Etiket arşivi: ihlas

Para İle İmtihan…

“Ne sây ile, ne mal iledir beyim,
büyüklük kemâl iledir.”
 
Mevlanâ’ya Selçuklu sultanlarından biri, kabul etmesini arzu ederek birkaç kese altın göndermişti. 
Mevlanâ’nın talebelerinden biri altınları alıp Mevlanâ’ya arz edince, Mevlanâ talebesine döndü ve
 
“-Beni gerçekten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atınız!” 
dedi.Talebesi, Mevlanâ’nın bu isteğini emir telakki edip, hiçbir sual dahi sormadan yerine getirdi.
Bu olaya şahit olan bazı kimseler, çamura atılan altınları toplamak için, hiç vakit kaybetmeden çamurun içine dalmışlardı. 
Fakat, kısa süre sonra üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hale geldi. 
Mevlanâ talebelerine onların bu hallerini göstererek ; 
“-Bu altınlar, şu gördüğünüz dünya ehlinin üstünü, başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip ibadetlerden alıkoyar. Bunun için dikkat edilmesi gereken husus; hırs ve tama yapmadan kanaaat üzere bulunmaktır. Dünyada, âhiret için çalışılmalı, kazanılmalıdır. Çünkü İslâm, insanlara faydalı olmayı emreder. Dünyadaki saadetlerden biri de helal kazanmak ve bu kazancını hayır ve hasenat yaparak âhirete göndermektir. Asıl sermaye ise, ilim, amel, ihlâs ve güzel amele sahip olmaktır” 
buyurdu.   
 
 
SANMA EY HACE Kİ SENDEN ZER-Ü SİM İSTERLER
 
Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler
“Yevme la yenfau” da kalb-i selim isterler.
 
Berzah-ı havf ü recadan geçe gör nakam ol
Dem-i âhirde ne ummid ü ne bim isterler.
 
Unutup bildiğini arif isen nadan ol
Bezm-i vahdette ne ilm-ü ne âlim isterler.
 
Âlem-i bi meh ü hurşid ü felekde her giz
Ne mühendis ne müneccim ne hakim isterler
 
Harem-i ma’niye biganeye yol vermezler
Âşina yi ezeli yar-i kadim isterler
 
Sakin-i dergeh-i teslim-i riza ol daim
Bermurad itmeğe hizmette mukim isterler.
 
Dergeh-i fakra varıp dirliğini arz etme
Anda her giz ne sipahi ne zaim isterler.
 
Aşık ol serbet-i vasl ister isen kim aşık
Çaresiz derd arayıp renc-i elim isterler .
 
Ni’met-i zahire dilbeste olan gürsineler
Muzd nan pareye cennat-i naim isterler.
 
Kible-i ma’niyi fehm eylemeyen kec revler
Sehv ile secde edip ecr-i azim isterler.
 
Ezber et kissa-i esrar-i dili ey Ruhi
Hazır ol bezm-i İlahi’de nedim isterler
——————————————————————————————————————
(BU ŞİİRİN YENİ TÜRKÇE’DEKİ ŞEKLİ)
 
Efendi, sanma ki senden altın ve gümüş isteyecekler
Hayır ,”Yevme la yenfau” da ancak kalb-i selim isterler
(Bu beyitte Şuârâ Sûresinin 88-89 âyetlerini telmih mevcut olup; o âyetlerde “Yevme la yenfau malun vela benun / Illa men eta’llahe bi kalbin selim” buyrulmaktadır. Meali şöyledir: “O gün (kıyamette) mal da fayda vermez evlatlar da / Ancak sağlam bir kalb ile Allah’ın huzuruna gelenler müstesna.”  
Şair bu beyitte âhirete temiz kalb ile gitmek gerektiğini vurgulamaktadır). 
 
Korku ve ümit merhalesinden geçip nakam olmaya bak
Yoksa son nefeste ne korku ne de umid işe yaramaz.
Eğer arif isen bildiklerini (vesveselerini) unutup bilmezlik makaminda kal.
 Çünki vahdet bezminde ne ilim ne de âlim isterler
(Gerçek) ay ile güneşlerin kaybolup gittiği şu dünyada ve gökkubbenin altında
Ne muhendis ne muneccim ne de filozof olmak kar etmiyor
(Bu beyti, “şu güneş imiş şu ay imiş gibi ayrımların yapılmadığı gerçek âlemde mühendis de olsan, müneccim yahut filozof da, faydası yok” şeklinde manâlandırmak da mümkündür).
 
Bigane olanları manâların harem dairesine girmeye bırakmazlar
Oraya girebilmek için ta ezelden âşinalar ve kadim dostluklar (Allah’i bilmek ve O’nun dostu olarak yaşamak) istenir.
 
Daima Hakk’ın rızasına teslimiyet dergâhında ikamet et
Çünki bir kişiyi muradına erdirmek için hizmette devamlılık isterler.
 
Fakr dergahına varıp maaşının yüksekliğinden dem vurma
Çünki orada asla ne üst düzey paşalar ne de prensler (yuksek bürokratlar) isterler.
 
Günü geldiğinde vuslat şerbetinden içmek istersen gerçek aşık ol
Ancak bil ki aşıklar gerçek aşka ulaşabilmek için çaresiz dertler arayıp elim sıkıntılar isterler.
 
Gösteriş nimetine gönül bağlayan gerçek fakirler bir parça ekmek parasına karşılık Naim cennetlerini istiyorlar (Garip doğrusu. Dilenciye çeyrek ekmek parası sadaka vermekle cennet kazanılacak sanıyorlar)
 
Gerçek manalar kıblesini idrak edemeyen aykırı gidişatlılar
Kazara bir secde ederler de hemen ardından (ömürleri taatle geçmiş gibi) en büyük ecirleri isterler.
(Demek bayram namazına gitmekle yıllık ibadetini tamamladığını sanıp sofuluk taslayanlar XVI. asırda da varmış )
 
Ey Ruhi, gönül sırlarına ait kıssayı ezberleyip kendini hazırlıklı tut ki
Yarın Allah’ın huzuruna varıldığında, tatlı dilli sohbet adamı (kulluğunda eksiği olmayan dost) isterler.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Umuda geçiş zamanı

“Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi (İslâm dünyasını) maddî cihette kurun-u vustada (ortaçağda) durduran ve tevkif eden(sabitleyen) altı tane hastalık var” diyor, Bediüzzaman Said Nursi, “Hutbe-i Şamiye isimli eserinde… Altı hastalığı da tek tek sayıyor: 

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi…

İkincisi: Sıdkın (Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten biri sıdkdır) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede (sosyal ve siyasi hayatta) ölmesi… 

“Sıdk”, yani doğruluk, dürüstlük, samimiyet, ihlâs, ahde vefa: Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten biri. Bu kelimeyi şöyle açıyor, Üstad:

İslâmiyetin esası sıdktır…

“İmanın hassası sıdktır…

“Bütün kemâlâta îsal edici (ulaştırıcı) sıdkdr…

“Ahlâk-ı âliyenin (yüksek ahlâkın) hayatı sıdkdır

“Terakkiyatın (gelişme-ilerleme) mihveri sıdkdır 

“Âlem-i İslâmın nizamı sıdkdır

“Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdkdır

“Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk (üstün) ettiren sıdkdır

“Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin (insanlık mertebesinin) en yükseğine çıkaran sıdkdır

Üçüncüsü: Adavete muhabbet (düşmanlığa dostluk-nefreti sevmek)… 

Dördüncüsü: Ehl-i imanı bir birine bağlayan nuranî rabıtaları (bağları) bilmemek (yahut umursamamak)… 

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden (yayılan) istibdad (antidemokratik baskı ve şiddet)… 

Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek (bütün himmet ve gayretini kişisel çıkar için harcamak)… 

Bu çarpıcı tespitlerle birlikte Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatı’ndaki tüm tespitlerine dikkatle eğilmek gerekiyor. İnanıyorum ki, dünyanın gerçek kurtuluşu aramaya çıktığı bir sırada, Kur’an referanslı fikirler hem revaç bulacak, hem de insanlık âlemine yeni ufuklar açacaktır. Bu bakımdan, Kur’an gerçeğini çağa taşıyan Bediüzzaman gibi değerleri anlamaya ihtiyacımız var. Onun ve eserlerinin etrafında ufuk açıcı tartışmalar yapılması özelde İslâm âlemine, genelde tüm dünyaya büyük fayda sağlayacaktır.  

İslam âleminin son derece önemli problemler yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Mısır başta olmak üzere, Afganistan, Irak, Libya, Tunus, Suriye gibi ülkelerde (ve Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri) ciddi problemler var. 

Hepsi bu kadar da değil…

Batı dünyası acımasız kapitalist yöntemlerin bedelini ödüyor: Yunanistan ekonomik iflâsta, İsveç tökezledi, İspanya ve İtalya yalpalıyor, Fransa ekonomik kıskaca girmemek için Arap dünyasını sömürecek tuzaklarda çıkış arıyor, ABD bir türlü toparlanamıyor ve o hınçla bize sataşıyor, teröristlerle dahi işbirliği yapıyor…

Kısaca söylemek gerekirse, maddeyi öne çıkaran yanlış yapılanma, “Hayat mücadeledir” felsefesine tıkanıp çözülmek üzere… Artık yalnız fertler değil, milletler bile isyan ediyor.

Bu gelişmeler de gösteriyor ki, ne sosyalizm, faşizm, kapitalizm gibi yanlışlarla malül beşerî reçetelerde varlık arayan insanlık âlemi, ne de kendi varlık sebebini unutup onları şuursuzca taklit eden İslâm âlemi mutlu değil. Görüntü topyekûn bir tıkanmaya işaret ediyor.

Marks’ıyla, Kant’ıyla, Dekart’ıyla ve Aristo’suyla, Weber’iyle, Durkheim’ıyla tüm Batı tıkandı.

Bu durumda Batı’yı taklit etmeye çalışan İslam dünyasının aynı hastalıkları paylaşması ve sonuç olarak tıkanması kaçınılmazdı. 

Umutlar Türkiye’ye yönelik: Ama bu kargaşa ortamında yıldız gibi parlayan Türkiye’nin de başı dertten kurtulmuyor…

Yeniden dirilip Osmanlı şemsiyesini açmaması için bilerek, isteyerek başına envai çeşit çoraplar örülüyor…

Türkiye PKK’yı gerçekten bertaraf edebilir de Bediüzzaman’ın işaret ettiği hastalıklardan arınabilirse, dünya çapında müthiş bir “inkılâb”a öncülük edebilir.

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

İstikametin Ehemmiyeti

Ahlak-ı hasenenin en önemli şubelerinden biri olan istikamet; doğruluk, aşırılığın her çeşidinden, yani ifrat ve tefritten uzak durup, her işte itidal üzerine bulunmak, din ve akıl dairesinde yürümek manalarına gelir.

İslâm dinine göre istikamet, Allah-ü Teâla Hazretlerinin varlık ve birliğiyle beraber esma ve sıfatlarına iman edip, O’na şerik koşmamak ve O’nun emirlerini yapıp, nehyettiği şeylerden kaçınmaktır. Fert ve cemiyetin hukukunu muhafaza edip, Peygamber Efendimizin (sav.) sünnetine tabi oluk, özünde, sözünde ve fiilinde İslâmiyet’i hayatına tatbik etmektir. Allah’a verilen ahdi yerine getirmektir. Her an O’nun murakabe ve nezaretinde olduğunu bilmektir.

Hazret-i Osman (ra.) “İstikamet, bütün amellerde ihlasa dikkat etmektir.” diye buyurmuştur.

Akıl ve İslâmiyet dairesinde yürüyen, dünyevi ve uhrevi vazifelerini İslâmiyet’e göre yapan bir Müslüman sırat-ı müstakim üzeredir. İstikamet üzere olan bir insan toplumun en şuurlu ve en değerli bir ferdidir.

İstikamet üzere yaşayan kişinin en önemli bir özelliği sadakattir. Sadakat, insanın sözünde, fiilinde ve itikadında doğru olmasıdır. Sadakat, dinin direği, edebin rüknü, mürüvvetin aslıdır. Sadakat, bütün meziyetlerin ve güzel sıfatların kaynağı, insaniyetin şerefi ve ahlâk-ı hasenenin ziynetidir. Marifet-i ilâhiyenin reisi iman, amel-i salihin ki ise istikamettir.

Bediüzzaman Hazretleri de sıdkın ehemmiyetini şöyle ifade eder:

Bütün hayatımdaki tahkikatımla, ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasiyle hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: SIDK, İslâmiyet’in üssülesasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise: Hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip, onunla mânevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk, tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık,muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür; bütün envâiyle kizbdir, yalancılıktır. İman sıdkdır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zâlim propaganda, birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.”

“Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm mescid-i kebîrindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetülvüska, sıdkdır. Yâni en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.”1

Evet, insanda esas olan doğruluk ve nezahettir. Şer ve günahlar ise arızîdir, gelip geçici hallerdir. Yaratılış itibariyle insan, berrak bir su gibidir; latif ve temizdir. Bu temizlik, onun iradesini yanlış kullanması sebebiyle kirlenir ve bozulur.

Bütün hareketlerinde istikamet üzere olan ve sadakati kendisine temel prensip yapan bir kimse, hayatını daima huzur ve saadet içinde geçirir. Zira, her türlü saadet ve huzurun kaynağı ve bütün güzel meziyetlerin temeli istikamettir.

Sözün doğrusu dururken onun hilafını söylemek, insana, özellikle de bir mümine asla yakışmaz. Fakat, doğru olmak demek sadece doğru sözlü olmak demek değildir. Kişi, her halinde, her hareketinde ve her fiilinde doğru olmalıdır. Doğru olanı ve hakkı söyleyeni herkes sever ve takdir eder. Hıfz- İlahi doğruların melceidir. Doğru olanın ve doğru söyleyenin hiçbir hileye ihtiyacı yoktur.

Evet, kalbi münevver, aklı kâmil olan doğru sözlü kimse, hiçbir zaman sıkılmaz, sıkıntıya düşüp huzursuz olmaz. O daima vicdanı müsterih ve kalbi huzurlu bir şekilde yaşar. İslâm dinine muhalif söz ve fiillerden son derece sakınır ve bu gibi hallerden hacalet duyar. Çünkü fıtrat-ı insaniyede asıl olan doğruluk, sadakat, istikamet ve nezahettir. Doğru olmayanlar ise, her türlü hile ve yalan peşindedirler. Böyle kimseler ise, vicdanları daima muzdarip olarak azap içinde kıvranıp dururlar.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Münâfık’ın alâmetleri üçtür: Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği vakit sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyânet eder.”

Bir başka hadisleri ise şöyledir:

“Bir kişinin kalbinde imanla küfür, doğrulukla yalan, emanetle hıyanet birlikte bulunmaz.”2

İstikametin zıddı hıyanettir. Hain insanlar Allah’tan korkmadıkları gibi, hiç kimseden de haya etmezler.

İnsan sadakatle haysiyet ve şerefini muhafaza ettiği gibi, zillete düşmekten de kurtulur. İnsan için özellikle mümin için istikamet temel bir şarttır. Çünkü iman istikameti icap eder. Peygamber Efendimiz (sav.) istikametin ehemmiyetini vurgulamak için “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol” 3 ayetinden dolayı “Hud suresi beni ihtiyarlattı.” buyurmuştur.

Sadakat büyük bir fazilettir. Cenab-ı Hak istikametle yaşayanları şu ayet ile müjdelemektedir:

“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip; ‘Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vaad edilen cennetle sevinin!’derler.”4

Evet, necat ve selamet, itimat ve emniyet doğruluktadır. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve hep doğru söz söyleyin ki, Allah da işlerinizi ve hallerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın.”5

Peygamber Efendimiz de (sav) “Kurtuluş sıdktadır.” buyurmuşlardır. Çünkü doğrunun yardımcısı Allah’tır. Yüce makam ve ali derece ancak sadakatle mümkündür. Sadık bir insan, zarar bile görse sadakat ve doğruluktan ayrılmaz.

Şairin de dediği gibi;

“İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”

Her güzel haslette olduğu gibi, istikamette de örnek ve rehber Peygamber Efendimiz’dir (sav.). Hz. Peygamber (sav.), son derece vefalı, sözünde ve vadinde sadık idi. Bu bakımdan o (sav.), kendisine daha peygamberlik verilmeden evvel “Muhammed’ül Emin” olarak anılırdı. Allah Resulü, birine söz verdiğinde şartlar ne olursa olsun mutlaka onu yerine getirirdi. Abdullah b. Ebi’l-Hamsa (r.a.) şöyle anlatıyor:

Henüz Peygamberlik verilmeden önce Hz. Muhammed (sav.) ile bir yerde buluşmaya karar verdik, fakat ben verdiğim sözü unuttum. Aradan üç gün geçtikten sonra hatırladım ve buluşacağımız yere gittim ki, Hz. Muhammed (sav.) hâlâ orada bekliyor. Yanına yaklaştığımda bana şöyle dedi:

“Abdullah nerede kaldın, bak bana eziyet ettin; üç gündür seni burada bekliyorum.”

Hz. Peygamber üç gün boyunca her gün söz verdiği saatte gelip o kişiyi beklemiştir. İşte Resûl-i Ekrem’e (sav.) “El Emin” lâkabı bu çağında verildi. Evet O (sav.), sözüne, şahâdetine, ahdine, kefâletine ve sadakatine en azılı düşmanları da dahil, herkesin kesin olarak inandığı ve taktir ettiği emsalsiz bir zattı.

İstikametli kişilere herkes emniyet ve itimat eder. Kâinatın Fahr-i Ebedîsi,“El-Emin” sıfatına sahip, en kâmil, en akıllı ve güzel ahlâkında herkesin birleştiği peygamberler peygamberidir. O’nun doğru sözlü olduğunu, en azılı düşmanı olan müşrikler de çok iyi biliyorlardı. O sırada henüz Müslüman olmayan Ebu Süfyan’a, Bizans hükümdarı Hirakl’in: “Siz o kimseyi peygamberlik iddia etmeden önce hiç yalanla itham etmiş miydiniz?” diye sorunca, Ebu Süfyan: “Hayır” cevabını verir. Daha sonra da: “Şayet yalan söylemekten korkmasaydım, o zaman yalan söylerdim.” demiştir. Görüldüğü gibi, Allah Resûlünün (sav.) doğruluğu, kendisine peygamberlik verilmezden evvel de tescil edilmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Mu’cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (A.S.M.). … Bütün ümmet hatta düşmanları da dâhil olduğu halde icma’ etmişler ki, bütün ahlak-ı haseneye câmi’dir. Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamîdenin kemâline tercümen olan ‘Muhammed-ül Emin’ ünvanıyla iştihar etmiştir…” 6

Necip Fazıl, Peygamber Efendimiz’in (sav.) hayatını anlattığı “Çöle İnen Nur”adlı harika eserinde şöyle der:

“O, doğruların doğrusu… Herkes yalan söyleyebilir. O söyleyemez.Bir boş bulunma, nefse kapılma ânı O’na hulûl edemez. Bu hâl, O’nun seciyesinde muhâl… İşte bu seciyenin teşekkül yaşına doğru yol almakta… O, genç adam namzedi Nur Çocuk…O, henüz, ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkası bulunmadığı demlerde bile, küfür ve cahiliyet nefesini hiçbir suretle pâk çehresinde hissetmedi. O, ne teklif, en memuriyet, hiçbir ilâhî emre mazhar bulunmadığı çığırlarda da düpedüz ve tabiî hali ile insanoğlunun, ruh, selim akıl ve ahlâk bakımından en üstünü oldu.”

Kuran-ı Kerim’in feyzine mazhar olan, Hazret-i Peygamber’in rahle-i tedrisinde yetişen, her meselede onu (sav.) kendilerine rehber edinen sahabeler de birer sadakat timsali idiler.

Evet sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adalete hahişgerdirler. Çünki yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arş’tan Ferş’e kadar açılmış. Esfel-i safilîndeki Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden, a’lâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet Müseylime’yi esfel-i safilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm’ı a’lâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.”

“İşte, hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehasin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvetin ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebeb ve Müseylime’nin maskara-âlûd müzahrefat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi’rac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet’in hazine-i âliyesinde en revaçlı bulunan ve şaşaa-i cemaliyle içtimaat-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka -ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivayetinde ve tebliğinde- elbette ellerinden geldiği kadar talib ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şübhesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âlî olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz.”7

Elbette ki, bu hidayet yıldızlarının da kendi aralarında derece farklılığı vardır. Onların en başında, Hz. Ebu Bekir (r.a.) olmak üzere dört halife gelir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) nebîlerden sonra insanların en hayırlısıdır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle,

 “Peygamberler müstesna, güneş ondan daha üstün bir baş üzerine ışığını saçmamıştır.”

Zira o, Allah ve İslâm yolunda maddî ve manevî bütün varlığını, hatta hayatını feda eden, kendi nefsine hiçbir şey bırakmayan, eşsiz sadakat, sonsuz merhamet ve deryalar gibi zengin anlayışıyla temeyyüz etmiş bir ali-i irfandır. Hz. Ebu Bekir (ra.) “Teslimiyet sırrının en büyük dehası,” sadakat, rikkat, rahmet ve ilâhi sırlara vukufiyette en ileri, Allah Resûlü’nün en yakın dostu ve en sevgili yar-ı vefakârı idi.

Bir ayet-i kerimede,

“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”8

Bu âyette sıddıklar buyrulmakla, Hz. Ebû Bekir Efendimize, şehitler buyrulmakla da diğer üç halife efendileri­mize işaret edildiği belirtilmiştir.

Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınanların, Hz. Peygamber (sav.)’in sünnetlerini kendilerine rehber edinenlerin, peygamberler, sadıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacağı ifade edilmiştir. Ayette sıdıkların, şehitlerden ve salihlerden önce zikredilmesi de sıdkın ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Evet Hz. Ebu Bekir’in (r.a) meziyetlerini saymakla bitiremeyiz. Zira, Peygamber Efendimiz’in (sav.) risaletini bir mucize istemeden o tasdik etti, ilk Müslümanlardan olma şerefine mazhar oldu ve İslâmiyet’in ikinci adamı oldu. Artık o her zaman ikinciydi. Sevr mağarasında da ikinciydi; hicrette de ikinciydi, sadakatta, ihlâsta ve fedakârlıkta da ikinciydi. Sadakat ve sahavet timsali olan Hz. Ebu Bekir(r.a.), başta Hz. Bilal olmak üzere bir çok köleyi satın alıp azat etmiştir.

Hicret esnasında mağarada hayatını en sevdiği cananı için tehlikeye atması, Hz. Ebû Bekir’in (r.a) ne derece fedakâr olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. Ebu Bekir Efendimize “Sıddîk” unvanını kazandıran da onun üstün imanı idi. Peygamber Efendimiz (sav.) mirâçtan teşrif ettiklerinde, müşrikler bu hâdiseyi kabul etmediler ve kendi akıllarınca büyük bir delil bulduklarını zannettiler. Ebu Cehil, “Ebu Bekir çok akıllı biridir, kesinlikle bu hadiseye inanmaz.” düşüncesiyle derhal Hz. Ebû Bekir Efendimizin yanına koştu ve;“İşittin mi Muhammed şimdi ne söylüyor? Mirâca çıktığından, bütün mahlûkatı gerilerde bırakarak Kavseyn ma­kamına erdiğinden ve Allah ile bizzat görüştüğünden bahsediyor.” Bu sözler karşısında Hz. Ebû Bekir (r.a) Ebu Cehil’e:“Bunu Hz. Muhammed mi (sav.) söylüyor?” diye sordu. Onun; “Evet,” demesi üzerene Ebu Bekir Efendimiz (r.a); “O söylüyorsa doğrudur. Çünkü O’ndan (sav.) asla yalan sâdır olmaz.” bu­yurdular.

İşte, zahirde bir tek cümle gibi görünen bu hüküm, hakikatte Allah ve Resulüne karşı sonsuz bir imanın tercümanı olmuş ve bu hâdise üzerine kendisi “Sıddîk” unvanına kavuşmuştur. Bunun içindir ki, Cenab-ı Hak bazı âyetleriyle kendisini şereflendirmiş ve izzetlendirmiştir. Hz. Ali Efendimiz (r.a) yemin ederek:

“Sıdkı getirene ve O’nu tasdik edenlere gelince, işte onlar takvaya erenlerin tâ kendileridir.”9

âyet-i kerîmesinin Hz. Ebû Bekir hakkında na­zil olduğunu ifade etmiştir.

Said İbn-i Cübeyr (r.a) de:

Ey iman edenler, Allah’dan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz.”10

âyet-i kerîmesinin Hz. Sıddîk ve Hz. Ömer hakkında nazil olduğunu beyan etmiş ve “Çünkü hakiki sıddîklar bun­lardır.” buyurmuştur.

Bu meziyetlerinden dolayıdır ki, Hz. Ebu Bekir (r.a), bir gün Hz. Peygamber’in (sav.) yanında iken Cebrail (a.s) gelir ve şöyle der:

Yâ Ebu Bekir! Allah’ın sana selamı var. Git Ebu Bekir’e söyle, acaba o benden razı mıdır?”

İşte Hz. Ebu Bekir Efendimizin Cenab-ı Hakk’ın yanındaki itibarı, şerefi ve izzeti.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Nursî B.S, Tarihçe-i Hayat.
2 Ahmed İbn Hanbel, 2/349.
3 Hud Suresi, 11/112.
4 Fussilet Suresi 41/30.
5 Ahzap Suresi 33/70-71.
6 Nursî, B.S, Âsâr-ı Bediyye.
7 Nursî, B.S Sözler (27. Sözler).
8 Nisa Suresi 4/69.
9 Zümer Suresi 39/33.
10 Tevbe Suresi 9/119.

Mehdinin üç vazifesi

Bediüzzaman, mehdinin vazifelerini iman hayat şeriat olarak sıralar. Üç vazife, hayatın bütün dairelerini ilgilendirir.

Kalb dairesi merkez, muharrik ve murakıptır. Bu daire kişinin kalb dairesi iken, cemaatin kalb dairesi meşveret heyeti, köyün ihtiyar heyeti, il ve ilçenin encümen, devletin millet meclisidir. İşte bu kalb dairesindekileri de, bunlara bağlı olan dışarıdakileri de bekleyen ve sorumlu kılan iman hayat Şeriat vazifesi her makamda söz konusudur.

Her daire ve makamın muhatabı evvela imanını muhkem hâle getirmelidir. Tahkim edilen iman hayata intikal ettirilip yaşanılır olmalı. Bu öyle olmalı ki İslâm’ın emir ve yasakları manzumesi olan Şeriatın en dar daireden en geniş dairede hükümranlığı sağlanmalıdır.

İnsanın kalbi dünyası nefs-i emmarenin vesveselerinden arındırılması imanın sağlam temelli olmasıyla mümkündür. Sağlam temel üzerine inşa edilen duvarlar takva ile muhafaza edilip, amel-i salih ile tezyin edilmelidir. Bütün bunlara ruh olan ihlâsın devamı için; rabıta-i mevti iyi anlayıp, şirk-i hafiye yol açan beğeni peşindeki riyadan kurtulup, maddî ve uhrevî menfaate takılmayıp, hılletteki tefânî sırrının yaşandığı büyük havuzun içerisinde erimekle mümkündür. Sağlam ve samimi iman, kişinin özel hayatını tanzimde amir olmalıdır. Emir ve yasaklarla düzenlenen hayat en yakınındaki eş ve evladına, dost ve arkadaşlarına numune olan tebliğ tarzını oluşturur.

Sorumluluk makamındaki heyetin iman, hayat ve Şeriat konusunda bekleyen özel genel anlamda vazifeleri var. Bu heyetin her bir ferdi kişisel âlemindeki kalb dairesinde iman, hayat ve Şeriat konulu vazifesini icra ederken bulunduğu makamdaki şahsiyet noktasında da iman hayat ve Şeriat bağlamında vazifeleri vardır. Makamlar karıştırılmadan ve her makamın şartları gereği icra edilmesi gereken üç vazife en ciddi ve başkalarının da sorumluluğunu üstlenen bir şuurla yapılmalıdır.

Zerratı günahkârlardan mürekkep bir hükümetin masum olamayacağı gerçeğinden hareketle üç vazifenin yapımında muhtemel arızalar çıkacaktır. İşte bunun için en temeldeki iman hizmeti vazifesi diğerlerine göre daha fazla önemlidir. Yapı taşlarının sağlam hale getirilmesi inşanın sıhhatini artırmasından hareketle iman hizmeti zinde, etkili ve devamlı olmalıdır.

Üç vazifeyi kucaklayan hakikat ve uhuvvet konusu iyi kavranmalıdır. Üç vazifede tecelli ve tezahür için saklı bulunan hakikat, kâşiflerini beklerken, sarmal bir gerçek olan uhuvvet de kâşifleri beklemektedir.

Tohumun çatlayıp aşağı yukarı filiz attığı yer kalb dairesidir.  Enfüsî manada esma ve sıfat-ı İlâhinin tecelli ve tezahürü hakikatleri kalben tezekkür edilirken afakî âlemdeki ufukları kucaklayan tahayyüle dayanan gerçekleri de aklen tefekkürün ana direği yine de kalb dairesidir ki duruşunu oradan alır.

Şimdi mehdinin üç vazifesini üstlenen ve her an şahs-ı maneviyi bekleyen üç mühim vazifenin motorize gücünü iman hizmetinden alması gerektiği gerçeğiyle sıradaki diğer hizmetlere makamı gereği ve kadarı bakmak, ilgilenmek unutulmaması gereken, beni/bizi bekleyen bir başka vazife olsa gerektir.

Mehdinin şahs-ı manevisinin birer azası olan-inşaallah- ben/biz bu üç vazifenin yerine getirilmesinde fert, cemaat ve cemiyet olarak anlayış ve yaklaşımımızı bir daha gözden geçirilmesi temennisiyle…

Mehmet Çetin

Nefis, Akıl ve Vicdanımla Muhasebe

Çok zamandır sesli/sessiz dillendirmeye çalıştığım bu muhasebem, nefis-akıl-vicdan arasında geçerken iradem de klavyeye dokunarak size iletilmesine vesile oldu.

Kırk yılı aşan Risale-i Nur Külliyatının mütalâasında anladığım ile anlatılmak istenilenin muhasebesi hep terlediğim, sıkıldığım ve cevap veremediğim hesaplaşmadır. Üstadımın söyledikleri uyguladıklarımla ne kadar örtüşüyor?

Tabiat gezilerinde gördüğüm bir çiçeğin üzerinde tecelli eden o muhteşem Esma-i İlâhi’yi davranışlarımda ne kadar tezahür ettirebiliyorum ki muhteşem tezahürün adını bile kullanamıyorum burada! Kaldı ki o çiçek üzerinde tecelli eden esma sayısız iken hâla üç beş isimden ötesini anmaya ve anlamaya geçemiyorum. Bu taraftan da satırlara bile yazdırılan “kırk yıldır Külliyatı okuyorum” diye ilânım da var ama işte mütalâam ortada.

BedizzamanUhuvvet ve ihlâs düsturlarını neredeyse ezbere yakın anlatırken uygulamada bu satırda bile ihlâsı kaçırdığımı fark ettiniz mi? Ümitsizlik vermek için anlatmıyorum bunları, zira muhatabım siz değilsiniz ki! Doğrudan muhatap nefsim olduğu için ona ümidi nasıl verebilirim sorarım şimdi size? Nefsin temize çıkarılmaması lazım, esasından hareketle kardeşler arasında kendimi ne kadar kusurlu gördüm, iftiharda kendimi ne kadar geri çektim, bilemiyorum! Hizmette önde ücrette geride olma prensibi tozlanmaya çoktan başladı.

Üstadın, ele geçen ekonomik imkânların Nurların intişarına kullanılması tavsiyesini bir emir olarak nasıl anladım veya uyguladım acaba? Sattığı koyunların parasını Haşir Risalesinin bastırılmasına sarf eden rahmetli Tahirî ağabey bugün bana ne demek istedi? Dükkândaki sermayenin biraz daha fazlalaşmasını beklerken, arabamın modelini yükseltirken, evin eşyasını değiştirir, ev ve yazlığı en iyi yerde ararken kırk yıldır İktisat Risalesindekilerle beraber Üstadın “azami kanaat, azami fedakârlık,…” diye devam eden azamîlerin ruhsatını mı tercih ettim acaba?

Risale-i Nur’a talebeliğin ilk beş şartı olan; sünnete tabi olmak, farzları yerine getirmek, kebâiri terk etmek ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmak esaslarından son ikisini atlamamaya ne kadar muvaffak olabildim?

Uhuvvet Risalesinin sonundaki gıybet bahsini okurken gıybet ve dedikodularımla haramdan sakınmada sınıfta kaldığımı üzülerek gördüm.

Yapmaya çalıştığım ibadetlerime güvenen ucbumla, haramdan sakındıracak kadar Allah’tan korkmamın yeterli olmadığını nefsime bir türlü anlatamadım. Sonra da kalkıp âleme nizam vermeme ne demeli?

Yok, yok! Bu böyle gitmemeli! Bu gaflet nereye kadar sürmeli idi? Bu muhasebem çareye yönlendirmelidir. Nefsimin aciz ve sürekli kusurlu olduğunu bilmeliyim. Evvelâ nefsimi günahlardan arındırmalıyım ki kurtuluşa ereyim. Harama hassasiyetimi etkin kılmalıyım. Her şeyin fâni olacağını unutmazken kendimin, nefsimin de bir gün fâni olacağını aklımdan çıkartmamalıyım. Ama Rabbim haydır, bakidir hem birdir. Dolayısıyla benim zannettiğim bütün kemalât O’ndan birer ihsandır. Kemalim, kemalsizlikte, kudretim aczde, zenginliğim fakirliğimde saklıdır.

Mehmet Çetin