Etiket arşivi: içtihat

İçtihat Nedir? Şartları Nelerdir?

İçtihadın Tarifi:

İçtihadın lügat manası; meşakkatli, külfetli, zor bir işi vücuda getirmek için, bütün gücünü sarfederek cehd ve gayret göstermektir.

Istılahî manada ise içtihad; kesin ve açık delillerle sabit olmayan zannî ve fer’i hükümleri, şer’î delillere uygun olarak istihraç ve istinbat hususun­da, bütün güç ve takatini sarfederek çalışmaktır. Yani, Kur’an, hadis ve icma ile sabit olan şer’î delillerden hüküm çıkarmaktır.
Kur’an-ı Kerim, ezeliyete bakan ve ebediyetten haber veren bir umman­dır; sonsuz bir feyiz ve rahmet hazinesidir. O’nun hikmet ve esrarı nihayet­sizdir. Her asrın âlimleri idrakleri nisbetinde ondan hisselerini almışlardır ve kıyamete kadar da alacaklardır. Ümmet-i Muhammed (a.s.m.) onun be­reketine mazhar olmuşlar, maddeten ve manen Kur’an’dan istifadeler et­mişlerdir ve edeceklerdir.
Kur’an-ı Kerim, mücmel ve ince nüktelerle doludur; bir çok prensip ve kaideleri, esas ve usulleri ihtiva eden zengin bir hazinedir.

Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

“Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübindedir.”1

Bediüzzaman Hazretleri bu âyeti şöyle tefsir eder:

“Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan edi­yor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes her­şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düstur­ları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.”2

Bu İlâhî hazinede beşeriyetin kıyamete kadar karşılaşacağı bütün me­seleler sarahaten yani açık ve net olarak bulunsaydı, mevcut Kur’an’ın bin misli kadar bir kitap olması gerekirdi. İmam-ı Şa’rânî’nin buyurduğu gibi,

“Eğer Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Kur’ân-ı Kerimdeki icmalleri (toplu, öz olarak bir arada bulunan ilimleri) açık­lamasaydı, Kur’ân-ı Kerîm icmali üzere kalırdı. Aynı şekilde, müçtehid din imamları, sünnette bulanan icmalleri açıklama­salardı, sünnet kendi icmali üzere kalırdı.”3

Malumdur ki, Cenâb-ı Hak nazarında en makbul olan amel güç olanı­dır.

Hadisi-i şerifi de bunun bir delilidir. İçtihat da zor bir araştırma ve derin bir incelemeyi icap ettiren yüksek bir ilim ve ehli için mukaddes bir vazifedir. İnsanların bütün hal ve hareketleriyle alakası vardır. Buna mazhariyet ise kuru bir iddia ile değil, Peygamberimize (a.s.m.) kemaliyle vâris olmakla mümkündür.

İçtihadın Meşruiyeti

İçtihadın meşruiyeti Kur’an’ın şu âyeti ile sabittir:

“Onlara emniyet ve korkudan bir haber geldiği zaman onu ifşa ederlerdi. Eğer onu Peygambere veya aralarından re’y sa­hibi olanlara arz etselerdi elbette ki, o re’y sahipleri (hâl ve maslahata göre) içtihat ve istihraç ederlerdi.” 5

Medine’ye hicret eden müslümanlar, kısmen emniyete kavuşmakla be­raber, bütünüyle rahat değillerdi. Her an Mekkelilerin saldırısına uğrama ihtimalleri vardı. Halk arasında zaman zaman “geldiler, geliyorlar” şeklinde dedikodular yayılmaktaydı. Üstteki âyet, böyle durumlarda yapılması gere­keni ders vermektedir.

Hamdi Yazır, bu âyetten şu hükümleri çıkarır:

1.Olayların hükümleri içinde, doğrudan nass ile malum ol­mayıp, istinbat (içtihat) ile bilinecek olanlar da vardır.

2.İstinbat da bir delildir.

3.İstinbata ehil olmayan avamın, olayların hükmünde ehl-i ilme müracaatı ve taklidi vaciptir.

4. Resûlullah da istinbat ile mükelleftir.6

Ebu Zehra’nın da buyurduğu gibi,

“Olaylar sonsuzca meydana gelir. Mevcut nasslar ise mahduttur. O hâlde mevcut nassların ışığı altında hakkın­da nass bulunmayan hususlara dair hükümler çıkarmak bir zarurettir.”7

İşte bu âyet-i kerime kıyas ve İçtihadın edille-i şeriyeden (şer’î deliller) olduğunun en büyük delilidir. Zira yeni bir vakayı istinbat ve istihraca ehil olan ulemaya havale etmek, onların içtihat etmelerini ve kıyasta bulunma­larını istemek demektir. Çünkü, hakkında sarih hüküm olan hâdiselerde içtihada zâten gerek yoktur.

Fahreddin-i Razî bu âyet-i kerimenin üç şeye delalet ettiğini beyan bu­yurur:

Birincisi; âyetin sarahatiyle bilinmeyip de içtihat ile bili­nenlerdir.

İkincisi; içtihat ve istinbatın şer’î delil olmasıdır.

Üçüncüsü; avam-ı nasın, ulemayı fer’î amellerde taklid et­melerinin vacib olmasıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bu âyetiyle yeni hâdiselerin hükümlerini bilmeyenlerin, bu hükümleri şer’î delillerden çıkarmaya ehil olan kimselere müracaat etmeleri gerektiğini beyan buyurmuştur. 8

Cenab-ı Hak şu âyet-i kerîme ile de ehil olanların içtihat yapmalarını emir buyurmaktadır:

“Ey ilim sahipleri, (âyetlerimizi) tabir edin.” 9

Şu halde Kur’an-ı Kerim’de kat’î hükümler yanında açık olarak ifade edilmeyen fer’î hükümler yani teferruattan sayılacak ikinci derecede hü­kümler de mevcuttur. Bu gibi hükümlerde zan ile amel etmeyi Cenâb-ı Hak caiz kılmıştır. Avamın bu hükümleri Kur’an’dan istihraç etmesi mümkün değildir. Onlara düşen vazife âlimlere tabî olmalarıdır. Böyle bir taklit, avam için vaciptir.

Evvela, içtihat yapmak büyük bir ilim ve ihtisas işidir, herkesin kârı de­ğildir. Çünkü şer’i hükümler binlerce hatta onbinlercedir. Bunların delilleri ise gayr-ı mahduttur. Bütün bu hükümleri o sayısız delillerden çıkarmak herkes için mümkün olmaz. Diğer taraftan, bütün müslümanların içtihat yapacak derecede alim oldukları farz edilse bile bunların içtihat için ça­lışmaları halinde dünyevî hiçbir meslek icra edilemez olur. Bu iki mühim sebepten dolayı avam, müçtehitleri taklit etmekle mükelleftir.

Cenâb-ı Hak içtihada ehil olanları içtihat ile emreylediği gibi, sair mü­minleri de bunlara ittiba etmeğe şu âyet-i celile ile emr buyurmuştur:

“Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun.”10

Bir müslümanın Allah Teâlanın rızasına uygun ibadet yapabilmesi ancak müçtehitlere uyması ile mümkündür. Şeyh Abdullah Diraz taklidin vacip ve zaruri olduğunu şöyle ifade et­ mektedir:

“Kendisinde içtihat yapma ehliyet ve yetkisi olmayan kim­se, karşısına fer’i bir mes’ele çıktığı zaman, ya esas olarak hiçbir şey yapmayacak ve kulluk görevini aksatacaktır. Bu ise icmâya aykırı bir davranış olur. Ya da bir şeyler yaparak, kulluk görevini yerine getirmeye çalışacaktır. Bu da ya orta­ya çıkan yeni mes’eleyle ilgili hükmü tesbit eden delili bulup, ona bakarak hareket etmek, ya da bir müçtehidi taklid etmek suretiyle olur. Birincisi (karşılaşılan her yeni mes’elenin deli­lini bulup bu delilden hüküm çıkarmak) herkes için kat’iyyen mümkün değildir.”

“Çünkü bu yol, hem yeni durumlarla karşılaşan kimse, hem de bütün insanlar hakkında, hâdiselerin delililerini arayıp bul­ma zorunluğunu doğuracağından, insanların geçim çabalarını engelleyecek, her türlü san’at ve tekniği durduracak, ziraat ve benzeri bütün faaliyetleri tatil suretiyle dünyanın harab olma­sına yol açacaktır. İşte bu sebeple taklidin re’sen kaldırılması son derece tehlikelidir. Görülüyor ki, geriye taklidden başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır. Böyle bir durum karşısında tek yol bir müçtehide tabi olmaktan ibarettir.”11

Bu hususu Salibi şöyle ifade etmiştir: “Bir müçtehîde göre şer’i delil ne ise, cahil bir insana göre de bir müçtehidin verdiği fetva odur.” 12

İşte müçtehitler Kur’an-ı Kerim’de remzen, işareten, mevcud olan fer’î hükümleri istihraç ederek insanlık aleminin istifadesine sunmuşlardır. Nitekim kâinat kitabında bulunan gizli ve perdeli hakikatlar da, ilgili fen alimlerince keşfedilmişlerdir. Bu zâtlar da kâinat kitabının müfessirleri ve müçtehitleri hükmündedirler.

Bir fende ehil olmayan kimselerin o fennin ilim adamlarına ittiba etmele­ri ve onların ortaya koyduğu eserlerden faydalanmaları aklın gereği olduğu gibi avamın da Kur’an-ı Kerim’den istinbat edilen hükümlerde müçtehitleri taklid etmeleri vacibtir. Aklı başında bir insan “ben ancak kendi yaptığım uçağa binerim, yahut kendi yaptığım bilgisayarı kullanırım,” diyemeyeceği gibi “ben müçtehitleri taklid yerine Kur’an ve hadisden kendim hüküm çı­karırım” da diyemez.

İçtihadın Önemi:

İçtihat, Cenâb-ı Hakk’ın bu ümmete en büyük lütuf ve ihsanıdır. Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’an-ı Kerim’de te’vile açık olan hakikatleri, işaret ve remizleri ümmetin alimlerine bırakmasının birçok hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hak tevile açık hükümleri eğer kesin bir şekilde bildirseydi, füruata ait bütün meseleler, farz ve vacib olurlar ve onlara muhalefet edenler helakete düşer­lerdi.

Diğer bir hikmet; Cenâb-ı Hak içtihat müessesini açmakla âyet ve ha­dislerden şer’i hükümlerin çıkarılmasında akla da bir hisse vermiş, böylece ümmet-i Muhammedi ve ulemasını şereflendirmişdir.

İlahî hediyelerin en müstesnası akıldır. Akıl, eşyanın hakikatini, kaina­tın sırlarını keşfeden İlahî bir nurdur, lâtif ve şerif bir cevherdir. Kur’an-ı Kerim’in en derin mana ve hakikatleri o cevherle halledilir. Evet, akıl insana Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve inâyetinin, fazl ve kereminin son mertebesidir. Bununla beraber insanlar akıl ve ilim noktasında aynı seviyede değildirler.

İlmin mahiyeti bir olsa bile anlaşılması başka başkadır. Binlerce insan bir alimden aynı dersi aldıkları halde herbirinin aldığı feyz ve irfan farklı­dır. Kabiliyetler farklı olduğu için herbiri kendi istidadı nisbetinde feyz ve marifete mazhar olur.

Aklı zayıf, fikri mahdut insanlar en açık şeylerden bile bir şey anla­mazlar. Perdeli sırlara ve hakikatlere nüfuz etmek akl-ı kâmilin vazifesidir. Bu sırları akıl ve şuurla keşfedemeyen insanın kazandığı malûmatlar kâfi derecede bir ilim olmaz; görüşlerinde, tefekkür ettiği şeylerde noksanlık olur. Evet, ümmet-i Muhammed içinde her ilim dalında bir çok alimler, nice mütefennin, mütefekkir, mütekellim ve mutasavvıf yetiştiği halde içtihat mertebesine ulaşanların sayısı çok azdır. İçtihada ait marifet ve ilmin sa­hası ve muhiti pek geniş ve pek derindir. O, her gavvasın dalamayacağı bir deryadır. Her basar etmekle ve basiret sahibinin idrak edemeyeceği bir çok hakikati ihtiva eden bir ummandır. Onun hakiki mahiyetini her akıl keşfedemez.

İçtihat, zor bir mes’ele ve derin bir sırdır. Her istidadın, her akıl ve zekânın, cevelan edebileceği bir saha değildir. O ummanların derinliklerinden inci gibi kıymettar pırlantaları ve cevher­leri çıkarmak ancak ve ancak müçtehit imamlara ve bilhassa dört imama mahsusdur.

İslâm dini en mükemmel bir dindir. Nitekim Cenâb-ı Hak da;

“Bugün sizin için dininizi ikmal ettim ve üzerinizdeki ni­metimi tamamladım.”13

buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim’de, gerek itikad, gerek ibadet ve muamelata dair açık hükümler bulunduğu gibi, kıyamete kadar zuhur edebilecek yeni hâdiseleri çözmeğe kâfi kanun ve prensipler de mevcuttur. Bunlardan hü­küm istihraç etmek ise ancak içtihat ile mümkündür.

Evet, İslâm dininde İçtihadın mevki ve ehemmiyeti pek mühimdir. Müs­lümanların birçok ihtiyaçları bu müessese sayesinde karşılanmıştır. Malum­dur ki, zamanın değişmesiyle yeni yeni hâdiseler ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlara cevap verebilecek temel kaideler, ulvî esaslar Kur’an ve hadislerde mevcuttur. Ama bu derin ve perdeli manaları herkesin anlaması mümkün değildir. İşte müçtehitler, Kur’an’dan ve onun birinci tefsiri olan hadislerden bu gibi fer’i hükümleri istinbat edip insanların müşkillerini halletmişlerdir.

Evet insan, ancak Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyyenin tayin ettiği yolu takib etmekle hatadan kurtulabilir. Çünkü bu iki kaynak, insanların felahı için taraf-ı İlahîden vaz’ ve tesbit edilmiş bir hidâyet meselesidir.

Esasen şer’i hükümlerin ekserisi, Kur’an ve hadislerin nassı ile tesbit edilmiştir. Bu kısım Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle; “Kur’an ve Kur’an’ın tefsiri olan sünnetin malıdır. İçtihada ait meseleler altın ise bun­lar birer elmas sütundur.”14

İşte müçtehitler, bu iki hazineden azami derecede istifade ederek,

“Allah, hikmeti istediğine verir.” 15

âyet-i kerimesine hakkıyla masadak olmuşlardır. Peygamber Efendimiz’de (a.s.m.) İçtihadın ehemmiyetini ve müçtehitlerin kıymet ve derecelerini şu hadis-i şerifleri ile en güzel bir şekilde ortaya koymuşlardır:

“İçtihat eden kimse isabet ederse iki sevab, etmezse bir se­vap alır.”16

Hadis-i Şerifteki hatadan yani isabet etmemekten murat, efdaliyetin ter­kidir. Muhammed bin Hazm bu konuda, “Buradaki hatadan murad, delilin isabet etmemesidir. Sahibini şeriatten çıkaran hata değildir. Zira onunla şerîatten çıkmış olsaydı, onunla kendisine sevab verilmezdi.”17 demekte­dir.

Ancak şu hususu önemle belirtelim ki içtihada ehil olmayan bir kimse verdiği hükümde hata ettiği taktirde mazur olmaz, günahkâr olur.

Bedir Gazasında alınan esirlere ne gibi bir muamele yapılacağına dair henüz bir vahiy nazil olmamıştı. Fahr-i Kainat Efendimiz (a.s.m.), kendi­sine bildirilmeyen her hususu ashabıyla istişare ettiği gibi bu meseleyi de istişare etti. Hazret-i Ebu Bekr esirlerin bedeline fidye alınması ve serbest bırakılması görüşündeydi. Hazret-i Ömer Efendimiz ise esirlerin hemen öl­dürülmeleri fikrindeydi. Ashab-ı Kiramın bir kısmı Hazret-i Ömer’in, bir kısmı da Hazret-i Ebu Bekir’in İçtihadından yana oldular. Aralarında ihtilaf çıkınca Hazret-i Resûlullah (a.s.m.), Hazret-i Ebu Bekr’in İçtihadını tercih etti ve onun muktezasıyla hüküm icra edildi.

Lakin bu hususda itab-ı İlahîyi celbeden şu âyet-i kerime nazil oldu:

“Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Hâlbuki AlIah (sizin için ebedi olan) âhireti istiyor.”18

Bu âyet-i kerime, Hazret-i Ebıı Bekr’in İçtihadını bozmamakla beraber, Hazret-i Faruk’un fikrinin daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır. De­mek ki, birbirine muhalif iki fikir de tasvip edilmiştir. İşte bu âyet-i kerime­den anlaşılıyor ki, her ehl-i içtihat reyinde isabet etmektedir. Eğer, Hazret-i Ebu Bekr Efendimizin fikri hata olsaydı; hüküm icra olunmadan evvel âyet nazil olurdu. Demek ki, bu hususda nazil olan ilahî itab azimet ve efdaliye­tin hilafını tercihten dolayıdır.

Hazret-i Ebu Bekr’in maksadı, esirlerden alınacak fidyeyle Müslü­man askerini düşmana karşı silahandırıp kuvvet kazandırmaktı. Hazret-i Ömer’in maksadı ise, bunlarda ıslah emaresi olmadığından vücudlarını or­tadan kaldırmakla yeryüzündeki fesadı önlemekti.

Şer’î hükümler; itikad, ibadet, muamelat ve ahlâk olmak üzere dört kıs­ma ayrılır. Bunlardan itikada ait hükümlerde içtihat caiz olamaz. Çünkü bu hükümler Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyenin açık nasslarıyla sabittir ve aklî delillerle de teyid edilmiştir. Bunlar şüphe ve tereddüdlerden müberra­dırlar. Bunlar hakkında zan değil, yakîn ve kat’iyyet muteberdir. Onlar ne artar, ne eksilir, ne de değişirler.

İbadete taalluk eden hükümlere gelince, bunlar da Kur’an-ı Kerim ve hadislerin açıklamasıyla tesbit edilmişlerdir, değiştirilmeleri mümkün de­ğildir. Bunlara, olduğu gibi iman ve itikad etmek gerekir. Bu gibi hüküm­ lerde de içtihadın cerayan edemiyeceği açıktır. Çünkü; namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler taraf-ı İlâhîden kesin ifadelerle nazil olmuş ve Sünnet-i Nebeviye ile tamamlanmıştır. Bunlar hakkında içtihat yapılamaz. Meselâ: namazın rükünleri, rek’at adetleri, vakitleri hususunda içtihada asla mahal yoktur. Aynı şekilde, şirk, katl, zina, haram, içki gibi kesin yasaklar da za­manın teğayyürü ile tebbeddül etmezler. Bunlarda içtihat yapmak, bunların mahiyetlerini değiştirmek asla caiz görülemez. Böyle bir cüret, eğer cehalet eseri değilse, mukaddesata karşı bir su-i kasd demektir.

Hakkında tevile ihtimal olmayan sarih âyet ve hadis bulunan bir konu­da müçtehitlerin içtihatlarına din cevaz vermez. Bu gibi nasslara muhalif olan içtihatlar ile amel edilmez.

Kur’an ve hadis ile sabit olan namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi katî hükümlerde içtihat yapılamayacağı gibi icmâ ile sabit olan hüküm­lerde de içtihat cereyan etmez. Bunlar şer’i hükümlerin yüzde doksanını teşkil ederler. Kıyas ve içtihada mevzu olan fer’i hükümler ise yüzde on kadardır.

İçtihat; ibadet ve muamelat ile alakalı zannî ve fer’î mes’elelerde, yani hakkında kesin hüküm olmayan sahalarda yapılabilir.

Bir Soru: Acaba içtihat yolu açık olduğu hâlde, büyük fıkıh alimleri neden dolayı içtihat yapmak yerine bir mezhebe tabî olmayı ve o mezhebin hükümlerini yaymayı tercih ettiler? Onları bu yola sevk eden sebep nedir?

Cevap: Evvela; fıkıh alimlerimizin bir kısmı içtihat kudretini kendilerin­de göremediklerinden, büyük müçtehitleri taklid etmeyi tercih ettiler.

Diğer taraftan; 11. asırda müçtehitler her tarafta çoğaldılar. Bir müçte­hide tabî olan ve arkasından giden mü’minler diğer müçtehitleri noksan görmeye, hatta ifrata giderek onlar hakkında şanlarına yakışmayacak söz­ler sarfetmeğe başladılar. Zamanla bu konuşmalar mücadele şekline girdi. Birbirlerine karşı hasmâne tavır takındılar. Mü’minler arasındaki muhabbet ve hürmet, yerini kin ve nefrete terketmeye başladı. Bundan dünyevî ve uhrevî zararların doğma tehlikesi başgösterdi. Buna mani olmak için dört imam dışındaki müçtehitler ve onlara tabi olan alimler kendi içtihadların­dan vazgeçip dört imamın arkasından gitmeyi tercih ettiler. Bu sayede mü­siümanlar arasında birlik ve beraberlik te’sis edildi.

Usûl-ü fıkıh âlimlerinden Muhammed Seyyid Efendi, Medhal adlı ese­rinde bu mes’ele hakkında geniş izahatta bulunmuştur. Bu izahların kısa bir özetini bu günün Türkçesiyle aktarmakta fayda görüyorum.

Fukaha-i kiramın içtihada girmemelerinin sebepleri:

1. Fukahanın şer-i hükümleri Kur’an ve Hadisten doğrudan istinbat et­meye muktedir olamamalarıdır.

2. Bazı mes’elelerde içtihada muktedir olsalar bile bütün mes’elelerde içtihat yapma gücüne sahip olmadıkları için bu mes’elelerde de içti­hattan vazgeçip büyük imamlara tâbi olmuşlardır.

3. Ulema arasındaki rekabet ve ihtilaf sebebiyle mü’minler arasındaki birlik ve beraberliğin bozulmaması için bazı zâtlar içtihattan vazgeç­mişlerdir.

M. Seyyid Efendi bu noktada İmâm-ı Gazali Hazretlerinin şu ifadelerine yer verir:

“Teşvîş-i ezhandan (zihinleri karıştırmaktan) başka bir faydası olmayan ve hakikati tenvirden ziyade fikirleri yanıl­tan, karıştıran bu gibi münakaşalara meydan vermemek için, ekser fukaha içtihadı terk ile dört imamı taklid yolunu tercih ettiler.”19

 

Mehmed Kırkıncı


1 En’âm Sûresi, 6/59
2 Sözler
3 İmam-ı Şârânî, Mizanü’l-Kübra. Berekât Yayınevi, İst. 1980, s. 70
4 Keşfu’l-Hafa, 2-155
5  Nisa Sûresi, 4/83
6  Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Matbaa-i Ebuzziya, İstanbul, 1935, c.
II, s. 1403-1404
7  Ebu Zehra, İslamda Fıkhî Mezhepler Tarihi, Hisar Yayınevi, İst. 1976, s. 19
8 Bkz. Fahreddin-i Râzi, Tefsîr-i Kebir, Akçağ yay., Ankara, 1990, c. VIII, s.186-191
9 Haşr Sûresi, 59/2
10 Nahl Sûresi, 16/43
11 el-Buti, M. S. Ramazan, Mezhepsizlik , (Ter; Durmuş Ali Kayapınar), Sebat Basımevi, Konya, 1976, s. 165-166
12 Şâtıbî, El-Muvafakat, c. 4, İz yay., İst.-1999, s. 296
13 Maide Sûresi, 5/3
14 Sözler,
15 Bakara Sûresi, 2/269 16 Buhâri, İ’tisam, 21; Tirmizi, Ahkâm, 2 17 Şârânî, s. 76
16 Buhâri, İ’tisam, 21; Tirmizi, Ahkâm, 2
17 Şârânî, s. 76
18 Enfâl Sûresi, 8/67.
19 Muhammed Seyyid, Medhal, Matbaa-i Amire, İstanbul, 1333, s. 262.

Bu Millet İçtihaddan Ziyade İrşada ve İkaza Muhtaçtır

Bu dehşetli asırda gençlerimiz hariçten gelen menfi cereyanların, dalâlet ve sefâhetlerin tesiriyle, millî ve dini seciyelerinden her gün biraz daha ko­parak inkıraza doğru yuvarlanırken, bütün hamiyetperverlerin bu azim tehlikeyi görüp, bu gençlerin imdadına koşmaları gerekirken, bazı içtihad heveslilerinin bütün bu tehlikelere göz kapayarak, sanki milletimizin en büyük meselesi“içtihad” imiş gibi nazarları bu sahaya çekmeleri büyük bir basiretsizlik olsa gerektir.

Kur’an-ı Kerim’i okudukça mazide asi ve azgın kavimlere Cenâb-ı Hakk’ın vurduğu tedip ve tazip tokatları sık sık hatırlıyor ve bugünkü pes­paye gidişe ‘dur’ demediğimiz takdirde bu halin Allah korusun, gadab-ı İlâhi’nin celbine vesile olacağından fevkalade endişe duyuyorum. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, Enfal Suresi’nde bizleri ikaz sadedinde şöyle buyuruyor:

“Herhangi bir kavim kendi nefislerini (kendi seciyelerini) tağyir etme­dikçe Allah Teâla onları (nimetlerini, afiyetlerini, huzur ve ahenklerini) değiştirmez.” 178

Yukarıdaki âyet-i kerimeyi teyid eden bir çok vak’alar tarihte zuhur etmiştir. Lut ve Salih (a.s.)’in kavimlerinin ve daha birçoklarının başına gelenler hep ahlâksızlığın, sefahatin, manen çöküşün neticesi olarak gel­miştir. Evet tarihin şehadetiyle tahakkuk etmiştir, ki sefahata maruz ka­lan millet ve kavimlerin kuvvet ve saltanatları zail olup gitmiştir. Her nevi saadet ve refahın varlığı ve devamı güzel ahlak ve âli seciyeler iledir. Fert ve cemaatin huzur ve ahengi, ittihâd ve ittifakı, intizâm ve adaleti bu me­ziyetler ile tecelli eder. Asayiş berkemâl olur, umumi nizam tahakkuk eder. Millet ve devletimiz inkıraz ve izmihlalden mahfuz olur. Güçlü kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi sefahata karşı dayanamamıştır. Sefahat bir kanser mikrobu gibidir. Bir cemiyete girdi mi, bünyeyi kısa zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda çökertir. Bunun, tarihte sayısız misalle­ri vardır. Meselâ, şevket ve saltanatlarıyla cihanı tahakkümü altına alan o azametli Roma İmparatorluğu acaba şimdi nerede?

Roma İmparatorluğu bir hukuk devletiydi. Kanun hakimiyeti fevkalâde güçlüydü. İnsanlar da bir o kadar şeref ve haysiyet sahibiydiler; fazilet ve iffetin, terbiye ve edebin mücessem bir numunesiydiler. Kalpleri vatan sev­gisiyle dolu idi. Kadınları iffetliydi. İffet ve namusa o kadar itibar edilirdi ki, Roma’da fahişe, lakırdısı dahi işitilmezdi. Fakat ne zaman ki, iffetlerini yi­tirmeye başladılar, israf ve sefaletin kucağına düştüler. Edep ve hayayı terk ettiler, işte o zaman o koca imparatorluk inkıraz dönemine girdi. Rüşvet, bir salgın hastalık gibi devletin bünyesini sardı, kemirmeye başladı. Artık şeref ve haysiyet, namus ve iffet duygusu kalmadı. Ne hukuk hakimiyeti, ve ne de devlet kuvveti Roma’yı kurtaramadı. Sefahat ve sefaletlerde boğuldular, iktidar ve itibardan düştüler. Nihayet o yüz milyon nüfuslu muhteşem sal­tanat hak ile yeksan oldu. Kuvvet ve saltanatla, kanun hakimiyetiyle bu mikrobun karşısında duramadılar.

Yunan medeniyetine gelince, o akla ve fikre fevkalade itibar eden bir medeniyet idi. Öyle ki, herkes bir derece mütefekkir ve edipti. Biz bugün XX. asırda başörtülü kızlarımızı üniversite kapılarından geri çevire duralım, Eflatun Milat’tan dört asır önce, akademisinin kapısına “Matematik bilme­yen buraya giremez.” levhasını koymuştu. Akla ve hakikate o kadar itibar edilmekteydi.

Nihayet, Epikür çıktı. Şehevî arzuları tervic ederek gençliği dejenere etti. Artık, millet süfli arzuların zevk ve neşesiyle sarhoş oldu. İda­reyi elinde tutan bir takım cahil ve ehliyetsiz kimseler, fikir ve ilim erbâbını zindanlara tıktı, zehirledi, vatanlarından sürdüier. Sefahet, medeniyet diye takdim edildi. Şehvet, aklı esir etti ve ahlâkı çökertti. Şeytanları dahi şaşır­tan cinâyetler sergilediler. İnsaniyetperver ve faziletli, âlicenap vicdanlara kilit vurdular.

Bunun bir başka misali de Endülüs’te yaşandı. İslâm’ın yaşanması ve hayata hakim kılınmasıyle, servet ve ihtişamın zirvesine çıkan ve Avrupa’ya ilim ve irfanda üstadlık eden Endülüs Emevî Devleti’nin de en önemli inkı­raz sebebinin, yine ahlaksızlık ve sefahat olduğunu görüyoruz.

Emeviler, Avrupalıların desiselerine kapıldıktan sonra, fazilet ve ahlâklarını tedricen kaybetmeye başladılar, kuvve-i şeheviye haddini teca­vüz etti; rezalet fazilete üstün geldi ve sekiz asır boyunca tealiden tekâmüle, tekamülden saadete ulaşan bu millet, işte bu sefahat mikrobu sebebiyle inhizamdan sefalete, sefaletten inkıraza yuvarlanıp gitti. Ve nihayet, o ta­lihsiz akibet gelip çattı, tarihin solgun yaprakları arasına, bedbaht ellerle izmihlali yazıldı.

Evet, ruh ve ahlâk cihetiyle tefessüh etmiş ve çürümüş batı, bu necip milletin gençlerini de hayvani ve şehevî duyguların esiri edip dalâlet ve sefâhette boğmak için bütün gücü ile çalışırken, gençlerimizin iman ve ah­lakını sarsacak bu dehşetli tehlikeye karşı âlicenap, âlim ve mütefekkirle­rimizin gençlerimizde dini ve milli şuuru inkişaf ettirmek, onları ahlak ve fazilet ile mücehhez kılmak için çalışmaları en büyük vazifedir.

Malumdur ki, her zamanda olduğu gibi, hususan bu zamanda iman ve Kur’an’a hizmeti çok mühimdir. O hizmeti yapmak her şeyin başında gelir. Çünkü gençlerimizin kalpleri iman hakikatleri ile tenvir ve tahkim edilmez­se, ahirette ebedi saadeti kaybedecekleri gibi dünyada da cemiyet hayatı için bir zehir hükmüne geçer. Evet imansızlık ve sefahet huzur ve refahı değil, anarşiyi tevlid eder. Ebnayı cinsine merhamet ve şefkati olan himmet ehli bu tehlikeye karşı çare aramayı her işin üstünde görür.

Hakikat bu iken iman hizmetini bırakıp, buna nispeten yüz derece aşağı olan meselelerle meşgul olmak ne derece doğrudur!?. Akıl sahiplerinin id­rakine havale ederiz.

Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi şöyle ifade ediyor:

“Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gel­meyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.” 179

“Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor.” 180

Bu gün, hariçten gelen menfi cerayanlar, sefahat ve dalaletler, alem-i İslâm’ı pek ziyade mütezarrır etmektedir. Her insan gücü nisbetinde bu teh­likeleri bertaraf etmek için gayret etmek mecburiyetindedir. Bu hem dinî, hem de insanî ve vicdanî bir mükellefiyettir. Bu mükellefiyeti deruhte ede­cek âlicenab insanlar semadan inmeyeceğine göre elbetteki bu milletin si­nesinden doğacaktır. Yani bu vazife millet olarak hepimizindir.

Fertleri tenvir etmek, namus ve iffetlerini, haysiyet ve şereflerini maddî­manevî zararlardan muhafaza etmek, saadet ve selametlerine çalışmak va­zifesi hükümetlerden ziyade bu milletin âlicenap, fedakâr, ğayyur ve hami­yetperver fertlerine ve bilhassa ilim adamlarına aittir.

Bu millet, bugün içtihadtan ziyade îrşad ve nasihate muhtaçtır, zâten irşat umumî bir ihtiyaçtır. İnsan, kusur ve hatadan beri olamaz. Evet, tebliğ ve halisane nasihatin ehemmiyeti pek büyüktür. Mü’min, İslâm kardeşli­ğinin lâzımı olarak kardeşinin eksik ve hatasını münasip bir lisanla tamir etmelidir. Aksi halde onu ikaz ve irşat etmezse, onu boynundaki akrepten haberdar etmezse, kardeşine hıyanet etmiş olur.

Ehl-i himmet, âlicenap ve fedakâr zâtlara düşen vazife ise, içtihad dava­sından ziyade, sefahat ve dalaletin içinde yuvarlanan milletin ve gençliğin elinden tutmak olmalıdır.

Akıl ve kalbi marifet nurlarıyla tenevvür etmiş fertlerden mürekkep bir millet, dâima tekemmüle doğru huzur ve temkin içinde adım atar. İrfan ve faziletten nasibi olmayan bir kavmin tarihi, şan ve şerefi ne olursa olsun hariçten gelen menfi cereyanlar ve sefahat rüzgarlarıyla yıkılır gider, ya­şama hakkını kaybeder. Evet bir milleti teşkil eden fertlerin hayatlarının ahenktar bir surette tanzim edilmesiyle umumi saadet teminat altına alına­bilir. Malumdur ki, hayatın esası, rüknü, menbaı ilimdir, irfan ve fazilettir.

Her millet kendine mahsus bir takım örf, âdet, anane ve seciyelere mâliktir ki, o milletin diğer milletlerden temayüzü, bekası, terakki ve teâlisi  bunlara bağlıdır. İnkırazını da mezkur meziyetlerin bozulmasında aramak icap eder. Binaenaleyh bir millet yabancı kültür ve cereyanların tesirinde kaldığı müddetçe milli ruhundan, kültüründen, dininden, faziletinden ve necabet-i milliyesinden yavaş yavaş koparak, yıkılmaya mahkûm olur.

Bu asırda müslümanlar dalalet ve sefahetin ve bunların neticesi olan zillet ve sefaletin pençesinden kendilerini muhafaza etmek için bu gibi ehl-i himmet alimlere muhtaçtır. Bu ulvî hizmet için öyle kudsî himmet sahipleri lâzım ki, gençlerin kalblerini hakikatlere celbetsinler. Öyle ulvî dehalara ve fedakar mücahitlere ihtiyaç var ki, akılları teshir edip nefs-i emmarenin şehvani arzularından kurtarsınlar. Evet himmetini yüksek tutmak imanın en şanlı bir tecellisidir.

Evet, bu zamanın en büyük iki tehlikesi iman zafiyeti ve ahlaksızlıktır.Bediüzzaman Hazretleri, Hazret-i Eyüb (a.s.) bahsinde, milletimizin maruz kaldığı bu büyük hastalığı şöyle tasvir ediyor:

“Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zahirî yara hastalıkla­rının mukabili, bizim bâtını ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz her­bir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaraları­mız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor.” 181

Eşref Edip ile yaptığı mülakatta bu endişesini,

 “Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor.”

sözleriyle dile getirir. Bu büyük tehdit ve tehlike karşısında,

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum…”

182 diye feryat etmiş ve bütün ömrünü bu hastalığın tedavisine hasretmiştir.

İşte hepimize, bilhassa ilim adamlarına düşen vazife bu hastalığın teda­visine çalışmaktır. Zira bu mesele içtihad mes’elesinden binlerce defa ehem­miyetlidir. Her şuurlu insanın bunu idrak etmesi gerekir.

Gençlerimizin imansızlık ve sefahet belalarından kurtarılması, ancak ilim ve hikmet dairesinde yapılacak umumi bir irşad hareketiyle mümkün­dür. Evet insanları ikaz ve irşad etmek dinen vacip olduğu gibi, akıl nokta-i nazarından da lâzımdır. Zira, mârufu emr ve münkeri nehyetmek vazifesi hepimizin en büyük vazifemizdir. İman ve ahlâkı tahrip faaliyetleri organi­ze olmuş komitelerce icra edildiğinden, bu tehlikeye karşı her müslümanın uyanık olması ve ıslah hususunda elinden gelen gayreti göstermesi gere­kir. Ancak bu vazifeyi deruhte ederken, evvela emrettiği şeyleri kendisinin yaşaması, nehyettiği şeylerden de yine öncelikle kendisinin içtinap etme­leri gerekir ki, nasihatleri tesir etsin, insanlara faydalı olabilsin. Onların akıllarında hikmet, kalblerinde marifet uyandırmaya vesile olsunlar. Böyle olmadığı takdirde edilecek nasihat, söylenecek söz, hadd-i zâtında hikmete muvafık olsa bile te’siri mahdut kalır.

Şu da unutulmamalıdır ki, nasihatin ruhu hüsn-ü niyet, şartı da hüsn-ü tabirdir. Zira, güzel tabir hüsn-ü tesirin lâzımıdr. Halis bir niyet ile yapılan nasihat Allah’ın izniyle te’sirini gösterecektir.

İnsanların seviyesine uygun ve muvazeneli bir şekilde tatlı beyan ve güzel ifade ile edilen nasihatlar, herzaman te’sirini gösterir. Güzel bir fikir, tatlı bir ifade ile insana sihir gibi te’sir eder.

Son olarak şunu da ifade edelim ki, milletimizi manen çökertmeye çalı­şan dahili ve harici düşmanlar, gençlerimizin bir kısmını sefahetin kucağı­na atmışlarsa da imanlarını sarsamamışlardır. Çünkü bu milletin kalbinde ezelden beri Allah’a karşı bir muhabbet mevcuttur. Bunun izalesi mümkün değildir. Günah ve isyanlar ile zedelense bile, bir himmet ve gayret ile teda­visi mümkündür. İçtihâdî dedikodularla vakit geçirmek yerine, himmet ve gayretler bu noktaya hasredilmelidir.

Mehmed Kırkıncı

Dipnnotlar:

178 Enfal Sûresi, 8/51.
179 Sözler.
180 Mektubât.
181 Lem’alar.
182 Tarihçe-i Hayat.

İçtihat Heveslilerinin Yanıldıkları Hususların Beyanı

İçtihad: Usul-u Fıkıhda tarif edildiği gibi, ahkam-ı şerîye-i ferîyeyi edille-i erbaadan istihrac ve istinbattır. Yani, dört delil olan Kur’an, hadis, icma ve kıyastan ahkam çıkarmaktır. Başka bir ifadeyle hakkında açık bir ayet ve hadis bulunmayan fıkhî bir konuda bir müctehidin veli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsî görüş. Bu vazife de (yani içtihad ve istimbat-ı ahkam-ı şeriyye) müçtehidin-i izamın vazifesidir.

            Müçtehidin vasıfları (içtihadın şartları):

Evvela, Kur’an’ı Kerim’in şer’i ve lügati meânisi ve aksamı yani, has, amm, müşterek, sarih, kinaye, zahir, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall bilibare, dall biliktiza, dall biddelale, nasıh, mensuh, vesair aksam ve manalar müçtehide meleke ve kariha haline gelmelidir. Bu ilimleri sadece bilmekle içtihad yapılamaz. Meselâ: Celaleddin-i Süyuti gibi mütenevvi ilimlerde dörtyüz kadar esere sahip ve çok defa uyanık iken sohbeti nebeviyeye mazhar olan bir muhakkik zat, birkaç meselede içtihad etmek istediğinde devrin büyük fakihleri “Devr-i içtihad geçmiştir, sen içtihad yapmak iktidarında değilsin” diye kendisine karşı çıkmışlardır. Ömer Nasuhi Efendi de “Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu” adlı eserinde müçtehidleri büyüklük sırasına göre; Müçtehid fişer’i, müçtehid filmezheb, müçtehid filmesele, Eshabı tehric, Eshabı tercih, Eshabı temyiz ve Mukallid  olarak sınıflandırmakta ve en alt tabaka olan mukallid kısmını şöyle izah etmektedir. “Bu, içtihada, tehriç ve tercihe selahiyettar olmayıp yalnız bir mezhebe mensup hükümlerin, meselelerin ve rivayetlerin büyük bir kısmını hıfz etmiş, bunları eserlerine derc eylemiş olan herhangi bir zattır.” Ömer Nasuhi Efendi bu izahtan sonra, dokuzuncu asrın en büyük hanifi fukahasından olup, her bir cildi dokuzyüzü aşkın sahifeden müteşekkil altı ciltlik Reddulmuhtar isimli fıkıh eserinin sahibi İbn-i Abidin’i mukallid kısmına misal vermektedir.

Saniyen, müçtehid hadis-i şeriflerin de metin ve senediyle manalarını ve aksamlarını bilmeli ve ravilerin ahvallerine, hadisin cerh ve tadillerine, nasıh ve mensuhlarına, tarih-i vürudlarına vakıf olmalıdır.

Salisen, müçtehid örf ve adete vakıf olmakla beraber mevarid-i icmaı (yani hangi yerde icma varid olduğunu) bilmelidir ki, ona muhalif içtihadda bulunmasın.

Rabian, müçtehid kıyasın vücuhunu şeraitiyle, ahkamiyle, aksamiyle makbul ve merdudiyle ihata etmiş olmalıdır.

Bir kimsede mezkur şartlardan birisi veya bir cüzü bulunmasa, o kimseye ıstılahi manasıyla müçtehid denilmez. Davayla sultan olunmaz. Zira, delil istenilir, tasvir-i muddea ile aldanılmaz. Ve nihayet mutlak müçtehid kendi akıl, hayal ve hissiyatından mes’ele istihrac edemez. Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartıyla, dört delil-i şer’i içinde kapalı ve gizli, dinin itikatla ilgili olmayan fer’i meselelerini, istihrac edebilir. Aksi halde mesul olur.

Kaldı ki, bu zamanda, bu evsafta bir kimse yer yüzünde var mıdır ve bir şahsın bu evsafta yetişmesi mümkün müdür? Evet zatında mümkün olsa bile adeten vukuu dördüncü asırdan buyana cumhur-u ulemanın beyan ve ikrariyle sabit olmamıştır. Durumun böyle olduğunu asr-ı hazır fuzalasından, ulum-u diniyenin mütehassıs ve muhakkiklerinden Hüseyin-i Cisri, Ömer Nasuhi ve Şeyhülislam Müstafa Sabri ve diğer zatlar kitablarında beyan etmişlerdir. Zaten şimdiye kadar müçtehidlik dava edenler, mücerred iddiadan ileri gidemeyip kıl-u kal etmişler. Şimdi de iddia eden varsa buyursun içtihad etsin.

Müceddid-i Azam Bediüzzaman’ın Sözler adlı kitabındaki şu  beyanına kulak verelim:

Nasıl ki, çarşıdan mevsimlere göre, birer meta mergup oluyor. Vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyat-i insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda, birer metâ mergup olup revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ: şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyevinin temini ve felsefenin revaçları gibi… Ve selef-i salihin asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Halık-ı Semavat ve Arzın marziyatlarının ve bizden arzularını, kelamından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile, kapatılamayacak derecede açılan Ahiret âlemindeki saadet-i ebediyyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.

İşte o zamanda; zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvâlleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat ihzârını telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtri ders tenvir ediyordu ki, yakın idiki, kisbsiz içthada kabiliyeti ola; ateşsiz nurlana. İşte, şu tarzda fıtri bir ders alan ve müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurunâlâ-nur sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamand müçtehid olurdu.

Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupanın tahakkümiyle, felsefe-i tabiyenin tasallutiyle, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkar ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi dört yaşında Kur’anı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan İbn-i uyeyyne olan bir müçtehidin zekasında bulunsa, Süfyanın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki: Süfyanın ibtida-i tahsil-i fıtrisi sinn-i temyiz zamanından başlar, yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, Çünki; zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyevide sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde istidadı, içtihad-ı şer’i kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulum-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden şeri kalmıştır. Onun için “ben onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.”

 İmanı zaif, felsefesi kavi bir kısım kimseler, müçtehidin-i izama müsavat dava etmekte ve “onlar da bizim gibi insandırlar, hata yapabilirler o halde bizde içtihad yapabiliriz” diyerek ahkâm istinbat etmeğe cüret edebilmektedirler. Bu naehil ve haddini mütecaviz şahıslar, kendi söz ve fiillerinin şeriata uyup uymadığını bizzat kendilerinin tesbit edecekleri ve Kur’an ve hadiste mesnedini bulamadıkları meseleleri de kıyas yapma suretiyle halledebilecekleri iddiasındadırlar. Halbuki bu tarz hareket çok cihetlerde yaralayıcı ve mualleldir. Zira kıyasla neticeye varmayı, bir kimse belki muhakkik ve mütehassıs büyük bir din alimi de yapamaz. Acaba içtihadın neticesi olan mana-i muradı, (hak ve sadık olarak zann-ı galibi ile) edille-i şeriyeden istinbat ve istihrac etmek kimin hakkı ve kimin vazifesidir. Ve istinbat ve istihrac-ı ahkâmın şartları nelerden ibarettir?

Bişart-ı şey başkadır, bilâşart-ı şey başkadır. (Şartlı ve şartsız)  Bu kudsi vazife, hak ve layıkıyla Mişkât-ı Muhammediden (asm) işrak eyliyen, envar-ı lahutiyeyi iktibas edip, cihana, ilmen ve amelen neşr ve ifaza ile, hak ve hakikat-ı medeniyeyi tebliğ eyleyen Müçtehidin-i izama mahsustur.

Malumdur ki, her vazifenin, ilmin ve fennin ehil ve etbaları başka başkadır. Yine kaide-i mukarreredendir ki, bir fennin çok mahir mütehassısı, fünun-u sairenin mukallididir. Meselâ: Hendese gibi bir ilimde mahir olan zat, tıp gibi diğer bir fende âmi ve tufeylidir. Birinin metaı diğerinden istenilmez. Keza: Bugün bir din âlimi, ne kadar kabiliyetli olursa olsun, O zat-ı mübareklerin ancak kelâmlarını anlayıp, müstaid bir şakirt ve talebe olabilir ve bundan ileriye geçemez. Evet, semâ-ı içtihadın güneşlerine hiç kimse ne kendini, ne efkâr ve ezhanını, ne de kalb ve niyetini ve ne de zamanını onların ağraz-ı fasideden musaffa olan, efkâr, ahval ve ezmanlarına kıyas edebilir. Böyle bir kıyas, kıyas meal farıktır. Çünki, devr-i içtihad Asr-ı Nur ve Asr-ı Saadetin komşusu idi. Ondan dolayıdır ki, Müçtehidin-i izam ziya-ı feyzi, bihakkın cezb ve teşerrub ve iktibas etmişlerdir.

Meselenin iyice  anlaşılması için şu kaideyi de arz edelim: Hakikatın mahiyeti bir olmakla beraber, efradının zımnında tarz-ı tahakkukları ayrı ayrıdır. Meselâ: Sinek de uçar amma, kartal gibiyim diyemez. Birisine açılan ufkî daire, yekdiğeriyle muvazeneye gelmez ve tartılmaz. Buğday da sümbül verir, lâkin ne çare ki ağaç olamaz. İşte Kâinatta olan bütün nisbi kanunlar bu nevidendir. Binaenaleyh, mekatib-i âliyede okutulan funun-u aliyenin mahiyetleri bir olsa da suret-i tedrisleri başkadır. Meselâ: Mekteb-i adliyede de ilm-i hendese okunur. Lâkin¸ bu mektepden mühendis yetişmez. Kezalik: Ulum-u diniyenin mahiyet-i âliyesinin, tabaka-ı müçtehidinde tahakkuk-u keyfiyeti ile, fukaha-ı izam, müfessir ve muhaddis-i kirâm hazeratındaki keyfiyetin tezahürü kıstas edilip ölçülemez. Elbette her yıldızın güneşten feyz-i istifazesi kabiliyet ve istidadı nisbetindedir.

Feza-ı içtihadın yıldızları, tiryak hükmünde olan hakaik-ı âliye-i diniyeyi bir laboratuar mahiyetindeki edille-i şeriye ile tahlil, terkib ve tanzim ettikten sonra gittiler. Hamdolsun ki meydanı boş bırakmıyarak asırları nurlarıyla ziyadar eyliyen ve her biri dünyevi ve uhrevi birçok hakaik ve esrarın mahzeni olan, dost ve düşmanın takdir ve tebciline mazhar milyonlarca kitabı bırakıp sonra gittiler.

Bu zamanda İslamiyete hizmet arzusunda bulunan zamanın muhakkik din âlimleri, ûluvv-i himmet ve âlicenaplıktan dem vuranlar selef-i salihinden bizlere miras kalan ûlum-u diniyeye ait her çeşit cevher-i âliyenin kutusu hükmünde olan sadef misal kitaplarını taharri ve tetebbu edip, bizleri tenvir ve irşad ederlerse neâlâ etsinler. Yoksa, barit bir taassub veya meyl’üt tefevvuk hissiyle içtihad davasında bulunan ve şu asar-ı azimeyi basit anlaşıyla hafife alan, basit ve hafif insanlar hamiyet yerine hiyanet, hizmet yerine cinayet etmiş olurlar.

Bu hususta en selahiyetli olan Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi; “Nasıl ki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler daha seddediler. Yeni kapılar açmak, hiçbir cihetle kâr-ı âkıl değil. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de şu münkerat zamanında ve adat-ı ecanibin istilası anında ve bidâların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengâmında, içtihad namiyle kasr-ı islamiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muhariplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir.

Mehmed Kırkıncı