Etiket arşivi: hz .yunus

Yûnus’un [as] düştüğü yerde…

“O vaziyette esbab bilkülliye sükut etti.”

Birinci Lem’â’nın bu kritik cümlesini Ramazan Risalesi’nin ilk satırları eşliğinde okuyunca, irkildim.  Doğru ya; ‘o vaziyet’ ‘bu vaziyet’tir. Oruç tutan her insan, Yûnusça bir kaderden pay alıyor. Üstad, oruçla girdiğimiz o vaziyeti, Talak Suresi’nin üçüncü ayetinin anlamına vurarak resmediyor: “Hiç ummadıkları yerden [rızıklanırlar].” Ayetin anlamına meal yapıyor halimizi.

Oruç, gönüllüce bir ‘rızık kesme’ muradıdır. Alışkanlıkları kırıp yeryüzünde taze bir heyecanla var olma denemesidir. Rızıklanmanın mutat bir akış değil; hiç umulmadık, hiç beklenmedik olduğunu görme uyanışıdır.

Atıldığı ‘oruç denizi’nde öyle bir Zat’ı arar ki insan, “hükmü hem [bedenine], hem [yerküreye] , hem [zamana] geçebilsin.” Vaktin ağır akışında, yerkürenin sessiz dönüşüne, bedeninin arayışlarına kulak kesiliyor adeta. Alışık olmadığı hükümlerin geçmediğini gözleriyle görüyor. Bir tür ‘oruç gözü’, ‘oruç kulağı’ ediniyor; oruca tutunarak Yûnus’un[as] indiği kuyulara iniyor. Yeni şeyler görüyor, yeni sesler duyuyor.

Rızık umduğu her yönü perdeliyor oruç. Güvendiği her sebebi susturuyor, aşina olduğu çareleri bitiriyor. Kimseler kendisine el uzatamaz oluyor. Kendini kudretli sananları aciz bırakıyor. İmkânları tüketiyor, güvenceleri deviriyor.

Ne su çare oluyor susuzluğuna. Ne ekmek yetiyor açlığına. Gerçek sandığı rüya bitiyor. Hakikate uyanıyor insan. Dünya uykusundan doğruluyor. Hiç ummadığı yönlerden geliyor rızkı. Hiç sebepsiz doymanın tadına varıyor. Doğrudan cennette kurulmuş bir sofranın davetlisi olmak üzere terfi ediyor.

Hazır bildikleri önünden çekiliyor. Eşya ile arasındaki mesafeler açılıyor; şeffaf bir duvar örülüyor önüne. Yakınlıklarından oluyor, erişemez oluyor sıradan sandığı eşiklere. Parayla su alamaz oluyor. Ne öderse ödesin, ekmeğe erişemiyor. Kolayca geldiği için sıradan sandığı doymalar sıra dışı oluyor. Olağan diye aldandığı suya kanmaları olağanüstüleşiyor. Yeniden tanıyor ekmeği. Suyun tazeliği artıyor; billûrlaşıyor damlalar. Yeni baştan tadıyor elmayı kirazı.  Anlıyor ki kendisi kendisini doyuramaz. Görüyor ki kendisi sevdiklerine, sevdikleri kendisine rızık bulamaz. Sebepler bilkülliye susuyor, sadece Cenab- ı Hakk’ı beklemeyi öğreniyor insan.

Bir de oruç gözüyle okuyalım şu satırları, bakın, ne yeni şeyler söylüyor bize:

“Eğer bütün halk hizmetkârı[mız] ve yardımcı[mız] olsa, yine beş para faydaları olmaz. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbab’dan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördü[ğümüzden], sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf e[diyor]” değil mi?

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com

İslam ve Bilim

bilimSon ilahi din olan İslam, insanların hem maddi hem manevi açıdan ilerlemesini ve yükselmesini sağlamayı ve dolayısıyla da iki dünya saadetini elde ettirmeyi amaçlayan bir hayat modeli ve yaşam tarzıdır.

Tarihe ideolojik değil de ibretli ve objektif olarak bir baktığımızda görüyoruz ki gerçek İslamiyet’i yaşayan milletler, hem maddi hem de manevi açıdan ilerleyip örnek olmuşlardır ve tarihin altın sayfasında birçok güzelliklere imza atmışlardır.

İslam ve bilim ilişkisine gelince bilimin, aklın bir ürünü olduğunu biliyoruz. Akıl ise yüce yaratıcının insanlara ihsan ettiği asıl nimetlerden birisidir. Dinde aklın yeri çok önemlidir. Öyle ki akıllı olmayan dini açıdan da sorumlu değildir.

Dinimizin birinci temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim, aklı kullanmayı ve düşünmeyi emreder. Kur’an-ı Kerim, bilimi ve dolayısıyla da bilgili olmayı önemser. Mesela:

“Hiç bilenlerle bilmeyenler, bir olur mu?
“hiç akıl etmiyor musunuz? Ve hiç düşünmüyor musunuz?

gibi ayetler de bu manayı ifade eder. Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri, peygamberlerin mucizelerinin sadece manevi boyutu olmadığını maddi ilerlemeye be bilimsel gelişmelere de ışık tuttuğunu ve işaret ettiğini ifade eder.

Birkaç örnek verelim: Mesela,

Hz. Yunus’un balığın karnında yaşaması günümüzün denizaltı gemisine,
Hz. Musa’nın asasını yere vurup suyun fışkırması günümüzün sondaj aletine,
Hz. Davut’un demiri yumuşatıp çeşitli eşya yapması günümüzün demir sanayisine,
Hz. Süleyman’ın cinlerinin havaya binip O’na hizmet etmeleri günümüzün uçağına ve
Hz. İbrahim’in ateşte yanmaması ise günümüzün itfaiyecilerinin yanmayan elbiselerine birer işaret ve ilham kaynağı olmuştur.

Ayrıca peygamberler, birer sanat ve meslekte de insanlığa örnek olmuşlardır.

Mesela:

Hz. İdris terzilikte
Hz. Nuh gemicilikte ve marangozlukta
Hz. Yusuf saatçilikte
Hz. Davut demircilik gibi sanatlarda insanlığa rehber olmuşlardır.

Ayrıca birçok İslam âlimleri bilimsel araştırmalarda bulunup eserler bırakmışlardır. Hatta bazı bilim dallarının doğmasına bile vesile olmuşlardır. Mesela:

İbn-i haldun, sosyoloji ilminin kurucusudur.
İbn-i sina, günümüz tıp ilminin temellerini atmıştır ve eserleri halâ okunmaktadır.
İbrahim Hakkı Hazretleri de astronomi alanında, Mimar Sinan mimaride, Cabir bin Hayyam fizikte, Harizmi matematikte ve Birûni gibi İslam âlimleri de günümüzün bilim dünyasına ışık tutan çalışmalarda bulunup eserler bırakmışlardır.

Batılı bilim adamları da dinimizden ve kaynaklarından yararlanmışlardır. Örneğin; elektriğin keşşafı, Thomas Edison vefat ettiğinde çalışma dolabından Nur Suresi’nin ayetleri çıkmıştır. (Nur Suresi lambaya ve elektriğe işaret eder)

Kısacası İslamiyet; akla kapalı, taassuba dayalı ve bilime yabancı bir inanç sistemi değildir. Tam aksine İslamiyet ve temel kaynağı olan K.Kerim, çalışmayı, ilerlemeyi, üretken olmayı ve faydalı eserler ortaya koymayı teşvik eder ve bu faaliyetleri de ibadet sayar. İslamiyet, çift kanatlı kuş misali iki dünyaya da çalışmayı ister ve tembelliği yasaklar.

İslamiyet, her asır insanlarına hitap edip ihtiyaçları karşıladığı gibi günümüzün pozitif, bilimsel, felsefi ve sorgulayıcı anlayışlara sahip olan insanların da bütün şüphelerini ikna edici cevaplarla tatmin ederek günümüz insanına -helal dairesinde- çağdaş bir yaşam biçimini sunabilecek ilahi ve ideal bir hayat modelidir.

İbrahim Yardım
İlahiyatçı/Yazar

Hz.Yunus Kıssasından Bize Mesajlar

Hz. Yunus (a.s) Risaletle görevlendirildikten sonra büyük bir çaba ile kavmine; putlara tapmamalarını, eşi ve benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’a tapmalarını, ona kulluk etmelerini ilan etmeye başlamıştı.

Taptıkları putların onlara bir faydasının olamayacağını,  kendilerine fayda ve zarar vermekten aciz durumda olan putları terk etmelerini, insanlara bildirdi. Kavmin inkârcıları onun aleyhine devam ettiler. Yunus ( a.s) insanların ilahi mesaja olan duyarsızlığına ve gördüğü haksız tepkilere öfkelenmiş, rahatsız olmaya başlamıştı; Aslında onun bu hali Peygamberlerin müşfik vasıflarından biridir. Onun derdi, kavminin Allah’a itibar etmeyerek, şirkte ısrar etmeleri bu durumun onları helake sürüklediğini gördüğü içindir.

Kavmin inkârcı tutumuna çok üzülen Yunus Peygamber (a.s) o sıkıntı ve çaresizlik içindeki durum esnasında Allah’tan bir emir olmaksızın öfkeyle kavmini terk ederek kaçmış, Kur’an’da Peygamberlerin müşfik vasıflarını şöyle beyan eder; “Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir! Onlardan dolayı kederlenme; Kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! “

Yunus (a.s) kavmini terk ettikten sonra olaylar şöyle gelişmiş: “Dolu bir gemiye kaçmıştı.” gemide olanlarla karşılıklı kur’a çekmişti ve yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı.”Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.’’  ‘’Eğer Allah’ı tespih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.” “Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.’’ (Saffat süresi,ayet,140-141-142-143-144-145)

Hz.Yunus (a.s) balığın karnında iken hiçbir maddi imkânı kalmadığını, kurtuluşun sadece Cenab-ı Allah’a ait olduğunu, O’ndan başka melce ve mencenin olmadığını, Allah’a sığınarak şu munacaatta bulunmuştur. ‘’Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin’’ (Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.)’’(Enbiya süresi,21/87)

Hz.Yunus (a.s)’ın Risaletle görevlendirildikten sonra kavmine İlahi emirlerin tebliğinde muvaffak olamaması, öfkeyle kavmini terk etmesi, gemiden denize atılması, bir balığın içine girmesi, Cenab-ı Allah’a munacaatı ve sahil-i selamete çıkması tamamen ilahi bir sır ve hakikattir. 

Cenab-ı Allah’ın sır ve hikmetlerinin ihatasında beşer acizdir.  Konuyu Kur’an,  sünnet ve müçtehitlerin tebliğ ve fehmine havale edelim. Hz.Yunus (a.s) kavmine karşı sabırla ve tahammül ile sabretmesi lazım iken,  kavmine kızarak öfkeyle kaçmasında da elbette İlahi bir hikmet vardır.

Hz.Yunus (a.s)’ın kıssa-i meşhuresinde bizim de alacağımız birçok ibretler vardır. Maddi cihetle bakıldığından, sosyal ve içtimai hayatımızda her aile reisinin veya her yöneticinin dikkatine celp edilmektedir.  Aile reisi ise ailesini, yönetici ise maiyetindeki halkını idare etmek, sıkıntılarını paylaşmak, can ve mallarını korumak ve adaletli davranmaktır. Yoksa sıkıntıya düştüğünde görevini bırakıp kaçmak bir nakıslıktır.

Bediüzzaman: Hz Yunus’un bulunduğu şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırır, bizim şartlarımızın yüz derece daha müthiş olduğunu nazara verir. Dünyamızı denize, heva-i nefsimizi balığa, gecemizi de istikbalimize benzetmektedir. İstikbalimizi de, nazar-ı gafletle karattığımızı belirtmektedir.

Nazar-ı gaflet: Bir şeyin manasını anlamadan bakmak, görevi ve görev yerini terk etme, unutma anlamlarını da taşır. Gaflet asrımızın hastalıklarından biridir. Sahibini birçok dehşetli karanlıklar içinde bırakır.

Görevden uzaklaşma bizi gurur denizine atıyor, hava-i nefsimiz de balık gibi bizi yutuyor ve Cenab-i Allah’a olan ubudiyetimize gaflet perdesini çekerek ebedi hayatımızı karartıyor.’’Bizim hutumuz Hazreti Yunus (a.s)’ın hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder Bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.’’ İşte Hz Yunus aleyhisselamdan zamanımıza yansıyan balık hadisesi en fazla yüz yıllık hayata bedel, ebedi bir hayatın kazanması hadisesidir.

Bediüzzaman, konuyu şöyle izah etmektedir: ’’Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselama iktidaen, umum esbaptan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbibül’ül-Esbap olan Rabbimize iltica edip Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minnezzalimin demeliyiz”. Ve devamında da diyor ki: “Hazret-i Yunus aleyhisselam’a o munacaatın neticesinde hutu ona bir merküb, bir taht-el bahr ve denizi güzel bir sahra ve gece mehtablı bir  latif suret aldı.Biz dahi o münacatın sırıyla Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minezzalimin demeliyiz.

’Lailaheillaente cümlesiyle istikbalimize, Sübhaneke kelimesiyle dünyamıza, İnni küntu minezzalimin fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Ta ki nur-i iman ile ve Kur’an’ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti ünsiyet ve tenezzühe inkılâp etsin’’(1.ci Lem’alar) 

lailahe ente” (Senden başka ilah yoktur.) ifadesinde Allah’a mutlak bir yöneliş var. “Sübhaneke’’ (seni her türlü noksandan tenzih ederim.) kelimesinde Allah’ın mutlak kudretine bir teslimiyet var, “inni küntu minezzalimin” (gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum) ifadesinde de kendisine zulmedenin yine kendisi olduğunu anlama ve kesin bir dönüş var.

Bediüzzaman, yaptığımız kötülüklerden Cenab-i Allah’a sığınarak, Kur’an-ı Hakim’in sergisinde yapılan manevi bir gemi ile İslamiyetin içine girip selametle o denizin üstünde gezip ta sahil-i selamete çıkabileceğimizi, hayattaki sıkıntılar, vahşet ve dehşetlerin yerine nazar-ı ibretle tefekkürümüzü sevindirerek ruhumuzun nurlanacağını, o zaman nefsimizin esaretinden kurtulur, nefsimiz bir bineğimiz olup hayat-ı ebediyemizin kurtulmasına bir vasıtamız olacağını belirtmektedir.

Elhasıl: İnsan zayıftır, hata yapar, neticesini de sebeplere havale eder. Bediüzzaman, “esbap bahanelerdir, vesait de perdelerdir.” der. Demek ki sebepler birer araçtırlar. Sebepleri yaratan Cenab-ı Allah’tır. Sebeplere sebebiyet veren ise gene insandır. Aleyhimize ittifak eden sebeplerin bir araya gelmeleri bir kusurumuzun neticesi olduğunu bilmek lazımdır. Hata ve kusurlarımızın affı için Cenab-ı Allah’a sığınmalı ve Hazreti Yunus (a.s)’ın munacaatında dediği gibi, bizde ‘’Lailahe illa ente suphaneke inni kuntü minnezzalimin’’ demeliyiz.                                     

Rüstem Garzanlı – Diyarbakır                                            

8 Nisan 2011

www.NurNet.org

 

Teslimiyet, Tazim ve Zulüm

Bediüzzaman Birinci Lem’a’da “Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin” (Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum. Enbiyâ Sûresi, 21:87) duasının sırlarını açar.

Sır; herkesin göremeyeceği, anlayamayacağı, hissedemeyeceği muamma bir hakikattir. Hakikat layık olana açılır, kalpleri latif ve parlak olanlara yansır. Sırlar da böyle bir kalbin müşterisidir.

Mümin görev adamıdır, sorumluluk sahibidir. Münkirler gibi görevinden ve sorumluluklarından kaçamaz. Müminin iman ve ibadetten başka bir de tebliğ görevi var. Bu görev; iyilikleri teşvik ve kötülüklerden kaçındırmak olarak belirginleşir. Mümin, hakikatleri sevdiklerine aktaran, muhtaç olanlarla paylaşandır.

Bediüzzaman kalbine yansıyan sırları bizimle paylaşıyor.

“Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin” duası Kur’an’da da geçtiği üzere Hz. Yunus’a ait. Hz. Yunus bu duayı, tebliğ etmekle görevli olduğu kavmine öfkelenip Rabbinden izin gelmeksizin görevini terk ederek deniz yolculuğuna çıkması, fırtınalı, dalgalı ve kapkaranlık bir gecede denize atılıp bir balık tarafından yutulması üzerine, balığın karnında yapıyor.

Bediüzzaman bu olayı fazla detaya girmeden bir sinema perdesi gibi kurguluyor. Sadece maksadına yetecek kadarını özetliyor. İşin teferruatını Kur’an’a ve tarih kitaplarına bırakıyor. Onların haklarını gasp etmiyor.

Bediüzzaman kısaca; “Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette.” diyor. Denizin ortasında dalgalarla boğuşan bir gemi, çaresiz insanlar, Allah’tan başka yardım edecek kimse yok ve balığın karnında Rabbini yalvaran bir nebi Hz. Yunus.

21. Yüzyılın teknolojisi ve bütün imkanları ellerinde olsa bile hiç kimsenin, hiçbir yardımlarının dokunamayacağı çok vahim bir durum. Bütün bütün çaresizlik. Bediüzzaman, tasvir ettiği o vaziyette, sebeplerin suskunluğunu, emre amade ve boynu bükük duruşlarını nazarlara veriyor ve Hz. Yunus’u o durumdan kurtaracak olan Zatın hem balığa, hem denize, hem geceye, hem gökyüzüne hükmü geçebilecek olan kudretli bir Zat olabileceğini net bir şekilde ortaya koyuyor.

Bediüzzaman bu tasviri yapıp bırakmaz. Kalbindeki sırları ifşa etmeye çalışır. Bunu yaparken de farklı bir yöntem izler. İnsanlık tarihinin ibretlik bir hadisesini alır, yüzyılımızın İslam toplumunun gündemine getirerek motif motif işlemeye başlar.

Hz Yunus’un bulunduğu şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırır ve bizim şartlarımızın yüz derece daha müthiş olduğunu nazarlara verir. Geleceğimizi geceye banzetir, gafletimizin geleceğimize yüz perde çekerek kalınlaştırdığını belirtir.

Gaflet, görevi ve görev yerini terk etme, unutma veya yüz çevirme anlamlarını da taşır. İbadet ve tebliğ görevini terk eden gafildir. Geleceğini karartır. En dehşetlisi de imansızlıktır ki, bu aynı zamanda asrımızın bir hastalığıdır, sahibini yüzer dehşetli karanlıklar içinde bırakır.

Bediüzzaman dünyamızı Hz Yunus’un denizinin yerine koyar. Nefsimizin heveslerini de balığa benzetir.

Nefsimizin hevesleri, denizin suyu kadar çok değil mi, bir o kadar da vazgeçmesi zor bir cazibeye sahip değiller mi?

Görevden uzaklaşma bizi heves denizine atıyor, nefsimiz de balık gibi bizi yutuyor ve vahdet nurunu bize göstermemek için gözümüzün önüne birçok perdeler çekerek ebedi hayatımızı karartmaya çalışıyor. Hz Yunus aleyhisselamın asrından bizim asrımıza yansıyan balık figürü en fazla yüz yıllık hayata bedel, bizden ebedi bir hayat alacak kadar dehşet saçıyor.

Bediüzzaman, insanların çok aciz ve her şeye muhtaç oluşlarına, sebeplerin acziyetine, hiçbir tesirlerinin olmayışlarına ve emir almadan hiçbir şey yapamayacaklarına parmak basıyor. Bir kalemin, yazan birisi olmazsa yazamayacağı, bir kılıcın kesen biri olmadan kesemeyeceği gibi.

Sebepler birer araçtır. Onları yaratan, emir verip iş yaptıran ve onlardan bir sonuç çıkaran da Rabbimizdir. Bu hakikat ışığında, aleyhimize ittifak eden sebeplerin durup dururken ittifak etmediklerini, muhakkak bir görev ihmalimiz olduğunu, bütün bunların da görevi bize veren Rabbimiz tarafından sevk edilmiş olduklarını anlamak zor olmasa gerektir. Sevk eden elbette durdurur. Ama sevke sebep olan insanın kendisidir, durdurması için Allah’a yalvarıp yakaracak olan da yine insanın kendisi olacaktır.

Hz. Yunus hatasını anlamış, pişmanlık duymuş ve; “Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” itirafında bulunmuştur. Sonuçta aleyhine ittifak eden fırtına dinmiş, deniz durulmuş, gece parlak bir ayla aydınlanmış, balık bir denizaltı gibi ona hizmet vermiş ve bir de selametli bir kıyıya getirip bırakmış.

Bediüzzaman aynı şekilde bizim de, çalkantılı dünya denizinden, tehlikeli hevesat balığından ve bizce meçhul ve karanlık olan geleceğimizden Rabbimize sığınmamızı ve Hz. Yunus gibi pişmanlık ve itirafta bulunmamızı istiyor. Kurtuluşumuzu buna bağlıyor. Başka çıkar yol da görünmüyor.

Bu duanın birinci bölümünde “lailahe ente” (Senden başka ilah yoktur.) ifadesinde Allah’a mutlak bir yöneliş var. “Sübhaneke” (Seni her türlü noksandan tenzih ederim.) kelimesinde Allah’ın mutlak kudretine bir teslimiyet, “inni küntü minezzalimin” ifadesinde de kendisine zulmedenin yine kendisi olduğunu anlama ve kesin bir dönüş var.

Bize bizden başka zulmeden olmaz. Zalimliğimizin farkına varıp yine kendimizi, her şeyin sahibi olan Rabbimize iltica ederek kurtaracağız. Bunun başka çıkar yolu da yok. Dünya hayatımızı vahşet ve dehşet manzaralarından kurtarıp ibret ve tefekkür manzaralarına çevirmek bizim elimizde. Kur’an’ın terbiyesi ile nefsimizi denizaltı gibi bir binek yapıp dünya denizinin selametli bir sahiline çıkmak ve cennet hayatını kazanmak da elbette bizim elimizde.

Bediüzaman, ölüm ve yaşam arasındaki sürekli değişimi nazarlara vererek seneleri ve asırları, içinde bir çok cenazelerin bulunduğu büyük bir dalgaya, İslamiyeti de Kur’ân-ı Hakîmin tezgâhında yapılan mânevi bir gemiye benzetiyor. Dünyanın dalgalı denizi üzerinde selametle gezmenin ve selametli bir kıyıya çıkmanın ancak bu İslamiyet gemisine binmekle mümkün olacağını söylüyor. Gemi bütün sebeplere hükmeden Allah’ın gemisidir. İmanın nuru ve Kur’an’ın mehtabıyla gecemizi ve geleceğimizi de elbette O aydınlatacaktır.

Doğruluğu, sırları ve tesirleri ile sabit olan bu duayı ve Hz Yunus’un bu tecrübesini Bediüzaman asrımızın insanına yeni bir yaklaşım ve formatla bir kurtuluş reçetesi olarak sunuyor.

Kadir Aytar
www.risaleakademi.com