Etiket arşivi: İdris Görmez

Çocuğun Yetiştirilmesinde Okulun Rolü

Çocuktaki dini duygunun gelişmesinde etkisi olan çevre faktörlerinden birisi de okuldur. Risale-i Nurlar, okullardaki eğitimde yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye etmenin, çocuğun dinden uzaklaşmasına sebep olduğuna dikkati çeker. Bunun doğru formülünün, fen derslerinin yanında din derslerinin de verilmesi olduğunu belirtir ve şöyle der:

Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru funun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder, o iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile şüphe tevellüd eder’’.

Aslında, okullarda okutulan fen dersleri, kendi dilleri ile devamlı Allah’tan bahsetmekte, bir Yaratıcıyı tanıtmaktadır. Mesela coğrafya dersi dağlardan, ovalardan, denizlerden, ırmaklardan bahseder. Biyoloji dersi bitkileri, hayvanları ve bütün canlı varlıkları konu alır. Uzay bilimi ise yıldızlardan, fizik-kimya tabiattaki kanunlardan, elementlerden bahseder.

Neticede bunların hepsi, Allah’ın sonsuz ilmini, iradesini ve kudretini gösteren eserlerdir. Bir eser ise, ustasız olamaz. Kâinat Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış büyük bir kitaptır. Yeryüzü ise, onun bir sahifesidir. Bütün bilimler de, bu kitabın manalarını okuyup anlamaya çalışıp çabalarlar. Onun için bir bilim adamı olan Nobel ödülü sahibi Pakistanlı fizikçi Abdüsselam, fen bilimleri ile ilgili çalışmaları: “Allahın sanatlarını anlama gayreti” diye ifade eder.

Astronomi Alimlerinden Edward Young ise; “İnanmayan astronom delidir.” Diye hükmetmiştir. Meşhur bilim adamı Newton: “Hiçbir şeye lüzum yok, bir baş parmak bile Allah’ın varlığını ıspata yeter.” Diyor ve ilave ediyor: “Allah’a inanmaksızın kâinatın nizamı izah edilemez.” Yine Bediüzzaman’ın tabiri ile mülhem keşşaflardan Pasteur: “Kâinata, zerre nakş edilen bu harika bilgi ancak Allah’ın nihayetsiz ilim ve kudretiyle olabilir. Marifet bahrine daldıkça imanım kemale eriyor.” Demektedir. Galilei ise beyanında: “Kâinat matematik dille ve geometri yazısıyla telif edilmiş bir kitaptan farksızdır.” Diyor .

Bediüzzaman Hazretleri de kendisini ziyarete gelen lise talebelerinin;

Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ şeklindeki suallerine cevaben:

Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlikı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz…

Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, Küre-i Arz eczanesinde bulunan dörtyüzbin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki ziyahat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde- okuduğunuz fenn-i tıp mikyasiyle- Küre-i Arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl-i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Bediüzzaman bu gibi başka misalleri de verdikten sonra konuyu şu şekilde bağlamaktadır:

“İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasiyle ve hususî aynasiyle ve dûrbinli gözüyle ve ibretli nazariyle bu kâinatın Hâlik-i Zülcelâlini esmasiyle bildirir. Sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır.” Bunun üzerine bu dersi dinleyen liseli gençler: “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki; tam kudsi ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun.’ Demişlerdir.!

İşte çocukların ve gençlerin eğitiminde eğitimciye düşen görev, onların hem kalblerine, hem akıllarına ve hem de ruhlarına hitap edecek tarzda bilgiler vermektir.

Eğitimde sadece akıl dikkate alınırsa, genç nesiller şüpheci, isyankâr ve anarşist olurlar. Yalnız kalp nazara alınırsa, o zaman da mutaassıp olurlar. Bu dengenin dikkate alınmasına ihtiyaç vardır. Hem din ve hem de fen sahasında mütahassıs şahısların yetişmesiyle, bilgili ve faziletli bir millet vücuda gelecektir. İnsanlığı mesut edecek bir medeniyet bu şekilde doğacaktır. Konu ile ilgili olarak Risale-i Nurlar’da şöyle denmektedir:

Bir miletin gençliği, ne zaman Kur’an ve ondan lem’an eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise, o vakit o millet terakki ve teali etmeye başlamıştır.

Bunun için çocukların ve gençlerin iman ve İslamiyet ihtiyaçıyla yanan ruhlarını, Kur’an tefsiri Risale-i Nur’un feyizleri ve nurlarıyla doldurmalıdır. Böylelikle, tahkiki bir imana sahip olacak gençlik, Allah’ını, peygamberini, vatanını ve milletini sevecek, o millet birlik ve beraberlik içerisinde hem maddî ve hem de manevî olarak yükselecektir.

Anneler Birer Şefkat Kahramanıdır

Anneyi anne yapan onun şefkati ve fedakârlığıdır. Annelerdeki bu iki his yani şefkat ve fedakârlık hisleri geliştirilir ve yerinde kullanılırsa, anne gerçek anneliğini yapmış olur. Şimdi bu hislerin nasıl geliştirilmesi ve kullanılması gerektiği üzerinde duralım.

Evet, her bir anne bir şefkat kahramanıdır. Çocuğuna karşı mukabelesiz, karşılıksız bir fedakârlık taşımaktadır. Bu fedakarlık ve şefkat hisleri yerinde kullanıldığı takdirde, çocuğun hem dünya saadetini hem de ahiretteki ebedi saadetini kazandırabilir. Onun için birer hazine hükmünde olan şefkat ve fedakarlık hislerinin yerinde kullanılması çok önemlidir. Risale-i Nurlar’da bu husus şu şekilde açıklanmaktadır:

Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gâyet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyevîyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahût sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyevîyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘Niçin benim îmanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve îdam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil dâvâcı olmak, bütün ruh- u cânı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur” .

Burada; “Annelik şefkati nasıl kötüye kullanılabilir?” diye bir soru hatırımıza gelebilir. Evet, bir anne, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini, ebedi hayatını düşünmiyerek, geçici kırılacak şişeler hükmünde olan kısacık dünya hayatına çevirmesi, bu şekilde ona şefkat göstermesi, o şefkati kötüye kullanmaktır.

Hâlbuki bu çok kıymetli olan annelik şefkati, çocuğun hem geçici olan dünya rahatını hem de ebedi olan ahiretteki rahatını kazandırmak için verilmiştir.

Diğer önemli bir husus da, islamiyetle güzelce terbiye edilmiyen bir çocuk, annelik hakkına karşı gerekli hürmet ve saygıyı tam gösteremez. Dünyada annesine karşı yapması gereken vazifesinde çok kusur eder. Diğer taraftan ahirette sevaplarıyla yardımcı olamadığı gibi, “Neden imanımı İslam terbiyesi ile kuvvetli iman dersleri ile kurtarmadınız?!..” diye davacı olur.

Dr. İdris Görmez

Her An Değişen Varlıklar Yaratıcılarını Göstermektedir

Yaratılan her şeyde kendine mahsusu kabiliyetlerin olduğunu ve bu kabiliyetlerin inkişaf edip geliştiğini görüyoruz. Bütün yaratılmışların çok kıymetli vaziyetlerde çalıştırıldıklarını ve sonra da daha yüksek bir mertebeye çıkarıldıklarını müşahede ediyoruz. Mesela elementlerin her biri madenler mertebesine, madenler nebatlar hayatına, nebatlar rızık olarak hayvanların hayat derecesine ve hayvanlar da daha yüksek bir hayat seviyesi olan şuurlu insaniyet mertebesine çıkarılıyor. Böylece kâinatta daimi bir faaliyet cereyan ediyor. Her şeyin kabiliyetine göre bir vazife yaptıktan sonra kaybolduğunu ve onun yerine başkasının vazifelendirildiğini görüyoruz. Elbette bir yerde bir faaliyet varsa, bir iş yapılıyorsa, o faaliyeti, o işi yapan birisinin varlığını her akıl sahibi kabul eder. Çünkü fiil failsiz olmaz. Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz, bir köy muhtarsız olmazken, bu kadar harika varlıkların elbette harika bir yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olacaktır.

Hele o yapılan işler ne kadar mükemmel, nizamlı, intizamlı hikmetli ise o nispette o işi yapan zatın mükemmelliğine, ilminin, iradesinin, kudretinin yüksekliğine delalet eder. İşte kâinattaki mükemmellik, zerrelerden kürelere, sinekten semadaki yıldızlara kadar, gözle görülmeyen bir yaratıktan insana kadar her şeyde görülen hikmetli, intizamlı, son derece hayret verici güzel yaratılışlar bunları yaratan, terbiye eden, idare eden yaratıcının varlığını, birliğini sonsuz ilmini, iradesini, kudretini apaçık ortaya koymaktadır. Mesela bu yaratılan her bir varlığın resminin bile kendi kendine olması, tesadüfe havale edilmesi mümkün olmadığına göre, bu kadar harika eserlerin kendi kendine olamayacağı, tesadüfe, akılsız, şuursuz, ilimsiz, iradesiz tabiata, sebeplere verilemeyeceği aşikârdır. Gündüzün varlığı güneşi ne kadar kati gösteriyorsa, kâinatta yaratılan küçük büyük, görünen görünmeyen bütün varlıklar da o katiyette yaratıcıları olan Allah’ı akıl gözüne göstermektedir.

Materyalistlerin Yanıldıkları Noktalar

Allah her organı belli bir görev için yaratmıştır. Bu organların yanlış yerde kullanılması, yanılgılara sebep olmaktadır. Mesela, göz görmek, dil tatmak, akıl ise düşünmek ve varlıklardan mana çıkarmak için verilmiştir. Materyalizmi felsefelerine esas alanlar, aklın vazifesini gözden istemekte ve böylece hataya düşmektedirler. Gözün gördüğü şey, ancak maddedir. Hâlbuki her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür. Nasıl ki, gözün ruh ve akıl gibi manevi şeyleri görmesi mümkün değildir. Ruhun ve aklın varlığı eserleriyle anlaşıldığı gibi, Allah’ı n varlığı da ancak kendisini tanıtmak için yarattığı harika eserleriyle anlaşılacaktır.

Materyalistlerin yaratıcıyı tanımakta yanıldıkları ikinci nokta, yaratılanla yaratıcıyı mukayeseden kaynaklanmaktadır. Yaratan, yaratılan cinsinden olamaz. Yaratılan varlıklarla yaratıcıyı mukayese etmek çok yanlış bir kıyaslama olur. Sonsuz bir sayı sonlu bir sayıyla mukayese edilmediği gibi, bütün sıfatları sonsuzlukta olan Allah, sonlu sıfat sahibi olan varlıklarla hiç mukayese edilebilir mi?

Varlıklar bir yaratıcı tarafından, yoktan yaratılmakta, her an yeniden yeniye değişime uğramaktadır. Çünkü varlıklardaki bu halden hale geçişin, değişimin sebeplerinden birincisi, sonradan yaratılmış olmalarıdır. İkincisi, mükemmel hale gelmek için halden hale girerek yenilenmeye ihtiyaclarının olmasıdır. Üçüncüsü, ihtiyaç sahibi olmalarıdır. Dördüncüsü, maddî bir varlık olmalarıdır. Beşincisi de, mümkün, yani sonradan yaratılmış varlıklardan olmalarıdır. Hâlbuki Cenab-ı Hak, hem kadîmdir, hem her cihetçe sonsuz kemaldedir, hem hiçbir şeye muhtaç değildir. Hem maddeden mücerrettir. Yani, maddenin bütün özelliklerinden farklı bir hususiyettedir. Hem vacibü’l vücuttur. Tegayyür ve tebeddülü, yani bir halden bir başka hale geçmesi ve değişmesi muhaldir, mümkün değildir. Çünkü sonradan yaratılmış varlıklardan değildir.

Bütün noksan sıfatlardan uzak olan Allah, hem ezelidir, evveli ve sonu yoktur. Hem her cihette sonsuz mükemmelliktedir. Hem hiçbir zaman hiçbir şeye muhtaç değildir. Vücuda gelmiş eşyanın şekil ve suretlerinden, her türlü düşünülebilen özeliklerinden ayrı bir keyfiyettedir. Hem Vacibül Vücuttur, yani varlığı kendinden dolayı gereklidir. Başka birinin var etmesine ihtiyacı yoktur. Bunun için elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

Onların yanılma sebeplerinden birisi de, mahlûkatın yaratılmasında görünün hadsiz kolaylık, gayet derecede çabukluk, işlerin sonsuz süratte olmasıdır. Bunlar Allah’ın kudretinin, ilminin ve iradesinin sonsuzluğuna delil olduğu halde, materyalistler bunu Allah’ın sonsuz kudretiyle olduğunu kabul etmedikleri için, bin derece akıldan uzak olan, kendi kendine icat edildiğine hükmetmişlerdir. Oysaki sonsuz bir kudretin delilini, onun yokluğuna delil yapar ve nihayetsiz muhalat kapısını açar. Yani, aklın kabul etmesi mümkün olmayan inkâr yollarına kapı açar. Çünkü o halde, âlemin yaratıcısı olan Allah’a lazım olan nihayetsiz kudret, her şeyi ihata eden ilim gibi nihayetsiz kemalde olan sıfatlarını, zerrelere vermek lazım gelir. Tâ kendi kendine teşekkül edebilsin. Bu ise, bir tek İlâhı kabul etmeyip, zerreler sayısınca İlâhların kabulünü netice vermektedir.

Tabiatperestlerin yanılma sebeplerinden birisi de, Allah’ın eserlerini tabiata dayandırmalarıdır. Hâlbuki tabiat; Allah’ın bir sanatıdır, sanatkâr olmaz. Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış bir kitabıdır, kâtip olmaz. Tabiat bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz. Onların, eşyanın yaratıcısı olarak kabul ettikleri tabiat ise, her şeyi yoktan yaratan Allah’ın kudretinin, hikmetinin ve iradesinin cilveleridir.

Materyalistlerin yanıldığı noktalardan birisi de, Allah’ın ezeli sıfatını maddeye vermeleri ve maddeyi ezeli kabul etmeleridir. Allah’ın varlıklardaki kudretinin tecellisini görüp, fakat bunun nereden geldiğini bilemediklerinden ve nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm etmişlerdir. Böylece Allah’ın eserlerini, maddede görülen harekete ve zerrelere vermişlerdir.

İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber, her bir yerde, her bir şeyin icadında, her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle Allah’ın yaptığı fiilleri ve eserleri, cansız, kör, şuursuz, iradesiz, ölçüsüz ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrelere, moleküllere ve bunların hareketlerine vermek ne kadar cahilane ve hurafekerane bir fikir olduğunu zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerekir.

Bunlar Allah’ı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, Allah’ın zatının gereği olan ezeliyetini ve yaratıcılığını, kendi akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz ve nihayetsiz cansız zerrelerin ezeliyetlerini ve ilahlıklarını kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar. Hâlbuki ilah gibi kabul edilen bu zerreler, Allah’ın nihayetsiz kudreti, emri altında hareket ettirilen muntazam ve muhteşem bir ordusu hükmündedirler. O zerrelerden meydana gelen düzgün şekiller, faydalı neticeler, intizamlı ve hikmetli yaratılışlar, nasıl akılsız, şuursuz ve ilimsiz zerrelere verilebilir? Çünkü bir şeyde intizam ve nizam varsa, bu bir ilmi, iradeyi ve kudreti gösterir.

Her Şeyi Değiştirenin Kendisi Değişmemelidir

Kâinatta devamlı şekilde bir faaliyet, bir değişim söz konusudur. İşte bunun için diyorlar ki; Bu faaliyeti, bu değişimi yapan zatın kendisinin de değişmesi bir halden başka bir hale geçmesi, aynı halde durmaması lazım gelir.

Yerdeki aynaların tegayyürü, yani değişmesi, gökteki güneşin değişmesini değil, bilakis, cilvelerinin ve akislerinin tazelendiğini gösterir. Demek, yerde güneşin ışığını aksettiren ne kadar ayna misali parlak şey varsa, cam parçaları, su zerreleri gibi, bunların değişmesi güneşin de değişeceğini göstermez. Aksine güneşin değişmediğini sabit ve daim olduğunu, fakat güneşe aynalık yapan güneşin varlığını gösteren aynaların tazelendiğini, değiştiğini gösterir.

İşte kâinattaki her varlık Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği, isimlerin sahibini gösteren bir aynadır. Mesela yaratılışlarından Halık ismi, nizamlı intizamlı oluşlarından Nazım, Munazzım isimleri, kendilerine mahsus aldıkları suretlerden Musavvir ismi, hayat sahiplerinde Hay ve Muhyi isimleri, hayattan terhis olup ölmelerinde Mümit ismi, rızka muhtaç olanların rızıklandırılmalarında Rezzak, Rahman, Kerim, Rahim isimleri, süslü ve güzel yaratılışlarında Müzeyyin, Cemil gibi isimleri tecelli etmekte kendilerini göstermektedir. Allah(c.c.) bir ayette şöyle buyurmaktadır.

Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için (Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren), büyük işaretler vardır.

İşte düşünen bir insan, ayette de belirtildiği gibi, her şeyden bir ders çıkarır. Kâinattaki her an değişen faaliyetten ve yukarda sayılan isimlere ayna olan varlıkların devamlı olarak tazelenmesinden, çıkaracağı ders; Bu güzel, mükemmel bir şekilde yaratılıp, fakat hiç durmadan değişen gelip geçen varlıklar perdesinin arkasında daimi, değişmez bir güzellik sahibi, iyilik sahibi, yaratıcı, sanatkâr, rızıklandırıcı, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ama bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılayan, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan birisinin varlığının bilinmesidir.

Değişimin Hikmeti Nedir?

Burada akla bir soru daha gelebilir. Oda: Kâinattaki varlıkların devamlı değiştirilmesinin arkasında ne gibi hikmetler vardır? Birinci hikmeti, güzelliklerinin arttırılması, ikincisi lezzetlerin yenilenmesi, üçüncüsü yeni yeni sanat eserlerinin sergilenip, teşhir edilmesi için bir tazelendirmektir.

İnsan yaratılış itibariyle, her an değişiklik ister. Bir odadaki eşyaların değişmesini istemek, elbisesini değiştirmek gibi arzu ve istek insanın içinde vardır. İşte bir evi gibi olan dünyayı, Allah onun yaratılışına uygun olarak her an değiştirmekte ve böylece bir cihetten de kendi varlığını hissettirmekte ve nazarlara göstermektedir. Çünkü madem bir değişiklik var. O halde bu yeryüzü ve sema sayfalarını, gece ve gündüzü, yaz ve kışı, gençlik ve ihtiyarlığı değiştiren bir yaratıcı olacaktır.

Böylece bu manaları düşünen bir insan, her şeyin hikmetini anlamakla, dünyadan alacağı lezzetini, şevkini ve hayranlığını arttırır.

Dr. İdris Görmez

Dünyada Tesadüfe Dayalı Bir Olay Var Mıdır?

Kütüphanemi karıştırıyordum. Elime kabı yırtılmış bir kitap geçti. İlk sahifesinde bulunan başlık dikkatimi çekti. ‘Yegâne Dünyamız’ başlıklı yazının ilk satırlarında şunlar yazılıydı:

‘Elinize on tane marka alın, her birini birden ona kadar numaralayın. Hepsini cebinize koyup karıştırın. Sonra bu markaları, birden ona kadar numara sırası ile cebinizden teker teker çıkarmaya çalışın. Neticesi şu olacaktır:

Bir numaralı markayı çekebilme şansı onda bir; 1 ve 2 numaralı markayı çekebilme şansı yüzde bir 1, 2 ve 3 numaralı markaları arka arkaya çekebilme şansı binde bir ;1, 2, 3 ve 4 numaralı markaları sıra ile çekebilme şansı on binde bir nispetindedir. Böylece markaları birden ona kadar sıra ile çekebilme şansının, ya da ihtimalinin on milyarda bir olduğu görülecektir.’

Bu basit örneği anlatmamızdan gaye, tesadüf iddiasına karşı rakamların korkunç bir şekilde nasıl çoğaldığını okuyucuya göstermektir. Bu matematikle ilgili basit misal, dünyada hiçbir şeyin tesadüfe verilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Mesela dünyada yaklaşık beş milyar insan vardır. Bütün insanların vücudundaki organların yeri aynıdır. Sayıları da değişmemektedir. Her insanın iki gözü vardır ve yüzüne takılmıştır. İki kolu vardır ve kolları yandadır. Her insanda iki kulak, bir ağız bir burun vardır. Bütün insanlar yemeklerini ağız yoluyla yemektedirler. Yine her insanda koku alma organı burun işitme organı kulaktır. Demek, tesadüf neticesi olarak tüm insanların organlarının vücudunun aynı yerinde olması ve aynı vazifeyi görmesi matematik ilmine göre imkânsızdır.

Yine hiçbir insanın bir başkasına, yüzü, sesi ve parmak izi benzememektedir. Bütün insanlar birbirlerinden farklı yaratılmışlardır. İşte akıllara durgunluk veren bu gerçekler gösteriyor ki, kâinatta hiçbir şey tesadüf olmamıştır.

Öyle ise kâinata her şeye bilerek yön veren bir kudret vardır, o da Allah’dır. Her şey O’nun iradesiyle yapılır. Her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şeyi sonsuz ilim, irade ve kudretiyle yaratan ve idare eden yalnız O’dur.

Dr. İdris Görmez

Gençlik Kimi Model Alacak?

Bir önceki yazıda gençlikle ilgili araştırmada belirtildiği gibi, gençliğin gerçekçi ve sağlıklı modellere ihtiyacı vardır. Bu hususta çocukların ahlak güzelliği bakımından taklit edecekleri bir modelin ortaya konulması gerekmektedir. Konu ile ilgili olarak Bediüzzaman şöyle der;

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem, binler mu’cizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemâlâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’ân-ı Hakîmin hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibâıyla milyonlar ehl-i kemal, merâtib-i kemâlâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktidâ edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır…

İşte böyle bir zâtın ef’al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık”tır .

Demek, çocuklara ve gençlere; işlerinde, sözlerinde ve hallerinde model alacakları ve taklit edecekleri tek zat Hz.Muhammed (S.A.V.) ve onun yüksek ahlakıdır. Çünkü “Yapan bilir, bilen konuşur” değişmez bir kaidedir. İnsanı yoktan yaratan Cenab-ı Hak insanı en iyi bilendir. Onun dünya ve ahiret saadeti için nasıl bir ahlaka sahip olması gerektiğini de en iyi o bilir. İşte bu hususta bütün insanlığa bildirilmesi gereken Kur’an ahlâkını peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V.) de toplamış ve O’nu insanlığa taklit edilmesi ve model alınması için değişmez bir rehber olarak göndermiştir.

Batı ilim adamları ve filozoflar, İslam ahlakına insanlığın ihtiyacını şu şekilde dile getirmişlerdir:

İslamiyetin kanunları yüksek bir tarzda âlemin islahına kâfidir.” Yine filozof düşünür Shebol;

Muhammedin (A.S) beşeriyete intisabı ile bütün beşeriyet muhakkak iftihar eder. Çünki: O zat ümmi olmasıyla beraber 13 asır evvel öyle bir şeriat getirmiş ki, biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek, en mes’ut en saadetli oluruz.” Yine Bernard Shaw’da;

Ben görüyorum ve itikat ediyorum ki, beşere vaciptir ki desin: Muhammed (A.S.V) insaniyetin halaskârıdır. Ve halaskârlık namı ona verilmek lazımdır.

Gençleri İkaz

Bediüzzaman Risale-i Nurlar’da zararlı kültürleri taklit etmemeleri için gençliği şu şekilde ikaz etmektedir:

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.

Bu ifadelerde dikkat çekilen husus Avrupada görülen ahlaksızlığın ve inançsızlığın taklit edilmemesi gerektiğidir. Yoksa insanlığa faydalı olan sanatı ve fen ilimleri değildir.

Dr. İdris Görmez