlullah’ın yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur. Rasûlullah birçok hususlarda onun görüşünü tercih ederdi. Umûmî ve husûsî olan önemli işlerde ashâbıyla müşavere eden Peygamber (s.a.s.) bazı hususlarda özellikle Ebû Bekir’e danışırdı. (İbn Haldun, Mukaddime, 206).

Araplar ona “Peygamber’in veziri” derlerdi. Teymoğulları kabilesi Mekke’de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal temasları ve geniş kültürlülükleri ile tanınıyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in babası Mekke eşrafındandı. Hz. Ebû Bekir, câhiliye döneminde de güzel ahlâkı ile tanınan, sevilen bir kişi idi. Mekke’de “eşnak” diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödenmesi işlerinin yürütülmesiyle görevliydi. Muhammed (s.a.s.) ile büyük bir dostlukları vardı. Sık sık buluşur, Allah’ın birliği, Mekke müşriklerinin durumu ve ticaret gibi konularda müşâvere ederlerdi. İkisi de câhiliye kültürüne karşıydılar, şiir yazmaz ve şiiri sevmezlerdi, daha ziyade tefekkür ederlerdi.

İslâm’ı benimsemesi

Hz. Ebû Bekir, Hira dağından dönen Hz. Muhammed ile karşılaştığında, Rasûlullah (s.a.s.) ona, “Allah’ın elçisi” olduğunu söyleyip “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (el-Alâk, 96/1) diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman hemen ona: “Allah’ın birliğine ve senin O’nun rasûlü olduğuna iman ettim” demiştir. Hz. Hatice’den sonra Rasûlullah’a ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm’ı tebliğinin ilk zamanlarında kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Ebû Bekir şeksiz ve tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bütün insanların imanı bir kefeye, Ebû Bekir’in ki bir kefeye konsa, onun imanı ağır basardı ” diye lâtif bir benzetme de yapmıştır.

Mü’min Ebû Bekir, hayatının sonuna kadar tüm varlığını İslâm’a adamış, bütün hayırlı işlerde en başta gelmiştir.Ebû Bekir Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kişileri İslâm’a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullandı. Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire, Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandır.

Kendisi de Mescid-i Haram’da müşriklerin saldırısına uğramıştı. Ebû Bekir, iman ettikten sonra İslâm’ı tebliğe gizli gizli devam ediyordu. Annesi, karısı Ümmü Ruman ve kızı Esma da iman etmiş, fakat oğulları Abdullah, Abdurrahman ve babası Ebû Kuhafe henüz iman etmemişlerdi. Osman b. Affan, Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah gibi ilk müslümanları İslâm’a dâvet eden odur.

Müşriklerin eziyetleri çoğalıp müslümanlara yapılan baskılar arttıktan sonra Hz. Peygamber s.a.v Hz. Ebû Bekir’e de Habeşistan’a göç etmesini söylemiş ve Ebû Bekir yola çıkmış; ancak Berkü’l-Gımâd’da Mekke’nin ileri gelen kabilelerinden İbn Dugunne ile karşılaştığında İbn Dugunne onu himayesine aldığını ve Mekke’ye dönmesi gerektiğini belirterek, ikisi birlikte Mekke’ye dönmüşlerdir. Ancak şartlı olarak Ebû Bekir’i himayesine alan İbn Dugunne, Ebû Bekir’in açıktan açığa ibadet etmesi ve inancını yaymaya devam etmesi sebebiyle şartları yerine getirmediğini iddia ederek ona ibadetini gizli yapmasını söylediğinde Hz. Ebû Bekir, onun himayesine ihtiyacı olmadığını, zaten kendisine söz de vermediğini ifade etmişti: “Senin himayeni sana iâde ediyorum. Bana Allah’ın himayesi yeter.

Böylece onüç yıl Mekke’de Rasûlullah’ın yanında kalan Hz. Ebû Bekir, Hz. Aişe’nin rivâyetine göre, Rasûlullah hicret emrini alıp Ebû Bekir’e gelerek ona beraberce hicret edeceklerini söyleyince Ebû Bekir sevinçten ağlamaya başlamıştı (İbn Hişâm, es-Sire, II, 485).

Hz. Peygamber’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e oradan Sidretü’l Münteha’ya gittiği İsra ve Mirâc hâdisesini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir’e yetiştirdikleri zaman; “O dediyse doğrudur.” demiştir. Bu sözünden sonra Ebu Bekir’e; ihlâslı, asla yalan söylemeyen, özü doğru, itikadında şüphe olmayan anlamında, “Sıddîk” lâkabı verildi. Kur’an tâbiriyle, “O, ne iyi arkadaştı ” (en-Nisâ, 4/69) denilebilir.İşte o “Sıddîk” ile o “Emîn”, o iki arkadaş beraberce Sevr dağındaki mağaraya hareket ederek hicret etmişlerdir.

Hicreti

Sevr mağarasına ilk giren Hz. Ebû Bekir, (r.a.) mağarada keşif yaptıktan sonra Rasûlullah içeri girmiştir. Ebû Bekir’in kızı Esma yolda yemeleri için azıklarını hazırlamıştı. Onlar Mekke’den ayrılınca müşrikler her tarafa adamlarını yollayarak aramaya başladılar. Kureyş kabilesinin müşrikleri Ebû Cehil başkanlığında Esma’nın evini aradılar, hakaret edip dayak attılar.Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicret yolculuğuna çıkarken yanına bütün parasını almıştı. Buna rağmen kızı Esma onun nerede olduğunu, nereye gittiğini kâfirlere söylememiştir.

İz süren Mekkeli müşrikler Sevr mağarasına kadar geldiler. Rasûlullah bu sırada Kur’ân’da anlatıldığı biçimde şöyle diyordu: “Üzülme, Allah bizimledir” (et-Tevbe, 104/40). Nitekim Allah ona güven vermiş, göremedikleri askerleriyle onu desteklemiştir; Allah güçlüdür, hakimdir. Kâfirler tüm aramalara rağmen onları bulamadılar. Mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine’ye yönelen Rasûlullah ile Ebû Bekir Kuba’ya vardılar.

Ebû Bekir mağarada kaldıkları günü şöyle anlatır: “Rasûlullah (s.a.s.) ile beraber bir mağarada bulundum. Bir ara başımı kaldırıp baktım. O anda Kureyş casuslarının ayaklarını gördüm. Bunun üzerine, ‘Ya Rasûlullah, bunlardan birkaçı gözünü aşağı eğse de baksa muhakkak bizi görür’ dedim. O, ‘Sus ya Ebû Bekir. İki yoldaş ki, Allah onların üçüncüsü ola, endişe edilir mi?’ buyurdu.

Kuba’da üç gün kalan Rasûlullah ile Hz. Ebû Bekir nihayet Medine’ye vardılar. Medine’de Hz. Ebû Bekir humma hastalığına tutuldu. Hastalık ilerleyip yatağa düştüğünde Rasûlullah, “Allah’ım Mekke’yi bize sevgili kıldığın gibi Medine’yi de bize sevgili kıl, hummayı bizden uzaklaştır’ diye dua ettiği zaman Hz. Ebû Bekir ve hasta olan diğer sahâbîler iyileştiler.

Bu arada Hz. Âişe ile Hz. Muhammed (s.â.s.)’in düğünleri yapıldı. Mescidi Nebî inşâ edildi. Masrafların bir kısmını Hz. Ebû Bekir karşıladı. Medine’de kardeşlik tesis edildiğinde Ebû Bekir’in kardeşliği Harise b. Zeyd oldu.Hz. Ebû Bekir Medine’de Mescidi Nebî’nin inşasına katıldı. Rasûlullah İslâm’ı yaymak ve düşmanlar hakkında bilgi toplamak için seriyye denilen keşif kollarını Medine dışına gönderiyor, bunlara bazen Hz. Ebû Bekir de katılıyordu. Rasûlullah ile birlikte bizzat çarpıştığı savaşlarda (Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te) Ebû Bekir de yer aldı. O, Müreysi, Kurayza, Hayber, Mekke, Huneyn, Taif gazvelerinde de bulundu.

Rasûlullah’ın bizzat idare ettiği harplere gazve denir. Ebû Bekir, bu sözü geçen büyük savaşlardan başka, otuzdan fazla gazveye katılmıştır. Çarpışma olmaksızın Veddan, Buvat, Bedr-i Ûlâ, Uşeyre gazveleriyle de düşmanlar itaat altına alınmıştır. Bütün bu gazvelerde Hz. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın en yakınında yer almış olup onun “veziri” gibi idi.

Bedir’de, oğlu Abdurrahman müşrikler safında yer aldığında Ebû Bekir oğluyla çarpışmıştır. Sadece o değil, Bedir’de birçok sahâbî, oğlu, kardeşi, babası, dayısı ile çarpışmıştı. Bedir savaşı, müslümanların İslâm’ı herşeyden üstün tuttuklarını, Allah için en yakınları olan müşrikleri kan bağı veya kabile taassubu içinde kalmadan, başka insanlardan ayırdetmeden öldürdüklerini göstermektedir.

Rasûlullah’ın bir amcası Hamza, İslâm ordusu safındayken öteki amcası Abbas, düşman safındaydı. Yeğeni Ubeyde kendi yanındayken, öteki yeğenleri Ebû Süfyan ve Nevfel müşriklerle beraberdi. Hattâ kızı Zeyneb’in eşi Ebû’l-As da Rasûlullah’a karşı müşriklerle birlikte savaşıyordu.

Hicretin 9. yılında Medine’de büyük bir kıtlık oldu. Bu arada Bizans İmparatoru, Şam’da Hicaz bölgesini istilâ etmek üzere büyük bir ordu hazırladı. Rasûlullah, bu orduya karşı İslâm ordusunu hazırlarken, kıtlık sebebiyle zorluklarla karşılaştı. Ebû Bekir malının hepsini bu ordunun hazırlanmasında kullandı. Onuncu yılda “Vedâ Haccı”nda bulunan Allah’ın Rasûlü, onbirinci yılda hastalandı.

Hicrî onbirinci yılda hastalanan Rasûlullah (s.a.s.) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632) vefât etti. Onun vefâtını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama o da bir ölümlüydü. Hz. Ömer, onun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O’nun için “öldü” diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefât haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlullah’ı alnından öptü ve “Babam ve anam sana fedâ olsun ya Rasûlullah. Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şânın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Yâ Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım …” dedi.

Sonra dışarı çıkıp Ömer’i susturdu ve; “Ey insanlar, Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed’e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah’a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah’ın şu buyruğunu hatırlatırım: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Âl-i İmrân, 3/144). Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz” (İbn Hişâm, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III, 197,198).

Hz. Ebû Bekir bu konuşmasıyla orada bulunanları teskin ettikten sonra Rasûlullah’ın teçhiziyle uğraşırken, Ensâr, Benû Sâide sakifesinde toplanarak Hazrec’in reisi olan Sa’d b Ubâde’yi Rasûlullah’tan sonra halife tayini için bir araya gelmişlerdir. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen Benû Saîde’ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde’nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey’at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebû Bekir’in konuşmasından sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir’e bey’at etti ve, “Ey Ebû Bekir, müslümanlara sen Rasûlullah’ın emriyle namaz kıldırdın. Sen onun halifesisin ve biz sana bey’at ediyoruz. Rasûlullah’a hepimizden daha sevgili olan sana bey’at ediyoruz” dedi.

Hz. Ömer’in bu âni davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir’e bey’at ettiler. Bu özel bey’attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî’de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe okudu ve resmen ona bey’at edildi. Rasûlullah’ın defni salı günü gerçekleşirken, onun nereye defnedileceği hakkında da bir ihtilâf meydana geldiğinde Hz. Ebû Bekir yine ferasetini ortaya koydu ve “Her peygamber öldüğü yere defnedilir” hadisini ashaba hatırlatarak bu ihtilâfı giderdi. Rasûlullah’ın cenaze namazı imamsız olarak gruplar halinde kılındı. Bütün bunlar olurken, Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’nın evinde Haşimoğulları ve yandaşları ile toplandığı ve bey’ata ilk zamanlar katılmadığı nakledilir. Hz. Ali rivâyetlere göre, el-Bey’atü’l-Kübrâ’ya bey’at edildiği haberini alır almaz, elbisesini yarım yamalak giydiği halde evden fırlamış ve gidip Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmiştir (Taberî, Târih, III, 207).

Onun aylarca Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmediği haberleri gerçeğe uygun olmasa gerektir. Çünkü onun Ebû Bekir’in üstünlüğünü bildiği, onun hakkında yaptığı konuşmalar ve tarihin akışı, diğer rivâyetlere aykırıdır.Râsulullah’ın en yakın ashâbı arasında -hattâ Ebû Bekir ile Ömer arasında- zaman zaman ihtilâflar, görüş ayrılıkları meydana gelmişse de ilk iki halife zamanında da görüldüğü gibi dâima birliktelik devam ettirilmiştir. Anlaşmazlık gibi görünen hâdiselerin birçoğunda huy ve karakter farklılığı rol oynuyordu.

Meselâ Ebû Bekir yumuşak ve sâkin davranırken, Ömer sertlik yanlısıydı. Ama her zaman birlikte hareket ettiler. Ebû Bekir’in yönetiminde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde savaşlarında kararların içinde, namazlarda Ebû Bekir’in arkasında yer almışlardır (İbn Kesir, el-Bidâye ve’n Nihâye, V, 249).

Hz. Ali, Rasûlullah’ın bir vasiyeti olsaydı ölünceye kadar onu yerine getireceğini söylemiş (Taberî, a.g.e., IV, 236) ancak, İbn Abbas’ın Rasûlullah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri çevirmiştir. Yani Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine karşı kimseden bir çıkış olmamıştır. Zaten tabii, fıtrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeliğidir. Hz. Peygamber ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış, ancak Hz. Ebû Bekir’in faziletine dair Mescid’de konuşmuş, hasta yatağındayken onu ısrarla çağırtmış ve yerine İmam tâyin etmiştir.Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlullah’ın mirasından pay almak için gelen Hz. Fâtıma’ya, “Rasûlullah’ın yaptığı hiçbir şeyi yapmaktan geri durmam” diyerek, Fâtıma’nın peygamberin kızı olmasını dinin üstün tutulmasından daha önemsiz görmüş ve Rasûlullah’ın yanındayken ondan ne duymuş, ne görmüşse onu tatbik etmiştir (Taberî, III, 220).

Sonraları Hz. Ali’nin hilâfeti zamanında Fâtıma’ya -ki, Ebû Bekir’e gidip miras isterken onu savunmuştu- mirastan hiçbir şey vermemesi de ashâbın Rasûlullah’ın sünnetine nasıl itaat ettiklerinin delilidir (İbn Teymiye, Minhâc’üs-Sünne, III, 230).

Hz. Ebû Bekir “Rasûlullah’ın Halifesi” seçildikten sonra Mescid’de yaptığı konuşmada, “Sizin en hayırlınız değilim, ama başınıza geçtim; görevimi hakkıyle yaparsam bana yardım ediniz, yanılırsam doğru yolu gösteriniz; ben Allah ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz, ben isyan edersem itaatiniz gerekmez…” demiştir (İbn Hişâm, es-Sire, IV, 340-341; Taberî, Târih, III, 203).

Mürtedlerle Mücadele

Irak ve Suriye Fütühatı, Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’ın halifesi olduktan sonra, onun vefâtıyla Arabistan’da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalancı peygamberlere, “namaz kılarız, ama zekât vermeyiz” diyenlere karşı savaş açtı. Esvedu’l-Ansı, Müseylemetü’l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış, zekât yeniden toplanmaya ve Beytü’l-Mal’e konulup dağıtılmaya başlanmıştır. Rasûlullah’ın hazırladığı, ancak vefâtı sebebiyle bekleyen Üsâme ordusunu Ürdün’e yollayan Ebû Bekir, Bahreyn, Umman, Yemen, Mühre isyanlarını bastırmıştır. İçte isyancılarla mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparatorluğun, İran ve Bizans’ın ordularıyla karşılaşılmıştır. Hîre, Ecnâdin ve Enbâr, savaşlarla İslâm diyarına katılmış, Irak fethedilmiş, Suriye’nin de önemli kentleri ele geçirilmiştir. Yermük savaşı devam ederken Hz. Ebû Bekir vefât etmiştir.

Onun ordusuna verdiği öğütlerde şu ibareler vardır: “Kadın, çocuk ve yaşlılara dokunmayın, yemiş veren ağaçları kesmeyin, ma’mur bir yeri tahrip etmeyin, haddi aşmayın, korkmayın.” Gerçekten İslâm ordusu fethettiği yerlerde kimseye zulmetmemiş, adaletiyle düşmanların takdirini kazanmış, müslüman olmayıp da cizye vererek İslâm’ın himayesine giren milletler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in Toplanması “Mushaf”ın Meydana gelmesi

Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve kurrâ’nın birçoğunun şehid olması üzerine, Hz. Ömer’in Kur’ân’ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sonra ona hak vererek, Kur’ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Rasûlullah zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce ceylan derilerine, beyaz taşlara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashâbın çoğu da Kur’ân hâfızı idi. Ancak, yazılı olan âyetler dağınıktı, kurrâ da azalınca Kur’ân’ın muhafazası hususunda endişe edildi. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Ayrıca şâhitlerle âyetler doğrulanıyor, kurrâ’ ile te’kid ediliyordu. Böylece bütün âyetler toplandı ve “Mushaf” meydana getirildi.Bu Mushaf Ebû Bekir’den Ömer’e, ondan da kızı Hafsa’ya geçti ve Hz. Osman zamanında çoğaltılarak Dârü’l-İslam’ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.

Vefâtı

Hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müddet sürmesine rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti büyük bir gelişme göstermiştir. Hz. Ebû Bekir Hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine’de yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce yerine Ömer’in namaz kıldırmasını istedi. Ashâbla istişâre ederek Hz. Ömer’i halifeliğe uygun gördüğünü söyledi. Hz. Ömer’in sert ve kaba oluşu gibi bazı itirazlara cevap verdi ve hilâfet ahitnamesini Hz. Osman’a yazdırdı. Ebû Bekir (r.a.) de, çok sevdiği Rasûlullah gibi altmışüç yaşında vefât etti. Vasiyeti gereği Rasûlullah’ın yanına -omuz hizasında olarak- defnedildi. Böylece bu iki büyük insanın, iki büyük dostun, kabirlerinde de birliktelikleri devam etti.

Kişiliği ve Yönetimi

Tâcir olarak geniş bir kültüre sahip olan Hz. Ebû Bekir, dürüstlüğü ve takvâsı ile ashâb içinde ilk sırada yeralır. Karakteri; yumuşak huyluluk, çok düşünüp çok az konuşmak, tevâzu ile belirgindi. Hz. Âişe’nin rivâyetine göre, “gözü yaşlı, gönlü hüzünlü, sesi zayıf” biri idi. Câhiliye döneminde müşrikler ona güvenir, diyet ve borç-alacak işlerinde onu hakem tanırlardı. Rasûlullah’ın en sadık dostu olan Ebû Bekir’in Mirâc olayında sergilediği sonsuz bağlılık örneği ona “es-Sıddîk” lâkabını kazandırmıştır. O bu olayda “O ne söylüyorsa doğrudur” demiştir.

Cömertlikte ondan üstünü de yoktur. Bütün malını mülkünü İslâm için harcamış, vefât ederken vasiyetinde, halifeliği müddetince aldığı maaşların, topraklarının satılarak iâde edilmesini istemiş ve geride bir deve, bir köleden başka birşey bırakmamıştır. Dört eşinden altı çocuğu olan Ebû Bekir, kızı Âişe’yi Rasûlullah ile hicretten sonra evlendirmiştir (Tabakat-ı İbn Sa’d, VI, 130 vd.; İbnu’l-Esir, II, 115 vd).

Hicret sırasında mağarada iken ayağını bir yılan soktuğunda ve ayağı acıdığında o sırada dizine yatıp uyumuş olan Peygamber’i uyandırmamak için sesini çıkarmaması, ağlarken Hz. Peygamber uyanıp ne olduğunu sorduğunda, “Anam-babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah” demesi olayı Ebû Bekir’in Rasûlullah’a olan bağlılığının örneklerinden sadece biridir. Hz. Ebû Bekir’in beyaz yüzlü, zayıf, doğan burunlu, sakallarını kına ve çivit otuyla boyayan sakin bir adam olduğu rivâyet edilir (İbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, II, 419-420).

Rasûlullah’tan sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebû Bekir’dir. O, Hz. Peygamber’in veziri, fetvâlarda en yakını idi. Rasûlullah’ın, “İnsanlardan dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim” (Buhâri, Salât, 80: Müslim, Mesâcid, 38: İbn Mâce, Mukaddime, II) ve “Herkeste iyiliklerimin karşılığı vardır, Ebû Bekir hariç” demesi ve son hutbesinde, “Allah, kullarından birini dünya ile kendi katında olan şeyleri tercih hususunda serbest bıraktı; kul, Allah katında olanı tercih etti” diye Ebû Bekir’i övmesi ve mescide açılan tüm kapıları kapattırıp yalnız Hz. Ebû Bekir’in kapısını açık bırakması (Buhari, Fedailü’s-sahabe, 3) ona verdiği değeri gösterdiği gibi, ilk halife olacağına da işaret etmektedir. (bk. Fethu’l-bari, Umdetü’l-kari, ilgili hadisin şerhi)

Hz. Ebû Bekir’in nasslara aykırı hiçbir görüşü bize ulaşmamıştır, çünkü böyle bir reyi yoktur. Ebû Bekir nâsih sünneti çok iyi biliyor, Rasûlullah’ı herkesten çok tanıyordu. Bu yüzden hilâfetinde kendisine karşı içte muhâlif bir hareket olmamış ve fitneler görülmemiştir (Buhâri, Fedâilü’l-Ashâbı’n-Nebî, 3 ). İhtilâf veya ihtilâflarda çözümsüzlük, bid’atler onun devrinde yaşanmamıştır. “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” buyuran Rasûlullah’ın haberi sanki lâfızda ve mânâda Hz. Ebû Bekir’de zâhir olmuştur (İbn Teymiye, Külliyat Tercümesi, İstanbul 1988, IV, 329).

Kaynaklarda onun, “Ben ancak Rasûlullah’a tâbiyim, birtakım esaslar koyucu değilim” diye kararlarında çok titiz davrandığı zikredilir (Taberî, IV, 1845; İbn Sa’d, III, 183). Bir meseleyi hallederken önce Kur’ân’a bakar, bulamazsa Sünnet’te araştırır, orda da bulamazsa ashâbla istişâre eder ve ictihad ederdi. Ganimetin bölüşümü meselesinde Muhâcir-Ensâr eşitliği’nin ihtilâfa yol açmasında Ömer’in Muhâcirlere daha çok pay verilmesini savunmasına rağmen ganimeti eşit olarak bölüştürmüştür. O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çıkmadı.

Rasûlullah ve kendisi, bir mecliste bir anda verilen üç talâkı bir talâk saymışlar, bu daha sonra-birçok “maslahat gereği” diye yapılan değişiklik gibi- üç talâk sayılmıştır. Yani Ebû Bekir, Rasûlullah’ın tüm uygulamalarını aynen tatbik etmek istemiş; bazen -kalpleri İslâm’a ısındırmak istenenlere toprak vermesi gibi- maslahat gereği veya zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesini söyleyen ashâbına uymuştur. Müslümanlar henüz otuzsekiz kişiyken Mekke’de Mescid-i Haram’da İslâm’ı tebliğ eden ve müşriklerce dövülen Ebû Bekir’e hilâfetinde “Halifet-u Rasûlillah” denilmiş, sonraki halifelere ise “Emîrü’l-Mü’minîn” denilmiştir.

Mâlî işlerini Ebû Ubeyde, kadılık ve kazâ işlerini Hz. Ömer, kâtipliğini Zeyd b. Sâbit ve Hz. Ali, başkumandanlığını Üsâme ve Halid b. Velid yapmıştır. Medine Dârü’l-İslâm’ın başkenti olmuş, Mekke, Taif, San’a, Hadramevt, Havlan, Zebid, Rima, Cened, Necran, Cureş, Bahreyn vilâyetlere ayrılmıştır. Yönetimi merkezî olup, ganimetlerin beşte biri Beytü’l-Mal’de toplanmıştır.Hz. Ebû Bekir, Mukillîn denilen çok az hadis rivâyet eden ashâbdan sayılır. O, yanılıp da yanlış birşey söylerim korkusuyla yalnızca yüz kırk iki hadis rivâyet etmiş veya ondan bize bu kadar hadis rivâyeti nakledilmiştir.

Hutbe ve öğütlerinden bazıları şöyledir: “Rasûlullah vahy ile korunuyordu. Benim ise beni yalnız bırakmayan bir şeytanım vardır… Hayır işlerinde acele edin, çünkü arkanızdan acele gelen eceliniz var… Allah için söylenmeyen bir sözde hayır yoktur… Herhangi bir yericinin yermesinden korktuğu için hakkı söylemekten çekinen kimsede hayır yoktur… Amelin sırrı sabırdır… Hiç kimseye imandan sonra sağlıktan daha üstün bir nimet verilmemiştir… Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz .(Ayr. bk. Ebû Nuaym, Hilye, l )

Ahmet AGIRAKÇA & Sait KIZILIRMAK

Ne Gözden Iraksın, Ne Gönülden Uzaksın

Kim demişse demiş; ‘Gözden ırak olan, gönülden de uzak olurmuş‘ diye. Kimin için söylenmiş, neden söylemişler bunu? Birileri için doğru olsa da bu söz, Senin için yalan yâ Resulallah. Sen ne gözümüzden ırak, ne de gönlümüzden uzaksın. Gönül evim Seninle, hatıranla dopdolu. Ey uzaklarda zannedilen, Mekke’de, Medine’de aranan Şanlı Nebî. Adınla ve hayatınla gönlümüzde yaşıyorsun. Adını duyduğum ilk andan beri, o küçücük yüreğime sevgin güneş oldu, içime doğdu. En başta anacığımın ve çevremdeki insanların, dillerinden düşmezdi adın. Kimdin Sen, o adı dillerden hiç düşmeyen. En güzel, en seçkin bir kelimeydin, saygıyla söylenirdin. Mübarek adın anıldığında eller kalplere doğru götürülürdü. Bir dua yükselirdi dillerden; ”Allahümme salli ala seyyidina Muhammed.” Küçüktüm, bilemezdim o zamanlar bu sırrı. Büyüdüm, düştüm izinin, sırrının ardına. Anlayanlar anlamışlardı, bütün esrarın anahtarının Sende olduğunu. Düğümleri Sen çözebilirdin, şifreleri Sen açabilirdin ancak. Kimdin Sen, adı dillerden hiç düşmeyen? Adın bile hayatın kadar nurdan bir alev olup, gönülleri tutuşturuyordu. Kimdin? Nasıl biriydin ey Nebî?

Bilemezdim o zamanlar. Sonra, çok sonraları da Seni doğru dürüst anlatana pek rastlayamadık hayatımızda. Fâni bir şahsiyet gibi geçiliyordun. Yaptıklarının üstünde hiç durulmuyordu. Hâlbuki o güzel adın vardı dilimizde, hayatımız kadar kıymetli. Anlamasak da hissediyorduk. Bu her şeyi anlatmaya yetiyordu ama gönlümüz daha fazlasını istiyordu. Bulamıyorduk, öğrenemiyorduk bir türlü. Nice insanlar çıkarıldı karşımıza. Tarihler, kitaplar, birçok meşhur simalardan söz ediyordu uzun uzun ama Sen yoktun onların arasında. Nice maharetli eller, nice bin ustalıkla bir yerlere atıvermişlerdi Seni. Tarihin tozlu sayfalarında unutturulmaya çalışılıyordun. Onlar gizledikçe aklım ve kalbim el ele verip, Senin hayatını en ince noktasına kadar öğrenmenin ve bilmenin heyecanına düştüler. Ve sonra gökyüzü kadar berrak bir mavilik içinde, bembeyaz pamuk gibi bulutlarla çerçevelenmiş bir hayat çıktı karşıma.

Sen kitaplara sığamayacak kadar büyüktün, onu anladım çok şükür. O Sendin işte, O Senin hayatındı. Bulutların arasından doğan bir güneş gibi içimi ferahlattın. Kalbimdeki sıkıntıları bir bir yıktın attın. Varlığım varlığınla anlam kazandı. Şefkat ve rahmet ülkene misafir oldukça çoğaldım, büyüdüm, geliştim. Kısacık ömürde hiç kimsenin yapamayacaklarını yapmıştın. Küçük büyük herkes sevdalındı Senin. Anasından, babasından, nefsinden, her şeyinden çok sevmişlerdi Seni insanlar. Hak ediyordun bunu çünkü. Sen de onları herkesten çok seviyordun. Bütün insanların bütün zamanlardaki dertleri için çırpınmıştın. Akıl almaz çileler çekmiş, binbir cefaya göğüs germiştin bir melek safiyeti içinde. Çok şükür kavuştum aradığıma. Buldum artık Seni, bırakmam peşini. Çocukluğumda kulağıma öpüşle fısıldanan adın, nakış nakış ninnilerle ruhuma işlenen o güzel ismin, bir tohum gibi büyüdü içimde. Vaktini bekliyordu açmak için. Sen biricik Gönül çiçeğim, iç huzurum oldun benim. Ne tarihlerin ne de onların anlattığı gibi değildin. Okudukça, tanıdıkça hayatına hayran kaldım. Asla asla değildin. Hoyrat ellere yüreğimi iyi ki de bırakmamış büyüklerim. Senin sevgine açıkmış kalbim ve bekliyormuş yıllardır.

Seni beklemişim, Seni özlemişim. Ey Sevgili, her şey o güzel adınla başladı hayatımda. Adını günde beş defa okunan ezanlarda da duya duya büyüdüm. Adı güzel, kendi güzel Muhammed’im. Bir gün bir sözüne rastladım. ‘Benim adım Tevrat’ta Ahyed, İncil’de Ahmed, Kur’an’da Muhammed’tir’ diyordun adını unutturmaya çalışanlara. Senden önce gönderilen kitaplardan ismini silmeye, yok etmeye çalışanlara inat doğru adresi gösteriyordun. ‘Getirin eski kitaplarınızı, açın sayfalarınızı, onlarda benim adım var,’ diyordun. Kendilerince değiştirdiler, çıkardılar, attılar, ama adını silemediler, unutturamadılar. Onlar Seni sadece bir isimden ibaret zannettiler. İşte orda yanıldılar. İşaretlerini, sıfatlarını göremediler. Nice lüzumsuz işlerin ve şifrelerin peşinde koşup ömürlerini tükettiler bir hiç uğruna. Kâinatın bütün şifrelerinin, esrarlarının ve anahtarlarının Sende olduğunu bilemediler. Ömürlerini boş yere tükettiler. Arayanlar buldular, işaretlerini okudular. Bilenler bildi, görenler gördü Seni. Şifrelerini çözdüler. Şeytan ve cahil nefis insanların içindeki merak duygusunu sahtesine çevirmekte hiç boş kalmadılar. Ama hangi hakikat var ki unutturulmak istendikçe açığa çıkmamış olsun, gizlenmek istendikçe aşikâr olmasın. Rabbin bu oyunları bozdu, boşa çıkardı. Senin için hazırlanan her tuzağı yerle bir etti. Adının yanıbaşında yükseltti adını. Doğmamış ruhlara aşıladı, kalplere kazıdı, tüm kâinata taşıdı. Sana gelen Sana çıkan yollar, varmak isteyenler için çok kolay.

Yeter ki bir adım atsın insanlar. Yaradan Seni methetmiş getirdiğin

 kitapta. Adınla, risaletinle, elçiliğinle bu son kitabını mühürlemiş. Kim Allah’ın bildirdiğinden başka mana çıkarırsa hüsrandadır, ziyandadır. Çünkü bütün şifrelerin anahtarı Sendedir. Peygamberlik halkasına son noktayı Seninle koymuş Rabbim. Hatemennebî’sin Sen. Yüce görev Seninle tamamlanmış ya Resulallah. Senden sonrası hüsran, Senden başkası yalan. Ey canlı güneşimiz! Sen varken, mumların ışığı altına girer miyiz biz. Azdırmak, saptırmak şeytanın işi, aldanabilir aklıselim olmayan kişi. Kur’an ile yolumuzu aydınlattın ışıl ışıl. Yolun, en doğrusunu gösterdin bize. Ben Senin getirdiğin bu kitabı nasıl okumam, nasıl sevmem ya Resulallah. Kur’an’ın ve kâinat kitabının en büyük âyetisin Sen. Kur’an’ınla kendini, kendinle beni bağladın. Adınla yüreğimi dağladın ya Resulallah.

Şimdi, bir gece yarısı dağdayım. Mekke’yi seyrettiğin yerdeyim. Pırıl pırıl parlayan o büyük mucizeni, işaretini okuyorum ayın parlak yüzünde. Hira’dayım, yıllardır hasretini çektiğim yerdeyim, oradayım. Seni misafir eden o dağın, Hira’nın misafiriyim bu gece. Gökyüzüne bakıyorum, kâinatı heceliyorum. Mekke’yi, Kâbe’yi okuyorum buradan. Sırlar seninle çözülüyor. Şifreler anahtarsız çözülmüyor. Bütün esrarın anahtarları Sendedir ya Resulallah. Sen bize Yaradan’dan armağansın, bu sevinç yeter de artar bize. Zaman zaman gölgelense de nurun, ebediyen silinmeyecek adın. Silemeyecekler. Yaradan’ın yazdığı silinir mi hiç. Sen Muhammed’sin, Mustafa’sın. Sevgilimizsin, Efendimizsin. Yâ Resulallah, adını anmadığım zaman uzak, çok uzak çöllerde tek başına kalmış bir yolcu gibi şaşkın ve biçareyim. Ümidini yitirmiş bir divaneyim. İnsanların çektiği sıkıntıların nedenini anlayabiliyorum. Senden uzak olmak, güneşten mahrum kalmak demek, ışıksız yaşamak demek. Karanlık bir gecenin, bir anın ızdırabı bile yeter insanı çıldırtmaya. Bizim cılız ışıklarımız, evlerimizi ve şehirlerimizi aydınlatmaya yetmezken, Senin nurun kâinatı aydınlatıyor, gönülleri ışıldatıyor. Usul usul girdin hayatıma, güneş gibi kırmadan, incitmeden yâ Resulallah. Yer ettin gönlümde ebediyen.

Seni sevmek de bir ibadetmiş adını söylemek de, onu bildim onu anladım bu gece. Bu gece oradayım, Hira’dayım. Bir kutlu gecede bir şeref payesi sunsun biz gibi dertli gönüllere. Korkutan karanlıklar silindiler. Kâinatla kardeş oldum, vahşetten kurtuldu ruhum. Kimsesizlikten, yalnızlıktan kurtuldum. Allah’ım, Sen varsın. Sen varsın ya başka şeyler hiç olmasa ne gam. Habibin, Sevgilin var ya yeter bize. Sen nasıl gözden ırak, gönülden uzak olabilirsin ki ya Resulallah. Ey şanlı Nebî. Miraç gecesinde dualarının içinde selâmımızı unutmayan gönül sultanı. Bu iyiliğin bile ebediyen hatırlanmayı hak etmiyor mu? Saçtığın ışığın, gönüllerde yaktığın parlak ateşin yanında her ışık sönük kaldı. Battı, gitti nice ışıklar, nice güneşler, nice aşklar, o aşkın yaktığı mecnun âşıklar gitti birer birer. Bir tek Sen kaldın ey Sevgili. Gönül semamızda sönmeyen, batmayan ebedi Güneşimiz. Sen varken uzaklık yok. Gönül ki, Senin için. Diller ki, Senin için var. Uzaklık mı olur, mesafelerin hükmü mü kalır, sevgimizin Sana ulaşan hızının, süratinin yanında.

Ah ya Resulallah. Perişan, harap bir haldeyiz. Bir yanımız yıkık Seni özlüyoruz. Medine’ye, evine misafir olduğum gün ettiğim duayı Rabbim kabul etsin. Amin. Yanımda, gönlümde, dilimde adları yazılı olanlarla beraber. Sevdiklerimle. Bugün bir daha Seni yeniden anladım, Seni yeniden tanıdım. En küçük bir hatıranı dahi özlemişim. Yanına yaklaştığımda, huzuruna vardığımda fark ettim bunu. Şefkatli yüreğinin atışını duydum bizler için. Bütün insanları, Senin kadar kim sevebildi, başka kim sevebilir ki? Sen Rahman ve Rahim olan Allah’ın yeryüzündeki son elçisi, Rahmet Peygamberisin. Yakînin olmak, bu duyguları tekrar tekrar huzurunda yaşamak, bir daha misafirin olmak ne büyük şeref. Sakladığım o inci tanelerini burada döküyorum, Sana elimi uzatıyorum, biat ediyorum. Davana baş koymak ne şeref. Mademki ümmetinin onca derdine, sıkıntısına kefilsin, bizleri düşünmeden asla edemezsin. Derdimizle dertlenmeden yapamazsın, şefkatinin kanatlarını üzerimize germeden duramazsın. Bizi Senden başka kim anlayabilir ki ya Resulallah.

Ey şefkatli Resul, bir Sen varsın yakınımız, yeryüzündeki rahmetinin tecellisi olan Rabbimizin. Biz kendimizden bile habersizken, bizi düşünen o incelerden ince, gözü yaşlı dualarla bizim için atan kalbin şimdi bize emanet. Makam-ı Mahmud’un adına, Rabbimizin katındaki o yüce merteben hürmetine, rahmetinle yıka içimizi. Tertemiz et bizi. Terkedilmişler, bir kenara itilmişler, öksüzler, yetimler, binbir dertle inleyenler adına ne olur yetiş imdadımıza. Her şey Senin gelişini bekliyordu, Sana hazırdı, muntazırdı. Gelişinle dünyayı şereflendirdiğin o kutlu gecenin sabahında dünya bir daha yeniden yaratıldı Seninle. Âdem babamız bile ‘Gel ey evlat yetim kaldık, anlat kâinatın sırlarını, anlat da kurtar bizi dertten‘ diye Senin cennet kapılarında yazılı olan adını görüp dualar ediyordu. İlk peygamberin dualarında Senin adın vardı. Adın O’nun da dilindeydi. O’ndan binlerce sene sonra dünyaya teşrif ettiğin halde Hz. Âdem’e bile uzak değildin, bizden mi uzak kalacaksın ya Resulallah. Ne gözden ne de gönülden ırak ve uzak değilsin Sen. Kâinatın sırlarını açtın, âyet âyet okuttun gizli kalmış ne varsa. Bir damlacığım ben de, Rahmet denizine ulaşmaya çabalıyorum. Sana varamamış bir damlacık, çöllerde kurumaya mahkumdur.

Kalbimden, ruhumdan gözüme, gözlerimden elime düşen bu bir damlacığı da, o güzel adını Hira’da andığım şu anda umman olan şefkatine, rahmetine katıver gitsin. Seninle çoğalmayan, gösterdiğin pencereden bakmayan gözler ışığı göremiyor. İçimizdeki şefkat ateşini yakıyor, yandırıyor o zaman. Bir damlayı ummanına kat. Coşkun bir deniz olup çağlayayım Ebubekir gibi. Bütün insanlar adına cehennemin içinde bile yanmaya razı olabilelim o kahramanlar gibi. Cehennemden betermiş şefkat ateşi. Onu Söndürecek Sensin, Marifetullahtır ancak. Yetiş imdadımıza ey Resul, yetiş. Yanan kalbe devasın Sen Bulunmaz bir şifasın Sen Habib-i Kibriya’sın Sen Muhammed Mustafa’sın Sen… Yâ Resulallah! Yanmak mukaddes bir gaye uğruna, gösterdiğin yolda yanmak, tutuşmak güzelmiş meğer. Senden uzak kalmak, Senden ırak olmak nasipsizliğin en beteridir. Su Sende, şifa Sende, serinlik, ferahlık Sende.

Adını bir kerecik olsun anınca sönüyor yüreğimizdeki ateş, diniyor sızılar yâ Resulallah. Kim demişse demiş ama biz demedik; ‘Gözden ırak olan gönülden de olurmuş’ diye. Bu söz kim için, hangi zaman ve hangi mekânda söylenmiş olursa olsun asla doğru diyemiyorum. Senin için ise büsbütün yalan yâ Resulallah. Senin için yalan Sevgilim. Biz Seni unutmadık ya Resulallah. Sen bize içimize çektiğimiz bir nefes hava kadar yakınsın. Farkında değiliz, dört bir yanı kuşatan ışığının. O uçsuz bucaksız rahmetinin farkında değiliz. Rabbim Senin elinle, dilinle uzatmış rahmetini bize. 124 bin peygamber arasından, Sana ümmet etmiş bizi. Bu şeref yeter bize, yeter de artar ya Resulallah. Biz Seni hiç unutmadık. Sen gönül tahtımızın tek sultanısın. Ne gözden ırak, ne de gönülden uzaksın yâ Resulallah. Sen bize bu kadar yakınsın işte…

Selim Gündüzalp