Etiket arşivi: iblis
Varoluşa Dair: İnsan ve İblis
Gecenin bir vaktiydi. İnsanların neredeyse tamamına yakını uykudaydı. Bazı evlerin pencerelerinde televizyon ışığının yansımaları farkediliyordu. İzlemeye ve dertleşmeye aşina olduğum Ay’ın olmadığı bir geceydi. Gökyüzü tamamen kararmış, rüzgârda salındıklarını, seslerinden anladığım ağaçlar, neredeyse görünmez olmuşlardı. Derin bir sessizlik hakimdi her tarafta, ölüm sessizliği gibi… Bu sessizliğin ve karanlığın ortasında ânsızın, insanların sanki bekledikleri tek şeyin ölüm olduğunu hissettim. Bir otobüs durağındaki yolcular bir bankta otursalarda, bir o tarafa bir bu tarafa gezinip dursalarda, tümünün beklediği tek şeyin onları alıp götürecek otobüs olması gibi, insanların şu hayatın içerisinde beklediği tek gerçekti ölüm.
Ahireti düşünmediğiniz, imanî olmayan bir tarzda baktığınız zaman, eşyalar ve olaylar bir bir silinip gidiyor, geriye ölümün gerçekliğinden başka hiç bir şey kalmıyordu. Oysa ölüm hariç herşey, gerçek gibi yaşanıyor, gerçeğin ta kendisi olan ölüm ise unutuluyordu. Uyuyordu insanlar; ölü gibi… Uyumayanlar ise televizyon seyrediyordu; ölüm yokmuş gibi… Ölümün kardeşi olan uykuya, ölüm hiç düşünülmeden yatılıyordu çoğunlukla. Ve hiç düşünülmeden uykudan kalkılıyor; gündelik hayat gerçeğin, sonsuzluğun, bekanın ta kendisi olarak yaşanıyordu. Ölümün yaşandığı evlerde bile, taziye için gelenlerin arasında, ölümü unutmak ve unutturmak istenircesine, ölüm hariç herşey konuşuluyor; ölünün en yakınları hariç mezardaki vücut soğumadan hisler soğumuş, herşey olağan akışına girmiş oluyordu. Çok değil elli yıl sonra, şu an gerçeğin peşine düşebilecek zihin olgunluğuna sahip insanların tamamına yakınının soluğu kesilmiş, üzerlerine toprak örtülmüş olacaktı. Duracaktı nefesler, damarlarda akan kan da duracaktı.
Gecenin karanlığında karşımda duran bir büyük mezardı; başında ağaçların salındığı büyük bir mezar! Nefesimi kesen, kanımı donduran bir gerçekti bu! Nasıl oluyor da bu koskoca gerçek görülmeyecek derecede hissizleşilebiliyordu? Ölümün gerçekliğini inkâr edebilen hiç kimseye rastlamamıştım bugüne kadar, rastlamak da imkânsızdı. Gerçekti ölüm! Ama yaşanan gerçek ile asıl gerçek örtüşemiyor; yalancı gerçekler, asıl gerçekleri örtüyor, alıp götürüyordu. İşte tam bu halde iken, ikinci bir gerçeği yeniden hatırladım:
İblis!
Uyuyordu insanlar! Hisler dumura uğramış, uyuşturulmuş gibi hissizleşilmişti. İblis ise, bu gafleti kalınlaştıracak her türlü hileye başvuruyor, her türlü dikkat dağıtma tekniğini büyük bir ustalıkla kullanıyordu. Üstüne üstlük, yalnız da değildi, insanlardan dostlar edinmişti kendine. Gaflet kalınlaşıyor, uykular derinleşiyor ve fırsattan istifade, şeytan “malı götürüyordu.” Dünya hayatının içerisinde başımıza gelen olaylarda kaybedilenlerin büyük bir kısmını zamanla yerine koymak mümkün iken, bu hayat sayfası kapandıktan sonra İblis’in götürdüklerini yerine koymak, hiç de mümkün olmayacaktı. Çünkü İblis, zamanı götürüyordu. Gerçeğe yönelmiş duyguları törpülüyordu. Ve Mahkeme-i Kübradan bakıldığı zaman, giden bir günün fiyatı, acaba neydi, ne ile telafi edilebilirdi?
İblis’in varlığını iliklerime kadar titreyerek fark ettiğim gecenin ertesinde, başımı gökyüzüne çevirdiğim zaman yaşadığım dehşetin zıddına yıldızlarla süslenmiş şirin bir gök kubbe ile karşılaştım. Bu güzelim gök kubbenin altında, bin bir nimet ile kuşatılmış yeryüzünde en nazenin olan ve en haysiyetli noktada durması gereken insanın, insanlığın haline baktığım zaman bir kere daha ürpermekten kendimi alamadım. En seçkin varlık olabilecek bir donanımla, kendisini binbir ikram ile donatarak yaratan Zât’ın yeryüzündeki temsilcisi; O’nun katında ise tüm varlıkların şerefli bir elçisi olabilsin diye yaratılmıştı insan. Bu azametli, şirin gök kubbe ve içindekiler; bu ikramlarla bir sofraya dönüştürülmüş yeryüzü yalnızca onun için, bakıp muhatap olup şükredebilsin diye yaratılmıştı. Oysa insan bu aslî vazifesi hariç her şeyle meşgul oluyordu. Varoluş gerçeğini ve ubudiyeti unutan insan, yeryüzünde kendini, kendi neslini helâk etmek için düşmanı olduğunu fark edemediği İblis’e yardımcı olmaktan ise bir an olsun geri kalmıyordu…
Başımı nereye çevirsem kan vardı, didişme vardı, uyuşma vardı. “Kanı yerde kalmayacak!” diyenlerin ayaklarının altı kandı ve ellerinden kan damlıyordu. “Çok uyanık olmamız şimdi elzemdir” diyenler ve insan kitlelerini peşlerinden sürükleyenler ne yazık ki, en derin uykuda olanlardı. ‘Haberler’ zihinleri, kalpleri talan eden, zulme yandaşlık ettiren savaşlarla, kanla, kinle doluydu. Ama işaretlerle, gerçek ve büyük haberlerle dolu şu âlemin ve bu âlem ortasında bir âlem, bir haberci, bir temsilci olma yolunda yürümesi gereken insanın varoluşuna dair gerçeklerden, hiçbir haber yoktu. Zihinler paraya, mala mülke boğulmuştu. Oysa insan, paranın beş para etmediği; malın, mülkün geridekilerin kavgasından başka bir fayda sağlamadığı bir sona doğru gitmekdeydi.
En güzel hisler, kalpler, makamların mevkilerin ardında, arasında törpüleniyor, zulümlere bulaşıyordu. Gerçekte tüm bu onurlu(!) makamlar, şatafatlar, kokuşmakta olan bir cîfe ve üzeri örtülen bir çukurla sonlanıyordu. Fâni güzeller ve fâni güzellikler, gözleri kamaştırıyor, hayatın anlamı bunlarla tarif ediliyordu. Oysa kalpleri yaralayan, dağıtan ve zihinleri uyuşturan bir güzellik, gerçekte ne kadar güzel olabilirdi? Hem bastığı yerlere dönmeyecek bir ayak, tuttuğu şeylerin çamuruna inkılâp etmeyecek bir el, akmayacak bir göz, dağılmayacak bir yüz yoktu. Bu akan kanların, uyuşan zihinlerin, dağıldıktan sonra kinle dolarak toparlanmış kalplerin, firavunlaşan ‘ene’lerin, gerçeğe değil, hakka değil hevâya tabi olmaların, isyana yönelmiş vicdanların, unutulan hayatî gerçeklerin, bu unutmuş, unutulmuş hayatların.. yaşanan tüm bu manevî karanlığın, bu zulümlerin arkasında ise yine bir tek isim vardı: İblis!..
Lanetler olası iblis ne istiyordu insandan?! Ve, bu kâinatın her tarafında izini özünü okuduğum rahmet ve şefkât bu dehşetli kıyıma nasıl müsaade ediyordu? Bu azâmetli Kudret bir çırpıda yok etmek istediğim İblis’i neden ve niçin helâk etmiyordu?
İblis öncelikle mü’mine düşman olmakla birlikte, gerçekte tüm insan neslinin karşısındaydı. Sadece inanan ve inancının gereğini yaşayanların değil, inanmayanların da, inancının gereğini yaşamayanların da yakasını bırakmıyordu. İnsan neslinin karşısındaydı İblis. İster iki sarhoş kavga etsin, ister iki kavim savaşmış olsun, ister iki nesil, ister iki ülke.. Onun üzüldüğünü düşünemiyordum? Büyük ihtimalle ellerini ovuşturarak başardığı işin zevkini çıkarıyordu. Yaptıklarının dehşetli sonuçlarına bakılırsa, hırsla sarıldığı bu işin sonunda, insan nesli tamamen helâk olmadan tatmin olması pek mümkün değil gibi görünüyordu. Acaba yeryüzünde onun uğursuzluğunu tatmamış, onun şerrinden nasibini almamış bir tek insan var mıydı?
Kendi helâkini insanın varlığına bağlayan İblis’in, Âdem yaratılmadan önce yeri rahattı. Âdem’in yaratılmasıyla fena bir imtihan başına çökmüştü. Kendisi gibi mahluk olan birine secde etmesi istenmişti ondan. Gerçi emreden herhangi biri değildi, kendisini de Yaratandı. Ama İblis, bu emri kibrine yediremeyerek secde etmemiş, Âdem’e secde emrinde isyana düşmüş ve insan neslini kendine düşman ilân etmişti. Ve bu isyanını Âdem’in önünde eğilmeye layık biri olmamasıyla açıklamıştı:
“Ben hiç balçıktan yarattığın birine secde eder miyim?”1
“Ben ondan hayırlıyım.”2
Önünde eğilmesi gereken asıl şeyin kendisini Yaratan’ın emri olduğunu, secde etmesi istenen şeyin ise sadece bir perde olduğunu fark edememişti. Ya da, fark etmiş ama kibrine yenik düşmüştü. Bu isyanı sonrasında mühlet isteyen İblis, bu mühleti kendiyle yüzleşip nerede hata ettiğini sorgulamak için değil de, kendisini yoktan var eden ve ikram eden Rab’bini yalancı çıkarmak için kullanmaya girişmişti. Âdem’i yaratmakla kendisine haksızlık yaptığına inandığı Allah’ın bu adaletsizliğini(!) gözler önüne sermek istiyordu. Oysa kendisi de biliyordu ki, O’nun verdiği sözler arasında yalan olamazdı. Bu nedenle O’ndan mühlet sözü aldıktan sonra, verdiği sözden geri dönmeyeceğini bildiği için, gizlediği niyetini hemen açığa vurmuştu:
“Beni saptırmana yemin ederim ki, onları sana ulaştıracak olan yolunun üzerine oturacağım. Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.. Ve, sen onların çoğunu kendine şükreder bulamayacaksın”3
İçinde sakladığı bu iddiasını hemen gerçeklemeye koyulmuştu.
Hz. Âdem ile Havva’nın, cennetten indirilmelerine sebep olan hilesi, ilk desisesi, ilk plânıydı, başarmıştı da…4
Bu ilk plânında, Âdem ile Havva’ya verilmiş olan beka hislerini, sonsuz yaşama yönelik duygularını kullanmış, bu hisleri bir maddeye, bir yasak ağaca yönelterek bekâyı, sonsuzluğu onun verebileceğini Âdem ile Havva’nın zihinlerine sokuşturmuştu.5
Böylece onları neredeyse bâki lezzetlerden etmişti. Bu hile bundan sonra İblis’in en geçerli, en gözde hilesi olacaktı. Reklamını yaptığı her şeyi, sanki ona ulaşıldığı zaman mutlak, gölgesiz lezzetlere ulaşılmışçasına tatmin olunacakmış gibi sunuyor; sonsuzluk, sanki onun yanı başındaymışçasına insanları yanına çağırıyordu. İnsanda ise bu çağrıya karşılık verecek sonsuzluğa, bekâya aşık hisler zaten vardı. Ve insan aldanıyordu. Aldanarak o metanın peşine düşenler ise, ne yazık ki, aldandığını fark ettiğinde iş işten neredeyse geçmiş oluyordu. Büyük zamanlar harcanmış, hisler, duygular, gerçek anlamda hiç bir değeri olmayan metanın peşinde törpülenmiş, tüketilmiş oluyordu.6
Yaşanan hayal kırıklıkları beraberinde ümitleri de alıp götürüyordu… İnsan ise, neyi istediğinin ve neyi istemediğinin tam olarak farkında değildi. Oldukça karışık bir zeminde karışık bir zihin iklimindeydi. Uyanık bir vicdan sahibiydi ve vicdan, insana ‘doğru olandan’, ‘gerçekten’ başka bir şeyi söylemiyordu. Bununla birlikte uyutucu bir ‘nefis’ de verilmişti insana.7
Nefis, uzağı algılamasını imkânsız kılacak ölçüde yakını önemseyen bir mizaçta yaratılmıştı. Şu haliyle İblis’in, geçici, fâni olan şeyleri bâki, sonsuz gibi sunmasına en açık, bu çağrılara kanmaya insandaki yetilerin en uygun, en yatkın olanıydı. Diğer açıdan, benlik sahibi bir varlık olarak insan, sahiplenmeye ve sahiplendiğini bırakmamaya oldukça meyilliydi. Gerçekte kâinat yaratıldığı ândan bu yana benlik sahiplerinin bizzat kendilerinin yaratmış oldukları, böylece gerçek anlamda sahiplenme hakları bulunan bir tek fiil, bir tek şey yoktu. Zaten yaratılmakta olanı veya yaratılmış olanı sahipleniyordu insanın benliği. Yaratanı fark ettiği zaman bu sahiplenişinden vazgeçmesi gerekirken, ‘ene’ sahiplenmeyi bırakmıyordu. Çünkü İblis fitliyordu onu: “Sen yaptın! Sen olmasaydın olmayacaktı bu iş.. Demek ki, bu işin gerçek sahibi sensin!”
Oysa bir tek tohumun çatlayıp filiz verebilmesinde bile, şu tarifinden aciz kaldığımız nihayetsiz âlemde, nihayetsiz ve mükemmel dengelerin ortasında, harikulade bir intizamın ve gizemin hüküm sürdüğü tohumdaki hayatın açılmaya hazır halde beklemesine kadar geçen süreçte insanın neredeyse hiç bir payı yoktu. Sadece suyu toprağın üzerine serpiştirmekle, veya tohumu toprağa atmakla tüm bu intizamın neticesi olan tohumun filizlenmesinin gerçek sahibi nasıl olabilirdi? Bu sahiplenmeye gerçekten nasıl inanabilirdi? Bu inanç, İblis’in uyutucu, uyuşturucu efsunlu bir büyüsünden başka neyle açıklanabilirdi? Bu uyutucu efsunların ortasında daralan bakış açılarına ve azalan görme mesafesine karşılık duygularının, hislerinin, arzularının ucu açıktı. Yeteneklerinin açılımına bir son konulmamıştı. Bu sanal sonsuzluğun ortasında kendi aklının ışığı ile aydınlatabildiği alan oldukça sınırlıydı. Aklın çıkarımlarıyla ve hislerinin tahrikiyle, bu hayatın içinde yol almaya çalışan insanın hâli, gecenin karanlığında virajlı bir yolda, kısır bir far yardımıyla hızla giden ve hızlanmasının sonu olmayan bir aracın içerisinde bulunmak gibi tehlikeli bir yolculuk haliydi. Aklın çıkarımlarıyla ve inançların getirdiği kabullerle, kendisini kuşatan o zifirî karanlık, alacakaranlık bir atmosfere bürünüyordu. Bu alaca karanlık atmosfer gidişi daha da tehlikeli bir duruma sokuyordu. Zifirî karanlıkta sıkıntılara düşen ve biraz olsun frene dokunma ihtiyacı hisseden insan, alaca karanlıkta bu fren duygusunu tahrik eden sıkıntıları da hissedemez hale geliyordu.
Cennet ve cehennem akla geldiği zaman İblis; “sen zaten mü’minsin” diyordu. “İbadet, ubudiyet şarttır” dendiği zaman ise; “daha mühlet çok” diyordu. Hem zaten “Allah yeterince affedici” idi! Zat’ı Akdes ise; “sakın İblis sizi Allah’a güvendirmekle aldatmasın”8 diyerek dikkatleri İblis’in ikinci tip hilesine, yani sağdan yanaşma riskine çekiyordu. İblisin inanan insanlar açısından belki de en can alıcı vuruşlar yaptığı yer, bu alaca karanlık atmosferin oluşumunu sağlayan kabullerdi. İnancını sorgulamadan ona sırtını yaslayan insanın sırtı, İblis tarafından oldukça kolay hilelerle yere getiriliyordu. Üstüne üstlük insanın bulunduğu zemin hayır ile şerrin, doğru ile yanlışın karışımıyla oluşturulmuştu. Eğer daha önce bir zihin egzersizi yaşanmamışsa, ilk bakışta doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayırt etmek neredeyse imkânsızdı. Özellikle bu içerisinde bulunduğumuz zamanda hak ile batıl, doğru ile yanlış neredeyse tamamen yer değiştirmişti.
Zekât vermek enayilikti artık, faiz ise mecburen(!) helâldi. Hırsızlık ganimetti, işini bilenin işiydi. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” diyen peygamberin ümmetinden bir güruh, “Acıma! Acınacak duruma düşersin” gibi bir deyim üretmişti. Yardımın ve feragâtın en temel prensiplerinden biri olması gereken İslâm’ın bu asırdaki temsilcileri, artık kendilerini ‘yükselmek için tepelemek’ mecburiyetinde hissediyordu. ‘Doğru’ itibar görmüyordu artık. ‘Yalan’ ise, meşru addediliyordu. İnsanın, bu yer değiştiren gerçeklerle sanrıları, yalanları; doğrularla yanlışları, birbirinden ayırt edebilmesi için; yani gerçekleri tam olarak fark edebilmesi için, aklını, vicdanının ve vahyin ışığında kullanması gerekiyordu. Zaman sınırlıydı.. (Düşünülmeden geçirilen zamanın ise yokluktan hiçbir farkı yoktu… İblis’in bu dehşetli kıyımından yakayı kurtarmak için bu yattığımız ölümcül uykulardan uyanmamız gerekiyordu.. Uyanmak ve düşünmek, neyin ortasında olduğumuzu…
1 Bkz. İsra Suresi Ayet 61-62
2 Bkz. A’raf Suresi Ayet 14-17
3 Bkz. A’raf Suresi Ayet 16,17
4 Bkz. Bakara Suresi Ayet 34-36,
5 Bkz. A’raf Suresi Ayet 19-22
6 Bkz. Nur Suresi Ayet 39
7 Bkz. Haşr Suresi Ayet 19
8 Bkz. Lokman Suresi Ayet 33
Salih Özaytürk / Zafer Dergisi
Her Musa’nın Bir Firavun’u Vardır!
Kabil niyetini icra etmeye kararlıydı, çünkü o nefsine mağlup düşmüş, kardeşinin malını ve izzetini gasp edecekti; nihayet,”nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü: bu yüzden de kaybedenlerden oldu.”2,
Bu cinayetle Kabil ilk cani, ilk diktatör, ilk zalim ve ilk sömürücülerden oldu. Peygamber efendimizin (asm) bir hadis-i şeriflerinde “kötülüğe sebep olan onu yapan kadar gibidir” buyurmuştur. Kabil’de öldürme hadisenin ilk sebeplerindendir.
“Her Musa’nın bir Firavun’u vardır.” Demişler. İyi ile kötü, zalim ile mazlum, hak ile batıl her zaman aynı alanda görünmüş,aynı meydanda mücadele etmişler, bu mücadelenin ilk başlangıcı Hazreti Âdem ile İblis’ti, zamanla Hazreti Nuh ile Sâm, Hazreti Davut ile Câlut, Hazreti İbrahim ile Nemrut, Hazreti Musa ile Firavun, asr-ı saadette Hazreti Muhammed (asm) ile Ebucehil, ahir zamanda Hazreti Mehdi ile deccal ve süfyan’a kadar devam ede gelmiş, Habil tarafı ehl-i iman; Kabil tarafı ehl-i küfür, yani ”hak ile batıl” bu iki kutup kıyamete kadar birbiriyle mücadele edecek, elmas ruhlu Ebubekir’ler cennete; kömür ruhlu Ebucehil’ler de cehenneme gidecekler…
İki akıl hastasından ibretli bir mesaj!
İstiklal savaşından sonra, 1925 yılında Elazığ’da “Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi” kurulur. Halen devam etmekte olan“akıl hastanesi” ismiyle maruf bu hastanede iki deli kavga eder, kavgaya müdahale eden bir misafir araya girer ve kavganın nedenini merak eder,
“Neden kavga ediyorsunuz?” der, onlardan biri şu cevabı verir:
“Serseri adama bak” “ben firavun’um” diyor.
”O Firavun’sa, bende Musa’yım. Firavun, Musasız olur mu?” demiş,
“her Musa’nın bir Firavun’u vardır.” darbı mesel olan bu veciz söz her şeyi ifade etmektedir.
Bediüzzaman,”hak ve batıl’ı” iki nazar olarak öne vermektedir. Biri “dalalet nazarı,” diğeri “iman nazarı” şeklinde ifade buyurmaktadır.
Dalâlet nazarı: Talep etiklerini elde etmekten aciz olan insan kendini himayesiz anlar, dolayısıyla hüzün, keder ve dalaletinden dolayı kendini yetimler gibi zanneder. Kimsesiz, güçsüz ve zayıf görür. Dolayısıyla Allahtan alakasını kesen adam, âlemin tümünü düşman ve korkulu görür. İman ve İslamiyet’ten ayrılan biri daha kimseyle kardeşlik bağını kurmaz ve alakayı keser. Menfaat üzerine küçük irtibatları olsa da bir değer taşımaz.
Hele ölüm hadisesini yokluk ve idam, yaşadığı hayatı ise manasız, karmaşık bir muamma olarak görür. Onun için ölümü tahattur etmek bile istemez. Bu sefer beyhude bir yaşantı ile birkaç günlük yaşam için dünyada oyalamaya başlar. Oysa imansız bir kalp ne kadar servet ve variyet sahibi de olsa, kalbi ve ruhu sıkıntılı, manen bir cehennem içinde olur.
“Sırat-ı müstakimi kaybeden çok belalı, zararlı ve müşkülatlı yollara düşer.” Ne kadar güzel ve veciz ifade etmiştir, Hazreti Bediüzzaman….
İman nazarı: “Ağlar yetimler gibi değil,” belki sorumlu ve yükümlü bir memur veya vazifeli bir kul olarak kendini görür. Dolayısıyla Allah’ın varlığı bütün nimetlerin üstünde olduğunu anlar. “Sırat-ı müstakim” yolunda hareket eder.
İman ehli, kadere ve hadisatlara, Kur’an’ın ve Peygamberin terbiye ve talimiyle bakar. Mesela: İnsanı bu dar-ı dünyadan ayrılan ölüm vakıası belki zahiren acı da görünse, iman ehli der ki ölüm ve kabir ebedi bir hayatın başlangıcıdır. Dünyanın cüz’i meseleleri için fazla sıkıntıya girmem, “Allah var, gam yok” der, bir istinat noktayı bulur ve rahatlar.
Sonuç olarak dalalet ve iman kanadının mukayese edilmeyecek kadar birbirlerin- den uzaktır. İman nurunu kaybeden bir insan dünya serveti hep onun olsa beş para etmez.
Bediüzzamanın bir sözü ile noktalamak istiyorum.”Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ahirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insan kalbi, ruhu tavahuş eder, vicdani daima muazzep olur.” 3
Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR
Kamu Yöneticisi
KAYNAKLAR
1-Maide/29
2-maide/30
3-29.Şua,3.nokta
İlk İnsan Hz. Âdem’in Yaratılışı
Dinlerin pek çoğunda yaratılış ve ilk insan anlayışı bulunmaktadır. Ancak bu anlayış, dinlerin kendi özelliklerine göre farklılık arz etmektedir. Bununla birlikte insanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığı ve insanlığın da ondan türediği fikri müşterek nokta olarak; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm dininde görülür. İlk insan ve insanlığın atası Âdem (a.s.) Yahudi, Hıristiyan ve İslâm kaynaklarında sıkça geçer.
Âdem kelimesinin kökü ise tartışmalıdır. Arapça veya İbranice olduğu söylenir. Hangi dilde olursa olsun Âdem kelimesi, toprak, esmer, kırmızı, yerin kabuğu ve yerin tozu gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerim’de 25 yerde Hz. Âdem’den söz edilmektedir. Ayrıca bütün insanlara hitap edilirken, “Benî Âdem” şeklinde pek çok yerde geçmektedir. Bundan dolayı Hz. Âdem’e “Ebu’l-Beşer” lakâbı verilmiştir. Âdem Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayıldığından “Safiyyullah” ünvanıyla da anılmıştır. 1
Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın ilk insan tasarımı şöyle açıklanır: “Bir zamanlar, Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Melekler: “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?. Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve bütün eksik sıfatlardan tenzih ediyoruz.” dediler. Allah (c.c.) da onlara: “Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.” 2
Kadır-i zül kemal ve zül cemal, yaratılışla ilgili olarak şöyle buyurur: “Andolsun biz insanı çamurdan, bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperm) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo) ya çevirdik. Alakayı (embriyo) bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir. “3
“Sizi topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz.” 4
Hz. Âdem, yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların Babası’dır. Kadir-i Hakim, melekler vasıtasıyla yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan su ile çamur yapıp, insan şekline koydular.”Allah insanı, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.” 5
Hazreti Muhammed, (a.s.v.) Hz. Âdem hakkında : “Allah (c.c.) Âdem’i (a.s.) yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bazıları da bu renklerin arasındadır. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı halis ve temiz oldu“ buyurmuştur.6
Peygamber’imiz (s.a.s.) Hz. Âdem’in cennette ve Cuma günü yaratıldığını bize haber vermektedir. 7
Hazreti Âdem’e her şeyin ismi ve faydası bildirildi. Böylece insan fizik varlığı ile dünya hayatına, ruh yönüyle mânâ âlemine uyum sağlayabilecek bir güce sahip kılınmıştır.
Allah’ın (c.c.) emri ile bütün melekler Âdem’e secde etti, ama İblis (şeytan) kibirlenip, bu emre karşı geldi ve secde etmedi:
”Hani biz meleklere (ve cinlere): Adem’e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu“8
Hazreti Havva validemizin yaratılışı ile ilgili Kur’an-ı Kerîm’de, onun Hz. Âdem’den veya Âdem aleyhisselâm ile aynı maddeden yaratıldığına şöyle işaret edilmiştir: “Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” 9
“Ey İnsanlar! Sizi tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden pek çok erkek ve kadın türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.” 10
“Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.” 11
Ve O, sudan bir insan yarattı ve onu nesep ve evlenme yoluyla meydana gelecek bağlarla bağlı kıldı. Senin Rabbinin her şeye gücü yeter.” 12
Allah (c.c.) onları birbirine nikâh etti. Yasak edilen ağaçtan unutarak ve İblis’in oyununa gelerek önce Havva, sonra Âdem aleyhisselamı Cennetten çıkarıldılar.
“Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” 13
Adem babamız, Arafat ovasında Havva annemizle ile buluştu. Bazı rivayetlere göre Kâbe’yi inşa etti. İlk İnsan ve tüm İnsanların ebeveynleri oldular.
Cenab-ı Allah insanlara şöyle emretmektedir: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” 14
İşte Bedi’ül beyan, Âllame Bediüzzaman Said Nursi yukarıdaki ayete 26.cı mektup, üçüncü mebhas’ta şöyle bir açıklık getirmektedir:
Allah,(c.c.) İnsanları taife, millet ve kabile kabile yaratılmasının sebebi insanların birbirlerini tanımak, sosyal ve içtimai hayatta birbirlerine yardımcı olmaktır, yoksa husumet ve adavet etmek için değildir. Bir örnekle şöyle açıklamaktadır: Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere ta takımlara kadar ayrılırlar. Ta ki her neferin iş ve işlemleri vazifeleri tanınsın ve bilinsin. Yardımlaşma ile umumi vazifeler görülsün ve neticede düşmana karşı korunsun. Yoksa ayrı ayrı hareket edip, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı düşmanlık beslesin ve bir birlerinin aksine hareket etsin değildir.
Aynen öyle de, İslam camiası büyük bir ordu hükmündedir. Kabile ve taifeler halinde olsalar da, fakat bin bir birler sayısınca birlikleri vardır. İşte bu birler kardeşliği muhabbeti ve birliği gerektiriyor. Birbirlerini tanıma, yardımlaşma içindir. Düşmanlık ve husumet için değildir.
Hazreti Âdem (as.) ile iblis-i nale ile ilgili kıssalarından bugün ki insanlara da çok önem arz edilen bir mesaj vardır: Hazreti Âdem (a.s.) bilerek veya bilmeyerek bir hataya düşmüştü; iblis’te Cenab-ı Allah’ın emrine itaat etmemekle bir hata işlemişti. Neden en büyük cezaya şeytan müstahak olmuştur diye bir sual akla gelebilir.
Hazreti Âdem (a.s.) yaptığı hatadan Cenab-ı Allah’a niyazda bulundu, tövbesi kabul oldu. Daha önce melekler arasında seçkin bir yeri ve evrenle ilgili geniş bilgisi olan İblis ise büyüklük taslaması ve yaptığı hatadan pişmanlık duymaması sonucunda cennetten ve ilâhi rahmetten kovularak cezanın en büyüğüne müstahak olmuştur. İşte, Ayet-i Kerime’de Allah (c.c.) öyle ise : “ in oradan” orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! Buyurdu. 15
Peygamber Efendimiz’de; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır
Üzülerek belirtmek isterim: Nefis ve gurur Çağımız insanın en önemli hastalıklarından biridir. Mal ve mülk sahibi olan, biraz makam ve mevki, biraz şan ve şöhret elde eden hemen kendini güçlü hissetmeye başlar, böylece dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp nefis ve gurur hastalığına düşerek kendini üstün görür. “Ben benim“ der. İşte nefis böylece insanı şeytan gibi esfel-i safiline götürür.
“Evet, gurur ile, insan maddî ve manevi kemâlât ve mehasinden mahrum kalır…” 16
Rüstem Garzanlı / Diyarbakır
Kamu Yöneticisi
Kaynaklar:
1-Diyanet Yayınları
2- Bakara, 2/30
3- Mü’minûn, 23/12-13-14
4-Rûm, 30/20.)
5- Rahman süresi,23
6- Müsned-i Ahmed bin Hanbel
7-Müslim, 585; Tirmîzi, 362;
8- Bakara, 34
9-A’râf, 7/189
10-Nisâ, 4/1
11-Nûr, 24/45
12-Furkân, 25/54
13-Ta’ha, 122
14-Hucurat Sûresi: 49:13
15- A’râf, 7/13; el-Hıcr, 15/34, 35.
16- Bediüzzaman, Hizmet Rehberi
17.10.2011
Sevildiğini Bilene Yasak Sökmez.
İnsan, sonsuzdan nasibini sınırlayabilir mi? Şimdi bu yazıyı “ben keşfettim” edasıyla yazmak bile keşfin “daha daha”sına saygısızlık olabilir. Hiç şüphesiz keşfedilecekler keşfettiklerimizden çok fazladır. Yine de keşfedilen kadarıyla paylaşalım. Birlikte dokunalım bu sözün sonsuz derin maviliğine. Adresini vereyim: Al-i İmran: 31 “De ki...” diye başlıyor. İşte bu “de!” hakkında “de!”necekler var. “De!”meyi Elçisi’ne bırakıyor Söz’ün Sahibi. Niye ki? Çünkü, az sonra Elçi’ye tâbi olmaya davet edecek bizi.
Ama Elçisi yapsın istiyor bu çağrıyı. Kendisi çağırmıyor Elçisi adına. Elçisi çağırıyor. Rabbani nezaketiyle önce Kendisi “ittiba etme” örneği veriyor bize. “De ki, Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittibâ edin ki Allah da size muhabbet etsin…” yerine şöyle de diyebilirdi: “Bana muhabbetiniz varsa Elçime ittibâ edin ki Ben de size muhabbet edeyim….” Hem böylece “De ki…” demeye de gerek kalmayacaktı.
Eğer öyle olsaydı, Elçi’ye tâbi olma çağrısı bu kadar beliğ olmazdı. Çağrıyı Elçi’ye bırakan, Elçi’ye ittiba etme örneği göstermektedir. Oysa Allah -haşa-mecbur değildir ittibaya, mecbur değildir önce Kendisinin ittiba ettiğini ima etmeye… Aslında “siz de mecbur değilsiniz!” mesajını bir dip akıntı olarak saklıyor ayet… Çünkü az sonra anlayacağız ki Elçi’ye itaate biz kullar “mecbur değiliz!” “O da ne?” dediğinizin farkındayım. Ne demekti “mecburiyet”? Zorunlu olmak. İçinde “zor” ya da “icbar” olan bir kelimenin Elçi’ye tâbi olmanın önünde ne işi var ki? Yakışık alır mı? Hele de bu “ittiba/uyum” çağrısının sebebi ve sonucu asla zorlamaya gelmeyen “muhabbet” ise… Gelin, Elçi’ye ittiba etme çağrısının şartına bakalım:
“Eğer Allah’ı seviyorsanız…” Elçi’ye tâbi olmanın sonucuna da bakalım: “ta ki Allah da sizi sevsin…” Ayette iki “sevme” arasında durur “ittiba etmek” Sevmek ile zorunluluk kelimeleri ne kadar da uzaktır birbirine! Zor varsa sevmek yoktur, hatta zorlanırsa insan sevdiğini bile sevmez olur. Muhabbetin olduğu yerde mecburiyete gerek yoktur, icbardan söz edilemez. “Zorla güzellik olmaz” sözünün derininde şu anlam da saklıdır: “Zorla güzellik kalmaz.” Zorlandığında bütün güzellikler tahrip olur.
Güzellik zorlamaya gelmez. Sevmek kalbin eylemidir; kalp ise zorlanamaz, zorlamaya gelmez. (Eğer kasların eylemi olsaydı sevmek, belki zorla sevilebilirdi, mecburen sevenler olabilirdi!) Elçi’ye ‘ittiba’nın iki ‘muhabbet’ arasında durması, bize “sünnet” diye belletilen davranışların içeriksiz kabuklardan ibaret olmadığını, sadece kaslarla değil kalple yapılan işler olduğunu hatırlatması için olmalı. Demek ki, sünnet kasların kasılıp gevşemesiyle değil en başta kalbin katılımıyla gerçekleşiyor. Allah’a muhabbetle başlamayan bir davranış, Allah’ın muhabbetini beklemeyen bir eylem, biçim olarak sünnet davranışına denk geliyor olsa da, özünde “sünnet” denmeyi hak etmiyor.
Tam burada yeniden düşünelim “sünnet” ve dahi farzları. Zaten farzlar da Hz. Peygamber’den[asm] çıktığı için de en azından “sünnet” değil mi? “Ya uyarsın, ya yanarsın!” şantajıyla mı çağrılırız Resulullah’a [asm] uymaya? Yüzümüzü yoktan var eden, aynaya baktığımızda bizi kendi kendimize yeniden sevdiren Yaradan niye bizi “zoraki” bir yolda beklesin ki? Kendi varlığımızdan ne kadar memnun isek, gözümüzün üzerindeki kirpiklere ne kadar itirazsız isek, O’nun bize çizdiği “yol”u zoraki bilmeden, zorlanarak değil, mecburiyet olarak değil, o kadar muhabbetle yapıyor olmalı değil miyiz?
Beni ben yokken bile seven, ben beni sevemezken de beni sevip özenerek insan diye var eden Yaradanım, beni niye “sevimsiz”, “lüzumsuz”, “faydasız”, “zoraki” bir yola çağırıyor olsun ki? Sevmeye bağlıdır Elçi’ye ittiba… Sevmene bağlı. Hem de Allah’ı sevmene.
“De ki,eğer sevmeye Allah’tan daha lâyık birisini biliyorsan, bana tâbi olma…” “De ki, eğer Allah’ı değil de bir başkasını sevmek senin için daha kârlı ve faydalıysa, bana uyma…” “De ki, seni hiç yoktan çıkarıp insan olarak var edeni sevmek sana zor geliyorsa, beni izleme…” Yine, “De ki, seni hiç kimsenin anmadığı günlerde anıp da herkesin anmaya değer gördüğü biri olarak seçen Rabbini değil de, yolunu hiç gözlemeyen, yokluğunda seni hiç anmayan bir başkasını daha çok seviyorsan, benim izimden yürüme…” Bir de, “De ki, eğer seni senin kendini sevmenden önce seven Bir’ini değil de, yeryüzünde yüzünün görünmediği binlerce yıl boyunca seni anılmaya bile değer bulmayan birilerini daha çok sevmeye değer görüyorsan, benim değil onların yolunda yürü…”
Sözün özü: Elçi’ye tâbi olmanın ön şartı, sevmek. Sevmekte zorlama yok. Sevmek, ite kaka olmaz, olamaz. Sevmek, yokuş yukarı çıkmak değildir. Bir akıştır. Gönüllü katılıştır. Yokuş yukarı da olsa, gönlünce yürümektir. Sevmekle yorulmaz insan. Sevmekle dirilir, diriltir. Kimseden zorla sevmek beklenmez. Öyleyse, “zoraki” değildir sünnetin hiçbir davranışı. Her ittiba çağrısının ikinci bir sorusu daha vardır: “Uyarsam n’olacak?
Nereye varacağım O’nun izinden yürürsem? Ne elde edeceğim, O’nunla yürüyerek? Rabbimizin buna cevabı da tanıdık ve sevimli: “sevilmek” “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” Yani; “De ki, eğer Allah’tan başkası tarafından sevilmekle daha çok kâr edeceksen, bana itaat etmesen de olur.” Yine, “De ki, eğer Allah’tan başkasının seni sevmesi seni yokluktan, hiçlikten kurtaracaksa, benim izimden yürüme…” Yine, “De ki, hiç kimsenin hatırını saymayacağı, herkesin yokluğunu kanıksayacağı, seni unutacağı, seni unuttuğunu da unutacağı gelecek günlerde, Allah’tan başkası tarafından sevilmek seni toprağın altından çıkaracaksa, benim ardıma düşmesen de olur…” Bir de şöyle “De ki, eğer kusurlarına rağmen senin rızkını hiç kesmeyen, ayıplarını bildiği halde seni kimselere rezil etmeyen Allah değil de bir başkasıysa, bana tâbi olmasan da olur…” Ne güzel ki, ayet cümlesinin son ibaresi, Allah tarafından sevilmeyi zirve bir tasvire çıkarıyor: “öyle sevsin ki Allah sizi, günahlarınızı kusurlarınızı toptan bağışlasın. Adeta görmezden gelsin.” İşte bu yüzden, sanılanın aksine Allah’ın “emir ve yasaklar”ı yoktur. Yani, Allah, bize alışık olduğumuz anlamıyla “emir”ler yağdırmaz. Askeri anlamdaki “ast-üst ekseninde” anlaşılırsa haksızlık ederiz Allah’ın emirlerine ve yasaklarına… Muhabbetin olduğu yerde emir ve yasağa gerek yoktur ki… Muhabbeti hak etmeyenler kuru emirler yağdırır.
Sevilmeyenlere ve sevmeyenlere mecburen tâbi olunur. Zoraki uyulur. Muhabbetle başlayan ve muhabbetle biten sünnetin hiçbir yerinde “yasak” yoktur; “haram” vardır. “Haram” kelimesi “hürmet” kökünden anlamını alır. Yani müminlerin “yasak”ı “hürmet”ten kaynaklanır. Kuru ve inadına yasağı olmaz sünnetin. Hürmetin her zaman bir hedefi vardır. Muhabbet etmediğine hürmet edemez insan. Kime muhabbeti varsa, kimden muhabbet bekliyorsa, ona hürmet eder. Muhabbet ettiğinin ve muhabbet beklediğinin hürmeti hatırına kendine kimi işleri emreder ya da yasaklar. Bu yasak dışarıdan değildir; içeriden, içten geliyordur. Aynı şekilde, “farz” kelimesini de “zorunlu” olarak tercüme edemeyiz. Zorunlulukta gönüllülüğe yer yoktur; farzda gönüllük vardır. Allah’la yaşayan, Allah’ın hatırını sayar, Rabbine hürmet eder, Rabbine hürmet ederek “yapma!” dediğini yapmaz, “gitme!” dediği yere gitmez, “yeme!” dediğini yemez. Haramın ve emrin konusu olan her iş, o işle ilişki içinde olduğumuz her insan ve her şey, Allah’a tâbi olmanın görünen yüzüdür.
Hatırlayalım: Melekler ve İblis Âdem’e secde etmekle sınandılar; doğrudan Allah’a secde etmekle değil. Allah’a itaatleri Âdem’e itaatleri üzerinden test edildi. Melekler isteneni hemen yaptılar, itaat ettiler, hesap yapmaya kalkmadılar. Ama İblis gerekçe peşine düştü; çünkü Allah’ın hatırı yoktu üzerinde… “Evet ama…”larla kıvırmaya başladı.. “İyi ama, ben ateştenim Âdem topraktan…” demelere davrandı. “Ateş topraktan üstündür, ateş olan toprak olana secde etmez” dedi. İpe un serdi. Oysa, sorun toprak olan Âdem değildi, sorun toprak ya da ateş fark etmez, Âdem’e secde edilmesiydi… Meleklerin imanı, Âdem’in toprağında Allah’ın hatırını gördü; İblis ise Âdem’in toprağından başkasını görmedi. Böylesine kör olanlar ancak kuru emir ve yasaklardan anlarlar. Gönüllerine yer yoktur itaatlerinde.
Bu körlükle, kendisi topraktan Âdem ise ateşten olsaydı, secde eder miydi İblis? Asla! Ya da, kendisi topraktan, Âdem ateşten diye secde etmiş olsaydı, hakkıyla itaat etmiş sayılır mıydı? Hayır! Çünkü bu halde de Allah’a hürmet olmayacaktı. Örneğin bir mümin domuz eti yemez; bu bir haramdır. Bir mümin tesettürlü olmaya çalışır; bu bir emirdir. Domuz etiyle muhatap olurken, domuzla değil “domuz eti yemeyin!” diyen Rabbinin hatırına bakar. Domuz etinin zararlarının bilimsel açıklamalarına vs. dayandırmaz itaatini. Saçını saklarken, güzelliğini herkese göstermemeyi tercih ederken, saçlarının hatırından önce saçlarını ziynet diye veren Allah’ın hatırını görür, gözetir. Allah’ı “gören”in tesettürü gönüllü olur, zoraki değil. Demek ki tesettür tenine örtü örtmekten fazlası, Allah’ın hatırını bilecek kadar iman etmeyi içeriyor içinde. Bunun ise kılık kıyafeti olmaz; hatır bilmek başörtüsü bağlama biçimi gibi tartışılacak, ölçülecek, kesilip biçilecek bir şey değil ki. Allah’ın hatırına yemez, içmez mümin. Allah’ın hatırına örtünür ve saklanır. Bu yüzden tesettür de “iman eden erkek ve kadınlara” emredilir. Allah tarafından görüldüğüne iman edenler bakışlarını, saçlarını ve tenlerini “ziynet” diye bilir çünkü. Yoksa… Emir almaz; kadir bilir; emir telakki eder. Yasaklara aldırmaz; hatır sayar, kendine haram eder. Muhabbet’ten koparılmış her türlü uyum “ittibâ”nın nezaketini ihlal eder. Bu yüzden sevmeyi en çok hak edeni sevmek kadar dolu doludur sünnet. Sevgisiz uymaların her türü insan gönüllülüğünü ihlal eder. Ancak sevildiğini bilenlerin farkında olduğu içten bir nezakettir sünnet.
Senai Demirci