Etiket arşivi: İbrahim Erdinç Şumnu

Hicret

İnsanlık O’na ümmet olma borcuna girdi Ve zaman, döne döne, Hicret burcuna girdi!… Evet O!..

Feleklerin yaradılış sebebi, Âlemlerin Rabbinin sevgilisi, Habibi!…

Beklenen En Son Resul, Âdem’den, Nuh’tan beri Kurtuluş Müjdecisi, Nebiler Peygamberi!.. Velâyet tarafıyla, göklerde ismi: Ahmed!..

Risâlet rütbesiyle O, Mahmud-u Muhammed!… Adı her anıldıkça, O’na Salât ve Selâm!..

Nefes verip aldıkça, O’na Salât ve Selâm!..

… Hicret!.. Gâyeye eriş, meyveyi deriş sırrı… Bir habbenin çatlayıp bin sünbül veriş sırrı!..

Resullük hizmetinin özeti, fihristesi, Bir kaç günlük sürede, her çilenin listesi…

Neler çekti o nârin bedeniyle; dayandı, Ruhunda nice volkan tutuştu; sessiz yandı!..

Mâdem hem“Resul” hem“Kul”; kulluk hissesi çile! İmtihan ediliyor elbet, resuller bile…

İlâhî hikmet böyle; vuslat hicretsiz olmaz, Kolaylıklar zorluksuz, Cennet ücretsiz olmaz!..

… Hicret’ten hemen önce: Mekke, mü’mine zindan!..

Her türlü cefâ: tehdit, işkence… dört bir yandan Çâre yok; üfledikçe ateş, alev alıyor, İslâm, bir yangın gibi, çevreye yayılıyor!..

Mazluma kucak açtı önce Habeş diyarı, Ve Medîne…

Çağırdı zulme uğrayanları Hele Allah Resulü!..

Ne olur geliverse!.. O gelse câna minnet; yaparız ne isterse!..

Sahâbeye izin var, ama, Resul gidemez!.. Rabbin emri olmadan yerini terkedemez!..

Ümmetine çok düşkün O Şefkâtli Peygamber, Ricâ etti Ensâr’dan: korunsun Muhâcirler…

Hicret izni gelirse, O’na da kavuşurlar Ahdini bozmayana Ebedî Saâdet var!..

Ve… “Akabe Biâtı”… üstüste kondu eller: Mü’minlere öz vatan olacak uzak iller!..

Medineli yiğitler yemin etti Allah’a: Biz sağken yan bakamaz kimse Resulüllaha!..

“-Sana anam ve babam fedâ Yâ Resulallah!..”

Canım, âilem, obam fedâ Yâ Resulallah!..

O ele sarılmayan, ebedî mahrum kaldı, Gitti Kisrâ ve Kayser; ne Acem ne Rum kaldı!.. Evet…

İlâhi vaâd: zorluklar aşılacak, Hicret edene rahmet yolları açılacak!..

… Mekke’li putperestler toplanıp karar verdi: “Tek çâre O’na ölüm; Uzza’ya zarar verdi!..”

Gün bu gün; O da hicret ederse, kaçar elden, Yalnız kaldı, şu işi bitirelim tez elden!..

Allah Resulü mahzun, elleri hep duâda, Hicret izni bekliyor, bakışları semâda…

Hicretin ilk adımı, belki en zorlu adım Küfür O’nu kuşatmış gözlüyor adım adım!..

Nur yuvası evini gece sarmış gölgeler, Nur pınarı vücuda kastetmiş mızrak, hançer!..

Her oymaktan bir kâtil, kim vurdu bilinmesin…

Bir tuzak ki, eşini kuramaz şeytan ve cin!..

Ne var ki, en hayırlı tuzak kurucu Allah!..

O Yetim Peygambere her an Korucu Allah!..

Vahiy geldi; her şeyi bildirdi âyet âyet, Kalktı Resul; Bismillâh, Hicret’e etti niyet!..

Alî girdi, örtündü Resulün döşeğinde Uyudu mışıl mışıl, korku yok yüreğinde… Bu nasıl teslimiyet, her yiğitlikten üstün!..

Yiğit o ki, inancı, aşkı bilekten üstün!..

Çıktı Şanlı Peygamber sessizce hânesinden, Dudağında fısıltı: üç beş âyet, Yâsin’den…

Bir avuç toprak saçtı o kararmış yüzlere Ve Allah yerde çekti Nur’u görmez gözlere!.. O geceyi nerede geçirdi?.. Bilinmiyor!..

Allah’a sığınanı O saklamış, çok mu zor!..

Ve ertesi gün… Nebî, Ebu Bekr’in evinde, Tedbir, plân, hazırlık… sebepler âleminde…

… Ebu Bekir’i seçti Rabbimiz O’na yoldaş Onun başı -nebîler dışında- en yüksek baş!..

O bağlılar bağlısı, “Sıdk” tâcının incisi, Rütbesi: “Mağarada İkinin İkincisi”!..

… Hicret’in gözden gizli tohumu “Sevr Mağrası”, Çile çiçeklerinin fideliği, orası!..

Evet… Hicret ışıktan, hicret sudan, havâdan, Mâverâ’ya gömülüş; sıyrılış Mâsivâ’dan!..

Mağra, “Bâtın İlmi”nin Nebevî dersanesi, İç ummân’a seferin mânevî tersanesi…

Bu derin sırrı hangi çelik perdeleyecek?.. Perdenin en incesi yetti: kuş ve örümcek!..

… Üç gün sonra… Kılavuz, develeriyle geldi, Kafile durmaksızın Medine’ye yöneldi…

Dışta, her iş “sebeb’e” bağlanmasaydı eğer, Hiç, kendine kılavuz tutarmıydı “Peygamber”!..

Kudreti Sonsuz Allah, germiş bu ince tülü “İmtihan Sırrı” ile azameti örtülü!..

İç içe bin hikmetle sıralanmış vak’alar, Görmeye çalışalım, Rabbin ne murâdı var…

… “Yüz deve” vâadedilmiş O’nu bulup görene, Ödül büyük, heveslisi çok, iz süren sürene…

Bir fakir Sürâka var, ödül avcılarından Nasibi, daha çokmuş yüzbin deve altın’dan!..

Süraka O’nu gördü, at sürdü üzerine, Ama çöl, bir göl gibi, çekti atı derine!..

Atı ve “nefsi” tutuk; ne güzel bir tutuluş, Hayret, dehşet… ve sonra, inanış ve kurtuluş!..

O’na karşı çıkanlar hep böyle pişman oldu Düşmandı, şimdi artık, düşmana düşman oldu!..

“Emân-nâme” yazıldı bir deri parçasına, Nur’a daldı Sürâka, ayrılmamacasına…

… Kum kum tarayadursun çölleri nasipsizler, Melek kanatlarıyla çoktan silinmiş izler…

Sütsüz koyun süt verdi… Yolda pek çok mu’cize…

Nur Yüzünü her gören, aşk ile geldi dize!..

Sebepler tüketilir, sonra, “inâyet” gelir. İmdâda koşturulur Cebrâil, âyet gelir!..

Âyet!..: “Hiç tasalanma, Allah seninle birlik!..”

Hep O’nunla olana gerçek devlet ve dirlik… Demek ki, bir peygamber ne zaman düşse dara, Rahmetle azaltılır yükü; ilâhî dara!..

… Doğdu “Ayın Ondördü”, bak Vedâ yamacından, İn-cin, ay, güneş titrek, şükür ihtilâcından!..

Arz ve semâ, yepyeni bir devri müjdeliyor İşte Allah Resulü, Medine’ye giriyor!..

Taze bir kırbaç yemiş bir topaç gibi zaman Hızlanıverdi sanki… Açıldı “Âhirzaman”!..

Beşerin son devresi; akrep-yelkovan fır fır Mühürlendi “Ortaçağ” şimdi takvimler sıfır!..

… İlâhî!.. O “Muhâcir Peygamber” hürmetine, Kötülüklerden hicret nasibet ümmetine!..

Bizleri bağışlanmış olanlarla haşreyle… Habîbinin Nurunu bulanlarla haşreyle!..

İbrahim Erdinç Şumnu / Zafer Dergisi

 

Elmas Beldeye Giden Altın Yol

Hisarlar; İstanbul’un fetih hazırlığının ihtişamlı sembolleridir. Biz de söze oradan başlayalım… Fethin ‘besmelesi’, onlar!… Gönlümüz istiyor ki, şuurlu öğretmenlerimiz, öğrencilerini alarak Rumeli Hisarı’nın kulelerinin en üst terasına çıksınlar. Oradan, gözleri ve hele hele kâlp gözleri açık olarak beraberce İstanbul’u dinlesinler… Boğaz rüzgârının uğultusu, martıların çığlıkları, vapur düdükleri… Hepsi iyi hoş da, İstanbul’un asıl sesi nerede?.. Bir an için, beşbuçuk asır öncesini tutup günümüze getirsinler. Bu hisarların inşâ edildiği o emsâlsiz şevk ve heyecan baharlarını yaşamaya çalışsınlar: İşte hummâlı bir faliyet… Binlerce Anadolu evlâdı, iskeleler kurmuş, sırtlarında her biri bir milyon ‘kaşıkçı elması’ değerindeki şu cennet taşlarını yerlerine yerleştirerek tarihimizi örüyorlar!…

Çekiç tıkırtıları, harç hışırtıları, mala cızırtıları… Buyruklar, emirler… Ve dudaklardan dökülen dualar, tekbirler… Sonra bakışlarını gün batımına çevirsinler: Kostantiniyye’nin o günkü silueti… Dikilitaşlar, heykeller, Tekfur Sarayının kasvetli kuleleri… Ve Ayasofya’nın muazzam kubbesinde hârelenen bir hasret profili!… Kulak versinler… Derinden derine inleyen çan sesleri… Arenadaki kanlı ‘araba yarışları’ndan kopup gelen alkışlar; Maviler, yeşilleri yenmiş!… Ve nihayet, işitilmese de duyulan, Bizans surları içindeki birkaç Müslümanın zikirleri, tesbihleri… Evet, o tarihte Doğu Roma Ortodokslarının mü’min ecdadımıza tanıdığı dinî serbestlik, takdire şayan idi…

Gençlerimiz şimdi de Hisarların esrarlı burçlarında, gitgide renklenen ve tüllenen bir İstanbul gurubunun ulvî hüznü içinde, kendi akranları o civan sultânın ruh ufuklarından bir titreşimi hissedip yakalamaya çalışsınlar… O titreşim, “İstanbul karasevdası”nın ümit ve ıstırap karışımı bir ihtizazıdır ki, fethin asıl nükleer dinamosudur. Bu saâdetli radyasyondan nasip alabilenler, yepyeni fetihlerin özlenen yiğitleri olabilirler!…

GEMİLER NEREDEN GEÇTİ?

Şimdi geliniz, dünya askerlik tarihinin bir numaralı harika hâdisesini İstanbul’un kalabalıklara boğulmuş cadde, sokak ve binaları arasında arayalım… Sahi, şu efsanevî gemiler nereden geçmişti?.. Bu sorunun cevabını, yâni, “Altın Yol” diyebileceğimiz tarihimizin en şerefli yolunun güzergâhını araştırdık. Askerî Müze’deki krokiden başlayarak, Galata ve civarının topoğrafik haritasını ve imar plânını inceledik. İlmî bir iddia ve endişeden uzak, fakat genç evlâtlarımıza bir fikir vereceğine inandığımız bu araştırmanın sonuçlarını özetleyelim:

1) Cenevizlilerin devleti olan Galata, ayrı bir sur içinde yer alıyordu. Bu sur, deniz tarafında kıyıya paralel olarak ve 25 metre kot eğrisini takip ederek uzanıyordu. 30 metre kodunda yer alan Galata Kulesi, bütün sur içini tarassut edebiliyordu… Asıl kale ise, 50 metre kodunda, bugünkü Tünel’in civarında olsa gerek… Bu kalenin iki yanında, kara tarafını kapatan surlar, yokuşlar üzerinde inşâ edilmişti… Bütün koloni, 500-600 dönüm…

2) Gemiler, Galata surlarından 400 m. kadar uzaktan ve surlara paralel olarak geçirilmiş… Gizlilik için gereken asgarî uzaklık… Veya, iş farkedilirse, mancınık menziline girmemek için…

3) Ahşap kızakların dengeli olması ve gemilerin iki yandan eşit kuvvet desteği ile çekilebilmesi için, yana eğimli bir yol seçmekten kaçınılmış… Bu husus pafta üzerinde, güzergâhın, topoğrafik eş yükseklik eğrilerine dik olmasını gerektirir!… Askerî Müze’deki kroki ile, Büyük Şehir Belediyesi’nden aldığımız haritalar karşılaştırılınca, bu diklik şartını sağlayacak şekilde, güzergâhın detayları ortaya çıktı…

4) “Altın Yol”u artık tarif edebiliriz: Bugünkü Fındıklı sahilinden başlayan güzergâh, dik yokuşu tırmanarak 400 metre sonra İlk Yardım Hastanesi civarında 75 m. koduna erişiyor… Bu, yolumuzun en yüksek noktasıdır. Evet… Asıl sabır, işin başında gerek!… Sonra bir iniş-çıkışla, Galatasaray lisesi avlusunun aşağısından, Katolik kilisesi civarından Tepebaşına… Burası, yolun yarısıdır… Ve artık hep iniş olarak Kasımpaşa’ya, Deniz kuvvetleri Komutanlığı bölgesine… Orası o zamanlar muhtemelen daha derin bir koy hâlinde idi. Böylece toplam uzunluğu 2000 m. kadar olan Altın Yol, Haliç’e düğümleniyor… Elmas şehrin anahtarı orada!…

Böyle tarihî servet, ecnebilerin elinde olsaydı, Altın Yol’a gerçek altından kaldırım taşları döşerdi!.. Bu yol üzerinde inşaat falan değil, bir tozun konmasına müsaade etmezlerdi. Bilim-kurgu filmlerini gölgede bırakan bu misilsiz zekâ, cesaret ve azim eseri hâdise, her yıl dönümünde bir karnaval şenliği içinde kutlanırdı. Gerçeğinin tam eşi gemiler, aynı şartlar içinde ve bütün dünya televizyonlarının önünde bir denizden diğerine karadan yürütülürdü. Ama ne yapalım ki, Osmanlı dedelerimiz zaferlerin öz sahibi oldukları için, alçak gönüllülük göstererek kutlama merasimlerine fazla itibar etmemişler… Yeni gelenler ise, geçmişlerini inkâr etmeyi marifet sanmış!..

ulubatliİstanbul’un Fethi’ni, kurusıkı mavzerlerle ve tül elbiseli kız çocuğu sembolleriyle her kasabada kutlamaktan bir türlü bıkmadıkları şu “kurtuluş günü” saçmalıklarıyla bir tutmuşlar!.. Tırman yine Ulubatlı Hasan, taşları dökülmüş pislik yuvası surlara her yıl!.. Her 29 Mayıs’ta yeniden; ama bu sefer hicap oklarıyla vurularak düş, burçların tepesinden. Sonra Mehter Bölüğü’nün yiğitleri de, takma palabıyıklarını titreterek bir iki serhat türküsü söyledimi; gerisi, günün “anlam ve önemini” geveleyen acemi hatiplerin sıkıcı nutuklarına kalır; olur biter!… Tarihini sevmeyen nesillerden bu kadarını bile beklemek hakkımız değil!… İlgilileri hararetle kutlarız!..

YİNE VE HEP AYASOFYA!…

Dâvâ sahibi öğretmenimiz, pırıl pırıl öğrencilerini bu sefer de “esir sultan” Ayasofya’ya götürsün… Hepsi, ayakkabılarını çıkararak, çoraplarının tozlanmasına aldırmadan, yüzlerce yıl nice velînin mübarek sıcaklığını emmiş o çıplak taşlara, aynı sıcaklığı hissetmek niyetiyle bassın… Orada, Hristiyanî bir vecdin mermer soğukluğundaki ürpertilerini avlamaya çalışan bîçâre turistlerin boş gayretlerine inat; minberde, eli gaza kılıcının kabzasına, kartal bakışları gazîlerin şükürle ıslanmış gözlerine ve kalbi, ona Fethi müjdelemiş olan Resuller Sultanının sevda iklimine kilitlenmiş o “Güzel Emîr”in genç erkek sesiyle verdiği Fetih Hutbesini dinlesinler!… Evet… Yıllarca önceden Sürekâ’yı (r.a.) Kisrânın incili bileziğini bileğine geçirirken gören ve bildiren O “Vaadinde sâdık Peygamber” (a.s.m.), Sultan Mehmed’i de bu minberde pırlantalı Fâtihlik tâcını başına giyerken gördü ve sekiz yüz elli sene önceden yılıyla, ayıyla, günüyle bildirdi!.. Ve O bildirdiği ve müjdelediği için o tâc, tâc oldu; incilendi, elmaslandı…

Evet, Ayasofya!.. Ayasofya, o tâcın sorgucudur!.. Dâvâsının eri öğretmen, öğrencileri ve hepimiz, Ayasofya’yı, düştüğümüz şu hasret gayyâsı içinde her geçen gün çoğalıp çağlayan bir özlemle, böyle saralım, böyle kucaklayalım… Ayasofya, hâşâ taştan bile olsa, inanmış gönüllerin taşları eriten sevgisine karşı hissiz ve mukabelesiz kalamaz… Evet, aynı zamanda Ayasofya, kalbimizde bir hüzün pınarıdır; öyledir… Ancak, ulvî hüzünler, ulvî sevgilerin mahfazasıdır. Pırlanta yüzüğün, kadife kutusu gibi… Geliniz, Ayasofya’mızın sevgisini, kadifeden yumuşak şu ılık gözyaşlarımızda saklayalım. Onu zincirlerinden kurtaracak olan, mü’min sineleri ıslatan o rahmet katreleri olacaktır… Asıl güç, budur… Sevginin gücünü bilmeyenler, sevgiyle hiç güçlenmemiş olanlardır!… Evet, önce sevgi, önce aşk!..

Madde manivelâsı, sonradan elde edilecek basit bir âlet… Sebepleri, asıl Rahmet Sahibi halkediverir!… Seven de, sevgisinin hatırına yaratılan bu sebeplere yine sevgisiyle sarılır, tutunur… Böylece şartlar tamam olur, her zorluk yenilir zafere erişilir!.. Unutmayınız ki, Fatih’in en karşı konulmaz “şâhi”si, yüreğindeki İstanbul karasevdası idi. Hem, sevmeyen nasıl kavuşsun?… Yeterince seven ise, dağları da deler, surları da!..

Ve nihayet… İstanbul, maddî ve manevî ölçülerde bir elmaslar, inciler, altınlar beldesidir. Onun bu iki yönlü değerini bilenlerin elinde “İstanbul’dur.” Yoksa yine hemen Kostantiniyye’ye dönüşüverir. Ve İstanbul’u İstanbul etmek, dün olduğu gibi, bugün de zaferlerin en büyüğüdür. Bu zafer ise, kalp santralımızın “asıl sevilmeye lâyık olan”dan başlayarak diğer doğru hedeflerine odaklaştığı gün, zaten kazanılmış demektir… O zaman zorlar kolay; karalar, deniz olur!.. Belki çok dik, çok ince ama en kısa “Altın Yol”, bu!

İbrahim Erdinç Şumnu / Zafer Dergisi